Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Meloni’nin ‘Afrika için Mattei Planı’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: İtalya’nın sağcı başbakanı Giorgia Meloni’nin dış politikada izlediği rotanın seleflerinden “radikal biçimde” farklı olduğu ve mevcut statükonun değişeceği iddia ediliyordu. Önceki hükümetlerin özellikle Afrika’da yürüttüğü fiili sömürgecilik faaliyetleri, Meloni döneminde de yeni bir kılıfa sokularak devam ediyor.


Statükoya meydan okumak mı? Giorgia Meloni’nin Afrika için Mattei Planı

Thomas Simon Mattia
Geopoliticalmonitor
13 Haziran 2023

Giorgia Meloni, Afrika ülkelerine yönelik yeni bir uluslararası işbirliği çabası olan ve Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) milletvekili Marco Osnato’nun ifadesiyle Afrika’ya kaynaklarının geliştirilmesi yoluyla “onurunu iade etmeyi” amaçlayan “Afrika için Mattei Planı” aracılığıyla İtalya’yı Avrupa’nın enerji merkezi haline getirme taahhüdü verdi. Cezayir ve Tunus’a yaptığı ziyaretler sırasında “yağmacı olmayacağını” tekrarlayan Meloni, planın bu sonbaharda yapılması beklenen İtalya-Afrika zirvesinde tanımlanmasını bekliyor.

İtalyan diplomasisinin mevcut durumu

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana İtalya, dış ilişkilere savunmacı neorealist bir bakış açısıyla yaklaştı: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Avrupa’nın güvenliğiyle ilgilenmemesi tehdidi İtalya’nın Atlantikçiliğinin altını oyarken ve ülkenin “Bribesville” skandalı da iç siyasetini büyük ölçüde yeniden yapılandırırken, İtalya’nın dış politika hedefleri yalnızca ülkenin iç güvenlik hedeflerini tatmin edecek şekilde yeniden boyutlandırıldı ve ideolojik karakterden yoksun bırakıldı. İtalya’nın yüzde 120’lik borç/GSYİH oranını tam anlamıyla bir ekonomik resesyona dönüştüren 2010 Avro Bölgesi krizinin ardından ülke, “batamayacak kadar büyük, kurtarılamayacak kadar büyük” hale geldiğinde, kemer sıkmaya doğru büyük bir kayma kritik hale geldi. 2011’deki emeklilik reformu ve 2014’teki iş yasası, borç ve açığın sürdürülebilirliğini sağlamak ve özel yatırımı teşvik etmek adına işçilerin korunmasını ve aşırı sosyal harcamaları azaltarak bu hedefi yerine getirdi ve İtalya’nın o zamandan beri baskın olan neoliberal söylemini mutlak anlamda pekiştirdi.

2014’ün temmuz ayında dönemin başbakanı Matteo Renzi, İtalyan fosil yakıt devi Eni’nin ülkede tarihinin en büyük doğalgaz keşfini yapmasının hemen ardından yabancı yatırım dostu yasayı teşvik etmek üzere İtalya’nın üst düzey petrol ve doğalgaz yöneticilerinden oluşan bir heyetle birlikte Mozambik Maputo’ya geldi. Renzi’nin misyonu başarılı oldu ve belki de İtalya’nın gelişmekte olan ülkelerde yatırımları kolayca güvence altına almak ve yeni bulduğu neoliberal ajandasını yerine getirmek için savunmacı bir neorealist olarak itibarını kullanabileceğinin farkına varmasına yol açtı. Batı ile Doğu arasında yeni bir Soğuk Savaş başlamışken, hem taraf seçmek istemeyen gelişmekte olan ülkeler hem de paranoyak küresel güçler İtalya’nın ideolojiden arınmış dış politika yaklaşımını güven verici bulacaktı. Bunun ardından 2014-2016 yılları arasında İtalya’dan gelişmekte olan ülkelere dönük yabancı yatırımlarda yüzde 250’lik bir artış yaşandı ve ülke, 2019 yılında ihracat finansmanına en fazla yatırım yapan tek OECD ülkesi oldu.

Giorgia Meloni’nin öncelikleri

Dış ilişkilerde Giorgia Meloni’ye her zaman iki önemli danışman eşlik eder: askeri ve savunma danışmanı General Franco Federici ve dışişleri danışmanı Büyükelçi Francesco Maria Talò. Bu isimlerin her ikisi de bariz birer Atlantikçi: Eylül 2011’de dönemin ABD Başkonsolosu Büyükelçi Talò, Afganistan’a giderek 11 Eylül’ün onuncu yıldönümünü ülkedeki İtalyan NATO misyonu askerleriyle birlikte “Hepimiz Amerikalıyız, hepimiz NATO’yuz,” sözleriyle anarken, General Federici, misyonun komutanlığından daha henüz ayrılmıştı. On yıl sonra General Federici, Kosova’da yeniden bir NATO misyonunun komutasını üstlenirken Büyükelçi Talò da İtalya’nın NATO’daki Daimi Temsilcisi olarak görev yapacaktı.

Meloni’nin yakın çevresini seçmesi İtalya’nın uzun süredir devam eden Atlantikçi tavrını teyit ederken, icraatları da dış ilişkilere yönelik savunmacı neorealist yaklaşımını da teyit etti. Giorgia Meloni’nin seçim başarısı, partisinin, aynı ittifakı paylaştığı üç parti de dahil olmak üzere diğer partilerden farklı olarak İtalyanları her şeyden çok endişelendiren şey olan enerji güvenliğinin iyileştirilmesinin kritik önemini en çok vurgulayan parti olmasından kaynaklanıyordu. Sahiden de gaz güvenliğinin iyileştirilmesi, hükümetin çabalarıyla Toskana’nın Piombino kentinde yeni tartışmalı yeniden gazlaştırma tesisinin inatla kurulmasının da gösterdiği gibi, İtalya’nın iç güvenlik hedefleri listesinin en başına taşındı. Seçilmesinden bu yana, Rusya’nın yanı sıra İtalya’nın başlıca doğalgaz ticaret ortaklarıyla da sıkı bağlantılar kurdu. Ocak ayında Libya Başbakanını ziyaret ettiğinde, beş gün önce Cezayir Cumhurbaşkanı ile imzaladığı anlaşmaya benzer bir işbirliğiyle, enerji ve göç akışlarının düzenlenmesi anlaşması imzaladı. Bir ay sonra Katar Emiri ile görüşmeyi planlamıştı ama gribe yakalanınca telefon görüşmesi yapmakla yetinmek zorunda kaldı. Haziran ayında çabaları Tunus’un temerrüdü üzerinde yoğunlaştı, Cumhurbaşkanı Kays Said’i ziyaret ederek tam desteğini ortaya koydu ve AB Komisyonu başkanı von der Leyen ve Hollanda Başbakanı Rutte ile birlikte temerrüdü önleyebilecek ve daha da önemlisi İtalya’yı Tunus üzerinden Cezayir’e bağlayan Transmed doğalgaz boru hattına dönük güvenlik tehditlerini bertaraf edebilecek bir IMF kredisinin sunulmasını sağlamak için ikinci bir ziyaret sözü verdi. İtalya’nın Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltmak adına Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyanın yedinci ülkesi olan ülkesinin enerji güvenliğini artırmada kayda değer bir rol oynayabileceğini söylediği Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri geliştirmek üzere bu ülkeye uygulanan silah ambargosunu kaldırmaya kadar gitti. Benzer şekilde Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyada sırasıyla 12., 15. ve 19. sırada yer alan Irak, Kazakistan ve Özbekistan ile de enerji işbirliği bağlarını güçlendirmeye çalışıyor. Cezayir, Libya ve Tunus’un yanı sıra Meloni, dikkatini Angola, Kongo Cumhuriyeti, Burundi, Etiyopya, Moritanya, Nijer ve Somali gibi diğer Afrika ülkelerine de odaklayarak “Afrika için Mattei Planı”na olan bağlılığını açıkça ortaya koydu.

Afrika’da ihracat finansmanının on yılı

Daha önce de belirtildiği gibi, İtalya’nın Afrika’daki ticareti yeni bir olgu değil ve özellikle son on yılda ülkenin yeni keşfedilen neoliberal kimliği ile öne çıktı. Aslında 2013 ile 2021 yılları arasında İtalyan devleti, kredi sigortası, doğrudan finansman, kefalet veya kredi şeklinde sağladığı tahmini toplam 22 milyar avro karşılığında, potansiyel olarak orta veya yüksek düzeyde olumsuz çevresel veya sosyal etkileri olan yüzlerce projeyi resmi olarak destekledi. Bu projelerden sadece 27’si Afrika ülkelerine yönelikti, fakat birlikte toplam hacmin yaklaşık yüzde 32’sini —yaklaşık 7,2 milyar avro— oluşturuyorlardı (SACE ex-post yıllık raporlarından elde edilmiştir). İtalya’nın kendisini Afrika ülkeleri için pragmatik bir ortak olarak sunma çabalarına rağmen yatırılan miktarın yüzde 47,3’ü oldukça tartışmalı projelere gitti.

En iyi örnek, Mozambik’te İtalya’nın Afrika’daki en son yatırım stratejisinin pekişmesini sağlayan ve Eni tarafından üstlenilen, daha önce bahsedilen gaz üretim projesi. İtalya, 2016 ile 2021 yılları arasında proje için 1,6 milyar avro tutarında garanti verdi ama bu yatırımlar Eni adına bir dizi tutulmayan sözle geldi. Şirket, 2015 yılında CEO’su Claudio Descalzi tarafından “herkesin yaptığı gibi ihracat için üretim yapmak yerine —çünkü çok daha fazla kazanabilirsiniz—Libya, Nijerya ve Kongo’nun yanı sıra Mozambik’te yaptıkları gibi iç piyasa için de üretim yapan tek ve kesinlikle ilk [şirket] olduğu için övülmüştü,” diyerek, projenin yüzer üretim ünitesinin üretiminin yüzde 100’ünü —2021 yılında militan silahlı grubunun karadaki ünitelere saldırmasının ardından şu anda çalışan tek ünite— bir sonraki yıl British Petroleum’a sattı. Yerli nüfusun yüzde 70’inin elektriğe erişimi olmadığı düşünüldüğünde, üretimin en azından bir kısmı yerel sektöre fayda sağlayabilirdi. Geliştirme öncesinde yapılan yerel toplantılarda Eni tarafından verilen, destek operasyonları için hem vasıflı hem de vasıfsız işgücünü içeren yerli işçi istihdam etme sözü de 2022 yılında Singapurlu bir açık deniz konaklama gemisinin yüzer üretim biriminin destek operasyonlarında istihdam edilen işçilere ev sahipliği yapmak üzere Madagaskar boğazında denize açılmasıyla bozuldu. Bu durum Mozambik’in işgücünü, genel okuryazarlık oranı yüzde 47, kadınlar arasında ise sadece yüzde 28 olan yerli halk için tek gerçek istihdam fırsatı olan konaklama, ağırlama ve yemek hizmetlerinde düşük vasıflı iş talebini karşılama fırsatından mahrum bıraktı. LNG geliştirme projeleri, o zamana ek bölgeye yararı olan turizm sektöründeki ivmeyi durdurduğu için yerli halka bu tür istihdam fırsatları borçluydu. En trajik olanı ise, Mozambik’teki LNG projelerinin geliştirilmesinin, yaklaşık 4 bin insanın ölümüne ve 1 milyonunun yerinden edilmesine neden olan çatışmanın şiddetlenmesine katkıda bulunduğunun düşünülmesi. Eni ve Anadarko tarafından geliştirilen iskân planının, hem yerlerinden edilen 557 haneye tazminat ödenmesi hem de geçim kaynaklarının korunması açısından yetersiz olduğu belli olunca yerli halkın ortaya çıkan şikayetleri, Müslüman Makua ve Mwani ile Hıristiyan ve siyasi olarak baskın Makonde halkları arasındaki zıtlaşmaları istismar eden cihatçı silahlı grup Ensar es-Sunne için eleman toplama fırsatı haline geldi. Bu başarısızlık, Etiyopya’da Turkana, Nyangatom ve Dassanach halkları arasında yaşanan çatışmaların yoğunluğunun artmasına neden olan zorunlu tahliyelere ve su kıtlığına yol açan Koysha Barajı projesiyle birleştiğinde, İtalya’nın toplam yatırımının yüzde 17,8’ine tekabül ediyordu; yani ülkenin son on yıldaki yatırım hacminin neredeyse beşte biri silahlı çatışmalara neden olduğuna veya katkıda bulunduğuna inanılan projelere tahsis edilmişti.

İtalya, 2017 ve 2019 yıllarında Kenya’daki Kimwarer ve Arror nehirleri üzerinde çok amaçlı iki barajın inşasını destekledi ve bu işi, toplam 498 milyon avro karşılığında İtalyan müteahhitler CMC ve Itinera üstlendi. Barajlar hiçbir şekilde inşa edilmeyecekti. Kenya Maliye Bakanı, iki müteahhit lehine görevini kötüye kullanmakla suçlandı; Kenya Hazine Bakanı, soruşturmalar devam ederken projeyi finanse eden İtalyan bankası Intesa SanPaolo’ya 1,9 milyon avroluk bir ödemeyi gayri meşru olarak onaylamakla suçlandı ve CMC CEO’su, Kenya hükümetini dolandırmak için komplo kurmakla suçlandı ve Kenya’da mahkemeye çıkmaması üzerine hakkında iade talebi çıkarıldı. Tüm bunlar olurken İtalyan ihracat kredi kuruluşu SACE, Kenya’dan yüzde 17,5 sigorta primi talep ediyordu ki bu oran sektörün ortalama oranı olan yüzde 1,5’in yaklaşık 12 katı; Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Güney Sudan gibi ülkeler bile genellikle yüzde 3 civarında sigorta primi ödüyorlar. Maliye Bakanı tutuklandıktan ve soruşturmalar başladıktan sonra bile Intesa SanPaolo, Kenya Hazinesine 108 milyon avro ödemeye devam ederken CMC, 2018 yılında 51 milyon avroluk iki avans ödemesi almış olmasına rağmen, çalışmalar başlamamış ve proje için henüz arazi satın alınmamış olmasına rağmen Kenya hükümetine Uluslararası Tahkim Mahkemesinde tazminat davası açmaya karar verdi. 2021 yılında Ravenna Mahkemesi, iş kayıtlarında tahrifat yapıldığı iddiasıyla CMC hakkında soruşturma başlattı. Yükleniciler tarafından gerçekleştirilen bu tür yolsuzluk veya dolandırıcılık vakaları, toplam yatırım hacminin yüzde 30,4’üne gölge düşürdü.

2013 yılında Afrikalı milyarder Akilo Dangote, kıtanın en büyük rafinerisinin inşası için bir bankalar konsorsiyumundan 450 milyon dolar yatırım aldı. Toplam yatırımın 300 milyon avroluk kısmı İtalya’nın devlet ihracat kredi kuruluşu SACE tarafından garantilenmiş ve tüm sözleşme, İtalyan kamu kalkınma bankası CDP tarafından kolaylaştırılmıştı. Aynı yılın ilerleyen günlerinde işçiler, rafineri önünde ücret sorunları ve düşük maaşlar nedeniyle gösteri yapmaya başladı ve polisin kalabalığı dağıtma çabaları bir protestocunun ölümüyle sonuçlandı. Daha önce rafinerinin inşaatında yer alan müteahhitler binlerce Hintli, Çinli ve yerli işçiyi yerel Kovid-19 kısıtlamalarını ve sosyal mesafe kurallarını ihlal ederek çalışmaya devam etmeye zorlamıştı. Bu hareket, ölüm nedenlerinin işverenleri tarafından gizlendiği iddia edilen, hastalığa yakalanmış en az iki Hintli işçinin hayatına mal oldu. İşçiler polisi işverenlerinin suiistimaline ortak olmakla suçladı ve haklarına saygı gösterilmesini talep etti. İtalya, projeyi Dünya Bankası’nın IFC Performans Standardı 2 ile kıyasladığı için bu olaylardan kısmen sorumlu tutulmuştur; bu standart, yatırımda çıkarı olanların işçilerine adil davranmasını ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları sağlamasını talep ediyor. Tıpkı bu vakada olduğu gibi, toplam yatırım hacminin yüzde 30,1’i, Kenya’da daha önce Kipsigis halkına hizmet eden suyu, ülkede daha büyük siyasi ve iktisadi güce sahip olan çoğunluktaki Kikuyu etnik grubu lehine yeniden yönlendiren İtalyan liderliğindeki Itare Barajı projesi gibi insan hakları ihlalleri içeren projelere tahsis edildi.

İleriye baktığımızda, Giorgia Meloni’nin destekçileri onun dış ilişkiler stratejisini “radikal bir şekilde farklı” olarak tanımlamış ve Meloni’nin kendisi de İtalyanlar tarafından statükoyu sürdürmek için seçilmediğini söylemişti ama “Afrika için Mattei Planı”nın, şimdiye dek Afrika adına hayırlı olmayan işleri her zamanki gibi sürdürmek konusunda basit bir paravan olup olmayacağını göreceğiz.

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English