Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Alman kapitalizminin tükenişi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Olaf Scholz hükümetinin, Almanya’nın savaş sonrası tarihinde sahip olduğu en başarısız hükümetlerden biri olduğu düşünülüyor. Uluslararası alanda sözlerinin dikkate alınma sıklığı azaldı; örneğin Scholz, Avrupa Parlamentosu’na açılış konuşması için geldiğinde salonun yarısı boş oluyor zira kimse ondan dikkat çekici açıklamalar beklemiyor. Merkel konusunda durum biraz daha farklıydı.

Scholz ve Dışişleri Bakanı Baerbock yönetimindeki Almanya, Washington’dan gelen her şeyi tekrarlayan, uluslararası sahnede önemsiz bir ülkeye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya.

Ancak Scholz, Alman basının bile artık açıkça haber yaptığı koalisyonundaki kavgadan da anlaşılacağı üzere kontrolü kaybetti. Washington ve Brüksel’in öngördüğü ve Scholz hükümetinin öncü bir rol oynadığı Rusya karşıtı politikanın uygulanması göz ardı edilirse Scholz iç politika açısından da tek bir girişim başlatmadı. Ekonomi Bakanı Habeck’in Washington’a yaptığı ilk ziyareti sırasındaki “ABD’ye hizmette öncülük etmek” istediğine dair açıklaması hatırlatılmakta. Bu nedenle Almanların Scholz hakkındaki düşünceleri de net: ZDF televizyonunun Politbarometre’sine göre Almanların yüzde 71’i Scholz’un önemli siyasi konularda sözünü geçiremediğini düşünüyor. Yani Almanya’da kimsenin “patron” olarak görmediği —üstelik savaş sonrası dönemin en büyük ekonomik krizi yaşanırken— bir başbakan var.

Hükümetin sundukları ve bakanlarının Almanya’daki sıradan insanların sorunlarına karşı ne denli kibirle yaklaştıkları düşünüldüğünde, AfD’nin yükselişte olmasına şaşırmamak gerek. Bu durum en başta mülteciler söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyor. Almanya’daki mültecilerin masrafları, barınma tahsis etmek zorunda olan kentler ve belediyeler tarafından karşılanıyor. Federal hükümet, kentlere ve belediyelere masrafların sadece bir kısmını geri öderken, aynı zamanda ülkeye giderek daha fazla mültecinin girmesine izin veriyor. 2023’ün ilk yarısında ülkede 2016’daki mülteci krizinin yaşandığı dönemdeki kadar mülteci vardı.

Ve 2015 yılında Almanya’da “Mülteciler hoş geldiniz” propagandası yapılırken, Politbarometre’ye göre Almanların yüzde 59’u artık mültecilerin sınır dışı edilmesine ilişkin daha katı kurallardan yana. Bu kesinlikle AfD’nin anketlerde yükselmesini sağlayan konulardan biri zira iktidar partileri tam tersini istiyor. Ve Almanya’da insanlar muhalefetteki CDU/CSU’ya da ürkek bir şekilde daha katı kuralları savunması halinde güvenmeyeceklerdir zira Merkel 2015’te sınırları açtığında CDU/CSU iktidardaydı. Alman ekonomisinin varoluşsal sorunları olduğu gerçeği artık o kadar bariz ki artık bu konuda soru soran bile yok.


Almanya’nın Avrupa kapitalizmi modeli tükendi

David Karas
Jacobin
8 Ağustos 2023

Angela Merkel’in iktidarı boyunca neoliberal Avrupa entegrasyonu Almanya’nın ihracata dayalı büyümesinin iskeletini oluşturmuştu. Ancak kıtadaki savaş ve bir dizi kriz bu modelin sınırlarını test etti ve Olaf Scholz hükümeti içinde ayrışmaları beraberinde getirdi.

Economist, Der Spiegel, Politico ya da Financial Times gibi liberal kalemler “kaçırdığınız fırsatlardan” yakınarak siyasi mirasınızı gömmek için çabalarken, bunu biraz kişisel algıladığınız için affedilebilirsiniz. Özellikle de adınız Angela Merkel ise ve hala Time’ın sizi “Hür Dünyanın Şansölyesi” olarak selamlayan o eski sayısına tutunuyorsanız durum daha da vahim.

Merkel’in Almanya’nın dümenindeki on altı yıllık görev süresi, Avrupa’nın neoliberal direncini gözler önüne serdi. Merkel’in uzun saltanatı, küresel mali çöküş, Avrupa borç krizi, Syriza referandumu, 2015 göç krizi, Brexit, Donald Trump ve Kovid-19’u kapsayan, sonsuz gibi görünen bir felaket döngüsünü halının altına süpürme sanatını mükemmelleştirdi.

Sanki bir işaretmiş gibi, 2021’in sonlarında sahneyi terk eder etmez siyasi dram patlak verdi: Vladimir Putin Ukrayna’yı işgal etti, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizmi duvara tosladı ve siyasi sistemi artık yönetilemez görünüyor. Daha geniş anlamda, bir zamanlar kıtanın neoliberal entegrasyonunun arkasında duran Avrupa siyasi konsensüsü bugün darmadağın olmuş durumda.

Merkel sonrası bir buçuk yılını geride bırakan Olaf Scholz liderliğindeki Alman hükümeti, o kadar derin bir ayrışma içinde ki bakanlar neredeyse her önemli politika girişiminde birbirleriyle çelişiyor. “Kırmızı” SPD (Sosyal Demokratlar), “sarı” şahin neoliberal FDP (Hür Demokratlar) ve Yeşiller’in renklerine atıfla “trafik lambası” koalisyonu olarak adlandırılan bu koalisyonda her parti Merkel’in mirasını yönetme konusunda farklı stratejileri destekliyor. Fosil yakıtların içten yanmalı motorlardan ya da ev ısıtma sistemlerinden aşamalı olarak çıkarılması, Avrupa’da kemer sıkma politikalarının canlandırılması ya da gömülmesi ya da tahmin edilebileceği üzere Ukrayna’daki çatışmanın nasıl ele alınacağı gibi konularda hükümet hiçbir konuda hemfikir görünmüyor.

Hür Demokratlar en azından tutarlı; mali kemer sıkma ve ordoliberal rekabet politikasına olan inatçı bağlılıkları, onları Almanya ve Avrupa’nın karbonsuzlaşma ajandasını desteklemek için kullanılan devlet teşviklerinin doğal düşmanı haline getiriyor. Hatta bu tür dogmalar, serbest piyasacı partiyi fosil yakıt lobileri ve karbonsuzlaştırmaya karşı popülist isyanlarla fiili bir ittifaka doğru itiyor.

Yeşillerin enerji lobisiyle uzlaşıları tabanlarının bir kısmını yabancılaştırmasıyla aynı şekilde dönüşümün işçi sınıfı Almanlar üzerindeki etkilerini göz ardı etmeleri de karbonsuzlaşmanın faturasını ödeyeceklerinden kaygı duyan daha geniş halk kesimlerini de yabancılaştırmayı başardı.

Sosyal Demokratlara gelince, Scholz’un kararsız liderliğinde parti, Merkel’den miras kalan statükoya yatırım yapmaya devam etti ve Alman ihracat sektörlerini rekabetçi tutmak adına yıkıcı yeşil sanayi politikası ihtiyacı ile mali titizlik ortodoksisine tavizler arasında şizofrenik bir şekilde gidip geldi. Bu üç partinin her birinin desteği bugün ulusal düzeyde yüzde 20 civarında oy alan aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın gerisinde.

Bu ne sadece parti politikası ne de sadece Almanya’nın meselesi: Berlin’deki sıradan görünen demokratik çekişmelerin ardında ülkenin ihracata dayalı kapitalizmi ve uzun zamandır Almanya’nın makroekonomik tercihleri konusunda bir araç işlevi gören Avrupa Birliği için birbiriyle bağlantılı varoluşsal bir kriz yatıyor.

Tıpkı Almanya’nın Merkelci düzeni Scholzcu anarşiyle takas etmesi gibi, Avrupa Birliği de son kırk yıldır Avrupa entegrasyonunun neoliberal aşamasını sürdüren fikirlerin ve siyasi koalisyonların çöküşüyle karşı karşıya. Avrupa neoliberalizmini somutlaştıran siyasi dogmalar —“tüketici refahına” indirgenmiş rekabet politikası, mali kemer sıkma, enflasyon hedeflemesi, kuralsızlaşma ve daha da temelde kaynakların tahsisinde piyasaların etkinliğine duyulan dini inanç— son on yılda sorgulanmaya başlandı. İdeolojik çerçeveler parçalanırken, örgütlü sermaye, ulus devletler ve AB kurumları arasında uzun süredir gizlice depolitize edilmiş bir Avrupa entegrasyonu tarzını sürdüren siyasi koalisyon da yok oluyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin jeo-ekonomik sonuçları, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelinin krizi ve AB entegrasyonunun kendisi, neocon Robert Kagan ve Bungacast ekibinin “Tarihin Sonunun Sonu” (ABD hegemonyasına bağlı onlarca yıllık neoliberal uzlaşının ardından (jeo)politik ve ideolojik çatışmaların olağanüstü bir şekilde yeniden canlanması) olarak adlandırdığı şey konusunda birbirine bağlı bir Avrupa yayı oluşturuyor.

Bu çatışmaların neoliberalizmin kuğu gölü balesini mi yoksa onu sürdürmek adına gerekli olan artan şiddeti mi işaret ettiği bölücü bir sorun: yelpazenin her iki tarafında da neoliberal ölüme karşı süreklilik tartışması, Schrödinger’in kedisinden farklı olarak ya ölü ya da diri olan içsel olarak tutarlı bir sistem varsaydığında indirgeyicidir. Gerçek şu ki, kapitalizmde, neoliberal ya da başka türlü, çeşitli alt sistemler (kurumsal, siyasi, ideolojik) farklı değişim yörüngelerini takip edebilir ve ediyor, bu da çeşitli gerilim ve çelişkileri teşvik ediyor.

Fransız regülasyon teorisi (FRT), verili bir kapitalist birikim sistemi ile onu sürdüren düzenleme biçimi arasındaki sürtüşmelerden kaynaklanan kapitalist krizlerin bütün bir taksonomisini önermişti. Antonio Gramsci’nin “doğmak için mücadele eden yeni dünya” ile ilgili aynı, bağlayıcı olmayan alıntısını yeniden işleyen fikir yazılarının çiçek açan üslubuna ekleme dürtüsüne direnerek, Avrupa neoliberalizminin mevcut durumunu değerlendirmek adına daha verimli olacak egzersiz, ortaya çıkan bu krizleri tanımlar: Almanya’nın ihracata dayalı modelini uzun süredir Avrupa Birliği’nin kalbinde sabitleyen somut kurumlar, siyasi konfigürasyonlar ve ideolojiler düzeyinde değişim ve sürekliliği birbirinden ayırmak.

Kırılgan model

Almanya’nın ihracata dayalı birikim stratejisi uzun zamandır üç temel unsura dayanıyor: Birincisi, hâkim partiler, muhafazakâr küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ’ler) yanı sıra büyük, ihracata yönelik sanayi holdingleri ve imalat sektörlerindeki örgütlü emek kesimlerinin koalisyonu. İkinci olarak, Almanya’nın para, işgücü ve firmaları düzenleyen yerel kurumları AB seviyesine taşındı; Almanya’nın ücret baskısı modeli ve mali titizlik ve düşük enflasyona dönük ordoliberal taahhütler, AB’nin geri kalanına empoze edildi. Üçüncüsü, bölgesel ve küresel ticaret sistemleri Alman çokuluslu şirketlerine ucuz girdilere —Doğu Avrupalı işgücü, ucuz Rus enerjisi— ve Çin ve ABD’deki istikrarlı ihracat pazarlarına erişim sağladı. Bugün tüm bu sütunlar çatırdamış durumda.

Alman kapitalizmi, iç siyasi istikrarı için (Mittelstand olarak adlandırılan) KOBİ’lerle bağlantılı ordoliberal kanat ile küreselleşme ve Orta Avrupa’nın AB’ye entegrasyonundan istifade eden daha fırsatçı, büyük ihracatçı sanayi holdingleri arasında uzun süredir devam eden ideolojik ve siyasi bir uzlaşıya dayanıyordu.

Bu uzlaşı bozuldu: ihracata dönük sanayi kanadı, Alman sanayisinin ABD ve Çinli rakipleriyle rekabet edebilmesi için mali kısıtlamaların kaldırılması yönünde lobi faaliyetlerinde bulunsa da ordoliberal kanat kemer sıkma politikalarına bağlı kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dört yıl boyunca Ekonomi Bakanlığı, sanayi politikası teşebbüslerini, Mittelstand’ı stratejik açıdan marjinalleştirerek Almanya’nın sosyal blokunu yeniden dengeleme amaçlı bir araç olarak kullandı.

Liberal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP) ile koalisyon ortakları arasında siyasi bir çatışma gibi görünen durum, aslında Alman sermayesinin devletin ve seçmenlerin farklı kesimleriyle alakalı farklı fraksiyonları arasındaki bir kırılma. Yakın zaman önce yapılan çalışmalar, Almanya’nın ihracat başarılarının paradoksal bir şekilde Alman finans ve sanayi sermayesi arasında boşanmaya yol açtığını göstermişti: Alman sanayi firmaları eskiden yerel bankalara güvenirken artık kendilerini uluslararası sermaye piyasalarında finanse ediyor, Alman bankaları da yurt dışına yatırım yapmayı tercih ediyor.

İkincisi, AB uzun süre Almanya’nın ihracat-büyüme gücüne dışsal bir iskele sağlamış olsa da Avrupa entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerindeki neoliberal uzlaşı bugün tükendi. AB, kapitalizmin yirmi yedi farklı ulusal modelinden oluşan bir birlik olabilir ama Almanya, sadece büyüklüğü nedeniyle eşitler arasında birinci değil, yerel kurumları tüm birliğin düzenleyici çerçevesini büyük ölçüde şekillendiren bir kapitalist devlet.

1986 Avrupa Tek Senedi* ile 2007 küresel mali krizi arasında, AB entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerinde neoliberal bir uzlaşı hâkim oldu ve organize sermayenin, çekirdek AB üye ülkelerinin ve Komisyon’un çıkarlarını uzlaştırdı. 1980’lerin ortalarında bu ittifak, özelleştirme, kuralsızlaşma ve ulusötesi birleşmelerin Avrupa’daki durgun büyüme ve rekabetçiliği canlandırmaya dair en iyi umutlar olduğu ortak fikri etrafında şekillendi.

Organize sermayenin yanı sıra iki aktör de önemli ölçüde fayda sağladı: Bunlardan ilki, para, ücretler ve firmaların yönetimine ilişkin iç politika tercihleri mali kemer sıkma, anti-enflasyonist para politikası, ücretlerin bastırılması ve ordoliberal rekabet politikası yoluyla AB düzeyine taşınan Almanya’ydı. Bu da Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelini etkin bir şekilde Avrupalılaştırdı. İkinci faydalanıcı ise Komisyon oldu; ekabetin önündeki kısıtlamaları belirleyip kaldırarak AB entegrasyonunu yönlendirme yetkisi, Komisyon’un göreli özerkliğini kayda değer ölçüde artırdı.

Buna karşın bugün, mali kemer sıkma konusundaki uzlaşının yerini AB’nin kamu harcamaları üzerindeki Avusturyacı frenlerine karşı halk isyanları ile mali titizliği yeniden empoze etmeye ve “acil durum Keynesçiliği” sayfasını kapatmaya çalışan bir ortodoksi arasındaki savaş alanı aldı. Bir zamanlar Avrupa’nın neoliberal uzlaşısının kalbi olan AB rekabet politikası, şimdi onu Avrupa’nın rekabetçiliğine giydirilmiş bir deli gömleği olarak nitelendiren Fransız ve Alman hükümetleri tarafından olağanüstü bir şekilde reddedildi. Daha da temelde, Komisyon’un yetkilerini genişleten “gizli” federalizme şimdi çekirdek üye ülkeler şiddetle karşı çıkıyor: Berlin, Paris ve Brüksel, Avrupa’nın egemenliğinden ve “stratejik özerklikten” söz etse de Avrupa’da meşru egemenin kim olduğunu ve kimin özerkliğinin artırılması gerektiğini tanımlama konusunda (Komisyon’un mu, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nin mi yoksa üye ülkelerin mi?) bariz bir çekişme yaşanıyor.

Uzun zamandır hâkim olan görüş, krizlerin egemen ulus devletleri kolektif eylem sorunlarının üstesinden gelmeye çalışırken yetkilerini ve kaynaklarını bir araya getirmeye zorlayarak AB’yi mekanik bir şekilde federalist bir yola iteceğini varsayıyordu. Fakat federal bir geleceğe doğru “ilerleyemeyen” Avrupa Birliği fikri Brexit, Kovid-19 ve kıtadaki mevcut savaşla ciddi bir teste tabi oldu. Son on beş yılın sürekli kriz yönetimi, bilakis Komisyon’u marjinalleştirdi ve Avrupa Konseyi’ni —ve dolayısıyla ulusal liderleri—AB’nin etkin idarecileri olarak güçlendirdi (Merkel fiili başkandı). 1980’lerde Komisyon’a emanet edilen teknokratik düzenleyici yakınsama yoluyla Avrupa entegrasyonunu öngören konsensüs büyük ölçüde tükendi. Ancak bugün AB’nin mevcut güçlüklerle başa çıkabilmek için yetkilerini derinleştirme çağrısı, Avrupa başkentlerinde Komisyon’a ekstra yetkiler verilmesine karşı güçlü bir muhalefetle birleşmiş durumda.

Son olarak, Almanya’nın ucuz girdilere ve istikrarlı ihracat pazarlarına erişimi maddi olarak kısıtlandı. Alman sanayi tedarik zincirleri, dikkate değer bir Orta Avrupa kümelenmesi ile ulusötesi ağları: 1990’lar ve 2000’ler boyunca Almanya, Doğu Asya sanayisinin rekabetçi baskısına, ücret ve enerji maliyetlerini sıkıştırmak için düşük katma değerli üretim segmentlerini sosyalizm sonrası Orta Avrupa ülkelerine dış kaynak kullanarak adapte oldu. Alman çokuluslu şirketleri için Orta Avrupa sadece ucuz işgücü değil, aynı zamanda Rus fosil yakıtlarına dayanan düşük maliyetli bir enerji altyapısı da sağlıyordu.

Bugün, 2022 enerji fiyat şokunun etkileri apaçık ortada: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından enerji fiyatları Avrupa’da ABD veya Çin’den çok daha fazla arttı ve en başta enerji yoğun imalat ihracat sektörlerinin fiyat rekabetçiliğini vurgu.

İkinci bir konu da Almanya ve Orta Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşan işgücü açığı. Son tahminlere göre Almanya’nın kendi ülkesindeki işgücü açığını kapatabilmesi için yılda dört yüz bin kişilik istikrarlı bir net göç dengesine (yani gelenlerin gidenlerden daha fazla olması) ihtiyacı var. Nüfus azalması, yaşlanan demografik yapı ve düşük ücret, bugün Alman sanayisinin hinterlandı olarak işlev gören Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tipik profilini oluşturuyor.

Dikkat çekici bir şekilde, Orta Avrupa’daki nüfus azalmasının bir sonucu olarak ücretlerde seküler bir artış yaşandı ve bu da bölgenin önemli bir karşılaştırmalı avantajını zayıflattı. Teoride bu, örgütlü emek için daha iyi bir kaldıraç anlamına gelmeli ama pratikte Orta Avrupa, emek ve doğal kaynakların sömürüsünü —radikalleşmiş emek karşıtı mevzuat, kurumlar vergisi oranlarında dibe doğru yarış ve AB dışından uysal ve düşük ücretli işgücü ithal etmeye yönelik ikili anlaşmaların çoğalması— iki katına çıkararak Alman sermayesine kenetlemeye dönük umutsuz tedbirlerin laboratuvarı haline geldi.

Değişen rota

Şu an yükselen sesler, Almanya’nın ihracata dayalı birikim sisteminin mevcut haliyle sürdürülebilir olmayabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Sonuçta hem ülke içinde hem de daha geniş anlamda Avrupa’da bu sistemi destekleyen kurumlar, siyasi ittifaklar, ideolojiler ve altyapılar derin krizlerle karşı karşıya. Önümüzde iki ana senaryo var: ya Almanya ve AB düzeyinde yeni kurumsal, siyasi ve ideolojik yapılandırmalar ihracata dayalı büyümeyi ayakta tutmanın bir yolunu bulacak ya da bu birikim sistemi çökecek.

İlk senaryoda, neoliberal restorasyon mevcut zorlukların üstesinden gelmek için yeterli olmayacaktır; mevcut durumda Budapeşte’den Berlin’e veya Roma’ya, Küresel Güney’den düşük ücretlerle, asgari çalışma haklarıyla ve yurttaşlık haklarından açıkça dışlanarak kısa süreli, sendikasızlaştırılmış geçici işçi kitlelerini ithal etmeye dönük yeni yasal çerçevelerin normalleşmesi, Avrupa-Alman ihracat liderliğindeki modeli yeniden canlandırmak için gerekli olacak distopik yeniliklerin sadece bir örneği.

İkinci senaryo ise bu birikim sisteminin çökmesi; işgücü, yabancı teknoloji, enerji ve doğal kaynaklar gibi girdilere erişim, küresel ABD-Çin rekabetine yakalanan Avrupalı firmalar açısından önemli ölçüde kısıtlanabilir. Avrupa’nın Çin ve Amerikan ihracat pazarlarına erişimi de ciddi şekilde kısıtlanabilir; ya da tersine, bu pazarlar çok cazipse ve bir değiş tokuş söz konusuysa, AB firmaları Avrupa’daki dayanaklarını feda etmeyi tercih edebilir. Siyasi açıdan Avrupa’da sağ, ilk senaryo için gerekli koşulları yaratmaya çoktan başlamış durumda: buna karşı koymak ve bir alternatif önermek ise sola düşüyor.

 

 

(*) Avrupa Birliği tek pazarını ve Avrupa Politik İş Birliğini resmen başlatan Roma Antlaşmasında köklü değişiklikler yapan antlaşma. Senet, 17 Şubat 1986 tarihinde Lüksemburg’da, 28 Şubat 1986 yılında da Lahey’de imzalandı. (ç.n.)

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English