Görüş
İktidarda kalmanın yolları

İnsan dediğin nice işler görür, generalim,
Bilir uçmasını, öldürmesini insan dediğin.
Ama bir kusurcuğu var:
Bilir düşünmesini de.
(Brecht)
Yok oluşun eşiğinde bir halk
UALosses adlı bir internet veri bankası var. Burada rejimin açıklamalarına dayanarak Ukrayna tarafının ölü ve yaralıları açıklanıyor. Sitenin iddiasına göre çatışmanın başından bu yana (29 Ocak itibariyle) Kiev rejiminin toplam kayıpları (ölümler) 68.437 kişi. Bunun bir masal olduğu belli; ancak verileri ilginç kılan şey, ölümlerin yaş gruplarına göre ayrılmış olması. Buna göre ölümlerin yüzde 10,2’sini 17-24; yüzde 14’ünü 25-29, yüzde 15’ini 30-34, yüzde 17’sini 35-39, yüzde 16’sını 40-44, yüzde 15’ini 45-49, yüzde 9’unu 50-54 yaş grubu oluşturuyor. Toplam sayılara inanmak için hiçbir neden yok, ancak bu oranlar gerçek durumu az çok yansıtıyor olmalı.
Demek ki ülkenin en dinamik insan kaynakları yok oluyor.
The Economist geçen kasım ayında modaya uyarak (rejimin kayıplarının gerçek sayısını tahmin modası — moda, çünkü Ukrayna’da savaşın sürdürülebilir olmadığı açık seçik görülüyor) ABD’nin sızıntılarında ve açıklamalarındaki sayıları derlemişti. 2022 ağustosunda Pentagon sızıntılarına göre toplam ölü ve yaralı sayısı 125-131 bin kadardı. Bundan kısa bir süre sonra Beyaz Saray ölü sayısının 10 binin altında olduğunu savundu. 2023 şubatında Pentagon 70 bin ölüden söz ediyordu; toplam ölü-yaralı sayısı ise Beyaz Saray’a göre 180-190 bin kadardı. Bunun arkasından ABD bir yıldan çok dilini tutmayı başardı; ama geçen yılın güzüne doğru toplam kayıp (ölü ve yaralı) sayısı önce 308 bin, sonra 480 bin olarak telaffuz edildi. The Economist “istihbarat yetkililerine” dayanarak bunların 100 bine yakının ölmüş olduğunu ileri sürüyordu. (Kısa bir süre sonra rejimin başındaki eski komedyen ölü sayısını 31 bin olarak açıkladı.) The City’nin borazanı, gerçek bir Prusya soğukkanlılığıyla başka oranlar da ileri sürüyordu: “Savaşa devam edemeyecek kadar ağır yaralananların oranı daha da yüksek: çatışmada ölen her bir Ukraynalı asker için 6 ila 8 Ukraynalı askerin ağır yaralandığı varsayılırsa, savaşma yaşındaki her 20 erkekten biri ölmüş veya savaşmaya devam edemeyecek derecede ağır yaralanmış olmalı.”
Bu son tahmin üzerinde duralım. Somut veriler yok; ancak makul varsayımlara dayanarak kimi çıkarımlarda bulunabiliriz.
“Yaklaşan mütareke” üzerine yazarken “2022 başında 40 milyon civarında olan Ukrayna nüfusunun 2024 ortasında en iyi tahminlerle 29 milyona düştüğünü” belirtmiş, ayrıca Kiev’in kendi verilerine göre yıl boyunca 3,2 milyon kişinin de ülkeyi terk ettiğini vurgulamıştım.
Komedyen başkanın partisinden eski parlamenter, 2023 sonunda “vatana ihanetten” tutuklanan Aleksandr Dubinskiy’in telegram kanalında geçen hafta şöyle yazdı (Dubinskiy teknik olarak halen tutuklu görünüyor, ama açıklamalarının sıklığına bakılırsa dışarıda olması yüksek bir ihtimal):
“Eğer kalan nüfusun sayısını değerlendirmek için hububat tüketim katsayısı (2024’te 6 milyon ton) kullanılırsa, Ukrayna nüfusunu 21-24 milyon arasında saymak mümkün.”
Oysa 2024 ortası itibariyle rejimin resmi verilerine göre nüfus 35,8 milyon.
Ne kadar kişinin öldüğü üzerinde durmayalım şimdilik. Ancak ülkede kalan nüfusun 22 milyon olduğunu kabul edelim. Çatışmalarda ölenler dışında, ülke dışına çıkanların çoğunluğunu da erkeklerin oluşturduğu belli. Buna dayanarak ikinci bir iyimser tahmin daha yapalım; diyelim ki kalan nüfusun yüzde 40’ı erkek. Üçüncü çok iyimser tahminimiz de şu olsun: varsayalım ki ülkede kalan çocuk nüfusu (mesela Türkiye’deki nüfus piramidinde olduğu gibi) yüzde 30 değil de buna yakın bir şey, mesela yüzde 25 olsun. Bu da kız ve erkek çocuklara eşit bölünmüş olsun — oysa erkek çocukların ülke dışına daha çok çıkarıldığı belli bir şey. Kısacası, doğru olamayacak kadar iyimser olan bu şartlara dayanarak, ülkedeki yetişkin erkek nüfusu 7 milyon civarında olmalı.
Eğer ABD’nin geçen güze doğru sızdırdığı gibi, Kiev rejiminin kayıpları 480 bin kadarsa, bu, iyimser tahminimizde ortaya çıkan yetişkin erkek nüfusunun yüzde 7’si yapar. Demek ki The Economist’in tahmini, gerçek durumu az çok süslüyor olmasına rağmen makul bir kabule dayanıyor; ancak sadece, rejimin kayıplarının 500 bin civarında olması durumunda. Yok eğer bu kayıplar, Rusya’nın geçen ayın sonunda açıkladığı gibi 1 milyon civarındaysa (Genelkurmay başkanı Gerasimov 18 Aralık’taki brifinginde rejimin toplam kayıplarının 977 bin, geri dönüşsüz kayıplarının ise 365 bin olduğunu söylemişti), bu oran iki katına çıkar.
Her halükârda Ukrayna’nın ülkede kalan yetişkin erkek nüfusunun yüzde 7-14 kadarı savaş meydanlarında ölmüş veya savaşa geri dönemeyecek kadar ağır yaralanmıştır.
Bu, benzerine kolaylıkla rastlanmayacak kadar büyük bir demografik felaket.[1]
İktidarda kalmanın yolları
Savaş yorgunluğuyla ilgili bir dizi sosyolojik yaklaşım var. Altında yatan mantık, halkın uzatmalı savaştan rahatsızlığının ölçüsünü veren bir parametreye ulaşma kaygısı. Sosyal dinamikleri matematik sabitlerle açıklama çabasına sosyologlarda sıklıkla rastlanır, ama bir tarihçinin bakış açısından bile bu her zaman işlevsiz olmayabilir. Bu yaklaşımlardan biri şöyle özetlenebilir: cephede inisiyatifi kaybeden ülkede savaşa doğrudan veya dolaylı olarak katılanların nüfusa oranıyla (yüzde) bu kategorideki toplam kayıpların oranının (yüzde) toplamı 100’ü aşarsa o ülkede kaçınılmaz olarak sosyal-siyasi altüst oluşlar ortaya çıkar. Bunun altındaki oranlarda, yüzde 80-100 aralığı geri dönüşsüz altüst oluşların büyük ihtimal ortaya çıkacağı, 60-80 aralığı bu yönde ortalama, 60’ın altı ise düşük bir ihtimal bulunduğunu gösterir. Buna göre 1814’te Napoléon Fransa’sında, 1917 temmuzunda Rusya’da ve 1918 eylülünde imparatorluk Almanya’sında bu oran yüzde 100’ün; 1945’te Hitler Almanya’sında ise yüzde 400’ün üzerindeydi. Eğer Ukrayna’nın bugünkü mevcut nüfusunu 22 milyon, kayıplarının (ölü, ağır veya hafif yaralı, firari) 1 milyon, rejim saflarında askeri eylemlere dolaylı veya dolaysız olarak katılanların sayısını da 1,5 milyon kabul edersek, Ukrayna’nın savaş yorgunluğu oranı aşağı yukarı yüzde 75 olur. Oysa bu oran 2022’de yüzde 30, 2023’te de 35 civarındaydı.
Matematiksel bir yaklaşımın tarihi açıdan doğruluğu aritmetikteki gibi kesin değildir; bununla birlikte mevcut durum gerçekten de sayısal oranlara ihtiyaç duymayacak kadar açık.
Durum şu:
Rusya Savunma Bakanlığı’nın iddiasına göre Kiev rejiminin sadece geçen yılın üçüncü çeyreğinde ve sadece Kursk istikametindeki kayıpları 40 binin üzerindeydi. Oysa halen rejimin kontrolü altında 20 oblast ve 1 özel bölgeden (Kiev şehri) nüfusu en kalabalık olan ve Ukrayna’nın kalan nüfusunun üçte birini oluşturan 8’inin resmi açıklamalarına göre aynı dönemdeki ölümlü kayıpları şöyle: Vinnitsa 986, Jitomir 727, Çerkası 633, Kiev (oblast) 1185, Poltava 809, Kirovohrad 580, Çernigov 632, Sumı 736.
Kiev rejiminin kayıplarını gizlemek için muazzam bir çaba gösterdiği her açıdan ortada. Belki 2000’lerin başına kadar kayıplar, sayıları çarpıtarak veya gizleyerek kolaylıkla gizlenebilirdi. Bugünse bu çok daha güç; cephedeki yakınlarından haber alıyorken bir anda alamaz olan ailelerin sayısı az çok belli. Dolayısıyla gizlemek için daha sofistike yollar gerekli. Rejimin kullandığı başlıca yol, ölenleri kayıp listesine kaydırmak — öyle olunca ölü sayısından düşmüş oluyorlar.
Rejim açısından başlıca tehdit, içerideki klikler mücadelesinde tökezleyip düşmek. Durum birçok açıdan 1960’ların başında Vietnam’ı andırıyor: Ngô Đình Diệm hâlâ iktidarda, ama velinimeti ABD’nin lütfunu tedricen kaybediyor ve bir CIA darbesiyle devrilip ertesi gün kurşuna dizilmesine fazla bir zaman kalmadı. Elbette, spiraldir tarih, her defasında olduğu gibi tekrar etmez; üstelik Marx’ın tek bir cümleye ciltler sığdırdığı o eşsiz tarih dersinde söylediği gibi: “Hegel bir yerde, dünya çapında büyük tarihi olayların ve kişilerin tarihi caizse iki defa meydana geldiğine dikkat çeker. Eklemeyi unutmuş: ilkinde büyük bir trajedi, ikincisinde ise basbayağı fars olarak.” Kiev rejiminin başı zır cahil bir hödük, zavallı bir narsist olabilir, ama iktidar güçlü refleksler kazandırır sahiplerine, tehlikenin geleceği yeri ustalıkla koklarlar; üstelik, Ngô’nun ABD’den başka müttefiki yoktu, oysa rejimin arkasında The City var.
Rejimin bugünkü sahiplerinin ne kadar yolsuzluğa bulaşmış olursa olsun olası bir seçimde başa gelemeyecekleri kesin. Yaşamak içinse iktidarda kalmak zorundalar. Ve iktidarda kalmanın tek yolu çatışmanın devam etmesidir; aksi takdirde hukuksuz rejimin kendi hukuksuz temellerini dinamitlemeye devam ederek seçimleri askıya almaya devam etmesinin zemini kalmaz.
Ne var ki çatışmaya devam edebilmek için de ölecek insan gerek. Nüfusu üç yılda 42 milyondan 22 milyona düşmüş bir ülkede, ölüme gönderilmeye hazır erkek nüfusunun giderek suyunu çektiği bir ülkede, savaş yorgunluğunun ayyuka çıktığı ve derin siyasi-sosyal çalkantıların mayalandığı bir ülkede savaş, “müttefikleri” vagon vagon silah ve mühimmat, yüz milyarlarca dolar taşımaya devam etseler bile devam edemez, çünkü çelik ve barut yığınları, banka hesaplarındaki paralar değil kanlı canlı insanlardır savaşan.
Olası ateşkes ve mütareke görüşmelerinin ne sonuç vereceği önemli elbette (ve bence, daha önce de yazdığım gibi, Kiev rejiminin artık pratik bir önemi kalmamıştır ve daha büyük bir çatışma için batıya geçici bir nefeslenme fırsatı verecektir mütareke), ama görüşmenin kendisi bile, hiç şüphe yok ki, seferberliğe çağrılan Ukrayna vatandaşlarının ölüme yürümekten ne pahasına olursa olsun kaçınma, yani yaşama arzularını kamçılayacaktır; görüşme ihtimalinin güçlenmesi bile rejim saflarında çarpışan askeri personelin verilen görevleri yerine getirirken hayatını riske atmasını anlamsız kılacaktır.
İktidarda kalmak için savaşmaktan başka yolu yok, ama savaşacak gücü de yok; “son Ukraynalıya” daha çok var ama yorgunluk tırmanıyor ve ona öfkenin eşlik etmesi de an meselesi; para, silah ve mühimmatın ise bir kusurcuğu var: insan ister ölmeye.
Diktatörlükler, çözümsüz gibi görünen ikilemlerini çok kolaylıkla çözerler. Provokasyondur bunun yolu. Bütün alametler aleyhine işlediğinde tertiplenecek bir provokasyon çatışmayı öyle bir tırmandırır ki, belirsiz bir süreliğine daha iktidarda kalmayı garanti edebilir.
Brecht’ten dizelerle başlamıştım, Nazım’dan dizelerle bitirmeli:
Hiçbir korkuya benzemez
Halkını satanın korkusu.
[1] Kiev Milli Üniversitesi öğretim üyelerinden Nikita Vasilenko, aralık ayında soruna yaratıcı bir çözüm önermişti. Bu alçak, batılı barışgücünün ülkedeki nüfus sorununu da ortadan kaldırabileceğini, çünkü “aç Ukraynalıların” onlarla ilişkiye girebileceğini söylemişti: “Cebinde parası olan, en azından 40 bin erkek. … Ve kocaları savaşta ölmüş yahut sakat kalmış yüz binlerce Ukraynalı kadın.” Vasilenko bu sözlerin ardından üniversite etik kurulu tarafından görevden alındı, ama cezai bir soruşturma açılmadı; sözlerinin Ukrayna’da yönetimdeki kliğin gizli düşlerini yansıttığına kuşku duymuyorum.
Görüş
Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.
Nikola Mikovic, gazeteci-yazar
Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.
Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.
Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.
Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.
Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.
Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.
Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.
Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.
Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.
Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.
Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.
Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.
Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.
Görüş
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?

ABD Dışişleri’nden dikkat çekici Avrupa eleştirisi: İnsan hakları ve ifade özgürlüğü bu sefer kimi hedef alıyor?
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, ABD ile ikili ilişkiler üzerinden Avrupa siyasetini hedef alan bir makale yayınlandı.
Bakanlığın Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu (DRL) Kıdemli Danışmanı Samuel Samson imzalı makale, ABD’de Donald Trump’ın yeniden Başkan seçilmesiyle başlayan dönemin, ABD’nin resmi kurumlarının Avrupa’ya bakış açısını nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seren tipik bir metin.
Makalesinde, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin yalnızca coğrafi yakınlık ya da karşılıklı çıkarlardan ibaret olmadığını belirten Samson, bu bağın ortak kültür, inanç, aile bağları ve özellikle Batı medeniyeti mirasından beslendiği ve bu ilişkinin ‘sıkıntılı zamanlarda birbirine yardım etme geleneğiyle pekiştiği’ tezini işliyor.
‘Amerika Avrupa’ya minnettar’
Samson, ‘Batı’ya özgü geleneklerle güçlendiğini’ söylediği Transatlantik ittifakının kökenini Atina ve Roma’ya dayandırıyor ve Amerika’nın ‘Avrupa’ya minnettar olduğunu’ söylüyor:
“Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ‘İnsanların, Yaratıcıları tarafından kendilerine verilen devredilemez haklara sahip olduğu’ yönündeki devrimci ifade, Aristoteles, Thomas Aquinas ve diğer Avrupalı düşünürlerin fikirlerini yansıtır. Bu düşünceler, insanların doğal haklarının herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına tabi tutulamayacağına dayanır. Amerika bu entelektüel ve kültürel miras açısından Avrupa’ya minnettardır.”
Samson görüş ayrılığı yaşansa dahi bu ‘bağın’ Amerika ile Avrupa arasında diyalog imkanı tanıdığı görüşünde. Ancak bu bağ Samson’a -yani Trump ABD’sine- göre zedelenmiş durumda. Makalede bu endişeye dair ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in 14 Şubat 2025’te Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı tartışma yaratan konuşmasının hatırlatılması ise dikkat çekici.
Anlaşılan Trump yönetiminin kalemşörleri, Vance’in Münih konuşmasını, aynı Rusya lideri Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması (10 Şubat 2007) gibi bir ‘dönüm noktası’ olarak görüyor.
Putin’in tek kutuplu dünya düzenine, NATO’nun genişlemesine ve Batı’nın müdahaleci politikalarına sert eleştiriler yönelttiği, bir dönüm noktası olarak kabul edilen tarihi konuşması ve Vance’in “asıl tehlike içimizde” temalı tepki çeken konuşması…
Samson da, makalesinde Vance’in konuşmasındaki şu cümleyi doğrudan aktarıyor:
“Asıl endişem iç tehditler. Avrupa’nın en temel, ABD ile paylaşılan değerlerden geri adım atması.”
Samson ayrıca, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezine atıfla, Avrupa’nın iki büyük dünya savaşının ardından ‘bir daha felaketler yaşamamak için’ uluslarüstü yapılarla kurduğu yeni düzenin ‘bir enkaza dönüştüğü’ görüşünde:
“Bugün ise bu vaat enkaz haline gelmiş durumda. Yerini, Batı medeniyetine karşı yürütülen saldırgan bir kampanya almış bulunuyor. Avrupa genelinde hükümetler, siyasi kurumları kendi vatandaşlarına ve ortak mirasımıza karşı birer silaha dönüştürdü. Demokratik ilkeleri güçlendirmek yerine, Avrupa; dijital sansür, kitlesel göç, dini özgürlüklerin kısıtlanması ve demokratik öz-yönetimi baltalayan başka pek çok tehdidin merkezi haline geldi.”
Samson, Avrupa’nın ‘Batı medeniyetinden’ uzaklaşmasına örnek olarak ise, İngiltere’de kürtaj karşıtlarının ve göç krizine dair ‘eleştirel çevrimiçi yorumları’ nedeniyle 12 binden fazla İngiliz vatandaşının tutuklanmasını’, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin, Alman istihbaratı tarafından “aşırılıkçı” ilan edilmesini, Polonya ve Romanya’da siyasi partilerin (sağ partiler kastediliyor) engellenmesini gösteriyor. Avrupa’da bir ‘baskı ortamı’ tarifi yapan Samson, bunun kıtadaki seçim süreçlerini de olumsuz etkilediği görüşünde.
‘Orwellvari bir denetim aracı’
Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası’nın, çocukları zararlı içeriklerden koruma iddiasıyla sunulsa da aslında muhalif sesleri susturmak için kullanılan Orwellvari bir denetim aracına dönüştüğünü dile getiren Samson, bağımsız düzenleyici kurumların X de (eski adıyla Twitter) dahil olmak üzere sosyal medya şirketlerini denetlediğini ve devasa para cezalarıyla tehdit ettiğini söyledi.
Samson’un tarif ettiği bütün sorunlara çözümü ise, ‘ortak küresel mirasın yeniden canlandırılması’:
“Umudumuz, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı mirasına yeniden bağlılık göstermesi ve Avrupa hükümetlerinin bu mirası savunanlara karşı devleti bir silah gibi kullanmaktan vazgeçmesidir. Kapsam ve taktikler konusunda her zaman aynı fikirde olmayabiliriz; fakat Avrupa hükümetlerinin siyasi ve dini ifadeyi korumaya, sınır güvenliğini sağlamaya ve adil seçimleri garanti altına almaya yönelik somut adımlar atması, memnuniyetle karşılanacak gelişmeler olacaktır.
İlişkimiz çok önemli, tarihimiz çok kıymetli ve uluslararası riskler çok büyük. Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz. Bu nedenle, Atlantik’in her iki yakasında da, ortak kültürümüzün değerlerini korumalı ve Batı medeniyetinin erdemin, özgürlüğün ve insan gelişiminin kaynağı olarak nesiller boyu sürmesini sağlamalıyız.”
Samson’un tezleri ne anlama geliyor?
ABD’nin Avrupa’da ‘medeni ittifaklara’ ihtiyaç duyduğu fikri etrafında şekillenen yazı, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin ‘yalnızca coğrafi yakınlık ve karşılıklı çıkar ilişkileriyle açıklanamayacağı, ilişkilerin ‘ortak kültür, inanç, aile bağları ve paylaşılan Batı medeniyeti mirasıyla’ şekillendiği fikrini işliyor.
ABD-Avrupa ilişkilerindeki bu tarihsellik vurgusu, sadece stratejik işbirliğini değil, ‘binlerce yıllık bir hukuki ve kültürel akrabalık’ tezine dayandırılıyor.
Samson’un bu anlatısının güncel siyasetteki yansıması ise, Avrupa’da yükselen sağ, veya sağın popüler deyişlerinden biriyle, ‘hor görülen muhafazakarlık’… Samson, Avrupa’daki ‘sağ’ ve ‘Hristiyan-muhafazakar’ kesimleri, ‘medeniyetin temel savunucuları’ olarak tarif ediyor ve ‘Hristiyan ulusların’ haksız biçimde otoriter ve insan hakları ihlalcisi olarak damgalandığından yakınıyor.
Yani Samson’a göre Hristiyanlık, bugün Avrupa’da sahip çıkılması gereken bir aidiyet biçimi.
Ayrıca, Avrupa’da yükselen sağ akımlar da, Samson’a göre Batı medeniyetini koruma misyonunu üstlenen ve Hristiyan kimliğe sahip siyasi akımlar.
Düşman ise, kabaca liberal merkez veya merkez soldan merkez sağa kadar uzanan bütün partiler. Bu partiler, Samson’a göre Avrupa’yı ‘medeniyetsizleştiren, değerlerinden uzaklaştıran ve yozlaştıran’ partiler.
ABD’de Trump iktidarı ve ‘muhafazakarlık’ ana başlığıyla öne çıkardığı değerler, Demokrat Parti ABD’sinin kavram setinden rahatsızlık duyan kesimler ve hatta hükümetler tarafından memnuniyetle karşılandı/karşılanıyor.
Öyle ki, USAID’in tasfiye edilmesi kimi ‘Amerikan karşıtı’ kesimler tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.
Trump yönetiminin özellikle LGBTİ karşıtı, Hristiyan inanç temelli ve gelenekselci söylemleri ise Rusya başta olmak üzere Avrupa’da ABD karşıtlığıyla bilinen ülkelerde geniş sempati topladı.
Peki, gerçekte olan neydi?
Bir emperyalist süper güç olarak ABD, Demokrat Parti (Joe Biden) döneminde ABD’nin uyguladığı ve ihraç ettiği ideoloji, cinsel/etnik kimlik politikalarıyla şekillenen, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların öne çıkarıldığı ve en genel terimle ‘woke’ ideolojiydi.
‘Trumpizmin’ sıkça ‘radikal sol/Marksist’ diye kodladığı ideoloji, sermaye düzeniyle çelişmeyen, neoliberal piyasa mekanizmalarıyla son derece uyumlu, kimlik temelli ayrışmaları derinleştirerek sınıf mücadelesini gölgeleyen bir işleve sahip.
‘Rota yeniden oluşturuluyor…’
Trump yönetimi ise, iktidara geldikten sonra mevcut düzeni yıkmak yerine, onu daha muhafazakar ve milliyetçi bir çerçevede yeniden inşa etmek için kolları sıvadı. Yani, temelinde yine ABD’nin jeopolitik çıkarlarını hedefleyen, odak değiştikçe farklı kavramların öne çıktığı bir rota değişikliğiyle karşı karşıyayız.
ABD siyasetinde yaşanan bu dönüşümün en yakıcı etkileri ise doğal olarak Avrupa’da hissediliyor. Samson’un klasik Trumpist bir bakış açısıyla kaleme aldığı bu makale, işte tam olarak Trumpizmle Demokratların pişirdiği Avrupa siyaseti arasında yaşanan gerilimin bir dışavurumu.
Samson’un tarifi ise Avrupa’da taraftar bulmaya çok müsait. Zira Avrupa’da halkların güvenlik, istikrar, refah gibi sol talepleri, solun uzun yıllardır sistemli bir şekilde bastırıldığı bu politik iklimde sağ alternatifleri güçlendirdi ve özellikle Batı karşıtı ülkelerde yeni bir tür sağcı-milliyetçi hegemonya inşa edilmesine hizmet etti. Bu durumun en dikkat çekici örneği olarak, birkaç ay öncesine kadar ABD karşıtı sloganlarla meydanları dolduran Romanya sağının, Trump’la birlikte bu sefer ABD bayraklarıyla sokakları doldurması gösterilebilir.
ABD emperyalizmi, böylelikle Avrupa’daki ‘AB şüphecisi’, ‘Batı karşıtı’ güçleri -Rusya gibi ‘düşman’ bir ülkede bile- kendi ideolojik çerçevesine hapsedebilen bir yöntem geliştirdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Finlandiya, Slovakya, Sırbistan, Romanya gibi sağın yükselişte veya iktidarda olduğu ve siyasi hayatında çeşitli düzeylerde ‘Batı karşıtı’ siyasetler bulunan bütün Avrupa ülkeleri, bugünlerde Trump’ın dünyayı ‘eşcinsellikten kurtarmasını’ alkışlıyor.
Samson, makalesinin sonunda “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ile güçlü bir ortaklık kurmaya ve ortak dış politika hedefleri doğrultusunda birlikte çalışmaya kararlı” diyor ve “Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz” ifadesiyle bir anlamda aba altından sopa gösteriyor.
ABD’nin ‘sorunların çözülmesi için birlikte çalışma’ vurgusunu, her zaman rejim değişikliği operasyonları takip eder. Avrupa’da Trump ABD’siyle uyumlu siyasetler ise şimdiden ciddi başarılar kazanmış durumda.
İnsan hakları, sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi kavramlar özellikle 2022’den bu yana Demokratlar ve Avrupalı elitler tarafından Rusya’ya karşı kullanıldı. Aynı kavramlar belli ki bu sefer Trump yönetiminin resmi anlatısı olarak yeni muhafazakarlık ve yükselen sağ akımların mağduriyetlerini anlatacak.
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin ikinci bölümü:
Hindistan Savunma Bakanı Rajnath Singh şöyle diyordu:
“Terörle mücadele artık ulusal savunma doktrininin bir parçası. Sindoor Operasyonu, terörizme karşı çizdiğimiz kırmızı çizgidir. Pakistan yalnızca bizim tarafımızdan bir denetim sürecindedir. Sizi izliyoruz. Sindoor Operasyonu henüz bitmedi. Bu yalnızca bir fragman. Gerekirse, tam resmi göstereceğiz.”
Alt-konvansiyonel saldırılara karşı konvansiyonel misilleme güvencesi
Bu, stratejinin en önemli unsuru. Sindoor Operasyonu, Hindistan hükümetinin böyle bir yanıtın sonuçlarına bakmaksızın terörizme yanıt vermeye kararlı olduğu fikrinin altını çizdi. Hindistan uzun zamandır bu niyetini dile getirse de bu resmi bir politika haline gelmedi ve bu politika ikna edici bir şekilde uygulanmadı. Yüksek yoğunluklu, açık ve kamuya açık bir askeri operasyon olan Sindoor Operasyonu ile Hint politikacılar, ‘terör saldırıları askeri yanıtla karşılanacak’ stratejisini bir politika meselesi olarak vurgulamaya çalıştılar. Bu strateji, eylemlerin duyurulmadan ve ancak daha sonra kabul edildiği 2016’nın aksine, Pakistan’a karşı konvansiyonel bir askeri yanıtın kamuoyuna açıklanmasını ve ardından bu taahhütlerin yerine getirilmesini içerir. Hindistan, niyetlerini Pakistan’a ve uluslararası topluma açıkça iletmeyi gerektiren yeni yaklaşım ile Pakistan’ı belirli kırmızı çizgileri geçmekten caydırabilecek iyi duyurulmuş bir tetikleyici strateji oluşturmayı amaçlıyor. Hindistan yalnızca cezalandırıcı eylemde bulunmak istemiyor, aynı zamanda bunu açıkça ve görünür şekilde yapıyormuş gibi görünmek istiyor. Buradaki amaç, caydırıcılığı artırmak için düşman için kamuoyuna açık kırmızı çizgiler belirlemektir. Bu strateji, terör saldırısının ardından her tırmanışta müdahalenin maliyetlerini, risklerini, kapsamını ve yoğunluğunu kademeli olarak artırmayı amaçlıyor.
2001 Parlamento saldırısından bu yana, Hindistan’ın terörizme verdiği yanıtın yoğunluğunda kademeli bir artış oldu ve 2025 Pahalgam saldırılarıyla doruğa ulaştı. Hindistan’ın terörizme verdiği en yoğun yanıt, benzeri görülmemiş derecede kinetik ve kinetik olmayan yanıtları birleştiren bu ay (mayısta) görüldü. Hindistan mantığına göre altta yatan fikir, Pakistan’ın terörizmi Hindistan’a baskı yapmak ve Keşmir’i uluslararasılaştırmak için maliyeti etkin bir strateji olarak kullanması durumunda, Hindistan’ın yanıtının Pakistan’ın stratejisini maliyetli ve sürdürülemez hale getirmeyi amaçlaması gerektiğidir. Pakistan’ın geleneksel olarak yanıt vermemesini beklemek gerçekçi değil, ancak Hindistan’ın terör saldırılarına karşı garantili geleneksel misilleme mesajı Pakistan’a ulaştırılmış olacak. Pakistan’ın Hindistan’ın geleneksel yanıtına karşı geleneksel tepkisine odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız; asıl nokta, Pakistan’ın bu ileri geri her yinelemede ödemek zorunda olduğu artan maliyetlerdir. Bu strateji, alt-konvansiyonel (terörizm) ve konvansiyonel (askeri) saldırganlık arasında temel bir ayrım olduğunu kabul etmeyi reddeder. Hindistan’ın amacı, terör saldırılarına yanıt vermek için cezalandırıcı eylemlerde bulunabileceği alt-konvansiyonel alanın üstünde ve nükleer alanın altında belirgin bir alan oluşturmak. Şimdiye kadar bunu başardı. Pakistan’ın bu alanda yapmış olabileceği iyi işe odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız – asıl nokta, Hindistan’ın gerekirse gelecekteki operasyonlar için bu net ve belirgin alanı yaratmayı başarmış olmasıdır.
Hindistan, terörle mücadelede ciddi siyasi niyet gösterdiği, terör altyapısını zayıflatma kapasitesine sahip olduğunu gösterdiği, tepkisinde birleşik ve olgun kaldığı ve bu çatışma dönemini sonlandırmaya karar verdiğinde dahi kalkınma hedeflerinin büyük resmini aklında tuttuğu için memnuniyet duyabilir. Ancak caydırma görevinin tam olarak yerine getirilmediğini de kabul etmeli.
Birbirlerinin hava sahasını ve topraklarını birbirlerinin saldırı ve yıkımından koruma konusundaki temel görevini yerine getirememiş olmaları, tamamen bir kenara atılacak ve bahsetmeyi unutacakları bir konu. Yani eğer iki taraf da hala zafer iddiasında bulunursa, bu yalnızca bir yanılgıdır.
Bu krizden yola çıkarak ulaşılabilecek 4 temel çıkarım var:
1- Hindistan yeni bir şablon oluşturdu. Terör saldırılarına karşı koymak için ciddi siyasi irade ve askeri kapasite sergiledi. 2016’daki hızlı sınır ötesi cerrahi saldırılardan ve 2019’daki bir hava saldırısından sonra Hindistan, Pakistan’daki daha geniş bir hedef grubuna karşı daha geniş bir coğrafyada saldırılar düzenlemeye geçti. Bu etkileyici bir lojistik ve askeri başarı olabilir, ancak askeri yeteneklerinin eksikliği, diplomatik zayıflıkları, iç güvenlik hazırlığının yetersizliği yok sayılamaz.
2- Pakistan daha zayıf olsa da kolay kolay yenilmeyeceğini gösterdi. Ordunun hakimiyeti, bütçe üzerindeki kontrolü, büyük güçler için tarihsel faydası ve dolayısıyla silah sistemleri alma yeteneği onlara bir dizi araç sağlıyor. Bu hem uzun süreli çatışma veya tırmanış için toplumsal destek toplama hem de daha fazla askeri seçeneğe sahip olma düzeyinde işliyor. Güçteki asimetri açıkça görülse de kolay lokma olmadığını ve direnmek için askeri ve diplomatik kapasitelere sahip olduğunu gösterdi. İnsansız hava araçları savaşın yeni bir bölümünü açtı. Pakistan, Hindistan’ın hava savunmasını zorlama yeteneğini gösterdi. Hindistan, Pakistan’ın blöfüne meydan okuyarak, nükleer eşiğin altında mümkün olanın sınırlarını üç kez başarıyla zorlamış olsa da, nükleer şantaj seçeneği devam ediyor.
3- Çin, Pakistan’ın kendini savunma yeteneğinin merkezindeydi. Hindistan’ı zayıflatmak amacıyla Pakistan’ı kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacağını gösterdi. Çin’in Birleşmiş Milletler’de diplomatik destek, operasyonlar için maddi destek ve muhtemelen Rawalpindi’ye istihbarat desteği sağladı. Son zamanlarda Hindistan-Çin ilişkilerinde bahar rüzgarları esiyorsa da bu kriz Hindistan’a onun Çin ile gerginliğinin derin olduğunu ve güçlü bir Pakistan boyutuna sahip olduğunu hatırlatmış olmalı. Çin, Keşmir’in bazı kısımlarını kontrol ediyor. Ladakh’ın bazı kısımlarını istiyor. Sınırda aktif bir askeri varlığı ve geliştirilmiş altyapısı var. Fiili Kontrol Hattı’ndaki istikrar kırılgan. Ve bunun da ötesinde, Pakistan’ın nükleer ve konvansiyonel askeri yeteneklerinin arkasında. Çin’in Rusya ile ilişkisi, Rusya’nın artık Pakistan konusunda dahi geçmişte olduğu kadar sağlam bir Hindistan müttefiki olmayabileceği anlamına geliyor. Hindistan, iki aktif ve kırılgan cephede yaşamak zorunda kalacağı ve her an her ikisinde veya birinde meydan okumalara hazırlıklı olması gerektiği korkusuyla bir kez daha yüzleşti.
4- Amerika, tüm retoriklere ve dünyanın geri kalanında daha az şey yapma niyetinde olan dikkati dağılmış bir güç olmasına karşın savaş ve barışın gidişatını şekillendirmek için uluslararası sistemde belirleyici oyuncu olmaya devam ettiğini gösterdi. Amerika’nın hem Hindistan hem de Pakistan’a karşı hem havuç hem de sopa kullanma yeteneği muazzam. Hindistan, onun itibar kazanma eğiliminden ve “arabuluculuk” sözcüğünü kullanmasından hoşlanmamış olabilir. Trump/Amerika uzlaşmayı doğrudan kendine mal etti. Hindistan ısrarla üçüncü taraf yok dedi. Ben de bunun tam olarak böyle olmadığını düşünüyorum. Ancak ABD’nin iki taraf arasındaki görüşmeleri kolaylaştırmada muhakkak bir payı oldu ancak yalnızca “teknik” anlamda yani yatışmak için çünkü ötesini yani çözüm için politik müdahaleyi Hindistan kabul etmez. Aynı zamanda Pakistan’a baskı yapan veya teşvik eden diğer aktörler, özellikle İngiltere, Suudi Arabistan, BAE ve İran da ve ayrıca Türkiye de önemli rol oynadı.
Tarihte ilk kez, iki nükleer güç birbirlerine drone ve hava saldırılarının yanı sıra seyir ve balistik füzelerle saldırdı. Eğer amaç Pahalgam’ın intikamını almaksa, Hindistan başarılıydı. Eğer Sindoor Harekatı’nın amacı gelecekteki terörist saldırılara karşı caydırıcılıksa, bunu sağlamak imkansızdır. Caydırıcılık en iyi zamanlarda bile zordur, çünkü düşmanın maliyet-fayda hesaplamalarına dayanır. Güçteki asimetrilere karşın kararlı bir rakip yine de güç kullanmayı seçebilir. Pakistan bağlamında ele alırsak, Pakistan’ın revizyonist hedefleri, ideolojik zihniyeti, yüksek risk toleransı ve ordusunun baskın rolü onu caydırmayı özellikle zorlaştırıyor. Bu durum, konvansiyonel, vekalet veya nükleer olsun, birden fazla saldırı aracına sahip olduğunda özellikle geçerlidir. Pakistan normal bir devlet veya tam olarak sivil bir devlet değildir; güç kullanmanın sonuçlarını başkalarının algıladığı şekilde algılamaz. Hindistan’ın cezalandırıcı saldırılarının yarattığı beklenti yükü gelecekte daha fazla baskı ve izleyici maliyeti yaratacaktır. Hindistan’daki milliyetçiler ve sertlik yanlıları, ateşkesi Pakistan’a karşı kesin bir zaferin eşiğinde Hindistan’ın taktik avantajının teslimi olarak ilan ettiler. Hindistan Ulusal Kongresi gibi merkez sol siyasi partiler dahi, Indira Gandhi’nin 1971’de yaptığı gibi Amerikalılara karşı çıkmadığı için başbakanla alay ettiler.
Zaferin çenesinden yenilgiyi kapmak, bir Hindistan klasiği:
1948: Hindistan, Jammu ve Keşmir sorunlarını BM’ye götürür ve ardından Hindistan Ordusu zafere doğru yürürken ateşkesi kabul eder.
1954: Hindistan, herhangi bir karşılıklılık olmaksızın Tibet’teki sınır dışı haklarından vazgeçer ve “Çin’in Tibet Bölgesi”ni tanır.
1960: Hindistan, Indus Havzası sularının beşte dördünden fazlasını aşağı akıştaki düşmanı Pakistan için iyi niyetli bir şekilde saklı tutan bir anlaşma imzalar.
1966: Hindistan, 1965 savaşını başlatan Pakistan’a son derece stratejik Hacı Pir’i geri verir.
1972: Hindistan, Shimla’da, karşılığında Pakistan’dan hiçbir şey güvence altına almadan müzakere masasında savaş kazanımlarını verir.
2021: Çin’in 2020’de Ladakh’ın kilit sınır bölgelerine gizlice yaptığı tecavüzlerden sonra Hindistan, müzakerelerdeki tek pazarlık kozunu kaybederek stratejik Kailash Tepeleri’ni boşaltır ve ardından bazı Ladakh bölgelerinde Çin tarafından tasarlanan “tampon bölgeler” konusunda anlaşır.
Ve 2025: Hindistan, kendince bir algı ve mantık çerçevesinde, terörist vekiller aracılığıyla Pakistan’ın kırk yıldır süren “bin kesik savaşı”na son vermek için “Sindoor Harekatı”nı başlatır, ancak üç gün sonra herhangi bir net hedefe ulaşamadan durdurur.
Hindistan’ın bu kafa karışıklığı da veya tüm bunların perde arkası da tarihin gizemi olarak kalacaktır…
Mutabakat Nasıl Sağlandı?
Hindistan, Pakistan Punjab’ın Sargodha bölgesindeki Mushaf Askeri Hava Üssü yakınlarında yer alan Kirana Tepeleri Sahası yani Pakistan ordusunun nükleer cephanelik depolama alanının tünel girişine, burayı havaya uçurma niyetiyle değil, yalnızca uyarı amaçlı tasarlanmış hassas bir atışla taarruz gerçekleştirdi. Belki pek çoklarının gözünden kaçmış olabilir, ancak ateşkes yolunda bu gibi hassas caydırıcı hamleler önemli. Bununla beraber, ateşkes için ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun çabaları söz konusu. Ve Pakistan Başbakanı Şerif’in açıkladığı üzere Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de çabaları söz konusu. Hindistan önce ateşkesi kabul edebileceğini ABD’ye bildirdi.
Şiddet karşılıklı olarak doruk noktadaydı. Hindistan’ın Sargodha hassas taarruzu zaten önemli bir mesaj veriyordu: Ya bu noktada duracağız ya da işler çığırından çıkacak!..
Pakistan da ateşkes yapabileceğini bildirdi. Ama Hindistan diretti ve Pakistan’ın kendileriyle kontakt kurmasını istiyordu çünkü Pahalgam’ın sorumlusu Pakistan’dı. Biraz tereddüt eden bu arada da birkaç hava saldırısı daha yapan Pakistan tarafı saldırılarına Hindistan’dan saldırılarla yanıt geldiğini ve bunun sonunun olmadığını anladı ve Hindistan’ı aradı.
Hindistan tarafı şöyle diyordu:
“7. sabah, Pakistan’daki terör kamplarını vurduktan sonra, Hindistan tarafı Pakistan’ın Askeri Operasyonlar Direktörü’nü bilgilendirdi. Onlara, terör kamplarını vurduğumuzu, eğer konuşmak isterseniz, konuşmaya hazır olduğumuzu ilettik. Yanıt vermediler. 10 Mayıs’ta Pakistan aradı.”
Hindistan Askeri Operasyonlar Direktörü Korgeneral Rajiv Ghai şöyle diyordu:
“İlk hedefimiz terör kamplarını vurmaktı ve sonraki günlerdeki tüm eylemlerimiz Pakistan Hava Kuvvetleri ve Pakistan Ordusu’nun müdahalelerine ve ihlallerine yanıt olarak gerçekleşti, bu nedenle Pakistan Askeri Operasyonlar Direktörü ile görüşmeye karar verdim.”
Keşmir’in Uluslararasılaşması
Hindistan hükümetinin saldırganlığındaki ani düşüşün nedeni tarihin en büyük gizemi olacak.
Hindistan, üç hedefe de ulaşıldığını söyledi:
- Askeri hedef: Pakistan caydırıldı.
- Politik hedef: Indus Su Anlaşması sınır ötesi terörizme bağlandı.
- Psikolojik hedef: Üstünlük sağlandı.
Şahbaz Şerif’in zafer söylemi ve Hindistan’ın yenildiği ve ateşkes istediği yönündeki Pakistan anlatısı, Batı ve dünya medyasının bazı kesimleri tarafından yankılanan iddialar göz önüne alındığında, Pakistan’ın Hindistan’ın kendisine öğretmek istediği dersi tam olarak özümsemediği sonucuna varılabilir. Uluslararası düzeyde, Hindistan’ın istediği veya memnun olacağı şekilde Pakistan’ın teröre karışması sorunu örtbas edildi ve yük her iki ülkeye de yüklendi ve her iki ülkeye de kısıtlama getirme ve diplomatik bir çözüm bulma zorunluluğu yüklendi. ABD’nin arabuluculuk iddiası, Hindistan’ın arabuluculuğa karşı uzun süredir sürdürdüğü tutumunu zayıflattı. ABD, Hindistan ile Pakistan’ı eşit tutuyor. Bunun bazı sonuçları var. Hindistan ABD’ye güvenebilir mi? Üstelik çatışmanın ortasında IMF, Pakistan’a mali bir kurtarma paketini de onaylıyor… Dolayısıyla şu soru beliriyor: Acaba Hindistan iddia ettiği gibi 1. ve 3. hedeflerine ulaştı mı? 2. hedef, yazıda bir yerlerde zaten açıklandı.
Şahsen, bunun çok önemli olduğunu düşünmüyorum Ancak insanlar ABD’nin Hindistan-Pakistan ateşkesini “arabuluculuk” edip etmediği veya yalnızca açığı kapatıp ikisini konuşmaya teşvik edip etmediği konusunda çok fazla kafa yoracaklar… Trump, Keşmir konusunda bir “çözüm” aramak için Hindistan ve Pakistan’la birlikte çalışacağını söyledi. Bu, onun ilk döneminde, her iki tarafın da istemesi halinde Keşmir konusunda arabuluculuk yapma yönündeki tekliflerinden daha ileri bir adım. Trump’ın yaklaşımı, Hindistan’ın Keşmir’i Hindistan Birliği’nin ayrılmaz bir parçası olarak sınıflandırmak için yıllardır sürdürdüğü diplomatik çabaları sekteye uğratma riski taşıyordu. Hindistan yıllardır Keşmir’in uluslararası gündemden uzak kalmasını sağlamak için çok fazla diplomatik sermaye harcadı. Mevcut sağcı hükümet, onu herhangi bir ikili görüşmeden dahi çıkardı.
Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana süregelen Keşmir anlaşmazlığı, birçok üçüncü taraf müdahalesine ve arabuluculuk girişimine sahne oldu. Hindistan, Keşmir sorunuyla ilgili ilk Hindistan-Pakistan savaşından kısa bir süre sonra, 1948’de konuyu Birleşmiş Milletler’e iletti. BM Güvenlik Konseyi, diğer şeylerin yanı sıra, bölgenin geleceğini belirlemek için bir plebisit çağrısında bulunan kararlar aldı. Hindistan, Müslüman çoğunluklu bölgenin kendisi açısından olumsuz bir yetkisinden kaygı duyduğu için referandumu düzenlemedi. BM ayrıca, Keşmir konusunda arabuluculuk yapmak üzere Hindistan ve Pakistan için bir komisyon kurdu; bu gelişme, Hindistan ve Pakistan yönetimindeki Keşmir bölgelerini ayıran 700 km uzunluğundaki fiili sınır olan Kontrol Hattı’nın kurulmasına yol açtı. BM, sonraki yıllarda Keşmir sorununa diplomatik bir çözüm bulunması yönündeki çabalarını sürdürdü ancak sonuç alamadı.
1971 savaşının ardından Hindistan ve Pakistan, her iki ülkenin aralarındaki anlaşmazlıkları “ikili müzakereler yoluyla” çözmeyi kabul ettiği Shimla Anlaşması’nı imzaladılar. Bu, Hindistan’ın dış baskıdan kaçınmak için doğrudan görüşmeleri tercih etmesiyle uluslararası arabuluculuktan büyük bir sapmaydı. Shimla Anlaşması, anlaşmazlığın iki taraflı olması ve üçüncü taraf müdahalesi gerektirmemesi temelinde Hindistan’ın Keşmir politikasının temel taşı haline geldi.
Hindistan, Pakistan’ın 1989’dan bu yana Kontrol Hattı’ndan ‘teröristler’ gönderdiğini söylüyor. 1989, Hindistan yönetimindeki Keşmir’de ayrılıkçı hareketlerin hız kazandığı bölge için bir dönüm noktasıydı. Pakistan, Keşmirli isyancıları maddi olarak desteklediği iddialarını reddederken Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkına manevi desteğini kabul ediyor.
Pakistan, Keşmir sorunu konusunda her zaman uluslararası arabuluculuk isteyen taraftı. Hindistan’ın tavrı, 2019 yılında Hindistan yönetimindeki Keşmir’in siyasi özerkliğini ortadan kaldıran anayasa değişikliğini yapmasıyla sertleşti. Bu adım, Hindistan yönetimindeki Keşmir’i ülkenin Birlik toprağının resmen bir parçası haline getirerek, üçüncü tarafların arabuluculuk yapma olasılığını daha da azalttı.
Son çatışma Hindistan için ters tepti; Hindistan, Pakistan’a karşı caydırıcılık kurmak istiyordu. Bu başarısız oldu. Pakistan’a karşı uluslararası destek istiyordu. Bu da başarısız oldu. Ve en azından kısa vadede, Keşmir yeniden uluslararası radarda.
Trump’ın yaklaşımı Hindistan için dört önemli açıdan hayal kırıklığı yaratıyor:
Hindistan bakış açısından,
Birincisi, kurban ile fail arasında bir eşdeğerlik ima ediyor ve ABD’nin Pakistan’ın sınır ötesi terörizmle bağlantılarına karşı geçmişteki sarsılmaz duruşunu göz ardı ediyor. İkincisi, Pakistan’a kesinlikle hak etmediği bir müzakere çerçevesi sunuyor. Üçüncüsü, teröristlerin açık bir amacı olan Keşmir anlaşmazlığını “uluslararasılaştırıyor”. Dördüncüsü, küresel hayal gücünde Hindistan ve Pakistan’ı “yeniden aynı bağlamda veya eş değerde tutuyor”. Onlarca yıldır, dünya liderleri Hindistan ziyaretlerini Pakistan ziyaretleriyle birleştirmemeye teşvik ediliyordu ve 2000’de Başkan Clinton’dan başlayarak hiçbir ABD Başkanı bunu yapmadı. Bu büyük bir geri adım.
Yani ABD, Hindistan’ı ateşkese arabuluculuk ettiği yönündeki kamuoyu iddialarıyla utandırarak büyüyen Hindistan-ABD bağlarının atmosferini bulandırdı. Hindistan için daha kötüsü, Hindistan ve Pakistan’ı aynı kefeye koydu. Pakistan’ın yalnızca Hindistan ile ilgili olmayan, ABD’ye yönelik olan terörizm sorununu ele alması için hiçbir talepte bulunmadı. ABD, Pahalgam’daki korkunç saldırıya karşı Hindistan’daki ulusal tepkiyi yeterince dikkate almadı. BM tarafından bu kadar çok Pakistanlı örgüt ve bireyin uluslararası terörist ilan edilmesinden dem vuran Hindistan, Amerika’nın askeri boyuta odaklanarak ve kök nedenine odaklanmayarak bu kritik anda Pakistan’a terörizm konusunda neden göz yumulduğunu anlamaya çalışıyor olmalı. Keşmir fiilen uluslararasılaşmış durumda.
Uluslararası sonuçlar açısından görünen tablo şu: Hindistan, ABD’nin iknasıyla Sindoor Operasyonu’nu yalnızca üç dört günlük askeri operasyondan sonra iptal etmeyi kabul ederek, uluslararası ilgiyi iddia ettiği şekliyle Pakistan’ın krizi tetikleyen sınır ötesi terörizmine değil, Keşmir anlaşmazlığına çekti. Trump’ı ele alalım: Sınır ötesi terörün temel sorununa değinmeden, Pakistan’ın hoşnut olacağı şekilde, bir Keşmir “çözümü” için arabuluculuk yapmak istedi. Uluslararası medya kuruluşları da merkezi sorun olarak sınır ötesi terörizmi değil, Keşmir’i vurguladı. Dahası, kesin olmayan veya tamamlanmamış gibi gözüken Sindoor Operasyonu, Hindistan-Pakistan denkliğini yeniden canlandırdı.
Saldırı Pakistan’ın meraklı olduğu ve Hindistan’ın üzüntüsüne yol açan Keşmir sorununa uluslararası ilgi çekmiş olsa da Hindistan, Pakistan’ın artık Keşmir yerine İndus Su Antlaşması’na odaklanmak zorunda kalmasıyla Keşmir’i müzakere masasından ustalıkla kaldırmış olabilir. Anlaşmayı askıya alma gibi tekil bir eylemle Hindistan, Hindistan-Pakistan ilişkilerinde merkezi konu olarak Keşmir’i suyla değiştirmiş olabilir ve böylece ikili angajmanlarının şartlarını değiştirmiş olabilir. Ki Hindistan 1971 Bangladeş kurtuluş savaşından sonra imzalanan 1972 Shimla anlaşmasında benzer bir şey yaptı. Savaş sona erdikten sonra, (1965 savaşından sonrasının aksine) savaş öncesi toprak statüsünü kabul etmeyi reddetti ve böylece Keşmir’deki sınırın adını ateşkes hattından kontrol hattına değiştirdi. Bunu yaparken Hindistan, Keşmir’de üçüncü taraf arabuluculuğunu kabul etmeyi reddetti ve o zamandan beri Jammu ve Keşmir’deki BM gözlemcilerinin varlığını görmezden geldi, çünkü Hindistan argümanına göre BM gözlemcilerinin görevi, artık var olmayan Keşmir’deki ateşkes hattını izlemekti…
Ancak şu çok açıktı: Hindistan’ın yalnız kaldığı gerçeği; savaşta/çatışmada, diplomaside, anlatılar oluşturmada. Hiçbir büyük güç Hindistan’ın yanında açıkça durmadı. Ne Rusya. Ne Amerika. Quad üyesi yoktu, örneğin.
Dizinin üçüncü bölümünde kimin kazandığını tartışacağız.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
-
Dünya Basını1 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika2 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Görüş1 hafta önce
Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali
-
Diplomasi1 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?