Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD basınındaki İsrailli casuslar!

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Alan Macleod imzalı MintPress çalışması, Amerika’nın önemli yayın kuruluşlarındaki İsrail ajanlarının rollerine odaklanıyor. Özellikle Beyaz Saray Basın Muhabirleri Ödülü’nü Barak Ravid’in son dönemdeki haberlerinin sadece ABD değil dünya basınını da şekillendirdiği dikkate alındığında bu isimlerin ABD basınında neden istihdam edildiği daha iyi anlaşılıyor:

***

Açıklıyoruz: Amerika’da haberleri yazan İsrailli casuslar

Alan Macleod

Netanyahu 7 Ekim saldırılarından bir yıl sonra galibiyet serisine devam ediyor.” Axios’ta yayınlanan ve İsrail başbakanının yenilmez zafer dalgası üzerinde ilerlediğini anlatan makalenin başlığı böyle. Yazar Barak Ravid’e göre bu çarpıcı askeri “başarılar” arasında Yemen’in bombalanması, Hamas lideri İsmail Heniyye ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastları ve Lübnan’a yönelik çağrı cihazı saldırıları yer alıyor.

Aynı yazar kısa bir süre önce İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırılarının “savaşa yol açmayı amaçlamadığını, ancak ‘tırmandırma yoluyla gerilimi azaltma’ girişimi olduğunu” iddia eden bir makaleyle viral oldu. Sosyal medya kullanıcıları Ravid’i bu tuhaf, Orwellvari çıkarımı nedeniyle alaya aldı. Ancak neredeyse herkesin gözden kaçırdığı şey, Barak Ravid’in bir İsrail ajanı olduğuydu ya da en azından yakın zamana kadar öyleydi. Ravid, İsrail casusluk ajansı Birim 8200’de eski bir analist ve geçen yıla kadar hala İsrail Savunma Kuvvetleri grubunda yedek subay olarak görev yapıyordu.

Birim 8200 İsrail’in en büyük ve belki de en tartışmalı casusluk örgütü. Binlerce Lübnanlı sivilin yaralanmasına neden olan son çağrı cihazı saldırısı da dahil birçok yüksek profilli casusluk ve terör operasyonundan sorumlu. Bu araştırmanın da ortaya koyacağı üzere Ravid, ABD’nin önde gelen medya kuruluşlarında, ülkesinin eylemlerine Batı’dan destek sağlamak için canla başla çalışan tek İsrailli eski ajan değil.

Beyaz Saray kaynakları

Ravid kısa sürede Capitol Hill’deki basın mensupları arasında en etkili kişilerden biri haline geldi. Nisan ayında, “Beyaz Saray haberciliğindeki üstün başarısından” dolayı Amerikan gazeteciliğinin en yüksek ödüllerinden biri olan prestijli Beyaz Saray Basın Muhabirleri Ödülü’nü kazandı. Jüri üyeleri, “ABD’de ve yurtdışında derin, neredeyse mahrem düzeyde kaynak bulmasından” etkilendiler ve altı makaleyi gazetecilik örneği olarak seçtiler.

Bu hikayelerin çoğu, anonim Beyaz Saray veya İsrail hükümetinden gelen “bilgileri” doğrudan aktarmaktan ibaretti; bu bilgilerin kaynaklarını iyi göstermek ve Başkan Biden’ı İsrail’in Filistin’e yönelik dehşet verici saldırılarından aklamak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, bu haberlerle Beyaz Saray’ın basın açıklamaları arasında işlevsel olarak hiçbir fark yoktu.

Örneğin, jürinin seçtiği haberlerden biri “Özel haber: Biden, Bibi’ye 3 günlük savaş molasının bazı rehinelerin serbest bırakılmasına yardımcı olabileceğini söyledi” başlığını taşıyor ve ABD’nin 46. Başkanı’nı acıları azaltmaya kararlı, kendini adamış bir yardımsever olarak sunuyordu. Bir diğeri ise Biden’ın Netanyahu ve İsrail hükümetine karşısında ne kadar “hayal kırıklığı” yaşadığını anlatıyordu.

Protestocular, gazetecilere o sırada en az 128 gazetecinin hayatını kaybettiği Gazze’deki meslektaşlarıyla dayanışma için etkinliği boykot etmeleri çağrısında bulunmuştu. Ancak etkinlikte bir boykot gerçekleşmediği gibi, organizatörler en yüksek ödülü bir zamanlar İsrail istihbarat yetkilisi olan ve Washington’da iktidarın en sadık stenograflarından biri olarak ün kazanmış birine verdiler.

Protestocular, gazetecilere Gazze’de hayatını kaybeden meslektaşlarıyla dayanışmak için (bu satırların yazıldığı sırada en az 128 gazeteci hayatını kaybetmişti) etkinliği kaçırmaları çağrısında bulundu. Etkinlik boykot edilmemekle kalmadı, organizatörler en büyük ödüllerini, Washington’daki iktidarın belki de en sadık kâtibi olarak ün kazanan İsrailli istihbarat yetkilisi bir muhabire verdiler.

Ravid’e ödülü, kendisini bir kardeş gibi kucaklayan Başkan Biden tarafından bizzat takdim edildi. Tanınmış (eski) bir İsrail casusunun Biden’ı bu şekilde kucaklayabilmesi, yalnızca ABD ile İsrail arasındaki yakın ilişki hakkında değil, aynı zamanda müesses nizam medyasının iktidardan ne ölçüde hesap sorduğu hakkında da çok şey anlatıyor.

Ravid, ABD ya da İsrail hükümeti tarafından kendisine verilen övgü dolu bilgileri eleştirmeden yayınlayarak ve bunları özel haber olarak aktararak isim yaptı. Nisan ayında “Başkan Biden perşembe günü yaptıkları görüşmede İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya ültimatom verdi: Eğer Gazze’deki rotasını değiştirmezse İsrail’i destekleyemeyeceğiz” diye bir haber yapmıştı. Haberde, Biden’ın ‘altı aydır süren savaşta Gazze’deki çatışmaların sona ermesi için şimdiye kadarki en güçlü baskısını yaptığını ve ABD’nin savaşla ilgili politikasının İsrail’in ABD’nin ateşkes de dahil taleplerine uymasına bağlı olacağı konusunda ilk kez uyarıda bulunduğu’ ifadeleri yer aldı.

Temmuz ayında Ravid, Netanyahu ve İsrail’in “diplomatik bir çözüm” için çabaladığını söyleyen isimsiz kaynakları tekrarladı ki bu da son derece şüpheli bir iddiaydı.

Ravid’in aynı tarzdaki diğer makaleleri şunlar:

  • Özel haber: Biden Bibi’ye Gazze’de bir yıl sürecek bir savaşta yer almayacağını söyledi
  • Özel haber: Beyaz Saray toplantıyı iptal etti, Netanyahu’yu video nedeniyle protesto ederek azarladı
  • Gazze savaşı 100. gününe girerken Biden’ın Bibi’ye karşı sabrı “tükeniyor”
  • ABD İsrail hükümetinin altını oymakla suçlanırken Biden-Bibi çatışması tırmanıyor
  • Biden ve Bibi’nin Refah için “kırmızı çizgileri” onları çarpışma rotasına soktu
  • Biden mikrofona yakalandı: Bibi’ye Gazze konusunda “açıkça” konuşmaya ihtiyacımız olduğunu söyledim
  • Özel haber: Beyaz Saray, Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler nedeniyle İsrail hükümetine olan güvenini kaybetti
  • İsrailli bakan Beyaz Saray’da Gazze ve savaş stratejisi konusunda eleştirildi
  • Haber: Biden, Bibi’ye ABD’nin İsrail’in İran’a karşı saldırısını desteklemeyeceğini söyledi

Biden yönetiminin bu şekilde sürekli aklanması internette yaygın bir alay konusu oldu.

X kullanıcısı David Grossman, “AXIOS ÖZEL: Netanyahu’ya milyonlarca dolarlık silah sattıktan sonra Biden -yüksek sesle- Taylor Swift’in ‘Aramız Kötü’ şarkısını çaldı. Biden’a yakın bir kaynak ‘Herkes bunu duyabilirdi’ diyor” diye tweet attı. Komedyen Hüseyin Kesvani, Ravid’in Biden’ın İsrail hükümetine karşı “giderek daha az güvendiğini” öne süren son makalesine yanıt olarak, “Büyük miktarda para ve silah vermeye devam ediyorum ama buna katılmadığımı herkes görsün diye kaşlarımı çatıyorum” dedi.

ABD ile İsrail arasındaki bu sözde bölünme boyunca Biden yönetimi İsrail saldırılarına coşkulu destek vermeye, BM’de ateşkes kararlarını ve Filistin devletini engellemeye devam etti ve son 12 ayda İsrail’e 18 milyar dolar değerinde silah gönderdi. Dolayısıyla, Axios’un haberleri ne kadar şüpheli olursa olsun, Washington için hayati rol oynuyor ve Biden yönetiminin uluslararası organların soykırım olarak nitelendirdiği eylemlerle arasına mesafe koymasını sağlıyor. Ravid’in işlevi ise, Axios okuyan elit liberal kitleler arasında hükümete destek bulmak ve ABD’nin İsrail’in kilit bir destekçisi olmaktan ziyade Batı Asya’da barış için çabalayan dürüst bir aracı olduğuna inanmaya devam etmelerini sağlamak.

Ravid Filistinlilere yönelik tepeden bakan tavrını gizlemiyor. Eylül ayında şu ifadelerin yer aldığı bir paylaşımı retweetledi:

“PaliNazi yöntemi budur… tavizleri hiçbir karşılık vermeden ceplerine indirirler ve ardından bu tavizleri bir sonraki müzakere turunun temelini oluşturmak için kullanırlar. PaliNaziler doğruyu nasıl söyleyeceklerini bilmezler.”

Bundan bir hafta bile geçmeden, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın oldukça şüpheli bir iddiasını destekledi. Gallant, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçakların büyük bir resmi önünde kutlama yapan El Kassam Tugayları lideri Yahya Sinvar’ın çocuklarının fotoğrafını bulduğunu iddia etmişti.  Gallant, açıkça Filistinlileri 11 Eylül ile ilişkilendirmeye çalışan bu fotoğrafı “Sinvar kardeşlerin fareler gibi saklandıkları” bir tünelde bulduklarını ileri sürmüştü.

Kötü şöhretli gizli servisi

1952’de kurulan Birim 8200, İsrail ordusunun en büyük ve en tartışmalı birimi.

Gizli operasyonlar, casusluk, gözetleme ve siber savaştan sorumlu olan grup, 7 Ekim 2023’ten beri dünyanın dikkatini üzerine çekti. Lübnan’da en az dokuz kişinin ölümüne ve yaklaşık 3 bin kişinin yaralanmasına neden olan meşhur çağrı cihazı saldırısının arkasındaki örgüt olarak tanınıyor. İsrail’de pek çok kişi (ve Ravid’in kendisi) operasyonu bir başarı olarak selamlarken eski CIA Direktörü Leon Panetta da dahil dünya çapında korkunç bir terör eylemi olarak kınandı.

Birim 8200 ayrıca Gazze için yapay zekâ destekli bir ölüm listesi oluşturdu ve on binlerce kişiyi (kadınlar ve çocuklar dahil) suikast hedefi olarak belirledi. Bu yazılım, İsrail ordusunun (IDF) yoğun nüfuslu Gazze’ye yönelik saldırısının ilk aylarında kullandığı birincil hedefleme mekanizmasıydı.

İsrail’in Harvard’ı olarak tanımlanan Birim 8200, ülkedeki en prestijli kurumlardan biri. Seçim süreci son derece rekabetçi; aileler çocuklarının burada hizmet vermesini ve İsrail’in gelişen yüksek teknoloji sektöründe kazançlı bir kariyer yapmasını umarak bilim ve matematik dersleri için servet harcıyorlar.

Aynı zamanda İsrail’in fütüristtik baskıcı devlet aygıtının merkezini oluşturuyor. Yüz tanıma kameraları aracılığıyla her hareketini izleyerek aramalarını, mesajlarını, e-postalarını ve kişisel verilerini takip ederek Filistinliler hakkında devasa miktarda veri toplayan Birim 8200, Filistinlileri gözetlemek, taciz etmek ve bastırmak için distopik bir ağ oluşturdu.

Birim 8200 her Filistinlinin tıbbi geçmişleri, cinsel yaşamları ve arama geçmişleri de dahil dosyalar derliyor, böylece bu bilgiler daha sonra baskı veya şantaj için kullanılabiliyor. Örneğin bir kişi eşini aldatıyorsa, umutsuzca tıbbi bir operasyona ihtiyacı varsa ya da gizli eşcinselse, bu durum sivilleri İsrail adına muhbir ve casus yapmak için koz olarak kullanılabilir. Eski bir Birim 8200 ajanı, eğitiminin bir parçası olarak konuşmalarda tespit edebilmek için kendisine “eşcinsel” anlamına gelen farklı Arapça kelimeleri ezberleme görevi verildiğini söylüyor.

Birim 8200 ajanları dünyanın en çok indirilen uygulamalarından bazılarını ve Pegasus da dahil en kötü şöhretli casusluk programlarından birçoğunun yaratıcısı. Pegasus, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ve Pakistan Başbakanı Imran Khan da dahil dünya çapında düzinelerce siyasi lideri izlemek için kullanıldı.

İsrail hükümeti Pegasus’un Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) yanı sıra gezegendeki en otoriter hükümetlerden bazılarına satışına izin verdi. Bu devletler arasında, Türkiye’de Suudi ajanlar tarafından öldürülmeden önce Washington Post muhabiri Cemal Kaşıkçı’yı izlemek için bu yazılımı kullanan Suudi Arabistan da vardı.

Yakın zamanda yapılan bir MintPress News araştırması, dünya çapındaki VPN pazarının büyük bir kısmının, Birim 8200 mezunu biri tarafından yönetilen ve kurulan bir İsrail şirketine ait olduğunu ortaya çıkardı.

2014 yılında, Birim 8200’de görevli 43 yedek subay bir mektup yazarak birimin etik dışı uygulamaları nedeniyle artık burada hizmet vermek istemediklerini açıkladı. Bu uygulamalar arasında, sıradan Filistinli vatandaşlarla teröristler arasında bir ayrım yapılmaması da bulunuyordu. Mektupta ayrıca topladıkları istihbaratın güçlü politikacılara aktarıldığı ve onların bu bilgileri istedikleri gibi kullandıkları da belirtildi.

Kamuoyuna yapılan bu açıklama Ravid’in, çalışma arkadaşlarına öfke duymasına neden oldu. Skandalın ardından Ravid, İsrail Ordu radyosuna çıkarak muhbirlere saldırdı. Ravid, Filistin’in işgaline karşı çıkmanın İsrail’in kendisine karşı çıkmak anlamına geldiğini, zira işgalin İsrail’in temel bir “parçası” olduğunu söyledi. “Eğer sorun gerçekten işgalse…” dedi: “…o zaman vergileriniz de bir sorundur- kontrol noktasındaki askere, eğitim sistemine fon sağlıyorlar ve 8200 harika bir taktik.

Ravid’in yorumlarını bir kenara bırakırsak, şu soru ortaya çıkıyor: yabancı halklara sızmak, onları izlemek ve hedef almak üzere tasarlanmış, gezegenin en tehlikeli ve istilacı casusluk teknolojilerinin çoğunu üretmiş ve sofistike uluslararası terör saldırılarının arkasında olduğu düşünülen bir grubun üyelerinin, Amerika’da İsrail ve Filistin hakkındaki haberleri yazması gerçekten kabul edilebilir mi? ABD medyasındaki üst düzey isimlerin Hizbullah, Hamas ya da Rusya’nın FSB’sinde istihbarat görevlileri olduğu ortaya çıksa ne tepki verilirdi?

İsrail hakkında haberler, İsrail tarafından sunuluyor

Ancak Ravid, Amerika’da İsrail devletiyle derin bağları olan tek etkili gazeteci değil. Shachar Peled, Birim 8200’de subay olarak üç yıl çalıştı ve gözetleme, istihbarat ve siber savaş konularında analistlerden oluşan bir ekibe liderlik etti. Ayrıca İsrail istihbarat servisi Şin Bet’te teknoloji analisti olarak görev yaptı. 2017 yılında CNN tarafından yapımcı ve yazar olarak işe alındı ve üç yıl boyunca Fareed Zakaria ve Christiane Amanpour’un programları için bölümler hazırladı. Daha sonra Google onu Kıdemli Medya Uzmanı olarak işe aldı.

CNN için çalışmaya devam eden bir başka Birim 8200 ajanı da Tal Heinrich. Heinrich üç yılını Birim 8200 ajanı olarak geçirdi. 2014-2017 yılları arasında CNN’nin İsrail yanlısı olarak bilinen Kudüs Bürosu’nda saha ve haber masası yapımcısı olarak görev yapan Heinrich, İsrail’in Gazze’yi bombalayarak 2 binden fazla kişinin ölümüne ve yüz binlerce kişinin yerinden edilmesine neden olan Koruyucu Hat Operasyonu’na ilişkin Amerika’nın anlayışını şekillendiren başlıca gazetecilerden biriydi. Heinrich daha sonra CNN’den ayrıldı ve şu anda Başbakan Binyamin Netanyahu’nun resmi sözcülüğünü yapıyor.

CNN’in İsrailli devlet yetkililerini işe alma tutkusu bugün de devam ediyor. Örneğin Tamar Michaelis şu anda kanal için çalışıyor ve İsrail/Filistin içeriğinin çoğunu o üretiyor. Bu, daha önce İsrail ordusunun resmi sözcüsü olarak görev yapmış olmasına rağmen böyle.

Bu arada New York Times, gazetecilik tecrübesi olmayan eski bir İsrail Hava Kuvvetleri istihbarat subayı olan Anat Schwartz’ı işe aldı. Schwartz, 7 Ekim’de Hamas savaşçılarının İsraillilere sistematik olarak cinsel saldırıda bulunduğunu iddia eden, kötü şöhretli ve artık itibarını yitirmiş olan “Screams Without Words” (Sözsüz Çığlıklar) adlı ifşaatın yazarlarından biriydi. Times çalışanları, haberdeki kanıt ve doğruluk kontrolü eksikliğine bizzat isyan etmişti.

Aralarında yıldız köşe yazarı David Brooks’un da bulunduğu çok sayıda New York Times çalışanının çocukları İsrail ordusunda görev yaptı; Times bölge hakkında haber yaparken ya da görüş bildirirken bile bu bariz çıkar çatışmalarını okuyucularına hiç açıklamadı. Times, 1948 yılında Filistinli entelektüel Ghada Karmi’nin ailesinden çalınan Kudüs’teki bir evi büro şefi için satın aldığını da açıklamadı.

MintPress News geçen yıl Karmi ile son kitabı ve İsrail’in onu susturma girişimleri hakkında bir röportaj yapmıştı. New York Times’ın eski yazarı ve The Atlantic’in şu anki genel yayın yönetmeni Jeffrey Goldberg (Amerikalı), ilk Filistin İntifadası sırasında gönüllü olarak İsrail ordusuna ait hapishanelerde gardiyanlık yapmak için Pennsylvania Üniversitesi’nden ayrıldı. Goldberg anılarında, İsrail ordusunda görev yaptığı sırada Filistinli mahkumlara yönelik kötü muamelenin örtbas edilmesine yardımcı olduğunu açıkladı.

Sosyal medya şirketleri de eski Birim 8200 ajanlarıyla dolu. MintPress’in 2022 yılında yaptığı bir araştırmada Google için çalışan en az 99 eski Birim 8200 ajanı tespit edilmişti.

Facebook da tartışmalı birimden düzinelerce eski ajanı istihdam ediyor. Bunlar arasında Meta’nın denetim kurulunda yer alan Emi Palmor da bulunuyor. Bu 21 kişilik kurul, Facebook, Instagram ve Meta’nın diğer hizmetlerinin yönüne nihai olarak karar veriyor ve hangi içeriğe izin verileceğine, teşvik edileceğine ve neyin baskılanacağına karar veriyor.

Meta, platformlarında Filistinli sesleri sistematik olarak bastırdığı için İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından resmen kınandı ve sadece Ekim ve Kasım 2023’te binden fazla açık Filistin karşıtı sansür vakası belgelendi. Bu önyargının boyutunu Instagram’ın, kendini Filistinli olarak tanımlayan kullanıcıların profillerine otomatik olarak “terörist” kelimesini eklemesi gösteriyor.

ABD’li politikacıların İsrail ve Yahudi karşıtı ırkçılığın yuvası olduğuna dair yaygın iddialarına rağmen TikTok, organizasyonundaki kilit pozisyonlarda birçok eski Birim 8200 ajanını istihdam ediyor. Örneğin, 2021 yılında Asaf Hochman’ı küresel ürün stratejisi ve operasyonları başkanı olarak işe aldı. Hochman, TikTok’a katılmadan önce beş yıldan fazla bir süre İsrailli bir ajan olarak çalıştı. Şimdi Meta için çalışıyor.

Yukarıdan aşağıya İsrail yanlısı sansür

İsrail’in komşularına yönelik saldırıları söz konusu olduğunda, şirket medyası sürekli olarak İsrail yanlısı bir tutum sergiliyor. Örneğin New York Times, İsrail ordusu söz konusu olduğunda şiddetin failini tanımlamaktan düzenli olarak kaçınıyor ve 1948 yılında yaklaşık 750 bin Filistinlinin öldürüldüğü soykırımı sadece bir “göç” olarak nitelendiriyor.

Gazetenin haberleri üzerinde yapılan bir araştırma, her iki tarafta da öldürülen insan sayısı arasındaki devasa farka rağmen, İsraillilerin ölümlerinden bahsederken “katliam”, “kırım” ve “dehşet verici” gibi kelimelerin Filistinlilere kıyasla 22 kat daha sık kullanıldığını ortaya koyuyor.

Bu arada, bir Filistinli çocuğun içinde bulunduğu bir araca 335 kurşun İsrail askerleriyle ilgili bir haberi, CNN “Ölü akrabalarıyla birlikte araçta mahsur kalan beş yaşındaki Filistinli kız ölü bulundu” başlığını yayımladı ki bu başlığa göre kızın ölümü trajik bir kaza olarak yorumlanabilir.

Bu tür haberler tesadüfen ortaya çıkmıyor. Aslında, doğrudan tepeden geliyor. Kasım ayında sızdırılan bir New York Times notu, şirket yönetiminin muhabirlerine İsrail’in eylemlerini tartışırken “soykırım”, “katliam” ve “etnik temizlik” gibi kelimeleri kullanmamaları yönünde açıkça talimat verdiğini ortaya koydu. Times çalışanlarının haberlerinde “mülteci kampı”, “işgal altındaki bölge” ve hatta “Filistin” gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınmaları, en temel gerçekleri izleyicilerine aktarmalarını neredeyse imkânsız hale getiriyor.

CNN çalışanları da benzer bir baskı altında. Geçen Ekim ayında,  yeni CEO Mark Thompson tüm personele, şiddetin sorumlusu olarak Hamas’ın (İsrail değil) gösterilmesini sağlamaları ve Gazze Sağlık Bakanlığı ve onların sivil ölümleri hakkında konuşurken her zaman “Hamas kontrolündeki” lakabını kullanmaları talimatını veren bir not gönderdi ve Hamas’ın bakış açısına ilişkin herhangi bir haber yapmalarını yasakladı. Haber standartları ve uygulamalardan sorumlu üst düzey yöneticisi personele bunların “haber değeri olmadığını” ve “kışkırtıcı söylem ve propaganda” anlamına geldiğini söyledi.

Hem Times hem de CNN, İsrail’in eylemlerine karşı çıktıkları ya da Filistinlilerin özgürlüğüne destek verdikleri için çok sayıda gazeteciyi işten çıkardı. Kasım ayında Times’tan Jazmine Hughes, Filistin’deki soykırıma karşı çıkan bir açık mektubu imzaladıktan sonra işten çıkarılmıştı. Gazete bir önceki yıl da İsrail yanlısı Honest Reporting grubunun baskısının ardından Hosam Salem’in sözleşmesini feshetmişti. CNN sunucusu Marc Lamont Hill ise 2018 yılında Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada Filistin’in özgürleştirilmesi çağrısında bulunduğu için aniden kovuldu.

Axios, CNN ve New York Times gibi büyük kuruluşlar belli ki kimi işe alacaklarını biliyorlar. Bunlar gazetecilikte en çok aranan işlerden bazıları ve muhtemelen her bir pozisyon için yüzlerce aday başvuruyor. Bu kuruluşların herkesten önce İsrailli casusları seçmesi, basının güvenirliği ve amacı konusunda ciddi soru işaretleri yaratıyor.

Birim 8200’den ajanların Amerikan haberleri üretmek üzere işe alınması, Hamas ya da Hizbullah savaşçılarının muhabir olarak istihdam edilmesi kadar düşünülemez olmalı. Ancak eski İsrailli ajanlar, ülkelerinin Filistin, Lübnan, Yemen, İran ve Suriye’ye yönelik devam eden saldırıları hakkında Amerikan kamuoyunu bilgilendirmekle görevlendirildi. Bu durum medyamızın güvenilirliği ve önyargıları hakkında ne söylüyor?

İsrail, Amerikan yardımı olmadan bu savaşı sürdüremeyeceğine göre Amerikan zihniyeti için verilen mücadelede, sahadaki savaş kadar önemli. Propaganda savaşı sürdükçe de gazeteci ve savaşçı arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Bize İsrail/Filistin hakkında haber sağlayan en iyi gazetecilerin birçoğunun eski İsrail istihbarat ajanları olması bunun altını çiziyor.

DÜNYA BASINI

İsrail’in ilk apartheid savaşı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede Oren Yiftachel, İsrail’in 7 Ekim sonrası yürüttüğü soykırım ve savaşların bir stratejiye dayanmadığı yönündeki yaygın analizlere itiraz ediyor. Yiftachel, İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da attığı adımların aslında Filistinliler üzerindeki Yahudi üstünlükçülüğünü pekiştirmeye yönelik uzun vadeli plan çerçevesinde olduğunu belirtiyor. Yiftachel, İsrail’in bir apartheid düzeni kurma çabalarının, barış ve uzlaşı umutlarını nasıl zedelediğine dikkat çektiği yazısında son dönemde iyice unutulmaya yüz tutmuş ancak bir dönem oldukça revaçta olan bir çözüm modelini yeniden gündeme getiriyor. Makaledeki “şiddetsiz çözüm” ve “7 Ekim felaketi” gibi ifadeler ve dile getirilen çözümün ne kadar gerçekçi olduğu yazarın kendisini bağlamakla birlikte makalenin özünü oluşturan İsrail’in üstünlükçülük projesinin analizi dikkate değer:

***

Bu İsrail’in ilk apartheid savaşı mı?

İsrail’in siyasi bir stratejiye sahip olmadığı düşüncesi gerçeği yansıtmıyor; aslında onlarca yıldır nehir ile deniz arasında kurduğu üstünlükçü projesini pekiştirmek için savaşıyor.

Oren Yiftachel

Geçen yıl boyunca pek çok kişi, ülke tarihindeki en büyük sivil katliamı olan 7 Ekim felaketinin, kalıcı işgal statükosunun çöküşünün bir işareti olduğunu savundu. Başbakan Binyamin Netanyahu yönetimindeki İsrail, Filistin topraklarındaki işgal ve yerleşimini güçlendirirken, parçalanmış Filistin direnişini kontrol altına almak için uzun vadeli bir “çatışma yönetimi” politikası yürütüyordu. Bu, bazı İsrailli liderlerin “bir varlık” olarak gördüğü “caydırılmış” bir Hamas’ı finanse etmeyi de içeriyordu.

Bu stratejinin bazı yönlerinin 7 Ekim’in ardından çöktüğü doğru. Özellikle de Filistin ulusal projesinin ezilebileceği ya da Hamas ve Hizbullah’ın herhangi bir siyasi anlaşma olmaksızın kontrol edilebileceği yanılgısı. Yahudi yerleşiminin İsrail’in sınırları boyunca güvenliği garanti edebileceği düşüncesi de- uzun süredir devam eden bir Siyonist efsane- paramparça oldu; düzinelerce Yahudi sınır topluluğunun yaşadığı derin travma ve kederin ötesinde, Yeşil Hat içindeki 60’tan fazla bölgeden yaklaşık 130.000 İsrailli yerinden edildi ve çoğu hala öyle.

Diğer uzmanlar İsrail’in Gazze ve şimdi de Lübnan’daki savaşının “ertesi gün” için siyasi stratejiden yoksun olduğunu ve sadece Netanyahu’nun siyasi geleceği için yapıldığını iddia ediyorlar. Ancak popüler görüşün aksine, son yıllarda yaşananlar, İsrail’in bu savaşta açık bir stratejik hedefi sürdürdüğünü gösteriyor: Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında Filistinliler üzerinde Yahudi üstünlüğünü korumak ve derinleştirmek. Bu açıdan, son 12 ay en iyi şekilde İsrail’in “ilk apartheid savaşı” olarak anlaşılabilir.

Önceki sekiz savaş, yeni coğrafi ve siyasi düzenler oluşturmayı hedeflerken ya da belirli bölgelerle sınırlı kalırken mevcut savaş, İsrail’in tüm toprakları üzerinde kurduğu ve 7 Ekim saldırısının temelden meydan okuduğu üstünlükçü siyasi projeyi pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, Filistinlilerle herhangi bir uzlaşıyı veya en azından ateşkesi reddetme kararlılığı da gözlemleniyor.

İsrail’in bir zamanlar “yavaş yavaş ilerleyen” ve son zamanlarda “derinleşen apartheid” olarak adlandırılan üstünlükçü düzeninin tarihsel kökleri vardır. Bu durum, son yıllarda sözde barış süreci, “geçici işgal” vaatleri ve İsrail’in müzakere edecek “bir ortağı olmadığı” iddialarıyla gizlenmeye çalışıldı. Ancak, apartheid projesinin gerçekliği son yıllarda, özellikle Netanyahu’nun liderliği altında giderek daha belirgin hale geldi.

Bugün İsrail, üstünlükçü amaçlarını gizlemek için hiçbir çaba sarf etmiyor. 2018’deki Yahudi Ulus-Devlet Yasası, “İsrail Devleti’nde ulusların kendi kaderini tayin hakkının Yahudi halkına özgü olduğunu” ve “devletin Yahudi yerleşiminin gelişimini ulusal bir değer olarak gördüğünü” ilan etti. Bunu bir adım daha ileri götüren mevcut İsrail hükümetinin manifestosu (temel ilkeler olarak bilinir) 2022’de gururla “Yahudi halkının İsrail Toprakları’nın tamamı üzerinde özel ve devredilemez bir hakkı olduğunu” ki bu İbranice sözlükte Gazze ve Batı Şeria’yı da kapsıyor ve “İsrail Toprakları’nın tüm bölgelerinde yerleşimi teşvik etme ve geliştirme” taahhüdünde bulundu.

Bu temmuz ayında Knesset ezici bir çoğunlukla Filistin devletinin kurulmasını reddetti. Ve Netanyahu iki hafta BM’de konuştuğunda gösterdiği haritalar bu vizyonu açıkça tasvir ediyor: Nehir ile deniz arasında bir Yahudi devleti, Filistinliler ise Yahudi egemenliğinin altında ikinci veya üçüncü sınıf sakinler olarak var olmaya mahkûm.

İronik ve trajik bir şekilde, Hamas ve ortaklarının son otuz yıldaki terör saldırıları ve İsrail’in varlığını inkâr eden ve nehir ile deniz arasında gelecekteki İslam devletini savunan söylemleri, İsrail’in işgali ve Filistinlilere yönelik baskısı için bir bahane olarak kullanıldı. Dolayısıyla 7 Ekim katliamları sadece suç teşkil eden ve son derece ahlaksızca bir eylem olarak değil, aynı zamanda Filistin halkına karşı acımasız şiddet uygulamak için geri dönen ve onların sömürgecilikten kurtulma ve kendi kaderini tayin etme yönündeki haklı mücadelelerini ciddi şekilde baltalayan bir “bumerang isyanı” olarak da eleştirilebilir. Hizbullah’ın kuzeydeki saldırısı, bumerang isyanının ateşini daha da körükledi ve bu da faillerini yakıyor.

Filistinlileri bastırmak ve Yahudi üstünlüğünü pekiştirmek

İsrail 75 yılı aşkın bir süredir Filistinlilere şiddetle hükmediyor, onları sürüyor ve işgal altında tutuyor. Ancak bu zulüm tarihi, geçen yıldan beri Gazzeliler üzerinde yaratılan ve pek çok uzmanın soykırım olarak nitelendirdiği yıkımın gölgesinde kalıyor.

İsrail’in “bağlantıyı kesme” ve Hamas kontrolündeki bölgeye 17 yıl boyunca uyguladığı sıkı abluka sonrasında Gazze, İsraillilerin gözünde Filistin egemenliğinin çarpıtılmış bir versiyonunu sembolize eder hale geldi. Dolayısıyla, militanlarla savaşmanın ya da 7 Ekim’in intikamını almanın çok ötesinde, İsrail’in yoğun bombardımanı, etnik temizliği ve hastaneler, camiler, endüstriler, okullar ve üniversiteler de dahil Şerit’in sivil altyapısının çoğunu yok etmesi Filistin’in sömürgeden kurtulma ve egemenlik olasılığına doğrudan bir saldırıdır.

Gazze’ye yönelik bu saldırının gölgesinde, Batı Şeria’daki sömürgeci işgal de son bir yıl içinde hız kazanmış durumda. İsrail yeni idari ilhak önlemleri aldı; yerleşimci şiddeti ordunun desteğiyle daha da yoğunlaştı; Filistinli toplulukların sürülmesine katkıda bulunan düzinelerce yeni karakol kuruldu; Filistin şehirleri boğucu ekonomik ablukalara maruz kaldı ve İsrail ordusunun özellikle Cenin, Nablus ve Tulkarem’deki mülteci kamplarında silahlı direnişe yönelik şiddetli baskısı, İkinci İntifada’dan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Daha önce A, B ve C Bölgeleri arasında var olan ince ayrım tamamen ortadan kalktı: İsrail ordusu tüm bölgede serbestçe hareket ediyor.

Aynı zamanda İsrail, Yeşil Hat içindeki Filistinlilere yönelik baskıyı ve ikinci sınıf vatandaş statüsünü derinleştirdi. Artan gözetim, tutuklamalar, işten çıkarmalar, uzaklaştırmalar ve tacizler yoluyla siyasi faaliyetlerine yönelik ciddi kısıtlamaları yoğunlaştırdı. Arap liderler “terör destekçisi” olarak yaftalanıyor ve yetkililer daha önce benzeri görülmemiş bir ev yıkım dalgası gerçekleştiriyor- özellikle de 2023’te yıkım sayısının (3.283’e ulaşarak rekor kırdığı) tüm eyaletteki Yahudilerin sayısından daha fazla olduğu Negev/Naqab’da. Aynı zamanda polis, Arap topluluklarındaki ciddi organize suç sorunuyla mücadele etmekten neredeyse vazgeçti. Dolayısıyla, İsrail’in Filistinlileri bastırmak ve Yahudi üstünlüğünü pekiştirmek için kontrol ettiği tüm topraklarda ortak bir strateji izlediğini görebiliriz.

Lübnan’da Hizbullah’ın kuzey İsrail’e karşı 12 ay süren saldırısını püskürtmek adına başlatılan ancak şimdi tüm Lübnan’a yayılan büyük saldırıları ve İran’la karşılıklı darbeler, savaşın yeni ve bölgesel bir aşamasının habercisi gibi görünüyor. Amerikan imparatorluğunun jeopolitik gündemiyle bağlantılı olduğu açık olan bu savaş, aynı zamanda dikkatleri Filistinlilere yönelik derinleşen baskıdan uzaklaştırmaya da hizmet ediyor.

Apartheid savaşının bir diğer cephesi de barış ve demokrasi için mücadele eden Yahudi İsraillilere karşı yürütülüyor. Netanyahu hükümetinin yargının (zaten sınırlı olan) bağımsızlığını zayıflatmaya yönelik devam eden girişimleri, şu anda İsrail’in şimdiye kadar gördüğü en sağcı koalisyondan oluşan yürütme organının gücünü artırarak daha fazla insan hakları ihlaline yol açacak.

İsrail’in otoriter bir yönetime doğru sürüklenmesinin etkilerini şimdiden görüyoruz. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in özellikle Batı Şeria’daki yerleşimlerde ya da sınır bölgelerinde yaşayan Yahudi üstünlüğünü destekleyenlere on binlerce tüfek dağıtma kararı sayesinde ülke silah istilasına uğradı. Kendisi de radikal bir yerleşimci olan Maliye Bakanı ve fiili Batı Şeria valisi Bezalel Smotrich yerleşimci projelerine büyük miktarlarda kamu fonu tahsis etti. Ve hükümet, İsrail’in suç teşkil eden savaşına yönelik her türlü eleştiriyi etkili bir şekilde susturdu: Hükümet ve savaş karşıtı göstericilere polis şiddeti uyguladı, akademik kurumlara, entelektüellere ve sanatçılara karşı kışkırtmalar yaptı ve solcu “hainlere” karşı zehirli ve suçlayıcı söylemleri sertleştirdi.

Apartheid savaşının özellikle mide bulandırıcı bir boyutu da hükümetin Hamas tarafından kaçırılan İsrailli rehineleri yüzüstü bırakmasıdır ki bu rehinelerin geri dönmelerinin 7 Ekim fiyaskosunu daha da açığa çıkararak hükümeti tehdit etme ihtimali bulunuyor. Aynı şekilde, rehinelerin Hamas tünellerinde bulunması, hükümetin Gazze’deki suç teşkil eden ve büyük ölçüde etkisiz olan “askeri baskısını” sürdürmesine olanak tanıyarak rehinelerin canlı dönme şansını tehlikeye atıyor. Böylece hükümet, rehinelerin ailelerinin acılarını ve yaşadıkları şoku istismar ederek 7 Ekim katliamlarına yol açan ihmallerle ilgili resmi bir soruşturma açılmasını engelleyen olağanüstü halin devam etmesini sağlıyor.

Yeni bir siyasi ufuk

İleriye baktığımızda, apartheid’in sadece ahlaki bir çöküş ve insanlığa karşı bir suç olmadığını, aynı zamanda kimseyi teğet geçmeyen sonsuz şiddet ve ekonomi ile çevreye verilen geniş kapsamlı zararla karakterize edilen istikrarsız bir rejim olduğunu hatırlamakta fayda var.

İsrail’deki ve yurtdışındaki Yahudilerden ve skandal bir şekilde cezasız kalmasını sağlayan Batılı hükümetlerden aldığı büyük desteğe rağmen İsrail rejimi ilk apartheid savaşında galip gelmekten çok uzak. Karşı çıkan güçler yalnızca Filistinliler ve komşu Arap ülkeleri arasında değil, aynı zamanda diasporadaki Yahudiler ve Küresel Kuzey ve Güney’in geniş halk kitleleri arasında da artıyor. Apartheid İsrail ahlaki savaşı çoktan kaybetti, ancak hükümeti uluslararası ittifaklarını, ticari bağlantılarını, ekonomik beklentilerini ve kültürel ve akademik bağlarını kaybetmek Yahudi üstünlüğü için verdiği savaşı durdurmaya zorlayabilir.

Ancak bu kaçınılmaz bir sonuç değil. Bu, uluslararası hukuku uygulamak için önemli bir küresel seferberliğin yanı sıra, yasal ayrılık, tecrit ve ayrımcılıktan oluşan apartheid düzenine meydan okuyacak ve onu parçalayacak Yahudi-Filistin ortaklığını da gerektiriyor. Gereken mücadele sivil ve şiddet içermiyor: Kuzey İrlanda, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyi, Kosova veya Güney Afrika gibi dünyanın dört bir yanındaki apartheid rejimlerine karşı verilen benzer mücadeleler, sivilleri hedef alan şiddeti terk edip sivil, siyasi, hukuki ve ahlaki kampanyalara odaklandıklarında başarıya ulaştı.

Bu mücadele aynı zamanda nehir ile deniz arasındaki toprakların bölünmesi konusundaki ısrarlı başarısızlığa yanıt verecek bir siyasi ufuk gerektiriyor. İsrail-Filistin ortak girişimi olan “Herkes İçin Toprak: İki Devlet Tek Vatan” barış hareketi, bireysel ve kolektif eşitliğe dayalı böyle bir vizyonu dile getiriyor. Hareket özgürlüğüne, ortak kurumlara ve ortak bir sermayeye sahip iki devletten oluşan bu konfederasyon modeli, derinleşen apartheid’dan bir çıkış yolu sunabilir ve uzlaşı ve barış dolu bir geleceğe doğru bir ufuk çizmeye yardımcı olabilir. Yalnızca bu tür vizyonların benimsenmesi, ilk apartheid savaşının aynı zamanda son olmasını da garanti edebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘Çin’in ekonomik sorunları ciddi, ancak tedavi edilemez değil’

Yayınlanma

Financial Times’ın baş ekonomi yorumcusu Martin Wolf’un Çin ekonomisi ile ilgili analizini sizler için çevirdik.

***

Çin’in ekonomik sorunları ciddi ancak tedavi edilemez değil

Ne yazık ki, politika yapıcılar geçici palyatiflere başvurarak işleri daha da kötüleştirdiler

Çin’in Japonya’ya dönüşmesine gerek var mı? Hayır. Japonya’ya dönüşebilir mi? Evet. Dahası, hastalıklarıyla mücadele etmek için ne kadar uzun süre beklerse, yavaş büyüme ve kronik deflasyonist baskı ile ciddi şekilde hastalanma olasılığı da o kadar artar. Bazı dış analistler bunun kaçınılmaz olduğuna inanıyor. Ancak bir şeye inanmak istemek onu doğru yapmaz. Çin’in hastalığı tedavi edilemez boyutta değil, ama ciddi bir hastalık.

Tedavi arayışına girmeden önce sebepleri semptomlardan ayırmak hayati önem taşımaktadır. Çinli politika yapıcılar hastalığın doğasını tanımayı reddettikleri için, onu tedavi etmediler. Zaman içinde geçici palyatiflere başvurarak durumu daha da kötüleştirdiler. Bu durum 1980’lerde ve 1990’larda Japonya’nın başına geldi ve son yirmi yıldır da Çin’in başına geliyor. Ancak Çin önemli güçlü yönlerini korumaktadır. Hala durgunluktan kaçınabilir.

Çin hükümeti şimdi parasal ve mali teşvikler açıkladı. Bu öngörülebilir bir şeydi. Japonya’nın da ister istemez yapması gereken buydu. Japonya’nın otuz yıldır sıfıra yakın faiz oranlarına sahip olmasının ve net kamu borcunun GDP’nin yüzde 159’u olmasının nedeni de budur. Tıpkı şu anda Çin’in politikalarında olduğu gibi, bu da altta yatan bir “eksik tüketim” durumunun ya da yapısal olarak eksik talebin sonucuydu. Bu durum göz önüne alındığında, talebin artırılması gerekmektedir. Büyük emlak balonları bu tür ekonomilerin bir özelliği, bir hatası değil, patladıklarında çılgınca müdahale etme ihtiyacı gibi.

2000 ile 2024 yılları arasında Çin’in gayri safi milli tasarrufları GSYH’nin ortalama %45’i, Japonya’nınki ise %28’i düzeyindeydi. Bu arada, ABD’nin tasarruflarının ortalaması sadece yüzde 18’dir. Yatırım fırsatları mükemmel olduğunda, bu yüksek tasarruf oranları süper hızlı büyümeyi finanse edebilir. Japonya’da olduğu gibi Çin’de de yüksek tasarruf oranları 2000’li yılların başına kadar inanılmaz hızlı büyümeyi finanse etmiştir. Ancak böyle uzun bir büyüme döneminden sonra, yüksek getirili yatırımların arzı kaçınılmaz olarak azalır. Böylece talep gibi yatırım da zayıflar. Bir güç olan şey bir zayıflığa dönüşür.

Hem Japonya hem de Çin tarafından benimsenen bir çözüm, yüksek yatırımın yanı sıra büyük bir cari hesap fazlası vermekti. Ancak her iki durumda da bu, 1980’lerde Japonya ve 2010’larda Çin için özellikle ABD’den gelen dış dirençle karşılaştı. Her iki durumda da para politikası gevşetildi, kredi patladı ve yine 1980’lerde Japonya’da ve 2010’larda Çin’de gayrimenkulde büyük bir patlama yaşandı. Gayrimenkule yapılan kredi destekli yatırımlardaki bu hızlı büyüme talebin yeni motoru haline geldi. Rhodium Group’tan Logan Wright’ın China Leadership Monitor için yakın zamanda yayınladığı bir makaleye göre “Gayrimenkul inşaatı 2011’den 2021’e kadar GSYH’nin yaklaşık yüzde 23-27’sini temsil etti.” Eğer öyleyse, Çin’in tasarruflarının yaklaşık yarısını emmiştir.

Aşırı tasarruflara karşı “emlak balonu yaratalım” çözümünün en büyük kusuru, patladığında geriye düşen varlık fiyatları, ödenemeyen borçlar, zarar görmüş finans ve mutsuz insanlar bırakmasıdır. Daha da kötüsü, çöküşün etkisi yatırımları daha da zayıflattığından ve böylece aşırı tasarrufları daha da şiddetlendirdiğinden, daha da zayıf bir talep bırakır. Güçlü bir politika önlemi alınmadığı takdirde, ikinci durumun derin bir depresyona yol açacağı neredeyse kesindir.

Analitik olarak çözümler üç yönlüdür: depresyonu engellemek için geçici talep artışları; finansal sistemin temizlenmesi (Çin örneğinde yerel yönetimler de buna dahildir); ve hepsinden önemlisi yeni, güçlü ve uzun vadeli bir talep kaynağı. Çinli yetkililer, hükümetin bilançosuna çok fazla borç park etmek anlamına gelse de (ki bundan nefret edeceklerdir) sonuçta ilk ikisini yapacaklardır. Ancak ne yazık ki üçüncü konuda yanılıyorlar.

China Leadership Monitor’un editörü Minxin Pei, Çin liderliğinin uzun vadeli çözümün yeni “yüksek kaliteli üretici güçlerde” yattığına inandığını savunuyor. Teknolojik gelişmenin hızlı büyüme için gerekli bir koşul olduğu doğrudur. Çin’in hala nispeten fakir bir ülke olduğu ve kişi başına düşen reel GSYH’nin ABD’nin yaklaşık üçte biri düzeyinde olduğu için, yakalayıcı büyüme için iyi bir potansiyele sahip olduğu da doğrudur. Nüfusu yaşlanıyor olsa da, işgücünün kalitesinin artacağı ve kırsal işgücü rezervinin devam ettiği de doğrudur. Emeklilik yaşı da yükseltilebilir. Yine, özel sektöre yönelik son saldırılar tersine çevrilebilir. Sonuç olarak, doğru politikalarla ekonominin arz yönlü potansiyelinin hala iyi durumda olduğuna inanmak için nedenler var.

Ancak asıl sorun arz tarafının potansiyeli değildir. Talep tarafının zayıflığıdır. Potansiyel büyüme oranı en fazla %5 olan bir ekonomi, GSYH’nin %40’ından daha fazla verimli yatırım yapmayacaktır. Belirli bir yatırım seviyesinin ya da kredi genişlemesinin yarattığı büyüme şimdiden çökmüş durumda. Çin, önemli bir kısmı daha sonra dünya pazarlarına akacak olan yepyeni imalat yatırımlarının, son on yılda gayrimenkule yapılan devasa yatırımların yerini alabileceğini ya da almasına izin verileceğini ummak için çok büyük. Bu noktada Wright’ın analizi ikna edicidir.

Gayrimenkul patlaması, oldukça basit bir şekilde, ultra yüksek tasarruf ekonomisinin son zar atışıydı. Bu ekonomi şimdi kronik olarak zayıf talep yaratacak. Wright’a göre hane halkı gelirinin GSYİH içindeki payı sadece yüzde 61’dir. Bunun sonucunda ortaya çıkan düşük tüketim payı, Çin’in potansiyel üretimini absorbe etmek için çok küçük. Ancak dünyanın geri kalanı aradaki farkı kapatmayacaktır. Bunun yerine GSYH’nin yüzde 40’ına yatırım yapmaya çalışmak, kesinlikle israfa ve daha büyük borç dağlarına yol açacaktır.

Çin’in daha yüksek tüketime ihtiyacı var. Ancak bu gerçek Çinli liderler için bir zorluk yaratıyor. Yatırım ve üretimin erdemli, tüketim ve gelirin yeniden dağıtımının ise anlamsız olduğunu düşünüyorlar. Oysa Adam Smith’in yazdığı gibi, “tüketim tüm üretimin yegane sonu ve amacıdır”. Xi Jinping’in bu gerçeği benimsemesi gerekiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“İsrailli yetkililer hakkında yakalama kararı almaması UCM’nin sonunu getirebilir”

Yayınlanma

Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında yakalama kararı talep etmesinin üzerinden 5 ay geçmesine rağmen karar henüz çıkmadı. E. BM yetkilisi Moncef Khane, bugüne kadar sadece Afrikalıları yargılayan ve sadece Batı’nın hedef aldığı bir ülkenin “beyaz” lideri hakkında yakalama kararı çıkaran UCM’nin meşruiyetinin zaten sarsılmış olduğuna dikkat çekiyor. İsrailli yetkililer hakkında adım atmaması durumunda mahkemenin sonunun gelebileceğine dikkat çekiyor.

***

UCM’nin güvenirliği pamuk ipliğine bağlı

Eğer mahkeme İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmazsa, halihazırda zaten sarsılmış olan meşruiyetini de kaybedecek.

Moncef Khane

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü’nün 2002’de yürürlüğe girmesiyle birlikte savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımın cezasız kaldığı döneminin kapanacağına dair bir umut doğmuştu.

Yirmi iki yıl sonra, Gazze’deki kitlesel zulümden sorumlu olanlara karşı hızla harekete geçme çağrılarını görmezden geldiği için mahkemenin uluslararası meşruiyeti tehlikede. Mayıs ayında UCM Savcısı Kerim Han mahkemeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant ile birlikte üç Hamas lideri hakkında tutuklama emri çıkarılmasını talep etti. İsrail’in soykırıma varan şiddeti nedeniyle Gazze’de artan ölü sayısına ve yıkıma rağmen UCM henüz bir karar vermedi.

Savaş suçlarını yargılayacak daimî bir uluslararası mahkeme fikri, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletlerin hukuk çevrelerinde ortaya çıktı, ancak hayata geçirilemedi. Tahminen 75-80 milyon insanın ölümüne neden olan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli “adalet” kavramları ortaya atıldı.

SSCB, ABD ve İngiltere devlet başkanlarının savaş stratejisini görüşmek üzere bir araya geldikleri 1943 Tahran Konferansı’nda Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin, Alman komuta kademesinden en az 50.000 kişinin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürdü. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in şaka yollu 49.000 kişinin idam edilmesi gerektiği yanıtını verdiği bildirildi. İngiltere Başbakanı Winston Churchill ise savaş suçlularının bireysel sorumlulukları nedeniyle yargılanması gerektiğini savundu.

Sonunda müttefikler, sırasıyla 24 Alman ve 28 Japon askeri ve sivil liderini suçlayan Nürnberg ve Tokyo askeri mahkemelerini kurdu. Ancak müttefik güçlerin hiçbir lideri ya da askeri komutanı savaş suçları nedeniyle yargılanmadığı için bu, özünde galiplerin adaletiydi. Sonuçta bu mahkemeler, tartışmalı bir şekilde, saldırı savaşları yürüten ve soykırım yapanların yargılanmasına yönelik sembolik bir girişimdi.

Takip eden on yıllar boyunca, savaş suçlularının adalet önüne çıkarılması için böyle bir uluslararası çaba gösterilmedi. Dolayısıyla, örneğin, sömürgeci ve emperyal güçlere karşı ayaklanan halkların katilleri hiçbir zaman yargılanmadı.

Uluslararası adalet kavramı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991-1995 ve 1998-1999 yılları arasında eski Yugoslavya’da işlenen suçlar ve 1994 Ruanda soykırımı için iki ad hoc mahkeme kurmasıyla 1990’larda yeniden canlandı. Bu mahkemeler amaçlarına hizmet etse de Batılı güçlerin hâkim olduğu Güvenlik Konseyi tarafından kurulmaları nedeniyle etkinliklerini, maliyetleri ve bağımsızlıkları sorgulandı.

Burada da “galiplerin adaleti” kavramı özellikle Yugoslavya mahkemesinin kararları üzerinden yeniden gündeme geldi. Zira mahkeme özellikle 1999’da NATO’nun Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı düzenlediği yasadışı gibi görünen bombalama kampanyasını yargılamak bir yana soruşturmadı bile.

Ruanda mahkemesi ise Batılı güçlerin soykırımdaki olası suç ortaklığını ve/veya 1948 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi uyarınca soykırımı önleme veya durdurmadaki başarısızlıklarını soruşturmadı.

Bu bağlamda, 1998’de imzalanan ve 2002’de yürürlüğe giren Roma Statüsü, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım işleyenlerin, çatışmada hangi tarafta olduklarına bakılmaksızın yeni mahkeme tarafından yargılanacağı umudunu doğurdu.

2018 yılında, niteliği, ağırlığı ve ölçeği itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nın ihlalini teşkil eden bir saldırı eyleminin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrası olarak tanımlanan saldırı suçu da mahkemenin yargı yetkisine eklendi.

Ancak UCM’ye yönelik büyük umutların boşa çıkması uzun sürmedi. Roma Statüsü’nü imzalayan bazı ülkeler artık Taraf Devlet olmak istemediklerini resmen beyan ederek yükümlülükten kurtuldular. Bunlar arasında İsrail, ABD ve Rusya Federasyonu da vardı. Çin ve Hindistan gibi diğer büyük güçler ise tüzüğü imzalamadılar bile.

UCM’nin ilk 20 yılında yargılamaya çalıştığı 46 şüphelinin tamamının, aralarında devlet başkanlarının da bulunduğu Afrikalılardan oluşması da UCM’nin güvenirliğine yardımcı olmadı.

Bu statüko ilk kez Haziran 2022’de, mahkemenin 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı sırasında savaş suçu işlemekle itham edilen ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinden üç Rus yanlısı yetkiliyi suçlamasıyla kırıldı. Bir yıl sonra, Mart 2023’te mahkeme, Başsavcı Han’ın talebinden sadece 29 gün sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için tutuklama kararı çıkararak sansasyonel bir hamle yaptı.

Karar esasında oldukça şaşırtıcı. Şubat 2022’den bu yana Ukrayna’da devam eden savaşın ölümcüllüğüne ve sivil hedeflere yönelik saldırıların rapor edilmesine rağmen, yakalama emri Putin’in “nüfusun (çocukların) yasadışı sınır dışı edilmesi ve nüfusun (çocukların) Ukrayna’nın işgal altındaki bölgelerinden Rusya Federasyonu’na yasadışı transferi” konusundaki “bireysel cezai sorumluluğu” iddiasıyla çıkarıldı.

BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden birinin görevdeki başkanına karşı çıkarılan yakalama emri kendi başına UCM’nin bağımsızlığının ve delillerin götürdüğü yere gitme kararlılığını gösterebilirdi. Ancak Batı ile Rusya arasındaki açık psikolojik savaş göz önüne alındığında, mahkemenin kararını genellikle Batılı destekçilerinin etkisinin bir başka kanıtı olarak görüldü.

Mahkeme, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla ilgili ezici deliller doğrultusunda harekete geçseydi, bu algı hafifletilebilirdi. 2018’de Filistin Devleti, UCM’ye, “mahkemenin yetki alanına giren geçmişte, halen ve gelecekte işlenen tüm suçların soruşturulması” için başvuruda bulundu. Mahkemenin, Mart 2023’te Filistin Devleti’nde “duruma ilişkin soruşturma” başlatabileceğine karar vermesi beş yıl sürdü.

Kasım 2023’te, Güney Afrika ve beş ülke UCM’ye bir başvuruda daha bulundu ve ardından Başsavcı Han, 2023’te başlatılan soruşturmanın “7 Ekim 2023’te meydana gelen saldırılardan bu yana tırmanan düşmanlık ve şiddeti de kapsadığını” doğruladı. Han, Gazze’de işlenen savaş suçları konusunda Netanyahu ve Gallant’ın kişisel sorumluluğuna dair oldukça fazla delil olmasına rağmen, mahkemeden tutuklama kararı talep etmesi yedi ay sürdü. Aynı talebi, ikisi daha sonra İsrail tarafından öldürülen üç Hamas lideri için de yaptı.

ABD’nin ve İsrail’in yurtdışında suikastlar konusunda uzmanlaşmış kötü şöhretli istihbarat teşkilatı Mossad’ın desteğini arkasına alan Netanyahu’nun tutuklanmasını talep etmenin zaman ve cesaret gerektirdiği söylenebilir. Mayıs ayında İngiliz The Guardian gazetesi, Han’ın selefi Fatou Bensouda’nın “bir dizi gizli toplantıda” Mossad’ın o dönemki başkanı ve “Netanyahu’nun en yakın müttefiki” Yossi Cohen tarafından tehdit edildiğini ortaya çıkardı.

Cohen, Bensouda’yı “savaş suçları soruşturmasından vazgeçmeye” zorladı ve iddiaya göre ona şöyle dedi: “Bize yardım edersen biz de sana göz kulak oluruz. Kendinin ya da ailenin güvenliğini tehlikeye atacak işlere bulaşmak istemezsin.”

Bensouda, mevcut soykırım savaşından önce işlenen savaş suçları iddialarını soruşturduğu için tehdit edilmiş ve şantaja uğramışsa, Han’ın karşılaştığı veya korktuğu gerçek ya da farazi baskı ve tehditleri ancak tahmin edebiliriz.

Görevini yerine getirdiğine göre, yakalama kararının çıkarılıp çıkarılmayacağına karar vermek ön yargılama dairesinin üç yargıcına düşüyor. Bensouda ile aynı tehditlerle karşı karşıya olup olmadıkları bilinmiyor, ancak Netanyahu ve Gallant için tutuklama kararının daha fazla gecikmeden çıkarılmaması halinde UCM’nin güvenirliğinin de tehlikeye gireceğinin farkında olmalılar. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve saldırı suçu işlediklerine dair açık ve olağanüstü miktardaki kanıtlar, sorumluluklarından kaçmaları durumunda UCM’nin sonunu getirebilecek kadar güçlü.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English