Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD basınındaki İsrailli casuslar!

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Alan Macleod imzalı MintPress çalışması, Amerika’nın önemli yayın kuruluşlarındaki İsrail ajanlarının rollerine odaklanıyor. Özellikle Beyaz Saray Basın Muhabirleri Ödülü’nü Barak Ravid’in son dönemdeki haberlerinin sadece ABD değil dünya basınını da şekillendirdiği dikkate alındığında bu isimlerin ABD basınında neden istihdam edildiği daha iyi anlaşılıyor:

***

Açıklıyoruz: Amerika’da haberleri yazan İsrailli casuslar

Alan Macleod

Netanyahu 7 Ekim saldırılarından bir yıl sonra galibiyet serisine devam ediyor.” Axios’ta yayınlanan ve İsrail başbakanının yenilmez zafer dalgası üzerinde ilerlediğini anlatan makalenin başlığı böyle. Yazar Barak Ravid’e göre bu çarpıcı askeri “başarılar” arasında Yemen’in bombalanması, Hamas lideri İsmail Heniyye ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastları ve Lübnan’a yönelik çağrı cihazı saldırıları yer alıyor.

Aynı yazar kısa bir süre önce İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırılarının “savaşa yol açmayı amaçlamadığını, ancak ‘tırmandırma yoluyla gerilimi azaltma’ girişimi olduğunu” iddia eden bir makaleyle viral oldu. Sosyal medya kullanıcıları Ravid’i bu tuhaf, Orwellvari çıkarımı nedeniyle alaya aldı. Ancak neredeyse herkesin gözden kaçırdığı şey, Barak Ravid’in bir İsrail ajanı olduğuydu ya da en azından yakın zamana kadar öyleydi. Ravid, İsrail casusluk ajansı Birim 8200’de eski bir analist ve geçen yıla kadar hala İsrail Savunma Kuvvetleri grubunda yedek subay olarak görev yapıyordu.

Birim 8200 İsrail’in en büyük ve belki de en tartışmalı casusluk örgütü. Binlerce Lübnanlı sivilin yaralanmasına neden olan son çağrı cihazı saldırısı da dahil birçok yüksek profilli casusluk ve terör operasyonundan sorumlu. Bu araştırmanın da ortaya koyacağı üzere Ravid, ABD’nin önde gelen medya kuruluşlarında, ülkesinin eylemlerine Batı’dan destek sağlamak için canla başla çalışan tek İsrailli eski ajan değil.

Beyaz Saray kaynakları

Ravid kısa sürede Capitol Hill’deki basın mensupları arasında en etkili kişilerden biri haline geldi. Nisan ayında, “Beyaz Saray haberciliğindeki üstün başarısından” dolayı Amerikan gazeteciliğinin en yüksek ödüllerinden biri olan prestijli Beyaz Saray Basın Muhabirleri Ödülü’nü kazandı. Jüri üyeleri, “ABD’de ve yurtdışında derin, neredeyse mahrem düzeyde kaynak bulmasından” etkilendiler ve altı makaleyi gazetecilik örneği olarak seçtiler.

Bu hikayelerin çoğu, anonim Beyaz Saray veya İsrail hükümetinden gelen “bilgileri” doğrudan aktarmaktan ibaretti; bu bilgilerin kaynaklarını iyi göstermek ve Başkan Biden’ı İsrail’in Filistin’e yönelik dehşet verici saldırılarından aklamak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, bu haberlerle Beyaz Saray’ın basın açıklamaları arasında işlevsel olarak hiçbir fark yoktu.

Örneğin, jürinin seçtiği haberlerden biri “Özel haber: Biden, Bibi’ye 3 günlük savaş molasının bazı rehinelerin serbest bırakılmasına yardımcı olabileceğini söyledi” başlığını taşıyor ve ABD’nin 46. Başkanı’nı acıları azaltmaya kararlı, kendini adamış bir yardımsever olarak sunuyordu. Bir diğeri ise Biden’ın Netanyahu ve İsrail hükümetine karşısında ne kadar “hayal kırıklığı” yaşadığını anlatıyordu.

Protestocular, gazetecilere o sırada en az 128 gazetecinin hayatını kaybettiği Gazze’deki meslektaşlarıyla dayanışma için etkinliği boykot etmeleri çağrısında bulunmuştu. Ancak etkinlikte bir boykot gerçekleşmediği gibi, organizatörler en yüksek ödülü bir zamanlar İsrail istihbarat yetkilisi olan ve Washington’da iktidarın en sadık stenograflarından biri olarak ün kazanmış birine verdiler.

Protestocular, gazetecilere Gazze’de hayatını kaybeden meslektaşlarıyla dayanışmak için (bu satırların yazıldığı sırada en az 128 gazeteci hayatını kaybetmişti) etkinliği kaçırmaları çağrısında bulundu. Etkinlik boykot edilmemekle kalmadı, organizatörler en büyük ödüllerini, Washington’daki iktidarın belki de en sadık kâtibi olarak ün kazanan İsrailli istihbarat yetkilisi bir muhabire verdiler.

Ravid’e ödülü, kendisini bir kardeş gibi kucaklayan Başkan Biden tarafından bizzat takdim edildi. Tanınmış (eski) bir İsrail casusunun Biden’ı bu şekilde kucaklayabilmesi, yalnızca ABD ile İsrail arasındaki yakın ilişki hakkında değil, aynı zamanda müesses nizam medyasının iktidardan ne ölçüde hesap sorduğu hakkında da çok şey anlatıyor.

Ravid, ABD ya da İsrail hükümeti tarafından kendisine verilen övgü dolu bilgileri eleştirmeden yayınlayarak ve bunları özel haber olarak aktararak isim yaptı. Nisan ayında “Başkan Biden perşembe günü yaptıkları görüşmede İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya ültimatom verdi: Eğer Gazze’deki rotasını değiştirmezse İsrail’i destekleyemeyeceğiz” diye bir haber yapmıştı. Haberde, Biden’ın ‘altı aydır süren savaşta Gazze’deki çatışmaların sona ermesi için şimdiye kadarki en güçlü baskısını yaptığını ve ABD’nin savaşla ilgili politikasının İsrail’in ABD’nin ateşkes de dahil taleplerine uymasına bağlı olacağı konusunda ilk kez uyarıda bulunduğu’ ifadeleri yer aldı.

Temmuz ayında Ravid, Netanyahu ve İsrail’in “diplomatik bir çözüm” için çabaladığını söyleyen isimsiz kaynakları tekrarladı ki bu da son derece şüpheli bir iddiaydı.

Ravid’in aynı tarzdaki diğer makaleleri şunlar:

  • Özel haber: Biden Bibi’ye Gazze’de bir yıl sürecek bir savaşta yer almayacağını söyledi
  • Özel haber: Beyaz Saray toplantıyı iptal etti, Netanyahu’yu video nedeniyle protesto ederek azarladı
  • Gazze savaşı 100. gününe girerken Biden’ın Bibi’ye karşı sabrı “tükeniyor”
  • ABD İsrail hükümetinin altını oymakla suçlanırken Biden-Bibi çatışması tırmanıyor
  • Biden ve Bibi’nin Refah için “kırmızı çizgileri” onları çarpışma rotasına soktu
  • Biden mikrofona yakalandı: Bibi’ye Gazze konusunda “açıkça” konuşmaya ihtiyacımız olduğunu söyledim
  • Özel haber: Beyaz Saray, Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler nedeniyle İsrail hükümetine olan güvenini kaybetti
  • İsrailli bakan Beyaz Saray’da Gazze ve savaş stratejisi konusunda eleştirildi
  • Haber: Biden, Bibi’ye ABD’nin İsrail’in İran’a karşı saldırısını desteklemeyeceğini söyledi

Biden yönetiminin bu şekilde sürekli aklanması internette yaygın bir alay konusu oldu.

X kullanıcısı David Grossman, “AXIOS ÖZEL: Netanyahu’ya milyonlarca dolarlık silah sattıktan sonra Biden -yüksek sesle- Taylor Swift’in ‘Aramız Kötü’ şarkısını çaldı. Biden’a yakın bir kaynak ‘Herkes bunu duyabilirdi’ diyor” diye tweet attı. Komedyen Hüseyin Kesvani, Ravid’in Biden’ın İsrail hükümetine karşı “giderek daha az güvendiğini” öne süren son makalesine yanıt olarak, “Büyük miktarda para ve silah vermeye devam ediyorum ama buna katılmadığımı herkes görsün diye kaşlarımı çatıyorum” dedi.

ABD ile İsrail arasındaki bu sözde bölünme boyunca Biden yönetimi İsrail saldırılarına coşkulu destek vermeye, BM’de ateşkes kararlarını ve Filistin devletini engellemeye devam etti ve son 12 ayda İsrail’e 18 milyar dolar değerinde silah gönderdi. Dolayısıyla, Axios’un haberleri ne kadar şüpheli olursa olsun, Washington için hayati rol oynuyor ve Biden yönetiminin uluslararası organların soykırım olarak nitelendirdiği eylemlerle arasına mesafe koymasını sağlıyor. Ravid’in işlevi ise, Axios okuyan elit liberal kitleler arasında hükümete destek bulmak ve ABD’nin İsrail’in kilit bir destekçisi olmaktan ziyade Batı Asya’da barış için çabalayan dürüst bir aracı olduğuna inanmaya devam etmelerini sağlamak.

Ravid Filistinlilere yönelik tepeden bakan tavrını gizlemiyor. Eylül ayında şu ifadelerin yer aldığı bir paylaşımı retweetledi:

“PaliNazi yöntemi budur… tavizleri hiçbir karşılık vermeden ceplerine indirirler ve ardından bu tavizleri bir sonraki müzakere turunun temelini oluşturmak için kullanırlar. PaliNaziler doğruyu nasıl söyleyeceklerini bilmezler.”

Bundan bir hafta bile geçmeden, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın oldukça şüpheli bir iddiasını destekledi. Gallant, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçakların büyük bir resmi önünde kutlama yapan El Kassam Tugayları lideri Yahya Sinvar’ın çocuklarının fotoğrafını bulduğunu iddia etmişti.  Gallant, açıkça Filistinlileri 11 Eylül ile ilişkilendirmeye çalışan bu fotoğrafı “Sinvar kardeşlerin fareler gibi saklandıkları” bir tünelde bulduklarını ileri sürmüştü.

Kötü şöhretli gizli servisi

1952’de kurulan Birim 8200, İsrail ordusunun en büyük ve en tartışmalı birimi.

Gizli operasyonlar, casusluk, gözetleme ve siber savaştan sorumlu olan grup, 7 Ekim 2023’ten beri dünyanın dikkatini üzerine çekti. Lübnan’da en az dokuz kişinin ölümüne ve yaklaşık 3 bin kişinin yaralanmasına neden olan meşhur çağrı cihazı saldırısının arkasındaki örgüt olarak tanınıyor. İsrail’de pek çok kişi (ve Ravid’in kendisi) operasyonu bir başarı olarak selamlarken eski CIA Direktörü Leon Panetta da dahil dünya çapında korkunç bir terör eylemi olarak kınandı.

Birim 8200 ayrıca Gazze için yapay zekâ destekli bir ölüm listesi oluşturdu ve on binlerce kişiyi (kadınlar ve çocuklar dahil) suikast hedefi olarak belirledi. Bu yazılım, İsrail ordusunun (IDF) yoğun nüfuslu Gazze’ye yönelik saldırısının ilk aylarında kullandığı birincil hedefleme mekanizmasıydı.

İsrail’in Harvard’ı olarak tanımlanan Birim 8200, ülkedeki en prestijli kurumlardan biri. Seçim süreci son derece rekabetçi; aileler çocuklarının burada hizmet vermesini ve İsrail’in gelişen yüksek teknoloji sektöründe kazançlı bir kariyer yapmasını umarak bilim ve matematik dersleri için servet harcıyorlar.

Aynı zamanda İsrail’in fütüristtik baskıcı devlet aygıtının merkezini oluşturuyor. Yüz tanıma kameraları aracılığıyla her hareketini izleyerek aramalarını, mesajlarını, e-postalarını ve kişisel verilerini takip ederek Filistinliler hakkında devasa miktarda veri toplayan Birim 8200, Filistinlileri gözetlemek, taciz etmek ve bastırmak için distopik bir ağ oluşturdu.

Birim 8200 her Filistinlinin tıbbi geçmişleri, cinsel yaşamları ve arama geçmişleri de dahil dosyalar derliyor, böylece bu bilgiler daha sonra baskı veya şantaj için kullanılabiliyor. Örneğin bir kişi eşini aldatıyorsa, umutsuzca tıbbi bir operasyona ihtiyacı varsa ya da gizli eşcinselse, bu durum sivilleri İsrail adına muhbir ve casus yapmak için koz olarak kullanılabilir. Eski bir Birim 8200 ajanı, eğitiminin bir parçası olarak konuşmalarda tespit edebilmek için kendisine “eşcinsel” anlamına gelen farklı Arapça kelimeleri ezberleme görevi verildiğini söylüyor.

Birim 8200 ajanları dünyanın en çok indirilen uygulamalarından bazılarını ve Pegasus da dahil en kötü şöhretli casusluk programlarından birçoğunun yaratıcısı. Pegasus, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ve Pakistan Başbakanı Imran Khan da dahil dünya çapında düzinelerce siyasi lideri izlemek için kullanıldı.

İsrail hükümeti Pegasus’un Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) yanı sıra gezegendeki en otoriter hükümetlerden bazılarına satışına izin verdi. Bu devletler arasında, Türkiye’de Suudi ajanlar tarafından öldürülmeden önce Washington Post muhabiri Cemal Kaşıkçı’yı izlemek için bu yazılımı kullanan Suudi Arabistan da vardı.

Yakın zamanda yapılan bir MintPress News araştırması, dünya çapındaki VPN pazarının büyük bir kısmının, Birim 8200 mezunu biri tarafından yönetilen ve kurulan bir İsrail şirketine ait olduğunu ortaya çıkardı.

2014 yılında, Birim 8200’de görevli 43 yedek subay bir mektup yazarak birimin etik dışı uygulamaları nedeniyle artık burada hizmet vermek istemediklerini açıkladı. Bu uygulamalar arasında, sıradan Filistinli vatandaşlarla teröristler arasında bir ayrım yapılmaması da bulunuyordu. Mektupta ayrıca topladıkları istihbaratın güçlü politikacılara aktarıldığı ve onların bu bilgileri istedikleri gibi kullandıkları da belirtildi.

Kamuoyuna yapılan bu açıklama Ravid’in, çalışma arkadaşlarına öfke duymasına neden oldu. Skandalın ardından Ravid, İsrail Ordu radyosuna çıkarak muhbirlere saldırdı. Ravid, Filistin’in işgaline karşı çıkmanın İsrail’in kendisine karşı çıkmak anlamına geldiğini, zira işgalin İsrail’in temel bir “parçası” olduğunu söyledi. “Eğer sorun gerçekten işgalse…” dedi: “…o zaman vergileriniz de bir sorundur- kontrol noktasındaki askere, eğitim sistemine fon sağlıyorlar ve 8200 harika bir taktik.

Ravid’in yorumlarını bir kenara bırakırsak, şu soru ortaya çıkıyor: yabancı halklara sızmak, onları izlemek ve hedef almak üzere tasarlanmış, gezegenin en tehlikeli ve istilacı casusluk teknolojilerinin çoğunu üretmiş ve sofistike uluslararası terör saldırılarının arkasında olduğu düşünülen bir grubun üyelerinin, Amerika’da İsrail ve Filistin hakkındaki haberleri yazması gerçekten kabul edilebilir mi? ABD medyasındaki üst düzey isimlerin Hizbullah, Hamas ya da Rusya’nın FSB’sinde istihbarat görevlileri olduğu ortaya çıksa ne tepki verilirdi?

İsrail hakkında haberler, İsrail tarafından sunuluyor

Ancak Ravid, Amerika’da İsrail devletiyle derin bağları olan tek etkili gazeteci değil. Shachar Peled, Birim 8200’de subay olarak üç yıl çalıştı ve gözetleme, istihbarat ve siber savaş konularında analistlerden oluşan bir ekibe liderlik etti. Ayrıca İsrail istihbarat servisi Şin Bet’te teknoloji analisti olarak görev yaptı. 2017 yılında CNN tarafından yapımcı ve yazar olarak işe alındı ve üç yıl boyunca Fareed Zakaria ve Christiane Amanpour’un programları için bölümler hazırladı. Daha sonra Google onu Kıdemli Medya Uzmanı olarak işe aldı.

CNN için çalışmaya devam eden bir başka Birim 8200 ajanı da Tal Heinrich. Heinrich üç yılını Birim 8200 ajanı olarak geçirdi. 2014-2017 yılları arasında CNN’nin İsrail yanlısı olarak bilinen Kudüs Bürosu’nda saha ve haber masası yapımcısı olarak görev yapan Heinrich, İsrail’in Gazze’yi bombalayarak 2 binden fazla kişinin ölümüne ve yüz binlerce kişinin yerinden edilmesine neden olan Koruyucu Hat Operasyonu’na ilişkin Amerika’nın anlayışını şekillendiren başlıca gazetecilerden biriydi. Heinrich daha sonra CNN’den ayrıldı ve şu anda Başbakan Binyamin Netanyahu’nun resmi sözcülüğünü yapıyor.

CNN’in İsrailli devlet yetkililerini işe alma tutkusu bugün de devam ediyor. Örneğin Tamar Michaelis şu anda kanal için çalışıyor ve İsrail/Filistin içeriğinin çoğunu o üretiyor. Bu, daha önce İsrail ordusunun resmi sözcüsü olarak görev yapmış olmasına rağmen böyle.

Bu arada New York Times, gazetecilik tecrübesi olmayan eski bir İsrail Hava Kuvvetleri istihbarat subayı olan Anat Schwartz’ı işe aldı. Schwartz, 7 Ekim’de Hamas savaşçılarının İsraillilere sistematik olarak cinsel saldırıda bulunduğunu iddia eden, kötü şöhretli ve artık itibarını yitirmiş olan “Screams Without Words” (Sözsüz Çığlıklar) adlı ifşaatın yazarlarından biriydi. Times çalışanları, haberdeki kanıt ve doğruluk kontrolü eksikliğine bizzat isyan etmişti.

Aralarında yıldız köşe yazarı David Brooks’un da bulunduğu çok sayıda New York Times çalışanının çocukları İsrail ordusunda görev yaptı; Times bölge hakkında haber yaparken ya da görüş bildirirken bile bu bariz çıkar çatışmalarını okuyucularına hiç açıklamadı. Times, 1948 yılında Filistinli entelektüel Ghada Karmi’nin ailesinden çalınan Kudüs’teki bir evi büro şefi için satın aldığını da açıklamadı.

MintPress News geçen yıl Karmi ile son kitabı ve İsrail’in onu susturma girişimleri hakkında bir röportaj yapmıştı. New York Times’ın eski yazarı ve The Atlantic’in şu anki genel yayın yönetmeni Jeffrey Goldberg (Amerikalı), ilk Filistin İntifadası sırasında gönüllü olarak İsrail ordusuna ait hapishanelerde gardiyanlık yapmak için Pennsylvania Üniversitesi’nden ayrıldı. Goldberg anılarında, İsrail ordusunda görev yaptığı sırada Filistinli mahkumlara yönelik kötü muamelenin örtbas edilmesine yardımcı olduğunu açıkladı.

Sosyal medya şirketleri de eski Birim 8200 ajanlarıyla dolu. MintPress’in 2022 yılında yaptığı bir araştırmada Google için çalışan en az 99 eski Birim 8200 ajanı tespit edilmişti.

Facebook da tartışmalı birimden düzinelerce eski ajanı istihdam ediyor. Bunlar arasında Meta’nın denetim kurulunda yer alan Emi Palmor da bulunuyor. Bu 21 kişilik kurul, Facebook, Instagram ve Meta’nın diğer hizmetlerinin yönüne nihai olarak karar veriyor ve hangi içeriğe izin verileceğine, teşvik edileceğine ve neyin baskılanacağına karar veriyor.

Meta, platformlarında Filistinli sesleri sistematik olarak bastırdığı için İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından resmen kınandı ve sadece Ekim ve Kasım 2023’te binden fazla açık Filistin karşıtı sansür vakası belgelendi. Bu önyargının boyutunu Instagram’ın, kendini Filistinli olarak tanımlayan kullanıcıların profillerine otomatik olarak “terörist” kelimesini eklemesi gösteriyor.

ABD’li politikacıların İsrail ve Yahudi karşıtı ırkçılığın yuvası olduğuna dair yaygın iddialarına rağmen TikTok, organizasyonundaki kilit pozisyonlarda birçok eski Birim 8200 ajanını istihdam ediyor. Örneğin, 2021 yılında Asaf Hochman’ı küresel ürün stratejisi ve operasyonları başkanı olarak işe aldı. Hochman, TikTok’a katılmadan önce beş yıldan fazla bir süre İsrailli bir ajan olarak çalıştı. Şimdi Meta için çalışıyor.

Yukarıdan aşağıya İsrail yanlısı sansür

İsrail’in komşularına yönelik saldırıları söz konusu olduğunda, şirket medyası sürekli olarak İsrail yanlısı bir tutum sergiliyor. Örneğin New York Times, İsrail ordusu söz konusu olduğunda şiddetin failini tanımlamaktan düzenli olarak kaçınıyor ve 1948 yılında yaklaşık 750 bin Filistinlinin öldürüldüğü soykırımı sadece bir “göç” olarak nitelendiriyor.

Gazetenin haberleri üzerinde yapılan bir araştırma, her iki tarafta da öldürülen insan sayısı arasındaki devasa farka rağmen, İsraillilerin ölümlerinden bahsederken “katliam”, “kırım” ve “dehşet verici” gibi kelimelerin Filistinlilere kıyasla 22 kat daha sık kullanıldığını ortaya koyuyor.

Bu arada, bir Filistinli çocuğun içinde bulunduğu bir araca 335 kurşun İsrail askerleriyle ilgili bir haberi, CNN “Ölü akrabalarıyla birlikte araçta mahsur kalan beş yaşındaki Filistinli kız ölü bulundu” başlığını yayımladı ki bu başlığa göre kızın ölümü trajik bir kaza olarak yorumlanabilir.

Bu tür haberler tesadüfen ortaya çıkmıyor. Aslında, doğrudan tepeden geliyor. Kasım ayında sızdırılan bir New York Times notu, şirket yönetiminin muhabirlerine İsrail’in eylemlerini tartışırken “soykırım”, “katliam” ve “etnik temizlik” gibi kelimeleri kullanmamaları yönünde açıkça talimat verdiğini ortaya koydu. Times çalışanlarının haberlerinde “mülteci kampı”, “işgal altındaki bölge” ve hatta “Filistin” gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınmaları, en temel gerçekleri izleyicilerine aktarmalarını neredeyse imkânsız hale getiriyor.

CNN çalışanları da benzer bir baskı altında. Geçen Ekim ayında,  yeni CEO Mark Thompson tüm personele, şiddetin sorumlusu olarak Hamas’ın (İsrail değil) gösterilmesini sağlamaları ve Gazze Sağlık Bakanlığı ve onların sivil ölümleri hakkında konuşurken her zaman “Hamas kontrolündeki” lakabını kullanmaları talimatını veren bir not gönderdi ve Hamas’ın bakış açısına ilişkin herhangi bir haber yapmalarını yasakladı. Haber standartları ve uygulamalardan sorumlu üst düzey yöneticisi personele bunların “haber değeri olmadığını” ve “kışkırtıcı söylem ve propaganda” anlamına geldiğini söyledi.

Hem Times hem de CNN, İsrail’in eylemlerine karşı çıktıkları ya da Filistinlilerin özgürlüğüne destek verdikleri için çok sayıda gazeteciyi işten çıkardı. Kasım ayında Times’tan Jazmine Hughes, Filistin’deki soykırıma karşı çıkan bir açık mektubu imzaladıktan sonra işten çıkarılmıştı. Gazete bir önceki yıl da İsrail yanlısı Honest Reporting grubunun baskısının ardından Hosam Salem’in sözleşmesini feshetmişti. CNN sunucusu Marc Lamont Hill ise 2018 yılında Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada Filistin’in özgürleştirilmesi çağrısında bulunduğu için aniden kovuldu.

Axios, CNN ve New York Times gibi büyük kuruluşlar belli ki kimi işe alacaklarını biliyorlar. Bunlar gazetecilikte en çok aranan işlerden bazıları ve muhtemelen her bir pozisyon için yüzlerce aday başvuruyor. Bu kuruluşların herkesten önce İsrailli casusları seçmesi, basının güvenirliği ve amacı konusunda ciddi soru işaretleri yaratıyor.

Birim 8200’den ajanların Amerikan haberleri üretmek üzere işe alınması, Hamas ya da Hizbullah savaşçılarının muhabir olarak istihdam edilmesi kadar düşünülemez olmalı. Ancak eski İsrailli ajanlar, ülkelerinin Filistin, Lübnan, Yemen, İran ve Suriye’ye yönelik devam eden saldırıları hakkında Amerikan kamuoyunu bilgilendirmekle görevlendirildi. Bu durum medyamızın güvenilirliği ve önyargıları hakkında ne söylüyor?

İsrail, Amerikan yardımı olmadan bu savaşı sürdüremeyeceğine göre Amerikan zihniyeti için verilen mücadelede, sahadaki savaş kadar önemli. Propaganda savaşı sürdükçe de gazeteci ve savaşçı arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Bize İsrail/Filistin hakkında haber sağlayan en iyi gazetecilerin birçoğunun eski İsrail istihbarat ajanları olması bunun altını çiziyor.

DÜNYA BASINI

Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) ilhakı, yalnızca Almanya’nın siyasal coğrafyasını yeniden şekillendirmekle kalmadı; aynı zamanda Doğu’daki kurumsal antifaşizmi tasfiye ederek radikal sağ ve faşist hareketler için elverişli bir zemin de oluşturdu. Zira DDR’de antifaşizm, salt ideolojik bir doktrin değil, faşist unsurların sistematik olarak cezalandırılmasını ve kamusal alanda örgütlenmelerinin önüne geçilmesini sağlayan bir devlet politikasıydı. Buna karşılık, Batı Almanya savaş sonrası dönemde eskinin Nazi artıklarını devlet kurumlarına entegre etti ve onlarla hesaplaşmayı “hukuk” ile sınırlandırarak, faşist hareketin zaman içinde meşruiyet kazanmasına kapı araladı. 1989 sonrası süreçte DDR’nin siyasal ve toplumsal yapısının ortadan kaldırılması, antifaşist bilincin kurumsal olarak korunmasını imkânsız hale getirirken, Batı Almanya’nın ideolojik ve ekonomik tahakkümü altında şekillenen yeni düzende, Doğu’daki toplumsal çöküş, faşist örgütlenmelerin taban bulmasını kolaylaştırdı.

Bugün Almanya’da “aşırı sağ”ın gözle görülür yükselişi, tam da bu tarihsel sürekliliğin bir sonucu olarak okunmalı. Geçtiğimiz pazar günü gerçekleşen seçimlerde, faşist parti Almanya için Alternatif’in (AfD) özellikle eski DDR topraklarında güç kazanması, duvarın yıkılmasının yalnızca fiziksel bir sınırın ortadan kalkması olmaktan öte, antifaşist bir siyasal geleneğin çöktüğünü de teyitliyor. Faşizmin günümüzdeki yükselişini yalnızca aktüel siyasal konjonktüre bağlamak, Federal Almanya’nın savaş sonrası izlediği politikalarla faşizmin sürekliliğini nasıl mümkün kıldığını perdelemek ve bu tarihsel sorumluluğu bilinçli olarak aklamak anlamına geliyor. DDR’nin antifaşist mirasını nostaljik bir saplantı olarak niteleyenler, bu mirasın tasfiyesinin nasıl bir siyasal boşluk yarattığını ve bu boşluğun faşistler tarafından nasıl doldurulduğunu gözden kaçırıyorlar. Dolayısıyla, DDR’yi salt Doğu Bloku geçmişinin nostaljik bir hatırası olarak değerlendirmek yerine, günümüz antifaşist mücadelesinin tarihsel bağlamına dair kritik bir referans noktası olarak ele almak gerek.

Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Jacob Yasko
Peoples Dispatch
22 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

9 Kasım 1989’da Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) sınır güvenliğini Federal Almanya Cumhuriyeti’ne (FRG) bıraktı. Dünya, Batı Berlin’e akın eden coşkulu Almanların görüntülerini izlerken, o anın siyasi gerçekliği göründüğünden çok daha acıklıydı: Sınırın açılması Almanya’da sosyalizmin geleceğini mühürledi. Bunu, ekonomik tasfiye, kitlesel işsizlik ve tüm Doğu Almanya nüfusunun yeni bir düzene boyun eğdirilmesinin eşlik ettiği bir ilhak süreci izledi.

Federal Almanya, her şeyden önce sosyalizme karşı bir cephe devleti olarak tasarlanmıştı, nitekim uzun süredir aşırı sağcı unsurları kendi kurumlarına entegre etmekle meşguldü. Bu bağlamda “Berlin Duvarı” yalnızca bir sınır değil, aynı zamanda faşizme karşı bir koruma kalkanıydı. 1989’dan sonra neofaşist grupların hızla Doğu Almanya’ya doğru yayılması, duvarın gerici güçlere karşı bir savunma işlevi gördüğü tezini güçlendirdi. John F. Kennedy gibi isimler dahi duvar olmadığı taktirde çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Aynı iddia sonraları [Eski Doğu Almanya Millî Savunma Bakanı] Heinz Kessler ve [Eski Doğu Almanya Millî Savunma Bakan Yardımcısı] Fritz Streletz tarafından da desteklendi ve Duvar Olmasaydı Savaş Çıkardı (Without the Wall, There Would Have Been War) gibi çalışmalarda bu konuda kapsamlı kanıtlar sunuldu.

Ne var ki bugün dahi burjuva yazarlar ve siyasetçiler, Doğu Almanya’daki neofaşist hareketlerin yükselişinin suçunu Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne atmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken çok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar: İlhaktan sonra, komünist ve antifaşist bilince dönük son derece sistematik bir siyasi kampanya yürütüldü. Bunda en az Batı Alman yetkililer kadar, bölgenin ideolojik manzarasını yeniden şekillendirmek üzere bölgeye gelen faşist akımların da etkisi oldu.

Koruyucu duvar

Batı Alman medyası göçmenlere dönük düşmanlığı körüklerken, Federal Almanya, Doğu’nun ekonomik kaynaklarını yağmalıyor, sanayisizleştiriyor ve yüz binlerce insanın yaşamının bağlı olduğu geçim kaynaklarını yok ediyordu. Bir yandan da neo-faşist aktörlerin doğrudan rol aldığı, Demokratik Almanya tarihinin sözde “yeniden değerlendirilmesi” süreci devam ediyordu. Eski Marksist profesörler üniversitelerden tasfiye edilirken, antifaşist anıtlar yıkıldı ve Nazi dönemine ait figürler aklandı; böylece Doğu Almanya’nın köklü antifaşist kültürü sistematik olarak silindi. Şimdi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 35 yıl sonra, bu sınır tahkimatlarının ortadan kaldırılmasının neofaşist grupların Doğu Almanya’ya eşi benzeri görülmemiş akınına nasıl yol açtığını anlamaya çalışmak hayati bir önem taşıyor.

Sınır açılmadan önce bile Batı Alman neofaşistleri, müzik ve propaganda materyallerini gizlice Doğu Almanya’ya sokarak dazlak ve holigan gruplarının içine sızıyordu. Bu eğilim zamanla daha da güçlendi ve bunda, neo-Nazi Michael Kühnen tarafından kurulan Yeni Cephe’nin Fikirdaşları Topluluğu (Gesinnungsgemeinschaften der Neuen Front, GdNF) da önemli bir rol oynadı. Örgüt, aralarında daha önce Doğu Almanya’da hapis cezasına çarptırılmış ve sonra Federal Almanya tarafından affedilmiş kişilerin de bulunduğu çok sayıda faşisti bir araya getirerek antikomünizm ve ırkçılık zehrini yaymaya devam etti.

1980’lerde, Kühnen’in ağı sadece Doğu Almanya ile sınırlı kalmayıp, diğer ülkelerde de bağlantıları olan büyük bir şemsiye örgüt haline geldi. GdNF’nin düzinelerce paravan örgütlenmesi vardı ve çok sayıda siyasal partiyle yakın temas halindeydi; lider kadroları ise Alman iç istihbarat teşkilatından (Verfassungsschutz) aldıkları cömert maaşları aşırı sağcı siyasi çalışmalara yatıran muhbirlerle doluydu.

Kühnen’in bizatihi kendisi istihbarat servisleriyle güçlü bağlantılara sahipti. Aşağı Saksonya Verfassungsschutz, bu faaliyetlere dair tüm dosyaları kaybettiğini iddia etse de, Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı’ndan gelen bir dosya bu bağlantıları açığa çıkarmıştı. Demokratik Almanya kurumları Kühnen’i 1970’ten beri mercek altına almış, 1982’de hapisten çıktıktan sonra Verfassungsschutz’a bağlı bir araç tarafından alındığını belgelemişlerdi. DDR soruşturmalarının vardığı sonuç, Kühnen’in hapiste geçen yıllarının muhtemelen onu bir muhbir olarak işe almak veya başka türden iş birliklerine zorlamak için kullanıldığı yönündeydi.

Birkaç yıl sonra Kühnen, Doğu Çalışma Planı (Arbeitsplan Ost) adlı bir strateji belgesi kaleme alarak ağın Doğu Almanya’ya doğru genişlemesi için bir yol haritası hazırladı. Bu plan çeşitli neofaşist örgütlere ve paravan gruplara rehberlik etti; Berlin Duvarı’nın yıkılması ise onların harekete geçmesi için bir işaret fişeği oldu. Kühnen, “yerli yoldaşların yardımıyla” Doğu’ya geçebildiğini söylüyordu; işte böylece bölgeye aşırı sağcı kadroların akışı başladı. Takip eden aylarda, Kühnen’in ağından birçok faşist ve Yeni Sağ [Neue Rechte] üyeleri onun örneğini takip edecekti.

Neofaşist bir hareket inşa etmek

Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından neofaşist gruplar hızla eski Doğu Almanya’ya akın ederek mülkleri işgal etti, birçok mahallede faşist kaleler kurdu. Kısa süre içinde antifaşistleri ve yabancıları hedef alan şiddet eylemleri ve pogromlar başladı, bu eylemlerle özellikle gençleri yakalamak hedefleniyordu. Michael Kühnen ve GdNF’nin himayesi altında, Özgür Alman İşçi Partisi (Freiheitliche Deutsche Arbeiterpartei) ve Almanya Ulusal Demokratik Partisi’nin (NPD) uzantılarının yanı sıra Lichtenberger Cephesi ve Deutsche Alternative gibi düzinelerce yeni faşizan örgüt ortaya çıktı. Mart 1990’a gelindiğinde ise, neofaşistler açıkça Doğu Almanya karşıtı gösterilere katılıyor ve görünürlük kazanmak için antikomünist manipülasyona başvuruyorlardı.

Batı Almanya tarafından marjinalleştirilmelerine rağmen antifaşist direniş devam etti. Toplama kamplarının yeniden modellenmesine, anıtların yıkılmasına ve Batılı aşırı sağcı grupların üniversitelere sızmasına karşı mücadele sürdürülmeye çalışıldı. Doğu Almanya Tarihinin Yeniden Değerlendirilmesi Komisyonu Başkanı Rainer Eppelmann bile Doğu Almanya’nın antifaşist mirasının korunmasına yönelik yaygın bir halk desteği olduğunu belirtmekteydi.

Aralık 1990’da siyasi mahkumlar için çıkarılan af, Doğu Almanya’daki neofaşist safları daha da sıklaştırdı. Salıverilenler arasında Zionskirche saldırısının failleri ve sonraları “Berlin’in Führeri” olarak anılacak Ingo Hasselbach gibi önde gelen faşist figürler dahi vardı. Hapisten çıkan ya da Batı Almanya’dan gelen bu kadroların çoğu faşist yapıların kurulmasında bizatihi görev aldı, üye toplama ve propaganda etkinlikleri düzenlediler ve yurtdışındaki faşistleri düzenledikleri etkinliklere davet ettiler. Örneğin, İngiliz Holokost inkârcısı David Irving, Deutsche Volksunion tarafından Dresden’e getirilerek “Müttefiklerin Almanya’ya yönelik hava saldırılarının soykırıma eşdeğer olduğu” iddiasını yaymaya çalıştı.¹ Masrafları ise Batı Alman milyoner ve neofaşist finansör Gerhard Frey tarafından karşılandı.

Doğu Almanya’nın ilhakına doğru giden süreçte, neofaşist şiddet dramatik bir şekilde tırmandı. 2-3 Ekim 1990 gecesi birçok şehirde 30 ayrı şiddet olayı kaydedildi:1500’den fazla silahlı neo-Nazi, Doğu Almanya genelinde antifaşistlere, işgal evlerine ve göçmenlere karşı koordineli saldırılar başlatmıştı. Bu saldırılar aşırı sağcı faaliyetlerdeki genel yükseliş trendinin önemli bir göstergesiydi. O yılın başlarında Ingo Hasselbach, Michael Kühnen ile irtibatlı olarak Berlin’de Ulusal Alternatif’i kurmuş, silah depolamış ve paramiliter çetelerin eğitimlerini organize etmişti. Protestolarda “Rotfront Verrecke” (“Kızıl Cephe Geber”)² ve “Kanaken Raus” (“Yabancılar Dışarı”) gibi bariz Nazi sloganları atılırken, Yahudi ve Kızıl Ordu mezarları ve Treptower Park’taki Sovyet savaş anıtı tahrip ediliyordu. Ama bu tür provokasyonlar karşılıksız kalmadı. 3 Ocak 1990’da 250,000 Doğu Almanya vatandaşı kitlesel bir antifaşist protesto için harekete geçti.

Devlet eliyle destek ve himaye

1990’ların başındaki bu aşırı sağcı şiddet dalgası artarak devam etti ve 1992 yılı, 1949’dan bu yana en fazla şiddet içeren aşırı sağcı suçun işlendiği yıl oldu.  Bu artış, Alman makamlarının ve istihbarat servislerinin kasıtlı kayıtsızlığı ve ırkçı karalama kampanyalarını ve faşist anlatıları teşvik eden bir medya ortamı sayesinde mümkün olabilmişti. Dresden, Leipzig, Halle, Jena ve Weimar gibi kentlerde sağcı çeteler neredeyse hiçbir engelle karşılaşmadan saldırılar ve kundaklamalar gerçekleştirebiliyorlardı. Hoyerswerda ve Rostock’taki pogromlara sadece göz yumulmakla kalmadı, bunlar, sözde “sığınmacı sorunu” üzerine yapılan medya yayınları eşliğinde gerçekleşirken, polis ise rutin olarak müdahalede bulunmamayı tercih ediyordu.

CDU/FDP federal hükümeti, ırkçı şiddet dalgasını sözde iltica tartışmasını daha da alevlendirmek için kullanmış, Sosyal Demokratlar da kısa süre içinde benzer bir çizgiye gelmişti. Nitekim 1993 yılında anayasal sığınma hakkı kaldırıldı. Siyasetçiler yabancı düşmanlığını teşvik ederek bu sonucun ortaya çıkmasını sağlamışlardı: Rostock-Lichtenhagen’deki çete saldırılarının hemen ardından Schwerin’deki CDU lideri Eckhardt Rehberg şu açıklamayı yapmıştı: “Yabancıların bizim adet ve geleneklerimizi bilmemesi, hatta belki de bilmek istememesi, vatandaşlarımızın hassasiyetlerine dokunuyor.”

Doğu Almanya’nın yeniden faşistleştirilmesi

Medyanın “beyzbol sopalı yıllar” olarak adlandırdığı dönem, neofaşist çetelerin sokak şiddetinden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Sınırların açılması, Doğu Almanya’nın hedefli bir şekilde yeniden faşistleştirilmesini hızlandırdı; bu süreç, kurumsal siyaset ve medya tarafından da kolaylaştırıldı. Nitekim kısa bir süre içinde antifaşist ve komünist pozisyonlar marjinalleştirilirken, neofaşist hareketler muhalifleri sindirmek ve hayal kırıklığına uğramış gençleri kendilerine çekebilmek için çeşitli şiddet mekanizmaları geliştirdi.

Aynı zamanda, Yeni Sağ’ın ideolojik saldırısı da siyaset kurumu içinde daha fazla yer edinmeye başladı. Tarih yeniden yazıldı ve anti-faşist örgütler yasaklandı, anıtlar, okullar ve caddeler Doğu Almanya dönemindeki isimlerinden arındırıldı. Tüm bunlar birdenbire ortaya çıkmadı: Doğu Almanya’nın faşistlere ve savaş suçlularına yönelik sistematik cezalandırma pratiklerinin aksine, Batı Almanya Nazi artıklarını çoktan devlet yönetimine ve bürokrasiye yeniden entegre etmişti. Demokratik Almanya’da toplama kampına atılanlar görev yaparken, Federal Almanya’da eskinin Nazi işkencecileri iktidar pozisyonlarına geri dönmüşlerdi.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde antifaşizminin tasfiyesi ve Doğu Almanya’da neofaşist hareketin yükselişi aynı madalyonun iki yüzüydü ; duvarın yıkılmasından 35 yıl sonra bugün hâlâ devam eden bir süreç. Bugünkü aşırı sağ yükselişinin köklerini arayanlar, 1945’ten sonra faşizmin hiçbir zaman gerçekten tasfiye edilmediği Federal Almanya yöneticilerine bakmalılar.


¹ Irving ve diğer aşırı sağcı tarihçiler, Dresden Bombardımanı gibi Müttefiklerin II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya yönelik hava saldırılarını, Nazilerin işlediği soykırımla eşdeğer gösterme çabası içindeydi. Bu söylem, Alman mağduriyet mitini besleyerek neo-faşist hareketler için ideolojik bir araç hâline geldi. (ç.n.)
² “Rotfront Verrecke” (Kızıl Cephe Geber) sloganı, Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman faşistleri tarafından komünistlere karşı kullanılan, Nazilerle özdeşleşmiş bir slogandır. “Rotfront”, 1924’te Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) yarı askeri silahlı örgütü olarak kurulan “Roter Frontkämpferbund”un (Kızıl Cephe Savaşçılar Birliği) kısaltmasıdır. Nazi Partisi’nin SA (Sturmabteilung) güçleri, KPD ve işçi hareketine yönelik saldırılarında bu sloganı sıkça kullanmıştır. 1933’te Naziler iktidara geldikten sonra Kızıl Cephe Savaşçılar Birliği yasaklanmış, üyeleri hapsedilmiş veya öldürülmüştür. 1990’larda Doğu Almanya’da yeniden yükselen neo-Nazi grupların bu sloganı kullanmaları, geçmişteki faşist hareketleri sahiplendiklerini gösteren sembolik bir örnektir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıdaki makale, Eoin Higgins’in sağcı teknoloji milyardelerini anlattığı kitabının bir bölümünün Rolling Stone’da yayınlanmış halinden çeviridir. Başta Peter Thiel olmak üzere Elon Musk, Alex Karp, Mark Zuckerberg, hatta Billi Gates ve Jeff Bezos gibi teknoloji milyarderlerinin dünya vizyonu, Büyük Teknoloji sahiplerinin ve onların hesabına çalışan “aydınlanmış” mühendislerin yönettiği karanlık bir dünyaya işaret ediyor. Trumpizme içkin sayılan “demokratik taban örgütlernmeleri”, aslında bir illüzyondur bunlar için: Yeni Başkan ve etrafındaki Silikon Vadisi çetesi, “müdahaleci” devleti, yani İkinci Dünya Savaşı’nın bakiyesi sözümona Altın Çağ’ın son unsurlarını ortadan kaldırmaya, politik olanın yalnızca Silikon Vadisi için geçerli olduğuna ilişkin bir düşünceyi yerleştirmeye uğraşmaktadır. “Halk”, “populus” yalnızca bir dekordur. Sermayenin devletten özgürlüğü esastır. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Peter Thiel, Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı

Eoin Higgins
Rolling Stone
23 Şubat 2025

Bu yazı Owned: How Tech Billionaires on the Right Bought the Loudest Voices on the Left [Sahip Olunan: Sağcı Teknoloji Milyarderlerinin Soldaki En Gürültülü Sesleri Satın Alışı] adlı yeni kitaptan alınmıştır.

Peter Thiel, “Batı dünyasının ana dini olan Hıristiyanlık her zaman kurbanın tarafını tutar” diyor ve ekliyor: “Woke’luğu ultra-Hıristiyanlık ya da hiper-Hıristiyanlık olarak düşünmelisiniz.”

Aşırı sağcı milyarder yatırımcı Thiel, kapsayıcı bir felsefeye bağlı: güç. Temmuz 2024’te Triggernometry podcast’inde komedyenler Konstantin Kisin ve Francis Foster’a açıkladığı gibi, “woke” eşitlik ideolojisini reddetmesinin nedenlerinden biri de bu. Thiel, Hıristiyanlığı yoksullara, hastalara ve zayıflara odaklandığı için nihai “woke” din olarak gördüğünü söylüyordu. 

Aşırı olabilir, ama Thiel görüşlerinde eşsiz değil (bu kadar aleni olması dışında); sınıfındaki ve çevresindeki diğerleri de benzer inançlara sahip. The Code’un yazarı Margaret O’Mara bana, “Mansplaining milyarderi bu on yılın yeni bir fenomeni,” dedi.

Gawker’ın 2007’de kendisini ifşa etmesinin ardından Thiel aşırılık yanlısı politikalarını daha açık bir şekilde dile getirmeye başladı. Artık ismen bile bir liberteryen değildi, daha çok Objektivist bir felsefeye bağlıydı. William Rees-Mogg ve James Dale Davidson’ın 1990’larda Silikon Vadisi’nde son derece popüler olan ve birçok teknoloji liderinin gelecekteki siyasi yörüngesini etkileyen The Sovereign Individual [Hükümran Birey] kitabını çok seviyordu. (Daha sonra Rees-Mogg’un oğlu Jacob, Brexit’in yönetiminden sorumlu üst düzey bir yetkili olarak Boris Johnson’ın Muhafazakâr Birleşik Krallık hükümetine katılacaktı). 

Kitabın Thiel’in seçimcilik [electoralism] konusundaki görüşleri üzerindeki etkisi görülebilir: “Bize göre oy verme, modern ulus-devleti ortaya çıkaran megapolitik koşulların bir nedeni olmaktan ziyade bir sonucuydu. Kitle demokrasisi ve vatandaşlık kavramı ulus-devlet büyüdükçe gelişti. Ulus-devlet bocaladıkça bunlar da bocalayacak ve beş yüz yıl önce Burgonya dükünün sarayında şövalyeliğin erozyona uğramasının Washington’da yol açtığı kadar dehşete yol açacaktır.”

Thiel 2009 yılında yazdığı “Bir Liberteryenin Eğitimi” adlı makalesinde, “Artık özgürlük ve demokrasinin uyumlu olduğuna inanmıyorum,” diye yazmıştı. Seçim siyaseti Thiel’in nihai hedefi değildi; daha sonra demokrasi ve özgürlük hakkındaki yorumlarına bir “açıklama” getirerek asıl meselenin “oy vermenin işleri daha iyi hale getireceğine dair çok az umudu” olduğunu iddia etse de, muhafazakârların liberallerin kazanmalarına, aşırıya kaçmalarına ve ardından askeri bir darbe yapmalarına izin vermeleri gerektiğini de (belki şaka yollu) öne sürüyordu. 

Oy vermekle pek ilgilenmediğini söyleyen milyarder, regüle edilmemiş bir teknoloji sektörünün dünyayı değiştirme olasılığından çok etkilenmişti. 2012 yılında Stanford’a dönerek startup’lar üzerine bir ders vermişti. Stanford Hukuk öğrencisi ve Thiel’in yardımcısı Blake Masters dersleri kaleme almış ve sosyal medyada yayınlamıştı.

Demokrasinin değerine ilişkin felsefi görüşleri ne olursa olsun Thiel, Washington’da mesajını yayacak geleceğin siyasetçilerinden oluşan bir kadro kuruyordu. Thiel, 2012 Cumhuriyetçi Parti başkanlık ön seçimlerinde Ron Paul’u destekledi. Paleomuhafazakâr¹ Teksaslı ile yıllar önce, Washington’daki kanun yapıcılar PayPal’un para kaynaklarından biri olan çevrimiçi kumarın peşine düştüğünde tanışmıştı. Thiel, Paul’un 2012’deki adaylığıyla pek ilgilenmiyordu, daha ziyade liberteryen Cumhuriyetçi’nin kampanyasını farklı, aşırı sağcı bir mesajı yaymak için kullanmak istiyordu. Paul kampanyasının kafası karışıktı; Thiel destekli süper PAC [Siyasi Eylem Komitesi] Endorse Liberty ile neredeyse hiç iletişim yoktu. Fakat Thiel için mesele Paul’u desteklemek değil, kendi siyasi gündemini dayatmaktı.

O kasım ayında Thiel, Ted Cruz’un Senatoya seçilmesine yardımcı oldu, bu riskli girişimin karşılığını aldı. Ve Ron Paul’e verdiği destek ona, Kentucky’nin yeni genç senatörü olan kongre üyesinin oğlu Rand’de hoş bir müttefik kazandırdı.

2014 yılına gelindiğinde Thiel yüksekten uçuyordu. Neofaşist müttefiki Curtis Yarvin gibi figürlerle olan ilişkisi sorulduğunda bile suçlamalardan kaçmayı başarıyordu. Thiel, federal bürokrasiyi azaltmayı ve bunu yapmasına yardımcı olacak yüksek güçlü politikacılardan oluşan bir ekip kurmayı düşünüyordu. Risk sermayesi yükselişteydi, ekonomi yükselişteydi ve Thiel –yönetimin veri işleme ve gözetim şirketi Palantir’e yağdırdığı kârlı sözleşmelere rağmen Obama’yı bir komünist olarak görüyordu– gücünü ülkeyi muhafazakâr hareket adına geri almak üzere kullanmaya hevesliydi.

2016 seçimleri yaklaşırken Thiel, Donald Trump’a teknoloji sektöründen verilen desteğin kamusal yüzü olma rolünü hevesle benimsedi. Thiel, 2016 Cumhuriyetçi Ulusal Konvansiyon’da Silikon Vadisi’nin kendi mitosunu benimsedi. Konuşması, alkışlar arasında eşcinsel, Cumhuriyetçi ve Amerikalı olmaktan gurur duyduğunu açıklayana kadar nispeten sıradan aşırı sağcı yorumlardan oluşuyordu.

Trump, eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a karşı tarihi bir farkla seçimi kazandığında, Thiel’in bahsinin tuttuğu açıktı. Obama’nın Silikon Vadisi ile yakın bağları, endüstri ile Washington’u bir araya getirmişti. Özel sektöre olan sevgisine rağmen, 2016 seçimlerinden sonra Trump çoğu teknoloji liderine aynı düzeyde destek vermedi. Yine de teknoloji devleri Trump’ı kişisel olarak pek sevmese de, bazıları şekillendirilebilir bir varlığın potansiyelini gördü. Trump’ın çevresi zaten teknoloji dünyasıyla uğraşan insanlarla doluydu. 

2016 kampanya danışmanı Steve Bannon, devasa çok oyunculu çevrimiçi rol yapma oyunu World of Warcraft’ta altın satan bir şirketin CEO’su olarak görev yapmıştı.Teknolojinin aşırı sağcı alt tabakasının bir parçasıydı. Beyaz Saray’a girdikten sonra Trump, Silikon Vadisi ile irtibatı sağlaması için daha elit bir isim olan Thiel’e yöneldi.

Trump’ın zaferinden sonra teknoloji liderleri yüzüğü öpmeye geldi. Thiel 14 Aralık 2016’daki görüşmede Trump’ın yanındaydı. Milyarder yatırımcı yanında müttefikleri Elon Musk ve [Palantir CEO’su] Alex Karp’ı da getirmişti, her ne kadar o sırada başında bulundukları Tesla ve Palantir şirketleri Google, Microsoft, Apple ve diğerleriyle aynı seviyede olmasalar da.

Teknoloji CEO’ları Trump’ı pohpohlamış ve övgüler düzmüştü. Yeni başkanın göçü azaltma ya da Müslümanların ABD’ye girişini geçici olarak yasaklama planlarına kimse itiraz etmemişti. İş dünyasının çıkarları siyasetten daha önemliydi. Trump ise seçim kampanyası sırasında teknoloji şirketlerine saldırdıktan sonra geçmişi geride bırakmaktan memnundu. Hatta Başkan teknoloji liderleriyle buluşmaktan, onların kendisiyle buluşmasından daha fazla heyecan duymuştu.

Seçilmiş başkan, “Dünyada sizin gibisi yok,” dedi. “Dünyada! Bu odadaki insanlar gibi kimse yok.”

Thiel’in parası genellikle sağın en uç bölmelerinde bulunur. Journal of American Greatness, American Affairs, Quillette ve Inference gibi bir dizi ideolojik yayını finanse etmektedir. Kendisi aynı zamanda, hevesli Dunning-Kruger tiplerine kendilerini bilgili akademisyenler olarak sunan, pek de parlak olmayan çevrimiçi influencer’ların bir koleksiyonu olan “entelektüel karanlık ağın [dark web]” da destekçisidir. Milyarder, servetini muhafazakâr söylem alanına o kadar geniş bir şekilde yaydı ki, takip etmek neredeyse imkansız. Thiel’e yakın bir kaynak 2022’de Washington Post’a verdiği demeçte, “General gibi elindeki kozları masaya koyup tutarlı bir plan yapmıyor,” diyordu. “Önem verdiği insanlar ve şeyler için güçlü keskin nişancı atışları yapıyor. Daha çok bir profesör gibi. Ama entelektüel olarak savaş modunda.”

O Nisan ayında James Pogue’un Vanity Fair’de yayınlanan bir haberi milyarderin Yeni Sağ’ın yenilenmesini nasıl finanse ettiğini inceliyordu. Curtis Yarvin gibi sert sağcı figürlerin yanı sıra muhafazakâr olarak yeniden markalaşan ve bir sıçrama yapmak isteyen başarısız ya da gayretli genç Hollywood tiplerine de para veriyordu.

Pogue, Kasım 2021’de Milli Muhafazakârlık Konferansı sırasında Orlando’da Thiel bağlantılı bir partiye katıldı ve katılımcıları not etti: Yarvin, yakında senatör olacak J.D. Vance, Newsweek editörü Josh Hammer, Trump yetkilisi Michael Anton, yazarlar Chris Arnade ve Sohrab Ahmari ve diğerleri. Pogue, Yeni Sağ’ın “ağırlıklı olarak yüksek lisans derecesine sahip kişiler tarafından doldurulduğunu, bu nedenle içinde kimlerin olduğu ve hatta var olup olmadığı konusunda pek çok tartışma olduğunu … ama aynı zamanda Substack yazarları, podcast yayıncıları ve anonim Twitter kullanıcılarından oluşan oldukça çevrimiçi bir grup olduğunu” yazdı. Thiel tarafından finanse edilen bu yeni siyasi oluşum, entelijensiya tarzı akademisyenler ile internet fenomenlerinin bir kombinasyonu.

Naomi Klein, Doppelganger: A Trip into the Mirror World’de [İkinci Kişilik: Ayna Dünyasına Bir Yolculuk] Thiel tarafından desteklenen popülist, gerici ideolojinin başarısının şaşırtıcı olmadığını yazıyor. Thiel ve diğerleri tarafından finanse edilen “sağın yükselen yıldızları” tarafından yönlendirilen bu siyaset, Klein’a küresel kapitalist sistemdeki sistemik eşitsizlikleri ele almaya çalışan sol hareketleri hatırlatıyor. Fakat sol bu mesajı iktidara dönüştüremezken, sağ gerici, acımasız bir gündemi, Wall Street’i İşgal Et kalabalığına daha aşina terimlerle gizlemeyi başardı: “Aileleri destekleyen ücretler ödeyen fabrika işlerini geri getirmeyi, sınır duvarını inşa etmeyi, zehirli uyuşturucu arzıyla savaşmayı, ifade hürriyetini Büyük Teknoloji’den kurtarmayı ve ‘woke’ müfredatı yasaklamayı vaat ediyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu platformun versiyonları etrafında kariyer inşa edenler arasında Ohio’da J.D. Vance, Missouri’de Josh Hawley ve Arizona valiliği yarışını kıl payı kaybeden (ve elbette seçimin çalındığını iddia eden) Kari Lake yer alıyor. Seçim diyagonalizminin çok benzer versiyonları İsveç’ten Brezilya’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde kök salmıştır.”

Yeni Sağ kolay anlaşılır değildir çünkü Vance’in gururla yakın olduğu Yarvin gibi istisnalar dışında grubun gerçek etkisini ortaya çıkarmak zordur. Geleneksel solda bireyciliği reddeden ve sözde geleneksel değerleri bir şekilde düzen karşıtı olarak gören bazı kesimler arasında sınırlı bir karşılık bulmuştur. 

Hareket çoğu zaman uçlara itildiği için etkisinin boyutunu ölçmek zor olabilir. Fakat Vance’in Cumhuriyetçi Parti’deki yükselişi ve Yeni Sağ yörüngesindeki diğer figürlerin medya ve söylem şekillendirmedeki etkisi düşünüldüğünde, bu hareketin bir etkisi olmadığını iddia etmek zor.

Savunduğu muhafazakâr ideolojinin başarısı Thiel’i pek tatmin etmedi. O daha fazlasını istiyor. Kasım 2023’te Snowden sızıntısının haberleştirilmesine yardımcı olan eski Washington Post muhabiri Barton Gellman’a The Atlantic’te açıkladığı gibi, bu yeterli değil. Milyarder, Gellman’a, insanlıkta umduğu gerçek, dünyayı sarsan değişimi yaratmayan yatırım üstüne yatırımları anlatıyordu. Kripto, denizcilik, SpaceX: Thiel’in portföyündeki varlıklar fark yaratmakta birbiri ardına başarısız oluyordu. Ona para kazandırıp kazandırmadıklarına bakılmaksızın, hiçbiri 2009 tarihli “Bir Liberteryenin Eğitimi” manifestosunda hayalini kurduğu aydınlanmış “siyasetin her türlü biçiminden kaçış” ile sonuçlanmadı. 

Thiel, Gellman’a siyaset konusunda hayal kırıklığına uğradığını ve büyük servetinin dünyayı kendisini tatmin edecek şekilde değiştiremediği için mutsuz olduğunu söylemişti. Thiel için nadir bir durum olan bu röportajın vurgulanan nedeni, 2024 kampanya döneminde para harcamama taahhüdü konusunda kendisini hesap verilebilir kılmaktı. Thiel, Gellman’a, “Sizinle konuşmak,” diyordu, “fikrimi değiştirmemi zorlaştırıyor.”

Siyasi hoşnutsuzluğunda yalnız değildi. Kasım 2023’e gelindiğinde, teknoloji liderleri Trump’a karşı hayal kırıklığına uğramış ama paralarını en iyi nereye yatıracaklarını bulmakta zorlanmışlardı. Teknoloji sektöründen bir siyasi danışman Washington Post’a yaptığı açıklamada, bağışçıların mesajdan giderek daha fazla hayal kırıklığına uğradığını söylüyordu: “Şu anda seçimlere katılanlar ve önseçim seçmenleri ile büyük süper PAC çeklerini yazanlar arasında çok büyük bir kopukluk var. Transseksüel çocukların tuvalete gitmesi umurumuzda değil. Düzenleyici devletin ortadan kaldırılmasını önemsiyoruz.”

Stanford’daki homofobik yorumlarıyla Thiel’in desteğini alan ama öğrenci topluluğundan büyük tepki gören avukat Keith Rabois, Post’a yaptığı açıklamada Trump’ın Silikon Vadisi elitlerinin hedeflerinin çoğunu paylaştığını söylüyordu. Fakat eski başkanın düzenleyici devleti ortadan kaldırmaya yönelik adımlarının davranışları nedeniyle sekteye uğradığını da sözlerine ekliyordu: “Acımasızca uygulamak yerine kargaşa ve kaosa neden oluyor ve bu da gündemine engel oluyor.”

2024 yazına gelindiğinde, teknoloji liderleri siyasi tercihleriyle ilgili her türlü yanılsamadan büyük ölçüde vazgeçmişlerdi. Kısa süre içinde Marc Andreessen, Musk, David Sacks ve onların yörüngesindeki diğerleri Trump’ı açıkça desteklediklerini açıkladılar ve Cumhuriyetçilere destek sözü verdiler. Andreessen için “bardağı taşıran son damla” Biden yönetiminin gerçekleşmemiş sermaye kazançlarını vergilendirme önerisiydi ki milyarder temmuz ortasında bu önerinin “startup’ları tamamen mantıksız hale getirdiğini” söylemişti.

Bu etki göz ardı edilemezdi. Gazeteci Dave Weigel, 2024 RNC [Cumhuriyetçi Ulusal Konvansiyon] sırasında “Bu artık Peter Thiel’in partisi” diye tweet attı ve bu noktaya itiraz etmek zor: Thiel’in yakın ortağı J.D. Vance, Trump’ın başkan yardımcısı adayı olarak seçiliyor ve Thiel’in desteğiyle Gawker’ı başarılı bir şekilde dava eden güreşçi Hulk Hogan, kongrenin son gecesinde, Donald Trump’tan önce konuşuyordu.


¹ Paleomuhafazakârlık, ABD’de Amerikan milliyetçiliğini, Hristiyan etiğini ve dini muhafazakarlığı vurgulayan akım. Bu hareketin destekçileri ABD’nin Irak işgaline karşı çıkan ender sağ gruplardan birini oluşturuyordu. The American Conservative dergisi en önemli yayın organlarından biridir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kripto para piyasasında sert dalgalanmalar

Yayınlanma

Bitcoin, kripto para piyasasındaki sert dalgalanmaların etkisiyle değer kaybetmeye devam ediyor. Son düşüşle birlikte Bitcoin, Kasım 2024’ten beri ilk kez 80 bin doların altına geriledi. Ocak ayında rekor seviyeye ulaşan Bitcoin, o tarihten bu yana değerinin yüzde 20’sinden fazlasını kaybetti.

Kripto para piyasasında yaşanan sert dalgalanmaların etkisiyle Bitcoin’de belirgin bir düşüş yaşandı.

Bitcoin, yüzde 5,5 oranında değer kaybederek Kasım 2024’ten bu yana ilk kez 80 bin dolar sınırının altına indi.

Dünyanın en büyük kripto para işlem platformlarından olan Binance verilerine göre, Bitcoin’in fiyatı sabah saatlerinde 78 bin 823 dolara kadar gerileyerek 10 Kasım 2024’ten bu yana en düşük seviyesini gördü.

20’den fazla borsadaki ortalama fiyatları hesaplayan CoinMarketCap verileri, Bitcoin’in son 24 saatte yüzde 4,23 oranında değer kaybettiğini ve ortalama fiyatının 80 bin 746 dolara düştüğünü gösterdi.

Bu düşüş, Bitcoin’in ocak ayının sonunda 109 bin 588 dolara ulaşarak tüm zamanların en yüksek seviyesini görmesinin ardından geldi.

O zamandan beri, kripto para birimi değerinin yüzde 20’sinden fazlasını kaybetti.

Bu durum, kâr satışları ve piyasa baskılarıyla bağlantılı olabilecek sert bir düzeltme dalgasını yansıtıyor.

Yatırımcılar, önümüzdeki dönemde kripto para birimlerinin geleceğini etkileyebilecek sert dalgalanmaların ortasında piyasadaki gelişmeleri yakından takip ediyor.

Bitcoin, bir aydan uzun bir süre önce 90 bin doların altına gerilemişti.

Bu düşüş, Bybit borsasındaki en büyük kripto para hack’i ve Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei’nin karıştığı “memecoin” skandalı da dahil olmak üzere, son dönemdeki bir dizi aksaklığın ardından yaşanan büyük satışların ortasında, geniş kapsamlı bir kripto para düşüşünde en son kurban oldu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English