Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Alman kapitalizminin tükenişi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Olaf Scholz hükümetinin, Almanya’nın savaş sonrası tarihinde sahip olduğu en başarısız hükümetlerden biri olduğu düşünülüyor. Uluslararası alanda sözlerinin dikkate alınma sıklığı azaldı; örneğin Scholz, Avrupa Parlamentosu’na açılış konuşması için geldiğinde salonun yarısı boş oluyor zira kimse ondan dikkat çekici açıklamalar beklemiyor. Merkel konusunda durum biraz daha farklıydı.

Scholz ve Dışişleri Bakanı Baerbock yönetimindeki Almanya, Washington’dan gelen her şeyi tekrarlayan, uluslararası sahnede önemsiz bir ülkeye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya.

Ancak Scholz, Alman basının bile artık açıkça haber yaptığı koalisyonundaki kavgadan da anlaşılacağı üzere kontrolü kaybetti. Washington ve Brüksel’in öngördüğü ve Scholz hükümetinin öncü bir rol oynadığı Rusya karşıtı politikanın uygulanması göz ardı edilirse Scholz iç politika açısından da tek bir girişim başlatmadı. Ekonomi Bakanı Habeck’in Washington’a yaptığı ilk ziyareti sırasındaki “ABD’ye hizmette öncülük etmek” istediğine dair açıklaması hatırlatılmakta. Bu nedenle Almanların Scholz hakkındaki düşünceleri de net: ZDF televizyonunun Politbarometre’sine göre Almanların yüzde 71’i Scholz’un önemli siyasi konularda sözünü geçiremediğini düşünüyor. Yani Almanya’da kimsenin “patron” olarak görmediği —üstelik savaş sonrası dönemin en büyük ekonomik krizi yaşanırken— bir başbakan var.

Hükümetin sundukları ve bakanlarının Almanya’daki sıradan insanların sorunlarına karşı ne denli kibirle yaklaştıkları düşünüldüğünde, AfD’nin yükselişte olmasına şaşırmamak gerek. Bu durum en başta mülteciler söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyor. Almanya’daki mültecilerin masrafları, barınma tahsis etmek zorunda olan kentler ve belediyeler tarafından karşılanıyor. Federal hükümet, kentlere ve belediyelere masrafların sadece bir kısmını geri öderken, aynı zamanda ülkeye giderek daha fazla mültecinin girmesine izin veriyor. 2023’ün ilk yarısında ülkede 2016’daki mülteci krizinin yaşandığı dönemdeki kadar mülteci vardı.

Ve 2015 yılında Almanya’da “Mülteciler hoş geldiniz” propagandası yapılırken, Politbarometre’ye göre Almanların yüzde 59’u artık mültecilerin sınır dışı edilmesine ilişkin daha katı kurallardan yana. Bu kesinlikle AfD’nin anketlerde yükselmesini sağlayan konulardan biri zira iktidar partileri tam tersini istiyor. Ve Almanya’da insanlar muhalefetteki CDU/CSU’ya da ürkek bir şekilde daha katı kuralları savunması halinde güvenmeyeceklerdir zira Merkel 2015’te sınırları açtığında CDU/CSU iktidardaydı. Alman ekonomisinin varoluşsal sorunları olduğu gerçeği artık o kadar bariz ki artık bu konuda soru soran bile yok.


Almanya’nın Avrupa kapitalizmi modeli tükendi

David Karas
Jacobin
8 Ağustos 2023

Angela Merkel’in iktidarı boyunca neoliberal Avrupa entegrasyonu Almanya’nın ihracata dayalı büyümesinin iskeletini oluşturmuştu. Ancak kıtadaki savaş ve bir dizi kriz bu modelin sınırlarını test etti ve Olaf Scholz hükümeti içinde ayrışmaları beraberinde getirdi.

Economist, Der Spiegel, Politico ya da Financial Times gibi liberal kalemler “kaçırdığınız fırsatlardan” yakınarak siyasi mirasınızı gömmek için çabalarken, bunu biraz kişisel algıladığınız için affedilebilirsiniz. Özellikle de adınız Angela Merkel ise ve hala Time’ın sizi “Hür Dünyanın Şansölyesi” olarak selamlayan o eski sayısına tutunuyorsanız durum daha da vahim.

Merkel’in Almanya’nın dümenindeki on altı yıllık görev süresi, Avrupa’nın neoliberal direncini gözler önüne serdi. Merkel’in uzun saltanatı, küresel mali çöküş, Avrupa borç krizi, Syriza referandumu, 2015 göç krizi, Brexit, Donald Trump ve Kovid-19’u kapsayan, sonsuz gibi görünen bir felaket döngüsünü halının altına süpürme sanatını mükemmelleştirdi.

Sanki bir işaretmiş gibi, 2021’in sonlarında sahneyi terk eder etmez siyasi dram patlak verdi: Vladimir Putin Ukrayna’yı işgal etti, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizmi duvara tosladı ve siyasi sistemi artık yönetilemez görünüyor. Daha geniş anlamda, bir zamanlar kıtanın neoliberal entegrasyonunun arkasında duran Avrupa siyasi konsensüsü bugün darmadağın olmuş durumda.

Merkel sonrası bir buçuk yılını geride bırakan Olaf Scholz liderliğindeki Alman hükümeti, o kadar derin bir ayrışma içinde ki bakanlar neredeyse her önemli politika girişiminde birbirleriyle çelişiyor. “Kırmızı” SPD (Sosyal Demokratlar), “sarı” şahin neoliberal FDP (Hür Demokratlar) ve Yeşiller’in renklerine atıfla “trafik lambası” koalisyonu olarak adlandırılan bu koalisyonda her parti Merkel’in mirasını yönetme konusunda farklı stratejileri destekliyor. Fosil yakıtların içten yanmalı motorlardan ya da ev ısıtma sistemlerinden aşamalı olarak çıkarılması, Avrupa’da kemer sıkma politikalarının canlandırılması ya da gömülmesi ya da tahmin edilebileceği üzere Ukrayna’daki çatışmanın nasıl ele alınacağı gibi konularda hükümet hiçbir konuda hemfikir görünmüyor.

Hür Demokratlar en azından tutarlı; mali kemer sıkma ve ordoliberal rekabet politikasına olan inatçı bağlılıkları, onları Almanya ve Avrupa’nın karbonsuzlaşma ajandasını desteklemek için kullanılan devlet teşviklerinin doğal düşmanı haline getiriyor. Hatta bu tür dogmalar, serbest piyasacı partiyi fosil yakıt lobileri ve karbonsuzlaştırmaya karşı popülist isyanlarla fiili bir ittifaka doğru itiyor.

Yeşillerin enerji lobisiyle uzlaşıları tabanlarının bir kısmını yabancılaştırmasıyla aynı şekilde dönüşümün işçi sınıfı Almanlar üzerindeki etkilerini göz ardı etmeleri de karbonsuzlaşmanın faturasını ödeyeceklerinden kaygı duyan daha geniş halk kesimlerini de yabancılaştırmayı başardı.

Sosyal Demokratlara gelince, Scholz’un kararsız liderliğinde parti, Merkel’den miras kalan statükoya yatırım yapmaya devam etti ve Alman ihracat sektörlerini rekabetçi tutmak adına yıkıcı yeşil sanayi politikası ihtiyacı ile mali titizlik ortodoksisine tavizler arasında şizofrenik bir şekilde gidip geldi. Bu üç partinin her birinin desteği bugün ulusal düzeyde yüzde 20 civarında oy alan aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın gerisinde.

Bu ne sadece parti politikası ne de sadece Almanya’nın meselesi: Berlin’deki sıradan görünen demokratik çekişmelerin ardında ülkenin ihracata dayalı kapitalizmi ve uzun zamandır Almanya’nın makroekonomik tercihleri konusunda bir araç işlevi gören Avrupa Birliği için birbiriyle bağlantılı varoluşsal bir kriz yatıyor.

Tıpkı Almanya’nın Merkelci düzeni Scholzcu anarşiyle takas etmesi gibi, Avrupa Birliği de son kırk yıldır Avrupa entegrasyonunun neoliberal aşamasını sürdüren fikirlerin ve siyasi koalisyonların çöküşüyle karşı karşıya. Avrupa neoliberalizmini somutlaştıran siyasi dogmalar —“tüketici refahına” indirgenmiş rekabet politikası, mali kemer sıkma, enflasyon hedeflemesi, kuralsızlaşma ve daha da temelde kaynakların tahsisinde piyasaların etkinliğine duyulan dini inanç— son on yılda sorgulanmaya başlandı. İdeolojik çerçeveler parçalanırken, örgütlü sermaye, ulus devletler ve AB kurumları arasında uzun süredir gizlice depolitize edilmiş bir Avrupa entegrasyonu tarzını sürdüren siyasi koalisyon da yok oluyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin jeo-ekonomik sonuçları, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelinin krizi ve AB entegrasyonunun kendisi, neocon Robert Kagan ve Bungacast ekibinin “Tarihin Sonunun Sonu” (ABD hegemonyasına bağlı onlarca yıllık neoliberal uzlaşının ardından (jeo)politik ve ideolojik çatışmaların olağanüstü bir şekilde yeniden canlanması) olarak adlandırdığı şey konusunda birbirine bağlı bir Avrupa yayı oluşturuyor.

Bu çatışmaların neoliberalizmin kuğu gölü balesini mi yoksa onu sürdürmek adına gerekli olan artan şiddeti mi işaret ettiği bölücü bir sorun: yelpazenin her iki tarafında da neoliberal ölüme karşı süreklilik tartışması, Schrödinger’in kedisinden farklı olarak ya ölü ya da diri olan içsel olarak tutarlı bir sistem varsaydığında indirgeyicidir. Gerçek şu ki, kapitalizmde, neoliberal ya da başka türlü, çeşitli alt sistemler (kurumsal, siyasi, ideolojik) farklı değişim yörüngelerini takip edebilir ve ediyor, bu da çeşitli gerilim ve çelişkileri teşvik ediyor.

Fransız regülasyon teorisi (FRT), verili bir kapitalist birikim sistemi ile onu sürdüren düzenleme biçimi arasındaki sürtüşmelerden kaynaklanan kapitalist krizlerin bütün bir taksonomisini önermişti. Antonio Gramsci’nin “doğmak için mücadele eden yeni dünya” ile ilgili aynı, bağlayıcı olmayan alıntısını yeniden işleyen fikir yazılarının çiçek açan üslubuna ekleme dürtüsüne direnerek, Avrupa neoliberalizminin mevcut durumunu değerlendirmek adına daha verimli olacak egzersiz, ortaya çıkan bu krizleri tanımlar: Almanya’nın ihracata dayalı modelini uzun süredir Avrupa Birliği’nin kalbinde sabitleyen somut kurumlar, siyasi konfigürasyonlar ve ideolojiler düzeyinde değişim ve sürekliliği birbirinden ayırmak.

Kırılgan model

Almanya’nın ihracata dayalı birikim stratejisi uzun zamandır üç temel unsura dayanıyor: Birincisi, hâkim partiler, muhafazakâr küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ’ler) yanı sıra büyük, ihracata yönelik sanayi holdingleri ve imalat sektörlerindeki örgütlü emek kesimlerinin koalisyonu. İkinci olarak, Almanya’nın para, işgücü ve firmaları düzenleyen yerel kurumları AB seviyesine taşındı; Almanya’nın ücret baskısı modeli ve mali titizlik ve düşük enflasyona dönük ordoliberal taahhütler, AB’nin geri kalanına empoze edildi. Üçüncüsü, bölgesel ve küresel ticaret sistemleri Alman çokuluslu şirketlerine ucuz girdilere —Doğu Avrupalı işgücü, ucuz Rus enerjisi— ve Çin ve ABD’deki istikrarlı ihracat pazarlarına erişim sağladı. Bugün tüm bu sütunlar çatırdamış durumda.

Alman kapitalizmi, iç siyasi istikrarı için (Mittelstand olarak adlandırılan) KOBİ’lerle bağlantılı ordoliberal kanat ile küreselleşme ve Orta Avrupa’nın AB’ye entegrasyonundan istifade eden daha fırsatçı, büyük ihracatçı sanayi holdingleri arasında uzun süredir devam eden ideolojik ve siyasi bir uzlaşıya dayanıyordu.

Bu uzlaşı bozuldu: ihracata dönük sanayi kanadı, Alman sanayisinin ABD ve Çinli rakipleriyle rekabet edebilmesi için mali kısıtlamaların kaldırılması yönünde lobi faaliyetlerinde bulunsa da ordoliberal kanat kemer sıkma politikalarına bağlı kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dört yıl boyunca Ekonomi Bakanlığı, sanayi politikası teşebbüslerini, Mittelstand’ı stratejik açıdan marjinalleştirerek Almanya’nın sosyal blokunu yeniden dengeleme amaçlı bir araç olarak kullandı.

Liberal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP) ile koalisyon ortakları arasında siyasi bir çatışma gibi görünen durum, aslında Alman sermayesinin devletin ve seçmenlerin farklı kesimleriyle alakalı farklı fraksiyonları arasındaki bir kırılma. Yakın zaman önce yapılan çalışmalar, Almanya’nın ihracat başarılarının paradoksal bir şekilde Alman finans ve sanayi sermayesi arasında boşanmaya yol açtığını göstermişti: Alman sanayi firmaları eskiden yerel bankalara güvenirken artık kendilerini uluslararası sermaye piyasalarında finanse ediyor, Alman bankaları da yurt dışına yatırım yapmayı tercih ediyor.

İkincisi, AB uzun süre Almanya’nın ihracat-büyüme gücüne dışsal bir iskele sağlamış olsa da Avrupa entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerindeki neoliberal uzlaşı bugün tükendi. AB, kapitalizmin yirmi yedi farklı ulusal modelinden oluşan bir birlik olabilir ama Almanya, sadece büyüklüğü nedeniyle eşitler arasında birinci değil, yerel kurumları tüm birliğin düzenleyici çerçevesini büyük ölçüde şekillendiren bir kapitalist devlet.

1986 Avrupa Tek Senedi* ile 2007 küresel mali krizi arasında, AB entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerinde neoliberal bir uzlaşı hâkim oldu ve organize sermayenin, çekirdek AB üye ülkelerinin ve Komisyon’un çıkarlarını uzlaştırdı. 1980’lerin ortalarında bu ittifak, özelleştirme, kuralsızlaşma ve ulusötesi birleşmelerin Avrupa’daki durgun büyüme ve rekabetçiliği canlandırmaya dair en iyi umutlar olduğu ortak fikri etrafında şekillendi.

Organize sermayenin yanı sıra iki aktör de önemli ölçüde fayda sağladı: Bunlardan ilki, para, ücretler ve firmaların yönetimine ilişkin iç politika tercihleri mali kemer sıkma, anti-enflasyonist para politikası, ücretlerin bastırılması ve ordoliberal rekabet politikası yoluyla AB düzeyine taşınan Almanya’ydı. Bu da Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelini etkin bir şekilde Avrupalılaştırdı. İkinci faydalanıcı ise Komisyon oldu; ekabetin önündeki kısıtlamaları belirleyip kaldırarak AB entegrasyonunu yönlendirme yetkisi, Komisyon’un göreli özerkliğini kayda değer ölçüde artırdı.

Buna karşın bugün, mali kemer sıkma konusundaki uzlaşının yerini AB’nin kamu harcamaları üzerindeki Avusturyacı frenlerine karşı halk isyanları ile mali titizliği yeniden empoze etmeye ve “acil durum Keynesçiliği” sayfasını kapatmaya çalışan bir ortodoksi arasındaki savaş alanı aldı. Bir zamanlar Avrupa’nın neoliberal uzlaşısının kalbi olan AB rekabet politikası, şimdi onu Avrupa’nın rekabetçiliğine giydirilmiş bir deli gömleği olarak nitelendiren Fransız ve Alman hükümetleri tarafından olağanüstü bir şekilde reddedildi. Daha da temelde, Komisyon’un yetkilerini genişleten “gizli” federalizme şimdi çekirdek üye ülkeler şiddetle karşı çıkıyor: Berlin, Paris ve Brüksel, Avrupa’nın egemenliğinden ve “stratejik özerklikten” söz etse de Avrupa’da meşru egemenin kim olduğunu ve kimin özerkliğinin artırılması gerektiğini tanımlama konusunda (Komisyon’un mu, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nin mi yoksa üye ülkelerin mi?) bariz bir çekişme yaşanıyor.

Uzun zamandır hâkim olan görüş, krizlerin egemen ulus devletleri kolektif eylem sorunlarının üstesinden gelmeye çalışırken yetkilerini ve kaynaklarını bir araya getirmeye zorlayarak AB’yi mekanik bir şekilde federalist bir yola iteceğini varsayıyordu. Fakat federal bir geleceğe doğru “ilerleyemeyen” Avrupa Birliği fikri Brexit, Kovid-19 ve kıtadaki mevcut savaşla ciddi bir teste tabi oldu. Son on beş yılın sürekli kriz yönetimi, bilakis Komisyon’u marjinalleştirdi ve Avrupa Konseyi’ni —ve dolayısıyla ulusal liderleri—AB’nin etkin idarecileri olarak güçlendirdi (Merkel fiili başkandı). 1980’lerde Komisyon’a emanet edilen teknokratik düzenleyici yakınsama yoluyla Avrupa entegrasyonunu öngören konsensüs büyük ölçüde tükendi. Ancak bugün AB’nin mevcut güçlüklerle başa çıkabilmek için yetkilerini derinleştirme çağrısı, Avrupa başkentlerinde Komisyon’a ekstra yetkiler verilmesine karşı güçlü bir muhalefetle birleşmiş durumda.

Son olarak, Almanya’nın ucuz girdilere ve istikrarlı ihracat pazarlarına erişimi maddi olarak kısıtlandı. Alman sanayi tedarik zincirleri, dikkate değer bir Orta Avrupa kümelenmesi ile ulusötesi ağları: 1990’lar ve 2000’ler boyunca Almanya, Doğu Asya sanayisinin rekabetçi baskısına, ücret ve enerji maliyetlerini sıkıştırmak için düşük katma değerli üretim segmentlerini sosyalizm sonrası Orta Avrupa ülkelerine dış kaynak kullanarak adapte oldu. Alman çokuluslu şirketleri için Orta Avrupa sadece ucuz işgücü değil, aynı zamanda Rus fosil yakıtlarına dayanan düşük maliyetli bir enerji altyapısı da sağlıyordu.

Bugün, 2022 enerji fiyat şokunun etkileri apaçık ortada: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından enerji fiyatları Avrupa’da ABD veya Çin’den çok daha fazla arttı ve en başta enerji yoğun imalat ihracat sektörlerinin fiyat rekabetçiliğini vurgu.

İkinci bir konu da Almanya ve Orta Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşan işgücü açığı. Son tahminlere göre Almanya’nın kendi ülkesindeki işgücü açığını kapatabilmesi için yılda dört yüz bin kişilik istikrarlı bir net göç dengesine (yani gelenlerin gidenlerden daha fazla olması) ihtiyacı var. Nüfus azalması, yaşlanan demografik yapı ve düşük ücret, bugün Alman sanayisinin hinterlandı olarak işlev gören Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tipik profilini oluşturuyor.

Dikkat çekici bir şekilde, Orta Avrupa’daki nüfus azalmasının bir sonucu olarak ücretlerde seküler bir artış yaşandı ve bu da bölgenin önemli bir karşılaştırmalı avantajını zayıflattı. Teoride bu, örgütlü emek için daha iyi bir kaldıraç anlamına gelmeli ama pratikte Orta Avrupa, emek ve doğal kaynakların sömürüsünü —radikalleşmiş emek karşıtı mevzuat, kurumlar vergisi oranlarında dibe doğru yarış ve AB dışından uysal ve düşük ücretli işgücü ithal etmeye yönelik ikili anlaşmaların çoğalması— iki katına çıkararak Alman sermayesine kenetlemeye dönük umutsuz tedbirlerin laboratuvarı haline geldi.

Değişen rota

Şu an yükselen sesler, Almanya’nın ihracata dayalı birikim sisteminin mevcut haliyle sürdürülebilir olmayabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Sonuçta hem ülke içinde hem de daha geniş anlamda Avrupa’da bu sistemi destekleyen kurumlar, siyasi ittifaklar, ideolojiler ve altyapılar derin krizlerle karşı karşıya. Önümüzde iki ana senaryo var: ya Almanya ve AB düzeyinde yeni kurumsal, siyasi ve ideolojik yapılandırmalar ihracata dayalı büyümeyi ayakta tutmanın bir yolunu bulacak ya da bu birikim sistemi çökecek.

İlk senaryoda, neoliberal restorasyon mevcut zorlukların üstesinden gelmek için yeterli olmayacaktır; mevcut durumda Budapeşte’den Berlin’e veya Roma’ya, Küresel Güney’den düşük ücretlerle, asgari çalışma haklarıyla ve yurttaşlık haklarından açıkça dışlanarak kısa süreli, sendikasızlaştırılmış geçici işçi kitlelerini ithal etmeye dönük yeni yasal çerçevelerin normalleşmesi, Avrupa-Alman ihracat liderliğindeki modeli yeniden canlandırmak için gerekli olacak distopik yeniliklerin sadece bir örneği.

İkinci senaryo ise bu birikim sisteminin çökmesi; işgücü, yabancı teknoloji, enerji ve doğal kaynaklar gibi girdilere erişim, küresel ABD-Çin rekabetine yakalanan Avrupalı firmalar açısından önemli ölçüde kısıtlanabilir. Avrupa’nın Çin ve Amerikan ihracat pazarlarına erişimi de ciddi şekilde kısıtlanabilir; ya da tersine, bu pazarlar çok cazipse ve bir değiş tokuş söz konusuysa, AB firmaları Avrupa’daki dayanaklarını feda etmeyi tercih edebilir. Siyasi açıdan Avrupa’da sağ, ilk senaryo için gerekli koşulları yaratmaya çoktan başlamış durumda: buna karşı koymak ve bir alternatif önermek ise sola düşüyor.

 

 

(*) Avrupa Birliği tek pazarını ve Avrupa Politik İş Birliğini resmen başlatan Roma Antlaşmasında köklü değişiklikler yapan antlaşma. Senet, 17 Şubat 1986 tarihinde Lüksemburg’da, 28 Şubat 1986 yılında da Lahey’de imzalandı. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Birleşik Krallık’ın HTŞ’nin güçlendirilmesindeki rolü

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İngiliz gazeteci Kit Klarenberg’in aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, ABD ve Britanya’nın, ama özellikle de İngilizlerin El Kaide’den “koptuğu” öne sürülen Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) önce İdlib’de, sonra da Suriye’de nasıl iktidar olduğuna ışık tutuyor. ABD ve Birleşik Krallık, HTŞ’nin El Kaide’den “koptuğu” 2016 yılı ile HTŞ’nin kurulduğu 2017’den itibaren, uluslararası alanda “terör örgütü” kabul edilmesine rağmen bu örgütü parlatmak için elinden geleni yaptı. Londra’nın yeni hakimi İşçi Partili Başbakan Keir Starmer’ın, Beşar Esad devrildikten sonra ülkesinin “Batı Asya’da daha belirgin ve kalıcı bir rol” oynayacağını müjdelemesi de, sürecin sağlaması.


İsyancıları imal etmek: Birleşik Krallık ve ABD, HTŞ’yi nasıl güçlendirdi?

Kit Klarenberg
The Cradle
26 Aralık 2024

18 Aralık’ta The Telegraph gazetesi , Birleşik Krallık ve ABD’nin haftalar önce Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı deviren kitlesel saldırıda Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ile işbirliği yapan “isyancı” bir güç olan Devrimci Komando Ordusu (DMO) savaşçılarını nasıl eğitip “hazırladığına” dair sıra dışı bir soruşturma yayınladı.

Daha önce benzeri görülmemiş bir ifşaatta bulunan yayın organı, Washington’un sadece saldırıyı çok önceden “bilmekle” kalmadığını, aynı zamanda “ölçeği hakkında kesin istihbarata” sahip olduğunu da ortaya koydu. Washington’un HTŞ ile şimdi teyit edilen “etkili ittifakı”, on buçuk yıldır süren vekalet savaşından ortaya çıkan “birçok ironiden biri” olarak tanımlandı.

Telegraph bu işbirliğinin istem dışı olduğunu, Suriye’nin uzun süren iç savaşının “çoğu yabancı güçler tarafından desteklenen şaşırtıcı bir dizi milis ve ittifak” doğurmasının bir belirtisi olduğunu öne sürdü.

HTŞ’ye ABD desteği: ‘Gerekli’ bir ittifak

İttifaklar değişkendi; gruplar sık sık parçalanıyor, birleşiyor ve bağlılıklarını değiştiriyordu. Savaşçılar kendilerini sık sık taraf değiştirirken buldular ve gruplar arasındaki çizgiler bulanıklaştı. Yine de çok sayıda kanıt, Birleşik Krallık ve ABD’nin HTŞ’nin egemen isyancılarıyla bilerek ve uzun süredir devam eden bağlarını sürdürdüğünü gösteriyor.

Örneğin Mart 2021’de, seçilmiş Başkan Donald Trump’ın eski Suriye baş temsilcisi James Jeffrey, PBS’e verdiği açıklayıcı bir röportajda Washington’un HTŞ’ye yardım etmek için dönemin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan özel bir “muafiyet” aldığını açıkladı.

Bu muafiyet, BM/ABD tarafından belirlenmiş terör örgütüne doğrudan finansman sağlanmasına ya da silahlandırılmasına izin vermese de, ABD tarafından sağlanan kaynakların “bir şekilde” HTŞ’ye gitmesi halinde batılı aktörlerin “suçlanamayacağını” garanti altına alıyordu.

Suriye savaş alanında silahların değiştirilebilirliği Washington’un çok güvendiği bir şeydi. CENTCOM sözcüsü Yarbay Kyle Raines’e, 2015 yılında verdiği bir mülakatta Pentagon tarafından onaylanmış savaşçıların silahlarının neden Nusra Cephesi’nin (HTŞ’nin öncülü) elinde görüldüğü sorulmuştu. Raines şu yanıtı vermişti: “Biz bu güçlere ‘komuta ve kontrol’ etmiyoruz; sadece onları ‘eğitiyor ve etkinleştiriyoruz.’ Kiminle ittifak yaptıklarını söylüyorlarsa, bu onların bileceği iş.”

Bu yasal boşluk Washington’un HTŞ’yi “dolaylı” olarak desteklemesini sağladı ve grubun terör örgütü (bu statü, şu anda gerçek adı Ahmad eş-Şara olan lider Ebu Mohammad el-Colani’nin başına konan şimdi kaldırılmış 10 milyon dolarlık ödül ile tamamlandı) olarak tanımlanmasını sürdürürken çökmemesini sağladı.

Jeffrey bu stratejiyi, HTŞ’nin “bölgede ABD tarafından yönetilen bir güvenlik sistemini” korumak için “en az kötü seçenek” olduğunu ve bu nedenle “kendi hallerine bırakılmaya” değer olduğunu söyleyerek rasyonalize ediyordu. HTŞ’nin hakimiyeti ise Türkiye’ye İdlib’de faaliyet göstermesi için bir platform sağladı. Bu arada HTŞ ABD’li hamilerine açık mesajlar göndererek yalvardı:

“Dostunuz olmak istiyoruz. Biz terörist değiliz. Biz sadece Esad’la savaşıyoruz.”

‘Güvenli sığınak’

Esad’ın devrilmesinden bu yana Londra’daki yetkililer, HTŞ liderliğindeki geçici yönetimi Suriye’nin yeni hükümeti olarak meşrulaştırma konusunda belirgin bir şekilde başı çekti. Grup 2017 yılında Birleşik Krallık’ın yasaklı terör örgütleri listesine eklendi ve listenin girişinde HTŞ’nin uzun süredir yasaklı olan El Kaide’ye “alternatif isimler” arasında değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.

Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer grubun listeden çıkarılması için “çok erken” olduğunu belirtirken, İngiliz yetkililer 16 Aralık’ta HTŞ temsilcileriyle bir araya geldi – bu tür toplantıların yasadışı olmasına rağmen.

Bu durum muhtemelen HTŞ’nin Batı tarafından son derece siyasileştirilmiş bir şekilde rehabilite edileceğinin sinyallerini veriyor. Suriye’deki kirli savaş boyunca İngiliz istihbaratı “ılımlı isyancıları” desteklemek için kapsamlı psikolojik operasyonlar yürüttü, vahşet propagandası ve insani hikayeler hazırladı.

Bu çabalar görünürde HTŞ, IŞİD ve El Kaide gibi grupların altını oymayı amaçlıyordu. Ne var ki Birleşik Krallık istihbaratından sızdırılan belgeler, HTŞ’nin 2016 sonrasında El Kaide ile nasıl iç içe kaldığını ortaya koyarak medya söylemleriyle doğrudan çelişiyor.

Başka bir deyişle, on buçuk yıl süren kriz boyunca HTŞ resmi olarak ülkedeki en köktendinci, soykırımcı unsurlarla aynı seviyede görülmüştür.

İngiliz belgeleri HTŞ’nin 2016’da El Kaide ile tüm bağlarını kopardığı yönündeki yaygın söylemle de tamamen alay ediyor. 2020 tarihli bir dosya, El Kaide’nin işgal altındaki Suriye topraklarında HTŞ ile nasıl “birlikte var olduğunu” ve burayı ulus ötesi saldırılar için bir fırlatma rampası olarak kullandığını anlatıyor.

Belgede HTŞ’nin hakimiyetinin, El Kaide’nin istikrarsızlıktan beslenerek eğitim alması ve genişlemesi için “güvenli bir sığınak” yarattığı uyarısında bulunuluyordu. İngilizlerin HTŞ’ye karşı yürüttüğü psikolojik harekat yıllarca sürdü ama sonuçta başarısız oldu. Bunun yerine, sızdırılan dosyalar HTŞ’nin artan etkisinden, toprak kazanımlarından ve alternatif bir hükümet olarak yeniden isim yapmasından yakınıyor.

“[El Kaide] amaçları ve hedefleri Suriye sınırları dışına taşan, açıkça Selefi-Cihatçı ulusötesi bir grup olmaya devam etmektedir. [El Kaide’nin] önceliği, Suriye’de istikrarsızlıkla beslenen güvenli bir sığınak sağlamaktır; bu sığınaktan eğitim alabilmekte ve gelecekteki yayılma için hazırlık yapabilmektedirler. HTŞ’nin kuzeybatı Suriye’deki hakimiyeti [El Kaide] bağlantılı grup ve bireylere varlık alanı sağlıyor.”

İngiliz destekli propaganda HTŞ’ye yarıyor

İngiliz istihbaratının HTŞ’yi engellemeye yönelik psikolojik operasyonları örgütün kuruluşundan yakın zamana kadar devam etmiştir. Yine de hiçbir şey başaramamış gibi görünüyorlar. The Cradle tarafından incelenen çok sayıda sızdırılmış dosya, HTŞ’nin “etkisinin ve bölgesel kontrolünün” yıllar içinde nasıl “dramatik bir şekilde arttığından” yakınıyor.

Elde ettiği başarılar radikal grubun “konumunu sağlamlaştırmasına, rakiplerini etkisiz hale getirmesine ve kendisini Suriye’nin kuzeyinde kilit bir aktör olarak konumlandırmasına” olanak sağladı. Fakat HTŞ’nin “hakimiyeti” kısmen grubun kendisini alternatif bir hükümet olarak yeniden adlandırmasıyla sağlandı.

HTŞ’nin işgal ettiği topraklar hastaneler, kolluk kuvvetleri, okullar ve mahkemeler de dahil olmak üzere çeşitli paralel hizmet sağlayıcılara ve kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Grubun yerel ve uluslararası propagandası bu kaynakları tüm ülkeye yayılmayı bekleyen “alternatif” Suriye’nin bir göstergesi olarak özellikle tanıttı.

İronik bir şekilde, bu yapı ve örgütlerin birçoğu –IŞİD tarafından yönetilen bölgelerde de faaliyet gösteren kötü şöhretli Beyaz Miğferler gibi– doğrudan İngiliz istihbaratının ürünleriydi ve rejim değişikliği propagandası amacıyla oluşturulmuşlardı. Dahası, Londra tarafından muazzam masraflarla agresif bir şekilde desteklenmişlerdi.

Sızdırılan Birleşik Krallık istihbarat belgelerinde “ılımlı muhalif hizmetlere ilişkin farkındalık yaratmanın” ve yerel ve uluslararası kitlelere “[Esad] rejimine karşı inandırıcı bir alternatifin ikna edici anlatılarını ve gösterilerini” sunmanın önemine defalarca atıfta bulunuluyor. Dosyalarda bu çabaların HTŞ’nin kendisini Esad’a karşı “inandırıcı bir alternatif” olarak sunma çabalarına büyük ölçüde yardımcı olabileceğine dair herhangi bir değerlendirme bulunmuyor.

Bununla birlikte, işgal altındaki topraklarda yaşayan Suriyelilerin HTŞ’ye “özellikle de HTŞ’den hizmet alıyorlarsa” uyum sağlayacakları kabul ediliyor. Daha da vahimi, belgelerde “HTŞ ve diğer aşırılık yanlısı silahlı grupların Birleşik Krallık hükümetinin Çatışma, İstikrar ve Güvenlik Fonundan (CSSF) destek alan muhalif oluşumlara saldırma ihtimalinin çok daha düşük olduğu” belirtiliyor.

Bu fon, Birleşik Krallık’ın Suriye propaganda savaşının ve Beyaz Miğferler ve aşırılık yanlısı Özgür Suriye Polisi gibi örgütlerin finanse edildiği mekanizmaydı.

Birleşik Krallık tarafından yönetilen ve HTŞ’yi “zayıflatmayı” amaçladığı iddia edilen bu yönetim yapıları ve muhalif unsurlar, işgal altındaki topraklarda yaşayanlara “kanıtlanabilir bir şekilde kilit hizmetler sağladıkları” için, yabancı finansmanlı çalışmaları nedeniyle şiddetli misillemelerden korunarak grup tarafından kontrol edilen bölgelerde faaliyet gösterdiler.

Daha karanlık bir ihtimal de HTŞ’nin bu “muhalif oluşumların” İngiliz istihbaratı tarafından finanse edildiğini çok iyi biliyor olması ve bu temelde onlara dokunulmamış olmasıdır.

Koordineli saldırı

The Telegraph’ın haberine göre, Washington’un HTŞ’nin saldırısı hakkında “önceden bilgi sahibi olduğuna dair ilk işaret”, RCA vekillerine üç hafta önce ABD’li yöneticileri tarafından moral verici bir konuşma yapılmasıydı.

Ürdün ve Irak sınırlarına yakın, ABD kontrolündeki El Tanf hava üssünde yapılan gizli bir toplantıda militanlara güçlerini artırmaları ve Esad’ın “sonunu getirebilecek” bir saldırıya “hazır olmaları” söylendi. Alıntılanan bir RCA yüzbaşısı yayın organına şunları söyledi:

“Bize bunun nasıl olacağını söylemediler. Bize sadece ‘Her şey değişmek üzere. Bu sizin anınız. Ya Esad düşecek ya da siz düşeceksiniz.’ Ama ne zaman ya da nerede olacağını söylemediler, sadece hazır olmamızı söylediler.”

Bunun ardından üsse gelen ABD’li subaylar, RCA’yı Birleşik Krallık/ABD tarafından eğitilen, finanse edilen ve yönetilen diğer Sünni çöl birlikleri ve El Tanf’ta ortak komuta altında faaliyet gösteren isyancı birliklerle birleştirerek saflarını genişletti.

The Telegraph’a göre, “RCA ve HTŞ savaşçıları … işbirliği yapıyordu ve iki güç arasındaki iletişim Amerikalılar tarafından koordine ediliyordu.” Bu işbirliğinin “yıldırım taarruzunda” yıkıcı bir etkisi olduğu kanıtlandı ve RCA, ABD’nin açık emirleri üzerine ülke genelinde kilit bölgeleri hızla ele geçirdi.

Hatta RCA güneydeki Deraa kentinde HTŞ’den önce Şam’a ulaşan bir başka isyancı grupla güçlerini birleştirdi. RCA şu anda ülkenin yaklaşık beşte birini, Şam’daki bazı bölgeleri ve antik Palmira kentini işgal etmiş durumda.

Şimdiye kadar Rusya ve Hizbullah tarafından “yoğun bir şekilde savunulan” Moskova’nın yerel üssü şimdi RCA tarafından ele geçirildi. “Kuvvetin tüm üyeleri ABD tarafından silahlandırılmaya devam etti” ve Suriye Arap Ordusu (SAA) askerlerine ödenen maaşın yaklaşık 12 katı olan aylık 400 dolar maaş aldılar.

Esad hükümetini deviren RCA ve diğer aşırılık yanlısı milislerin bu şekilde doğrudan finanse edilmesinin bugün de devam edip etmediği belirsiz. Fakat açık olan bir şey varsa o da Birleşik Krallık ve ABD’nin “dolaylı yoldan” da olsa HTŞ’yi kuruluşundan itibaren desteklediğidir. Bu örtülü destek, HTŞ’nin Şam’a “yıldırım” gibi saldırması ve bugün yönetimi ele geçirmesi için mali, jeopolitik, maddi ve askeri olarak konumlanmasında çok önemli bir rol oynadı.

Esad’ın devrilmesinin ardından, Londra ve Washington’un hedefinin başından beri bu olduğu yorumunu güçlendiren Starmer, bunun sonucunda Birleşik Krallık’ın Batı Asya’da “daha belirgin ve kalıcı bir rol oynayacağını” açıkladı.

Batılı ve bazı bölgesel başkentler, onlarca yıllık Baasçılığı yıkmak için cömertçe finanse edilen, kana bulanmış kampanyalarının görünürdeki başarısını kutlayabilirken, İngiliz istihbaratı uzun zamandır bu sonucun El Kaide’ye “gelecekteki genişlemesi” için daha da büyük bir “istikrarsızlıkla beslenen güvenli sığınak” sağlayacağı konusunda uyarıda bulunuyordu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

2024 İran için zor geçti ama asıl sınav 2025’te

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 2024 yılının İran açısından nasıl geçtiğini özetliyor ve 2025’e dair öngörülerde bulunuyor:

***

İran 2024’ü zor geçirdi ve 2025 daha kolay olmayabilir

Arash Azizi

İran bu yıla 1 Ocak’ta Batı’ya alternatif güç merkezlerini bir araya getiren BRICS’e katılarak hayırlı bir başlangıç yapmıştı. Böylece, geçen yıl Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden kurulması ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmasının ardından diplomatik başarılarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

2022-2023 protestolarının üstesinden geldikten sonra, hükümet yeniden dengesini buluyor gibi görünüyordu. Ancak, çok az kişi İran’ı ne kadar fırtınalı bir yılın beklediğini tahmin edebilirdi. 2024, hükümetin ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in politikalarının sürdürülemezliğinin her zamankinden daha belirgin hale geldiği bir yıl oldu.

Bölgesel olarak Tahran, yıllardır dış politikasının merkezinde yer alan Batı ve İsrail karşıtı milislerden oluşan ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan koalisyonun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hırpalanmasına tanık olmak zorunda kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdürmesiyle birlikte, Eksen üyesi Hamas kapasitesinin büyük bir kısmını kaybetti. İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, Yahya Sinvar’ı ise Gazze’de öldürdü. Ayrıca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün Lübnan’daki pek çok komutanını da öldürdü.

Eksen’in bu şekilde zayıflaması, Suriye’de on yıl süren iç savaşın ardından Beşar Esad hükümetinin devrilmesinde önemli bir etken oldu. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki ana devlet müttefikini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Eksen’i desteklemek, bu yıla kadar Tahran’ın İsrail’le doğrudan askeri çatışmaya girmek zorunda kalmadan mücadelesini sürdürmesini sağlayan bir stratejiydi. Ancak bu “Hamaney Doktrini” İran ve İsrail’in Nisan ve Ekim aylarında ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesiyle başarısızlığa uğradı.

Fırtınalı bir yıl geçiren İran, iki nükleer güç olan İsrail ve Pakistan’a ait toprakların yanı sıra Irak ve Suriye’ye de saldırılar düzenledi. Hamaney’in savaşı ülkeden uzak tutma iddiası o zamandan beri inandırıcı görünmüyor. Ve yıl sona ererken hem Direniş Ekseni hem de Hamaney Doktrini harabeye dönmüş durumda.

İran ayrıca kendisini Batı’dan diplomatik olarak daha da izole olmuş bir halde buldu.

Haziran ayında Kanada, Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alarak ABD’ye katıldı. İranlı-Alman bir siyasi mahkûmun idam edilmesine tepki olarak Berlin, Ekim ayında üç İran konsolosluğunu kapattı. Yılın başlarında da Hamburg’da 1950’lerden beri faaliyet gösteren İran destekli bir camiyi kapattı. Almanya ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına verdiği destek nedeniyle Tahran’a yeni yaptırımlar uygulanmasında Fransa ve ABD’ye katıldı.

İç politikada ise Hamaney ve müesses nizamdaki diğer kişiler baskıların devam etmesinin hükümetleri için iyi olmayacağını anlamış görünüyorlardı. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerine katılım yüzde 40’ta kaldı ki bu İslam Cumhuriyeti tarihindeki en düşük orandı.

Mayıs ayında meydana gelen bir helikopter kazası durumu bir nebze değiştirdi. Bu kaza İran’ın o zamanki muhafazakâr (ve Hamaney’e sadık) Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümüne yol açtı. Bu ani ölüm, Tahran’a reformist ve merkezci grupları tekrar siyasi arenaya dahil etme fırsatı verdi. İki tur cumhurbaşkanlığı seçimi (yine İran tarihindeki en düşük katılımla) sonrasında halk, yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez bir reformisti, Mesud Pezeşkiyan’ı Cumhurbaşkanı seçti.

Pezeşkiyan, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan ve ülkeyi demokratikleştirme sözü veren Muhammed Hatemi gibi reformist seleflerine kıyasla daha mütevazı bir programla seçime girdi. Buna karşılık yeni Cumhurbaşkanı, iyi yönetişim ve internet özgürlüğü ve kadınlar için zorunlu başörtüsü gibi alanlarda sınırlı reformlardan biraz daha fazlasını vaat etti.

Dr. Pezeşkiyan’ın yönetimi daha önce ABD ile müzakerelerde yer almış deneyimli isimlerle dolu. Pezeşkiyan, ülkenin diplomatik izolasyonunu hafifletmek ve halkına ekonomik rahatlama sağlamak amacıyla Batılı güçlerle angajmana geri dönme sözü verdi. Başkanlık görevine zor bir başlangıç yapan Dr. Pezeşkiyan’ın işi oldukça zor.

Muhafazakarların çoğunlukta olduğu Parlamento kısa bir süre önce Pezeşkiyan’ın vaatlerine ters düşen acımasız bir hicap yasasını kabul etti. Salı günü, üyelerinin çoğu Dr. Pezeşkiyan’a karşı sorumlu olmayan Siber Uzay Yüksek Konseyi nihayet WhatsApp ve Google Play üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını kabul etti, ancak bu sadece devede kulak.

Bu arada İran, modern tarihinde çok az örneği olan enerji kıtlığı ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya.

Ancak 2024 yılı İran için ne kadar zorlu geçmiş olsa da Dr. Pezeşkiyan ve ülke için en önemli sınav yeni yılda, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın göreve başlamasıyla başlayacak.

Trump, İran’a karşı “maksimum baskı” politikasını sertleştirme sözü verdi. Son haberlere göre İsrail yönetimindeki birçok kişi İran topraklarına yönelik saldırıları yeniden başlatmayı planlıyor. Trump’ın bu saldırılara onay verip vermeyeceği belirsiz, ancak Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için bu tehdidi kullanacağı kesin.

Trump’ın ikinci dönemi ne kadar tehditkâr görünse de önümüzdeki dört yıl Tahran’a bir fırsat da sunabilir. Seçilmiş başkan İran’la bir anlaşma yapmayı tercih ettiğini defalarca dile getirdi ve Tahran’ın esneklik göstermesi halinde bu anlaşma gerçekleşebilir. Japonya basınında İran yönetiminin Tokyo’dan Tahran ve Washington arasında arabuluculuk yapmasını isteyebileceğine dair haberler çıkmaya başladı bile.

İran hükümeti Trump ile bir anlaşma yapmak istiyorsa, kayıplarını ve İsrail’i “yok etme” yönündeki romantik ama gerçekçi olmayan vaadinin halkına yalnızca izolasyon ve sefalet getirdiği gerçeğini kabul etmeli. Hükümet, başarısızlıklarını kabul etmeli ve bölgedeki güç dengelerine uygun bir anlaşmayı kabul etmelidir. Ayrıca hem Batı ile bir anlaşmaya hem de ülkedeki popüler taleplere verilecek herhangi bir tavize karşı çıkan kendi içindeki muhafazakarlarına karşı koyması gerekecektir.

Yine de riskler, İran’ın müesses nizamı içindeki pek çok kişiyi daha uzlaşmacı bir yol izlemeye motive edecek kadar yüksek. Dolayısıyla yeni yıl ülke için zorlu geçebilecek olsa da tarihi bir değişim ve reform yılı da olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English