DÜNYA BASINI
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Sağcı Almanya için Alternatif (AfD), Almanya’da bir ay içerisinde yapılan üç eyalet seçiminin birini kazandı, diğer ikisinde ikinci parti haline geldi. Federal anketlerde de ikinci sırada yer alan AfD, bariz bir biçimde Doğu Almanya’nın en önemli partisi haline geldi. Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) ile birlikte Alman ana akımına meydan okuyan bu parti, uzun süredir hem siyasi hem de toplumsal düzeyde yıpratılmaya çalışılıyor. Aşağıda okuyacağınız makale, AfD’ye karşı “liberal demokrasi”ye sempatiyle bakan bir muhabirin, Almanya’nın doğusunda AfD’ye veya genel olarak “popülizme” karşı siyasi merkezin çabalarına tanıklık ediyor. Muhabir, “Schorfheide’de AfD’ye çıkan oylar, sivil toplum faaliyetlerine dönük yüksek katılımın, daha iyi ekonomik koşulların, göçmen nüfus yokluğunun veya yüksek katılım oranının, sağcı partiler karşısında kesin bir çözüm olmadığını işaret ediyor,” diyerek sorunun başka bir yerde olduğunun da ipuçlarını veriyor. Kozmopolit liberalizm, Alman doğusunun sorunlarına yanıt üretemiyor.
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor
Paul Hockenos
Foreign Policy
19 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Berlin’in kuzeyinde her yıl düzenlenen Schorfheide Kahvaltısı’nda karı-koca bir çiftten müteşekkil akustik müzik grubu, Marlene Dietrich’in repertuarının da yer aldığı 1960’lar melodileriyle gelenleri eğlendiriyor. Kimler yok ki? İtfaiye gönüllüleri, arıcılar kulübü, yerel futbol takımı, Burkina Faso ile (kız) kardeş şehir projesi gibi düzinelerce sivil toplum örgütü ve gönüllü kuruluş… Arnavut kaldırımlı ana cadde boyunca sıralanarak yerel halka ev yapımı unlu mamuller, meyve dilimleri ve kahve ikram ederek gruplarının faaliyetleri hakkında sohbet etme fırsatı buluyorlar.
Schorfheide, Almanya’nın doğusundaki Brandenburg eyaletinde yer alan ve 22 Eylül’de yapılacak seçimlerde aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin –tıpkı bu ayın başlarında Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde olduğu gibi– rekor kazanımlar elde etmesinin muhtemel olduğu kırsal bir belediye.¹ AfD’nin neo-Nazilerle açık işbirliği içerisindeki radikal sağ bir parti olduğu düşünüldüğünde bu sonuçların yarattığı sarsıntı, ana akım Almanları savaş sonrası demokrasiyi tehlikeye atan en sağ eğilimlerle nasıl baş edilebileceği konusunda çözümler aramaya itiyor.
Bu çözümlerden biri de sivil toplumun demokratikleşmeyi önceleyen uygulamaları. Yani katılımcı yerel örgütlenmelerin toplulukları bir araya getirme ve yerel düzeyde sosyal uyumu pekiştirmeye çalışması. –Milyarder hayırsever George Soros’tan Avrupa Birliği’ne kadar– sivil toplum savunucularının geneline göre, tabandan katılım ne kadar fazla olursa sosyal doku o kadar kalın olur ve dolayısıyla sağ popülistlerin istismar edebileceği atomizasyon ve kasvet de o denli sınırlanır. Diğer bir deyişle, sivil toplum demokratik yaşamın hoşgörü, ılımlılık, uzlaşma, karşıt görüşlere saygı gibi değerlerini besler.
Sivil toplumun zayıf olduğu ya da hiç olmadığı yerlerde ise resmi ya da özel hayırseverler para ve birtakım teknik uzmanlıklar, bilgi birikimi ve deneyimlerle onun gelişmesine yardımcı olabilirler. Bu, Soros’un kurduğu ve dünyanın dört bir yanında demokrasinin desteklenmesi için çalışan Açık Toplum Vakıfları’nın temel taşlarından biridir mesela. Tabii aynı zamanda Almanya’nın doğu eyaletlerinde yürüttüğü politikanın da önemli bir ilkesi.
Sivil girişimleriyle çok sayıda ödül kazanan Schorfheide Belediyesi’nden Peggy Sydow, “Schorfheide Kahvaltıları’nda [aşırı sağcılara] buraların bizim sokaklarımız olduğunu gösteriyoruz” diyor. Bu kahvaltılar, Schorfheide’de STK’ların yeni bağlantılar ve yeni gelenlerle iletişimler kurduğu etkinliklerden sadece biri. Kurulan her stantta kendileriyle ilgili temel bilgiler, toplantı saatleri ve e-posta adreslerini içeren bir broşür bırakıyorlar. “Aşırı sağ burada neredeyse hiç varlık gösteremiyor” diyen Sydow, bu yıla kadar 18 kişilik Schorfheide Belediye Meclisi’nde tek bir aşırı sağcı üyenin dahi bulunmadığının altını çiziyor.
Ancak bu sükûnetli hal her zaman böyle değildi. Schorfheide aslında, hem sivil toplum ve demokrasi teşvikinin nasıl işleyebileceğinin hem de sınırlarının canlı bir örneği. 2008 yılında Schorfheide’ye bağlı 5 bin nüfuslu Finowfurt köyüne taşınan bir aile, satın aldığı bir araziyi neo-Nazi konserlerinin verildiği bir açık hava mekanına dönüştürerek bölgedeki 500 kadar aşırı sağcı genci buraya çekmiş ve burayı Schorfheide’nin genç kuşakları için cazip bir yere dönüştürmüştü. Bahsi geçen bu mülk sahibi, her geçen gün büyüyen aşırı sağ çevreden herhangi biri değildi, bir neo-Nazi partisinin Brandenburg lideriydi. Sydow, bu zorbaların tüm hafta sonu boyunca süren festivalleri sırasında bölgede nasıl görkemli geçit törenleri yaptıklarını anlatıyor.
Böylesi bir tehdit karşısında kasaba sakinleri bir araya gelerek aşırı sağın taktik ve şiddet gösterilerine karşı kendilerini savunmak için bölge halkını, sendikaları ve yerel yönetimleri harekete geçirdi ve devlet tarafından finanse edilen bir girişim olan Aşırı Sağcılığa Karşı Mobil Danışma Ekipleri’nin (MBR) Brandenburg şubesine katıldı. Almanya genelinde mücadele yürüten 55 MBR, aşırı sağ tarafından işgal edilen kamusal alanların (kent meydanlarından Twitter’a kadar) geri alınmasını sağlamak için yerel topluluklara demokratik kültürü aşılamaya çalışıyor. Her MBR’de sosyal hizmet uzmanları ve sosyal bilimcilerden hukuk uzmanlarına ve ırkçılık karşıtı aktivistlere kadar çeşitli uzmanlardan oluşan iyi bir ekip görev yapıyor.
Belediye, MBR’nin de desteğiyle, 2011 yılında Schorfheide Kahvaltısı’nı sivil grupları güçlendirmek ve arkalarını sağlamlaştırmak için hayata geçirmişti. MBR’lerin ardında yer alan temel fikir, kamusal alanı işgal ederek aşırı sağı “dışarıda bırakmak” idi. Ne var ki neo-Nazileri Schorfheide’den nihai olarak kovan asıl taktik, yasal yollara başvurulmasıyla oldu. Organizatörlere aşırı gürültü, gerekli sıhhi tesislerin bulunmaması ve gamalı haç ve imparatorluk Almanya’sı bayrağı gibi Nazi sembollerinin alenen sergilenmesi gibi sebeplerle para cezaları kesildi. Zamanla cezalar birikti, faaliyetler azaldı ve aile bölgeden taşınmak zorunda kaldı.
Schorfheide’nin bu türden siyasi hamleleri uzak tutma yöntemi, sivil toplumu daha da zenginleştirerek kamunun sıhhatini, 50’den fazla sivil, gönüllü grup ve zengin bir kültürel etkinlik programı eliyle korumak ile oldu. Sydow [programın bölgede tuttuğunun bir ispatı olarak] “Neo-Naziler gittikten sonra aşırı sağ burada tutunamadı” diyor.
Ancak Sydow’un bu iddiası biraz abartılı gibi. Schorfheide’nin hikayesi pek çok açıdan umut verici olsa da orası dikensiz bir gül bahçesi değil. Nitekim haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Schorfheide seçmenlerinin yaklaşık yüzde 31’i AfD’ye oy verdi; bu oran Brandenburg geneli (yüzde 28) ve Doğu Almanya (yüzde 29) ile kıyaslandığında ortalamanın üzerinde. Aynı gün Schorfheideliler belediye meclisindeki 18 sandalye için de oy kullandı. AfD, AB seçimlerindeki kadar oy toplayamadı –yüzde 22’de kaldı (Brandenburg’da yüzde 27 oy almıştı)– ama yine de Schorfheide’nin belediye ofislerinde kaşları çatmaya yetti. Kahvaltı etkinliğinde konuştuğum hemen herkes aynı açıklamanın başka bir versiyonunu dile getirdi: “AfD’nin aldığı bu yüksek oy oranı, Berlin’deki üç partili hükümetin başarısız performansı ile bağlantılı düşünülmeli.” AfD’nin oyları belediye meclisinde dört sandalye kazanmasını sağlasa da parti sadece bir aday gösterdi, dolayısıyla diğer üç sandalye boş kaldı. Kulağa biraz tuhaf gelse de Schorfheide, seçmenlerinin beşte biri ila üçte biri arasında değişen bir kısmının AfD için oy kullanmasına rağmen hâlâ demokratik canlılığın kalesi olmaya devam ediyor.
Schorfheide’de AfD’ye çıkan oylar, sivil toplum faaliyetlerine dönük yüksek katılımın, daha iyi ekonomik koşulların, göçmen nüfus yokluğunun veya yüksek katılım oranının, sağcı partiler karşısında kesin bir çözüm olmadığını işaret ediyor. Ama elbette, on yıllık MBR ve diğer demokrasi teşvik çabalarının da gösterdiği gibi, sivil toplum bu partilerin yerellerdeki varlığını ve etkisini engelleme potansiyeline sahip. Şu ana kadar yoğun sivil toplum katılımı ile 2024 seçimlerindeki oy verme eğilimleri arasındaki ilişkiyi ölçen güncel herhangi bir çalışma yapılmadı. Ancak 2019 yılında Thüringen eyalet seçimleri üzerine yapılan bir araştırma, aşırı sağın daha kırsal, düşük katılımlı, ekonomik refahın istikrarsız olduğu ve ticari işletmelerin, altyapının, sendikaların, kaliteli sağlık hizmetlerinin veya okulların eksikliği gibi zayıf özelliklere sahip topluluklarda kök salabildiğini gösteriyor.
MBR Brandenburg’dan Markus Klein, AfD’nin Schorfheide belediye meclisi seçimlerinde düşük bir oy almasını anlamlı buluyor: “AB seçimlerinde AfD’ye verilen oylar sembolik bir protestoydu. Ancak ikincisinde, işleri halledebileceklerini bildikleri yerel politikacılara sadık kaldılar.” Klein, “Yerel siyasette, hala ‘aşağıda biz’, ‘yukarıda onlar’ zihniyeti var” diye ekliyor.
Schorfheide’nin oy verme eğilimi ile dinamik bir sivil toplum yaşamı arasındaki kopukluğa rağmen, üçüncü sektör olarak adlandırılan sivil toplumun dışarıdan bir müdahale noktası olarak hayli etkili bir potansiyel sunduğu ve tıpkı Schorfheide’de olduğu gibi, yerel toplulukları aşırı sağın yerel saldırılarına karşı daha dirençli hale getirdiğine ilişkin geniş bir fikri mutabakat var. Bu nedenle Brandenburg ırkçılık karşıtı ve queer girişimler, yurttaşlık eğitimi, MBR’ler ve benzeri birçok somut girişim için toplam 6 milyon avroluk bir devlet fonu alıyor. Klein, bu paraların aşırı sağı etkisiz hale getirdiğinden emin olduğunu ancak halen daha fazla finansmanın gerekli olduğunu söylüyor: “Evet, daha fazla fon gerekli, lakin sivil toplum para ile satın alınamaz. Orada, yerinde, bunu gerçekleştirmek isteyen insanlar olması gerekir.”
2015 yılından bu yana federal hükümetin bayrak gemisi olan Yaşasın Demokrasi! [Demokratie Leben!] programı, [2023’teki] 182 milyon avroluk bütçesiyle “Almanya’nın dört bir yanındaki belediyelerde ve ilçelerde demokrasiyi ve çok sesliliği güçlendirmek ve belli gruplara dönük düşmanlıkla mücadele edebilmek için eylem stratejisi geliştirmelerine” yardımcı oluyor. Programın ülke genelinde taban inisiyatiflerinden ve siyasi eğitim projelerinden oluşan geniş yelpazesi etkileyici olsa da programın başladığı yıl, yani 2015’te siyasetin ana akımına doğru hızla yükselişe geçen AfD gibi liberal olmayan partilerin yükselişini engellemekte yetersiz kaldığı da açık bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Mesele hakkında çok satan bir kitabın yazarı sosyolog Steffen Mau gibi konunun yakın gözlemcileri, Doğu Almanların büyük bir çoğunluğunun demokratik bir devlette yaşamak istediklerini ve gündelik yaşamlarında da demokrasi pratiklerini uyguladıklarını ancak Batı Alman siyasi partileriyle ilişki kurmakta zorlandıkları sonucuna varıyor. Gerçekten de bu partiler doğu eyaletlerinde üye kazanma konusunda açıkça başarısız oldular. AfD her ne kadar aslında öyle olmasa da kendisini otantik bir Doğu Alman partisi ve yurttaşların çıkarlarını temsil eden bir parti gibi göstermeyi başardı – tıpkı yeni kurulan Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) gibi. İlginçtir ki, bu yılın başlarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Schorfheide seçmenlerinin yalnızca yüzde 34’ü Batı Almanya’nın geleneksel partileri addedilen Hıristiyan muhafazakârlar, sosyal demokratlar, yeşiller ve liberallerden birine oy verdi. Belediye seçimlerinde bu oran çok daha düşüktü ve nihayetinde en çok oy alan yerel seçimlerde yarışan bir sivil inisiyatif olan Bündnis Schorfheide [Schorfheide İttifakı] oldu.
Batı Almanya’nın partilerinin veya gündemlerinin Doğu Almanya seçmenlerine hitap etmediği artık her geçen gün daha da netleşiyor. Doğulular yeni yollar, sosyal tesisler, toplu ulaşım ve okul gibi yerel öncelikler için yerel yüzlere güveniyorlar. Alman politikacılar buna direnmek yerine, bunu kabullenmelidir belki de. Demokratie Leben! gibi programlar sivil demokrasiyi güçlendiriyor ve bu yüzden yaygınlaştırılmalı. Alman STK dünyası aylardır Federal Meclis’te takılıp kalan ve her yıl yeniden başvurdukları hibelerin aksine uzun vadeli ve kalıcı finansmana erişim sağlayacak olan Demokrasiyi Teşvik Yasası’nın geçmesini sabırsızlıkla bekliyor. Ayrıca Schorfheide’de olduğu gibi kolluk gücünün ve adalet sisteminin de yanlarında olmasına ihtiyaçları var, ancak bu yine de Doğu Almanya’nın her yeri için geçerli değil.
Doğu’daki güçlü AfD oyları Almanya’nın siyaset kurumuna açık bir mesaj veriyor: Ya bizimle birlikte yerel düşünün ya da yoldan çekilin.
¹ Bahsi geçen 22 Eylül’deki Brandenburg eyalet meclisi seçimlerinde 1990’dan bu yana aralıksız olarak bölgeyi yöneten SPD yüzde 30,9 civarında oy alırken, AfD yüzde 29,2 ile ikinci sırada yer aldı. SPD’nin birinciliği kıl payı elde ettiği seçimlerde AfD, eyalet genelinde 2019 seçimlerine göre oyunu 6,5 puan artırmış oldu. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
Scholz sürpriz Kiev ziyaretinde 650 milyon avroluk silah yardımı sözü verdi
-
Volkswagen işçileri iş bıraktı
-
ABD, Almanya, Britanya ve Fransa’dan ortak Suriye açıklaması
-
Avrupa’dan savaşa hazırlık manzaraları
-
AB rekabetçilik anlaşmasına Alman-Fransız nükleer kavgası engel oluyor
-
İsveç, Northvolt’un iflasından AB’nin “saflığını” sorumlu tutuyor
İsrail, Husilerin çok düşük maliyetlerle Yemen’den ateşlediği füze ve İHA’ları durdurmak için önemli bir mali bedel ödüyor. Bunun sürdürülebilir olmadığını bilen İsrail Husilerle mücadelenin farklı yollarını aramaya başladı. Bu noktada İsrail’in aradığı çözümlerden biri olarak Afrika’daki başka bir krizin göbeğinde bulunan Somaliland’ın öne çıktığı basına yansımıştı.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Somaliland’a teklifini ve bölgedeki kamplaşmayı ele alıyor. Makale, İsrail’den yayın yapan Haaretz’de yayınlandı ve İsrail’in stratejik çıkarlarını önceleyen bir üsluba sahip. Ancak hem Somaliland konusundaki genel kamplaşma hem de İsrail’in hedefi ile ilgili derli toplu bilgi sunması açısından dikkate değer bir çalışma. Olası bir İsrail-Somaliland işbirliğinin Mısır-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceği konusuna değinmemiş olması tek eksikliği olabilir.
***
Tanınmayan Somaliland devleti nasıl oldu da Somali ve Etiyopya’nın yanı sıra Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmaların da odağı haline geldi? Ve Mısır ondan ne istiyor?
Nadan Feldman
19 Temmuz gecesi, bir İHA Tel Aviv’in sahilleri üzerinde alçalarak ABD Büyükelçiliği binasına yakın bir noktada uyumakta olan Evgeny Freder’i öldürdü. İsrail savunma sistemi hazırlıksız yakalanmıştı. Yemen’den, yaklaşık 2.000 kilometre (1.200 mil) uzaklıktan fırlatılan küçük, yavaş ve hantal bir hava aracının İsrail’in gelişmiş hava savunma sistemlerini aşarak Tel Aviv üzerinde dolaşabileceği, bir kişiyi öldürüp 10 kişiyi yaralayabileceği ve paniğe yol açabileceği kimsenin aklına gelmemişti.
Saldırı, Arap Baharı’ndan bu yana Suudi Arabistan ve İsrail ile çatışmalarında İran için finanse edilen ve silahlandırılan bir vekil haline gelen Yemen’deki Husilerin operasyonel kabiliyetlerini ortaya koydu. O zamana kadar Husi tehdidine karşı askeri yanıt vermeyi ABD ve İngiltere’ye bırakan İsrail, Yemen’den gelen tehdidi bertaraf etmek için kendi çözümlerini bulması gerektiğini anladı.
İsrail ayrıca Husilerin düşük maliyetli bir İHA’yı ülke içine her fırlattığında savaş uçaklarını Yemen’e uzun ve maliyetli baskınlar düzenlemek için gönderemeyeceğini fark etti. Özellikle de Husilerin dünyanın en büyük İHA stoklarından birine sahip olduğu göz önüne alındığında İsrail daha verimli alternatifler aramak zorunda kaldı.
Bu alternatiflerden biri, uluslararası arenada tanınmayan küçük ve uzak bir devletle ilgili. Bu devlet, son bir yıl içinde patlamaya hazır bölgesel bir mücadelenin ve yoğun jeopolitik çıkarların arenası haline geldi.
Bu yer, 1991 yılında ana devlet Somali’den ayrılan ve uluslararası güvenceler olmaksızın bağımsızlığını ilan eden Müslüman Issa kabilesi tarafından yönetilen Somaliland’dır. O tarihten bu yana bir yandan ülkeler tarafından tanınmaya çalışırken diğer yandan öncelikle bu bölgeyi yeniden kontrol altına almak isteyen Somali başta olmak üzere bölgesel tehditlere karşı kendini güçlendirmeye çalışıyor.
Uluslararası hukuk Somaliland’ı sadece Somali içinde özerk bir bölge olarak tanıyor ve 2024 yılına kadar, kendisi de tanınmayan bir devlet olan Tayvan dışında, tek bir ülke bile onu bağımsız bir ülke olarak tanımadı.
Bu durum önemli ekonomik sonuçlar doğuruyor. Somaliland uluslararası ticarete katılamıyor, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlardan mali yardım alamıyor ve ekonomik olarak kendi kendine yetmek zorunda. Bu nedenle bölgede deniz korsanlığı artıyor.
Somaliland’ın bağımsızlık talebi Afrika’daki sömürge dönemine kadar uzanıyor. 19. yüzyılın sonlarında Britanya ve İtalya, Somali topraklarında kontrolü ele geçirerek günümüz Somaliland’ına karşılık gelen bölgede Britanya protektorası kurdu. II. Dünya Savaşı’nda Britanya, Mussolini’nin faşist İtalya’sına ait olan İtalyan Somaliland’ını işgal ederek iki bölgeyi birleştirdi ve bu birleşik topraklar, Britanya İmparatorluğu içerisinde siyasi bir birim olarak faaliyet gösterdi. 1960 yılında birleşik Somaliland bağımsızlığını kazandı ve Somali Cumhuriyeti kuruldu. Ülkenin merkezi hükümetinin 1991 yılında çökmesi ve şiddetli iç savaş, Somaliland bölgesinin ana devletten ayrılmasına yol açtı.
On yıllardır ölümcül iç savaşlarla boğuşan ve bu dönemin bir kısmında başta Eş-Şebab olmak üzere İslami milisler tarafından yönetilen Somali’nin aksine, 6.2 milyon nüfuslu Somaliland, adil ve özgür seçimler ve istikrarlı demokratik kurumlar da dahil işleyen bir demokratik rejimi kan dökmeden sağlamlaştırmayı başardı. Somali’nin başkenti Mogadişu’da hâkim olan anarşi, Somaliland’ın başkenti Hargeisa’daki huzurla keskin bir tezat oluşturuyor.
İsrail ve Somaliland’ın iki temel noktada benzer olduğu söylenebilir: Her ikisi de otoriter rejimlerin ve ölümcül savaşların yoğun olduğu bölgelerde yer alan küçük ve savunmasız demokrasiler. Ayrıca her ikisi de uluslararası toplum nezdinde egemenlik sorunlarıyla karşı karşıya ve yok edilmelerini isteyen düşmanları var.
Etiyopya’nın hamlesi
17 Ekim’de Katar yanlısı haber sitesi Middle East Monitor, İsrail’in Yemen’in Aden şehrinin karşısında yer alan Somaliland’a her iki tarafın da çıkarına olacak gizli bir teklifte bulunduğunu bildirdi: İsrail, Somaliland’da askeri bir üs kuracak ve bu üs, Husilere yönelik saldırılar ve onları caydırmak için kullanılacak. Bunun karşılığında ise İsrail, Somaliland’ı resmen tanıyacak ve ülkeye mali yatırımlar yapacak.
Diplomatik kaynaklara dayanan habere göre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) iki ülke arasında arabuluculuk yapıyor. BAE, Somaliland’ı askeri üssün inşasına izin vermeye ikna etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu üssün finansmanını da üstlenecek. İsrail ile 2020 İbrahim Anlaşması’nı imzalayan BAE’nin böyle bir anlaşmadan çıkarı olduğu açık zira Husiler kendisi için de bir güvenlik tehdidi haline geldi ve Somaliland’daki İsrail askeri güçleri bu tehditle mücadelede BAE’ye kesinlikle yardımcı olacak.
Yabancı basına göre geçen yıllarda Somaliland, Berbera limanına yaptığı 440 milyon dolarlık yatırım karşılığında BAE’nin Berbera limanını ve havaalanını Yemen’deki askeri faaliyetleri için bir üs olarak kullanmasına izin verdi. BAE’nin bu arabuluculuğu, İsrail ile askeri iş birliği çerçevesinde gerçekleşiyor. İddialara göre iki ülke, Aden Körfezi’nde, Yemen yakınlarındaki dünyanın en uzak ve ekolojik olarak en çeşitli adalarından biri olan Sokotra Takımadaları’nda ortak bir askeri-istihbarat üssü kurmuş durumda.
İsrail ile Somaliland arasındaki temasları ilk olarak haberleştiren Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü araştırmacısı Ahmet Vefa Rende, “Somaliland’ı bağımsız bir devlet olarak tanımanın İsrail için sayısız avantajı var” diyor: “Bunlar arasında ulusal güvenliğini arttırmak, bölgesel tehditlere karşı koymak, yeni ekonomik fırsatlar yaratmak, diplomatik ilişkileri geliştirmek ve bölgedeki demokratik yönetişimi desteklemek yer alıyor. Stratejik konumu ve kaynakları nedeniyle pek çok gücün pay kapmak için yarıştığı bölgede İsrail’in, pek çok ülke tarafından dışlanan yerel ortağı Somaliland aracılığıyla yarışa girmesi bekleniyor.”
Bölgesel güçler için Somaliland’ın Afrika Boynuzu’ndaki konumu ona ekonomik cazibenin yanı sıra stratejik bir önem de kazandırıyor. Dünya deniz taşımacılığının üçte birinin geçtiği Babülmendep Boğazı’nın girişinde yer alan Somaliland, körfez boyunca uzanan uzun kıyı şeridi sayesinde Doğu Afrika, Orta Doğu, Arap Denizi ve oradan da Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir deniz erişimine sahip.
Bu deniz ticareti ağında en önemli unsur ise Kızıldeniz bölgesi. Son bir yılda Husi saldırıları nedeniyle Kızıldeniz’deki nakliye rotaları uluslararası gerilimlerin odak noktası haline geldi ve bu durum tüm küresel ticareti etkiledi. Geçen yıl aralık ayında çok sayıda firma Kızıldeniz yakınlarındaki gemi seferlerini durdurmak zorunda kaldı. Husilerin iki gemisine saldırmasının ardından Maersk bu konuda ilk adım atan şirket oldu. Onu Çin’in OOCL, Almanya’nın Hapag-Lloyd, Fransa’nın CMA CGM ve dünyanın en büyük denizcilik firması Mediterranean Shipping Company (MSC) izledi.
14 Aralık 2023’te Husiler Babülmendep Boğazı’nı kapattıklarını duyurdular ve tam bir ay sonra Yemen’in Hudeyde limanından bir Amerikan gemisine füze attılar. Füze düşürüldü. Husilerin füzeyi ateşlemesi Amerikan güçlerinin düzenli deniz trafiğinin yeniden başlamasını sağlamak için limana saldırmasının ardından gerçekleşti. Husiler terörist faaliyetlerinin yanı sıra İHA ve balistik füzeler kullanarak İsrail’deki hedefleri vurma çabalarını da sürdürdü.
18 Temmuz’da ABD ve İngiltere Hudeyde’nin uluslararası havaalanına ortak bir saldırı düzenledi ve iki gün sonra İsrail Hava Kuvvetleri, Amerikalılar ve Suudi Arabistan ile koordineli olarak Hudeyde limanına bir saldırı gerçekleştirdi. Tüm bunlar, İran’ın Kızıldeniz bölgesinde nüfuz kazanmaya yönelik çabalarına ilişkin İsrail’in duyduğu endişenin arka planında gerçekleşti. Bu çabalar, artan Husi terör faaliyetleri ve İran savaş gemileri ile istihbarat gemilerinin bölgede varlık göstermesi şeklinde ayyuka çıkıyor.
Başlıca aktörler
Husilerle yaşanan gerilimlere rağmen, İsrail, Somaliland çevresindeki çıkar çatışmalarında sadece ikincil bir oyuncu konumunda. Bu çatışmada üç ana aktör bulunuyor: Somali, Etiyopya ve Türkiye. Bunun yanı sıra Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Sudan ve komşu Cibuti de bu süreçte etkilerini hissettiriyor. Tüm bunların üzerinde ise dünyanın iki süper gücü; ABD ve Çin yer alıyor.
Büyük endişe, Somaliland’ın geleceği konusunda Somali ve Etiyopya arasında gelişen krizin, diğer ülkeleri de içine çekerek kanlı bir çatışmaya dönüşmesi. Bu senaryo, İsrail ve İran arasında Yemen’deki Husi vekili üzerinden süregelen savaş, Afrika Boynuzu’ndaki cani İslamcı milislerin varlığı ve Somali ile Etiyopya’nın kanlı geçmişi göz önüne alındığında oldukça olası. İki ülke, 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen iki savaş da dahil bölgesel çatışmalarla dolu bir geçmişe sahip.
Mevcut krizi tetikleyen adım, 2024 yılının ilk gününde gerçekleşti. Somali’ye komşu olan ve denize kıyısı olmayan Etiyopya, Somaliland ile tarihi bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma, Etiyopya’ya Berbera Limanı üzerinden Aden Körfezi’ne erişim hakkı sağlıyor ve karşılığında Etiyopya, Somaliland’ın bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor. Etiyopya tarafından tanınmak Somaliland için diğer Afrika ülkeleri ve hatta diğer ülkelerin de bu adımı atmasına yol açacak önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
Kendisini Afrika’da bölgesel bir güç olarak gören ancak ekonomik kırılganlık ve yaygın yoksulluktan mustarip olan Etiyopya için denize erişim, finansal büyüme ve daha fazla jeopolitik güç için önemli bir anahtar. 130 milyondan fazla nüfusa sahip olan Etiyopya, dünyada denize kıyısı olmayan en kalabalık ülkesi konumunda.
Yapılan anlaşma, Etiyopya’nın Berbera Limanı’nda bir askeri deniz üssü kiralamasına ve bu limandan ticaret yapmasına olanak tanıyor. AFP’nin haberine göre, Somaliland, Etiyopya’ya kıyılarının 20 kilometrelik (12 mil) bir bölümünü 50 yıllığına kiralamayı ve burada bir deniz üssü ile ticari liman kurmasına izin vermeyi kabul etti.
Bu adım, son yıllarda Berbera Limanı’nı kendi çıkarları doğrultusunda geliştiren ve burada deniz ticaretini teşvik eden BAE sayesinde mümkün oldu. Anlaşma aynı zamanda Somaliland’ın ekonomik çıkarlarına da hizmet ediyor; Etiyopya gibi büyük bir ülkenin liman faaliyetlerinden, gümrük gelirlerinden ticari iş birliklerine kadar birçok fayda sağlaması bekleniyor.
Somali anlaşmaya sert tepki gösterdi ve hükümet anlaşmayı yasadışı ve bölgesel istikrara yönelik bir tehdit olarak ilan etti. Somali hükümeti, Etiyopya büyükelçisini nota vermek için çağırdı ve Somali, büyükelçisini Addis Ababa’dan geri çekti. Somali hükümetinden yapılan açıklamada, “Somali hükümeti, Etiyopya’nın eylemlerini Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün bariz bir ihlali olarak kabul ediyor” denildi ve Somali’nin topraklarını “tüm yasal yollarla” savunacağı vurgulandı.
Bu arada Somali, Ankara’nın Afrika’daki, özellikle Kızıldeniz bölgesindeki etkisini artırmak için son yirmi yılda önemli bir müttefik haline gelen Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek için harekete geçti. Somali, Türkiye ile bir güvenlik ve deniz işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, Türkiye’ye Somaliland açıkları da dahil Somali’nin karasuları üzerinde kontrol sağlıyor. Karşılığında, Türkiye tarafından çıkarılacak kaynaklardan özellikle ham petrol ve doğalgaz rezervlerinden elde edilen gelirlerin bir kısmı Somali’ye aktarılacak.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında Somali’ye yaptığı ve iç savaştan zarar görmüş ülkeye mali yardım sağlama ve temel eğitim ve sağlık hizmetlerini yeniden başlatma sözü verdiği ziyaretin ardından Afrika Boynuzu bölgesindeki etkisini artırmaya başladı. Ardından Türkiye, Somali’de altyapı ve araştırma projeleri, Somali kıyılarında petrol ve gaz aramaları, Somali ile komşuları ve ülke içindeki muhalif güçler arasında arabuluculuk faaliyetleri gibi birçok alanda etkisini genişletti. En önemli adım ise 2017 yılında Mogadişu’da Türkiye’nin en büyük denizaşırı askeri üssünün inşa edilmesi oldu. Bu üs, Somali askerlerinin eğitimi için tasarlandı. Ayrıca Türkiye, Çin’in Afrika’daki yatırımlarında yaşanan yavaşlamadan faydalanarak, BAE ve Mısır gibi, bölgedeki ekonomik etkisini artırdı.
Bu süreçte Türkiye, Somali ile Etiyopya arasında Somaliland krizi konusunda bir uzlaşma sağlamak için, Etiyopya ile olan iyi ilişkilerini kullanarak arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Somali ise Erdoğan’ın kararlarına bağımlı hale gelmek istemediğinden, Türkiye’ye bağımlılığını azaltmak amacıyla bu yıl Mısır ile bir güvenlik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma kapsamında, gerilimin artması durumunda Mısır, Somali’ye asker ve askeri ekipman göndermeyi taahhüt etti. Son yıllarda Mısır ile Türkiye arasındaki ilişkilerin iyileşmesine rağmen Kahire, Türkiye’nin Mısır’ın güneyinde artan nüfuzundan endişe duyuyor ve Afrika Boynuzu’nda kendi nüfuzunu arttırmaya çalışıyor.
Türk bağlantısı
Şimdi ise Türkiye, İsrail de dahil tüm bölge için güvenlik sonuçları olacak bir önemli bir adım atmak istiyor. Eylül ayında Bloomberg, Erdoğan’ın temsilcilerinin Somali topraklarında uzun menzilli bir füze fırlatma test sahası kurulması konusunda Somali ile görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Afrika’nın doğusunda yer alan Somali, Türkiye’nin geliştirdiği 565 kilometre (351 mil) menzile sahip ve Tayfun olarak bilinen balistik füzelerini test etmesine olanak tanıyacak. Buna ek olarak Türkiye’nin Somali topraklarından uzaya roket fırlatma denemeleri yapmayı düşündüğü bildiriliyor. Türk hükümeti, Erdoğan’ın, ülkesinin gücünü ve prestijini artırma arzusunun bir parçası olarak yıllardır bir uzay programını teşvik ediyor ve dünya güçleri kulübüne katılmayı hedefliyor.
Füze programı, Erdoğan’ın füzelerinin mevcut menzilini iki katına çıkarma hedefi nedeniyle Türkiye’nin komşuları arasında endişeye neden oluyor. Erdoğan, 2023’te Türkiye’nin gizli füze programının ortaya çıkmasının ardından “Bugün itibariyle füzelerimizin menzili 565 kilometre. Bu yeterli değil. Bunu 1.000 kilometreye çıkaracağız” demişti.
Mayıs 2023’te Tayfun füzesi başarılı bir şekilde test edildikten sonra üretime girdi. Türkiye’nin, komşularının gözlerinden uzak, 1.000 kilometre menzilli füze fırlatma kapasitesine ulaşmak için Somali’de testler yapmakla ilgilendiği değerlendiriliyor. Saldırgan açıklamalarıyla tanınan Erdoğan, 2022’de Atina’yı tehdit ettiğinde Yunanistan’da gerçek bir endişeye neden olmuştu. Erdoğan’ın, Karadeniz yakınlarındaki bir etkinlikte, “Şimdi füzelerimizi inşa etmeye başlıyoruz. Tabii bu üretim Yunanlıları korkutuyor. ‘Tayfun’ dediğinizde Yunanlı korkuyor ve ‘Atina’yı vuracak’ diyor. Tabii ki vuracak” sözlerine dikkat çekiliyor.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilim, 200 yıldır devam ediyor ve 19. yüzyılın sonlarından 1922’ye kadar iki ülke arasında dört şiddetli çatışma yaşandı. Ayrıca Türkiye, 1974’te Kıbrıs’taki iç savaş sırasında, dönemin Kıbrıs lideri Başpiskopos 3. Makarios’un Yunanistan ile birleşme arzusunu açıklamasının ardından işgal ettiği Kuzey Kıbrıs’ı hala kontrol altında tutuyor.
Peki Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir füzeye ne ihtiyacı var? Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi ve Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü’nde Türkiye uzmanı olan Hay Eytan Cohen Yanarocak, “Türkiye bölgesel bir güç ve İran ile rekabet halinde. Füzeleri mevcut menzilde olduğu sürece sadece Yunanistan’ı tehdit edebilir” diyor.
-Ya İsrail? Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir balistik füzesi, bizi doğrudan menzil içine alıyor.
-Yanarocak: Doğru, ancak Erdoğan’ın Yunanistan’a yönelttiği türden bize karşı resmi bir açıklama yok.
-Gazze’den çekilmezsek Erdoğan bizi füzelerle tehdit edebilir.
-Yanarocak: Henüz o aşamaya gelmedik. Ancak Erdoğan söz konusu olduğunda ciddi bir tehdit potansiyeli var.
Cohen Yanarocak Türkiye’nin Afrika’daki stratejisinin işe yaradığını savunuyor. “Askeri varlığı ve yumuşak güç unsurları sayesinde Türkiye Doğu Afrika’da, özellikle de Afrika Boynuzu’nda kilit bir oyuncu haline geldi. Türkiye’nin Doğu Afrika ülkelerinde politika değişikliği başlatma kabiliyeti, bölgedeki Türk etkisinin zirve noktasıdır” diyor.
Türkiye’nin başarı öyküsündeki en önemli unsurun saygı olduğunu söylüyor: “Afrika ülkelerine sömürgeci, etnomerkezci bir tavırla yaklaşan süper güçlerin aksine Türkiye, benzer dini ve kültürel kodlara sahip olan Afrikalılara, özellikle de Müslüman Afrika ülkelerine saygı gösteriyor. Afrikalılar bunu hissediyor.”
Bu arada, Somaliland çevresinde tırmanan kriz, bölgedeki en küçük ve en zayıf ülke olan Cibuti tarafından çözülebilir. Somaliland, Etiyopya, Eritre ve Kızıldeniz arasında sıkışmış olan Cibuti’nin nüfusu yaklaşık bir milyon. Küçük boyutuna rağmen, stratejik konumu sayesinde başta Amerika, Çin ve Fransa olmak üzere birçok yabancı limana, deniz ve hava üssüne ev sahipliği yapıyor. Cibuti, krizi sona erdirmek amacıyla Somaliland’a alternatif olarak kullanılabilecek bir deniz limanını Etiyopya’ya teklif etti.
DÜNYA BASINI
Haaretz: Dökülen kan miktarı başarı ölçütü mü?
Yayınlanma
5 gün önce28/11/2024
Yazar
Harici.com.trİsrail’in deneyimli gazetecilerinden Gideon Levy, Lübnan’daki ateşkesle ilgili kaleme aldığı köşe yazısında İsrail’in savaşla hiçbir şeyi elde etmediği üstelik itibarını kaybettiği ve gelecek için umut vaat eden hiçbir vizyonu olmadığını vurguluyor:
***
Hiç kimse boşuna verilen bir İsrail savaşının daha kısmen sona ermesini kutlamıyor
Gideon Levy
Çarşamba günü, kuzeydeki gereksiz bir İsrail savaşı daha, asgari bir muhalefet ve burukluk, acı ve zaman zaman öfkeyle sona erdi. Ölüler toprağa verildi -her zamanki oran korunarak: yaklaşık 4.000’e karşılık 100. Yaralılar rehabilitasyon görüyor, yas tutanlar matem içinde ve travma sonrası şok yaşıyor, evler harabe halde ve bu anlamsız savaşın sonunda hiçbir şey, patlak verdiği zamandan daha iyi değil. Salı akşamı Başbakan’ın yaptığı kapanış konuşması bunu açıkça gösterdi.
Kuzeydeki ateşkes vesilesiyle yaptığı moral bozucu konuşmada, Binyamin Netanyahu savaşın “başarılarını” sıraladı: Kaç kişiyi öldürdüğümüzü ve ne kadar yıkım yaptığımızı anlattı; sanki dökülen kan miktarı ve yıkımın boyutu bir başarı ölçütüymüş gibi. “Beyrut’ta yer yerinden oynadı” diye övündü. Peki ya sonra? İsrail bu sarsıcı yıkımdan ne fayda sağladı? İntikam arzusunu tatmin etmek dışında? Silah sanayisi ve savaş baronları dışında kim ne kazandı?
Netanyahu, farklı bir gelecek için en ufak bir umut kırıntısı bile sunma zahmetine girmedi. Sadece bir sonraki rauntta da öldürmeye ve yıkmaya devam edeceğimizi vaat etti. İsrail’in tek vizyonu, sonsuza dek kılıçla ve yalnızca kılıçla yaşamaya devam etmek.
Çoğu İsrailli de benzer bir ruh haline sahip. Bazı muhalifler ateşkese karşı çıktı, Bibi yanlıları ise rahatsızlık içinde yutkunup kıvrandı. Bir başka savaş, herhangi bir siyasi kampta sevinç yaratmadan sona eriyor. Bu topraklarda bu tür duygular savaşların başlangıcına saklanır, sonuna değil.
O halde bu şiddet gösterisi hangi amaca hizmet etti? İsrail artık daha güvenli bir yer mi? Galile daha mı güvende? Ülkenin uluslararası itibarı mı düzeldi? Ekonomi mi? Halkın ruh hali ya da morali mi? Herhangi bir şey iyileşti mi? Sadece yeniden biriken ve benzeri görülmemiş boyutlara ulaşan hasar var.
Savaşın ilk gününden itibaren iki cephede savaşmanın daha iyi bir gelecek getirmeyeceği açıktı. Tüm amacı kamuoyunu tatmin etmek olan cezalandırıcı savaşlara giriştiğinizde böyle olur. Söyledikleri şu: “Başka çare yok. Onlar başlattı.” Kendilerini savunduklarını iddia ettiler. Bunların hepsi doğru olabilir, ancak hızla yeni komuta kademelerini ortaya çıkaracak toplu suikastlar ve dünya çapında her zamankinden daha haklı olarak yakıcı nefreti ortaya çıkaran toplu katliam ve yıkım dışında hangi hedeflere ulaşıldı?
İsrail Lübnan ve Gazze’de askeri olarak kazandı ama diğer her açıdan kaybetti. İsrail’in liderleri Lahey’de aranıyor ve vatandaşları dünyada dışlanıyor. Gazze ve Lübnan iki seçim savaşıydı. Başından beri, bu savaşları yürütmenin caiz ama aynı zamanda korkunç derecede aptalca olacağı açıktı.
Gazze’ye karşı böylesine korkunç bir savaşı 7 Ekim’den sonra bile yürütmemek mümkün ve gerekliydi. Savaş ölüleri ya da rehineleri geri getirmedi. Hizbullah’a karşı savaş açmamak da mümkün ve gerekliydi. Salı günkü anlaşmayla elde edilen şey savaş olmadan da elde edilebilirdi, Gazze’deki savaşın sonlandırılmasıyla. Dolayısıyla İsrail’in başka seçeneği olmadığı yönündeki gerekçe yanlış. Özellikle de savaşın nasıl sona erdiği ve hangi bedel karşılığında sona erdiği görüldüğünde bu durum daha da rahatsız edici hale geliyor. Bu nedenle, Gazze’de savaşa hiç girmemek, kuzeydeki savaşın da olmayacağı anlamına geleceği için çok daha iyi olurdu.
Yaslı aileler, oğullarının boşuna ölmediğini, vatanı savunurken hayatlarını verdiklerini kendilerine inandırmaya çalışıyorlar. Onlara karşı argüman geliştirmek zor, ancak Gazze’deki korkunç yıkım ve ölümlerle Lübnan’daki dehşet verici cezalandırmanın hangi vatan savunmasıyla ilgisi var?
İsrail’in kuzeydeki anlaşmayla elde etmek istediği tek şey bir sonraki savaşa kadar bir molaydı. Başka bir şey denenmedi bile. Gazze’de durum daha da kötü. Orada öldürme sadece öldürmek için yapılıyor ve sonu yok. Bu, felaket bir politika.
İsrail meşru müdafaa hakkını savunuyor ama iki cephe de bununla ilgili değildi. Eğer İsrail kendini savunmak isteseydi, savaşın sonunda ne elde etmek istediğini bilmesi gerekirdi. Ancak hiçbir fikri yoktu ve sonuç olarak bu, kimsenin kısmen sona ermesini bile kutlamadığı boşuna yapılan bir başka savaş oldu. İsrail savaş istiyor.
DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça
Yayınlanma
1 hafta önce26/11/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağınız Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olan Shalom Lipner tarafından kaleme alınan makale İsrail yönetiminin yeni Trump döneminden beklentilerine odaklanıyor. 1990-2016 arasında İsrail Başbakanlık Ofisi’nde çalışmış bir isim olan Lipner’in Foreign Affairs’te yayınlanan bu yazısında yüzeysel bakınca oldukça mantıklı görünen bu beklentilerin gerçekleşmeme olasılığının yüksek olduğuna hatta safça olduğuna işaret ediliyor. Makalede Trump’ın dış politikadaki pragmatik ve izolasyonist tutumunun, İsrail’e sağlanan desteği sınırlandırma riski taşıdığına dikkat çekiliyor. Makalede Hamas, Hizbullah ve 7 Ekim’le ilgili “terör” tanımları gibi katılmadığımız birçok nokta olmakla birlikte makale genel beklentinin Trump’ın İsrail’e koşulsuz destek vereceği yönünde olduğu bir dönemde bu genel ön kabulü sorgulaması açısında dikkate değer:
***
Netanyahu’nun Orta Doğu’yu yeniden şekillendirme hedefinin başarı şansı düşük.
Shalom Lipner
Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için daha iyi bir zamana denk gelemezdi. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdiği terör saldırısının üzerinden 13 aydan fazla bir süre geçtikten sonra İsrail yükselişe geçti. Yılın başından bu yana İsrail hem Hamas’ın hem de Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin çoğuna suikast düzenledi, saflarını bozdu ve İran’a hassas saldırılar düzenledi. Netanyahu, 7 Ekim’den sonra halk desteğinin dibe vurduğunu gördükten sonra popülaritesinin yeniden yükselmeye başladığını gördü.
Şimdi Netanyahu ve hükümeti Orta Doğu’nun kapsamlı bir şekilde yeniden şekillenmesi için nadir bir fırsat görüyor. Ateşkes çağrılarına direnen Netanyahu, aşırı sağ kanadının güçlü baskısıyla, ne kadar uzun sürerse sürsün “tam zafer” peşinde koşmaya kararlı. Bu yaklaşım, Gazze savaşını sürdürmeyi, Gazze Şeridi’nin kuzeyinde uzun vadeli bir İsrail güvenlik varlığının altyapısını oluşturmayı; Lübnan’a yeni bir düzen dayatmayı; İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerini etkisiz hale getirmeyi ve nihayetinde İslam Cumhuriyeti’nin nükleer tehdidini ortadan kaldırmayı kapsıyor. Netanyahu’nun yönetimindeki koalisyonun bazı üyeleri de iki devletli çözüm ihtimalini sonsuza dek ortadan kaldırmayı hedefliyor. Netanyahu aynı zamanda Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin eninde sonunda İsrail ile normalleşmeyi kabul edeceğini düşünüyor. Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte Başbakan ABD’nin kendisini destekleyeceğinden emin.
Bu plan cazip ve hatta belli bir mantık taşıyor: Ne de olsa Trump İsrail’de, uluslararası normlar ve kurumlarla -ve ihtiyatlı davranmaya- Demokrat selefinden çok daha az önem veren sadık bir İsrail destekçisi olarak görülüyor. Dahası, Trump; İran’a yönelik “maksimum baskı” kampanyasını sürdürme ve İbrahim Anlaşması’nın genişletilmesine öncelik verme planlarını şimdiden duyurdu.
Ancak bu varsayımlar -hem silah gücüyle neyin mümkün olabileceği hem de Trump yönetimin bunu ne derece destekleyeceği konusunda- tehlikeli bir şekilde abartılıyor. Siyasi ya da diplomatik düzenlemeler olmadan kazanılan taktiksel askeri başarılar kalıcı güvenlik sağlayamaz. İsrail kendini birden fazla sıcak savaşın ortasında ve Gazze ile Lübnan’daki büyük bir sivil nüfusun refahından sorumlu bir durumda bulabilir. Arap dünyasının desteğini kazanmak, Hamas ve Hizbullah’ın yenilgiye uğratılmasından daha fazlasını gerektirecek ve İsrail’in mevcut sağcı hükümeti iktidardayken bu destek pek olası görünmüyor. Öte yandan, Trump son derece öngörülemez bir lider ve onun desteğine güvenerek kumar oynayan İsrail kendisini dünya sahnesinde yalnız halde bulabilir. Başbakan kalıcı bir zafer kazanma çabasıyla İsrail’in durumunu daha da belirsiz hale getirebilir.
BÜYÜK FİKİR!
Trump’ın iktidara gelişi, bölgesel dinamiklerin nihayet İsrail’in lehine dönmeye başladığı bir döneme denk geliyor. Hamas’ın menfur saldırısı karşısında gafil avlanan İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Gazze’de bir yılı aşkın süredir devam eden yoğun operasyonlar sırasında Hamas’ın komuta yapısını çökertti ve kabiliyetlerini neredeyse tamamen yok etti. Savaş başlamadan önce Hamas’ın övündüğü 24 taburun tamamı ve örgütün tünel ağının önemli bir bölümü devre dışı bırakıldı. Ekim ayında Yahya Sinvar’ın öldürülmesiyle birlikte Hamas’ın bir daha böyle bir katliam yapma ihtimali neredeyse sıfırlandı.
İsrail, İran’ın “direniş ekseni”nin merkezi ve en güçlü kolu olarak görülen Hizbullah’a da benzer bir darbe indirdi. Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ın yanı sıra örgütün üst düzey yöneticilerinin çoğunu öldüren İsrail’in Lübnan’a düzenlediği kara harekâtı Hizbullah’ın devasa füze ve roket stokunu büyük ölçüde tüketti. Aynı zamanda, İsrail uçakları Suriye üzerinde sık sık operasyonlar düzenledi ve hatta 1,000 milden fazla uzaklıktaki Yemen’deki Husi altyapısını bombaladı. Son olarak, İsrail’in Ekim ayında gerçekleştirdiği hassas saldırılarla askeri tesisleri büyük zarar gören İran’a darbe vuruldu: İsrail, üç dalga hava saldırısını içeren operasyonda, İran’ın çeşitli bölgelerinde nükleer silah araştırma laboratuvarları, balistik füze üretim tesisleri, hava savunma sistemleri ve füze fırlatma rampalarını etkisiz hale getirdi.
Kasım’daki ABD seçimlerinden önce, bu askeri kazanımlar ABD ile artan gerilimler pahasına elde edildi. Biden yönetimi İsrail’i askeri, ekonomik ve diplomatik olarak desteklemiş olsa da- ABD başkanının savaş zamanında İsrail’i ilk kez ziyaret etmesi dahil- İsrail’in savaşı yürütme biçimini sık sık onaylamadığını gösterdi ve ABD Başkanı Joe Biden sık sık Netanyahu ile doğrudan anlaşmazlığa düştü. Netanyahu hükümetinin ateşkes müzakerelerine ilgi göstermemesi ve Gazze’de insani yardım dağıtımını genişletme konusundaki isteksizliği nedeniyle sürekli çatışmalar yaşandı. Başbakan için, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in seçim zaferi Washington’la daha da fazla gerilime, hatta belki de ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin sınırlanması anlamına gelebilirdi.
Buna karşılık Netanyahu ve müttefikleri yeni Trump yönetiminin İsrail’e kayıtsız şartsız ABD desteği getireceğini öngörüyor. Bu varsayım, İsrail’in yükselen sağ kanadının en yayılmacı, hatta mesihçi heveslerini yeniden alevlendirdi; IDF düşmanlarını yok ettiğinde, İsrail karşıtlarının İsrail’i yenmeye çalışmanın beyhudeliğini anlayacağını ve onunla barış arayışına gireceğini umuyorlar. İsrail, Batı Şeria ve Netanyahu’nun bazı koalisyon ortaklarına göre Gazze üzerindeki hakimiyetini güçlendirecek. Herkes -en azından bölgedeki tüm önemli oyuncular- sonsuza kadar mutlu yaşayacak.
İşin pratiğine gelince Netanyahu’nun zümresi Gazze’nin ne kadar tahrip edilirse edilsin Hamas’ı ezip geçmeye devam etme niyetinde. Şimdi İsrailli liderler, Ekim ayında Netanyahu’ya işi bitirmek için “ne yapman gerekiyorsa yap” tavsiyesinde bulunan Trump’ın desteğine de güveniyor. Ayrıca İsrail hükümeti, Gazze’de savaş sonrası yönetim için ciddi bir plan yapmaya pek yanaşmadı; Filistin Yönetimi’nin geri dönmesi çabalarını da engelleyerek IDF’nin süresiz olarak bölgede kalacağı sinyalini verdi. Netanyahu’nun kabinesindeki üyeler, Gazze’nin yeniden inşasını engellemek, bölgede Yahudi yerleşimlerini kurmak ve Batı Şeria’nın ilhakı için hevesle baskı yapıyor.
İsrail, Hizbullah’ın etkisiz hale getirilmesini Lübnan’ı yeniden şekillendirme yönünde daha geniş bir hamleye dönüştürmeye çalışıyor. Trump’ın rahatsız edici bir sorun olarak gördüğü anlaşılan bu konuyu ele almadaki öngörülemezliği, süreci Trump göreve başlamadan tamamlamak için bir teşvik oluşturuyor. İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı Kararını (2006’da Hizbullah ile İsrail arasındaki savaşı sona erdirmek için hazırlanmıştı) genişletilmiş bir şekilde yeniden uygulamayı kabul ediyor. Bu genişletme, anlaşmanın ihlal edilmesi halinde IDF’nin Lübnan’da operasyon yapma özgürlüğünü garanti altına alıyor. İsrail ayrıca güçlendirilmiş Lübnan ordusunun nihayetinde Lübnan’ın güneyinde tam otorite kurabileceğini umuyor.
Bu cesur projenin kilit noktası, İsrail’in İsrail’in ek müttefikler kazanarak ekibini genişletmesi olacak. Kızıldeniz’deki Husi korsanlığı, ABD’yi ve Birleşik Krallık’ı Yemen’deki Husi mevzilerine füze saldırıları başlatmaya yönlendirdi. İsrail hükümeti, İran’ın nisan ayında düzenlediği büyük füze saldırısı sırasında Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’nin yanı sıra, daha dikkat çekici bir şekilde Ürdün, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen uluslararası desteği hatırlayarak bu dayanışmayı genişletmek istiyor.
İsrail bu örneklerin üzerine bir şeyler inşa etmeyi ve bu işbirliğini genişletmeyi umuyor. Bu bağlamda, ABD ve BAE, Gazze için nihai bir uluslararası misyonda önemli roller oynayabilir (ancak Emirlikler, yalnızca Filistinliler tarafından resmi olarak davet edilirlerse katılacaklarını belirtti). İsrail’in tek başına hareket etmeyi tercih etmeyeceği bir diğer alan da İran. Tahran’ın nükleer programının çökertilmesi ve İslami rejimin devrilmesiyle sonuçlanacak, ABD öncülüğünde İran’la askeri bir çatışma senaryosu ana akım İsrailli yöneticiler tarafından benimsenmemiş olsa da aşırı sağ arasında tartışmalara yol açıyor.
Netanyahu hükümeti son perdede, bu gelişmelerin diğer bölgesel güçlerin İsrail ile kalıcı bir uzlaşmaya varmasına neden olacağını umuyor. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, ilişkileri normalleştirmek için sıraya giren Arap ve İslami yöneticilere öncülük edeceğini düşünüyorlar. Bu hesaba göre, ilk yönetimi sırasında Suudiler ve Körfez’deki komşularıyla verimli ilişkiler geliştiren Trump, İsrail’in elindeki en önemli koz olacak. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi koalisyonun radikalleri, Washington’un İsrail hükümetinin istediğini yapmasına izin vermesiyle, geleneksel destekçilerinden yoksun ve ellerinde çok az seçenek kalan Filistinlilerin kendi şartlarını kabul etmek zorunda kalacağını iddia ediyor. Bu da muhtemelen siyasi haklar olmadan medeni hakların tanınması ve İsrail yerleşimlerinin dokunulmaz kalması anlamına gelecek.
DAHA FAZLA SAVAŞ İÇİN SAVAŞ
Netanyahu’nun sağcı koalisyonunun hırslarının şu anda neden bu kadar güçlü olduğunu anlamak için Trump’ın İsrail’de nasıl algılandığını kavramak gerekiyor. Birçok İsrailli, Netanyahu’nun bir zamanlar “İsrail’in Beyaz Saray’da sahip olduğu en büyük dost” olarak ilan ettiği bir adam tarafından yönetilen yeni ABD yönetiminin ülkelerini koşulsuz destekleyeceğini düşünüyor. Trump’ın dış politika ekibine sağlam İsrail yanlısı isimler ataması -Senatör Marco Rubio’yu dışişleri bakanı, eski Guvernör Mike Huckabee’yi İsrail büyükelçisi ve Temsilci Elise Stefanik’i Birleşmiş Milletler büyükelçisi olarak aday göstermesi- bu görüşü daha da güçlendiriyor.
İsrailli yetkililer, Trump’tan gelecek bir onayın yanı sıra, diğer başkentlerden İran’a baskıyı artırma planlarına yalnızca minimum düzeyde direnç geleceğini umuyor. Ağustos ayında Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık Tahran’ı ve müttefiklerini, İran’ın gerilimi daha da tırmandırması halinde bundan sorumlu tutacakları konusunda uyardı. İsrail’in bölgesel ortaklarından gelen diğer güven verici işaretler de dikkat çekiyor; bu ortaklar da İran destekli saldırganlık tehdidi altında. İsrailli yetkililer, İbrahim Anlaşmaları’nın geçen yılki savaş sürecine rağmen ayakta kalmasını ve ABD ile Suudi Arabistan yetkilileri arasında Riyad’ın nihayetinde bir anlaşmaya ikna edilebileceğine dair ısrarlı konuşmaları yakından takip ediyor.
Bu dış etkenlerin yanı sıra Netanyahu, koalisyonunun baskılarını da göz ardı edemez. Çünkü onların desteği olmadan görevde kalması mümkün değil. Bu baskıyı en güçlü şekilde oluşturanlar ise, bir zamanlar geleneksel siyaset için fazla radikal kabul edilen sağcı ideologlar Smotrich ve Ben-Gvir. ABD seçimlerinden bir hafta sonra Smotrich, Trump’ın dönüşünün “Tanrı’nın yardımıyla 2025’in Yahudiye ve Samiriye’de [Batı Şeria] İsrail için egemenlik yılı olacağı” anlamına geldiğini ilan etti. Netanyahu’nun siyasi olarak hayatta kalma içgüdüleriyle eşgüdüm sergileyen bu amansız ısrarlar, IDF’nin saldırısını sonlandırmasını tercih eden güvenlik kurumu üyeleri için sürekli bir engel teşkil ediyor.
Bu görüşler İsrail’de bir ölçüde destek bulmuş durumda. İsrail’in güvenliğine yönelik 7 Ekim öncesi radikal grupların IDF’nin + periyodik operasyonlarıyla kontrol altında tutulabileceği fikrine dayanan “çim biçme” stratejisi gibi yaklaşımların yetersiz olduğuna dair büyük ölçüde görüş birliği var. Pek çok İsrailli artık toplumun zaten tamamen seferber olduğu bir durumda, sürekli savaşın güvenliği sağlamak ve sürdürmek için en iyi yol olabileceği sonucuna varıyor. Son aylarda bu yaklaşımı güçlendiren bir diğer etken, IDF’nin taktiksel başarıları oldu. Bu başarılar, kamuoyunda daha fazlasını isteme iştahını artırdı. Son birkaç ayda Hamas ve Hizbullah’a karşı elde edilen kazanımlar -Gazze ve Lübnan’daki kara operasyonlarının başarısız olacağı yönünde uyarıda bulunan Biden yönetimi yetkililerinin öngörülerine rağmen- bu örgütlerin son kalıntılarını da yok etmek isteyenleri destekler nitelikte. Bu durum, sivil kayıplar ve barışın ertelenmesi pahasına gerçekleşse bile bu görüşü güçlendirdi.
İsrail parlamentosu Knesset’teki muhalefetin etkisizliği göz önüne alındığında, Netanyahu savaşa fazla bir engelle karşılaşmadan devam edebildi. Başsavcı ve İsrail’in güvenlik teşkilatı Şin Bet’in şefi dahil olmak üzere ülkenin olağan güvenlik sorumlularının çoğu savunmaya çekildi. Başbakan için uzun süreli savaş operasyonları, İsrail’in kaybedilen caydırıcılığını yeniden tesis etmek ve 7 Ekim’de ve sonrasında gösterdiği kötü performanstan dikkatleri başka yöne çekmek gibi ikili bir amaca hizmet ediyor. Gazze’deki İsrailli esirlerin ailelerinin protestoları bile ciddi bir engel oluşturmadı. Bu aileler aylardır -Biden’ın güçlü kişisel teşvikiyle- bir rehine anlaşması yapılması çağrısında bulunuyorlar ve kayda değer bir halk desteğine de sahipler. Ancak Netanyahu, Hamas’ın esir değişimi şartlarına karşı çıkanlardan ve sağ kanadındaki destekçilerinden aldığı güçle bu direnişi aşmayı başardı. Ayrıca Trump’ın iktidara gelmesiyle birlikte, ABD’nin İsrail’e askeri operasyonlarını sonlandırması yönünde daha az, hatta hiç baskı yapmayacağı varsayılıyor.
“MAGA”YI YANLIŞ ANLAMAK
Ancak Netanyahu ve müttefikleri bu büyük hedefleri baltalayan sayısız sorunu hafife alıyor. Bir kere İran ve vekilleri ortadan kaybolmayacak. Hamas, Hizbullah ve Husiler daha şimdiden direnç göstermeye ve yeniden toparlanmaya başladılar. Ellerinde hala önemli bir ateş gücü var ve İsrail’i her gün yüzlerce roket, balistik füze ve insansız hava araçlarıyla vurarak İsraillileri öldürme ve mülklerini tahrip etmeye devam edebiliyorlar. Bu gruplar İsrail’in hava savunmasını alt etmekte başarısız olsalar da genel bir tahribat yaratmayı, İsraillileri sürekli olarak sığınaklara doldurmayı ve hayatlarının akışını bozmayı başardılar. Bu grupların yakın zamanda teslim olacağı hayali gerçek dışı. İranlıların, Lübnanlıların, Filistinlilerin ve Yemenlilerin hemen ayaklanıp acımasız zalim liderlerin boyunduruğundan kurtulacakları beklentisi de bilinçli bir analizden çok hüsnükuruntu gibi görünüyor.
Daha da önemlisi, İsrail’in bölgeye yönelik herhangi bir büyük tasarımı Washington’dan önemli bir yardım almadan gerçekleşmeyecek. İsrail’in ABD’ye bağımlılığının hiç bu kadar belirgin olmadığı bir dönemde İsrail’in Trump’ın koşulsuz desteği hakkındaki varsayımları safça görünüyor. Özellikle de Trump’ın zaferini kolaylaştırdıkları için “Arap Amerikalı” ve “Müslüman Amerikalı” seçmenlere seslenmesi Trump’ın genel olarak savaşlardan ve ABD’nin yurtdışındaki askeri angajmanlarından kaçınma eğilimiyle birleşince yeni yönetimin İsrail’in ayrıcalıklarına daha şüpheci yaklaşacağı bir politikanın habercisi olabilir.
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
Ne de olsa Trump ilk dönemini Netanyahu’ya hakaretler yağdırarak tamamladı ve İsrail’in çatışmaları uzatmasını istemediğini açıkça ortaya koydu. İki lider temmuz ayında Florida’da bir araya geldiklerinde Trump Netanyahu’ya Biden görevden ayrılmadan önce savaşı tamamlamasını söyledi. Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerinin destekçileri Trump’ın en büyük destekçileri arasında yer alsa da yakında Trump’ın onların gündemine karşı pek yükümlülük hissetmediğini hatırlatabilirler. Trump’ın kısa ömürlü 2020 İsrail-Filistin barış planı olan “Barıştan Refaha”nın nihai olarak bir Filistin devletinin kurulmasını savunduğunu ve yerleşimci liderler tarafından “İsrail Devleti’nin varlığını tehlikeye attığı” gerekçesiyle eleştirildiğini hatırlatmakta fayda var.
Trump’ın genel dış politika pozisyonları da İsrail için aynı derecede sorunlu olabilir. Eylül ayında gazetecilere Tahran ile “bir anlaşma yapmak zorundayız” dedikten bir ay sonra “Lübnan’daki acı ve yıkımı durduracağını” söyledi. Trump’ın yurtdışındaki ABD güçlerine katkıda bulunma konusundaki isteksizliği, Pentagon’un daha yeni sofistike bir THAAD antibalistik füze bataryası ve onu kullanacak 100 ABD askeri konuşlandırdığı İsrail için büyük bir değişiminin habercisi. Trump, Biden’ın İsrail’e tahsis ettiği kaynakları geri çekmese bile, izolasyonist eğilimleri gelecekte desteğin azalacağına ve dolayısıyla IDF’nin manevra özgürlüğünün kısıtlanacağına işaret edebilir.
Diğer uluslararası güçlerin İsrail’in uzlaşmaz tavrına karşı sabrı daha da azalıyor. İran’ın Ekim ayındaki ikinci füze saldırısına karşı İsrail’in savunma şemsiyesine katılmayan Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık, uluslararası hukuka uyum konusundaki endişelerini gerekçe göstererek İsrail’e silah ihracatını kısıtladı. (Ekim ayında Biden yönetimi de Gazze’ye insani yardım sevkiyatının iyileşmemesi halinde silah transferlerini sınırlama tehdidinde bulundu ancak henüz böyle bir adım atmadı). Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi İsrail’e tarihsel olarak dostane olmayan platformlar da İsrail’in mevcut davranışları konusunda ağırlığını koydu. 21 Kasım’da UCM’nin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze’de savaş suçu işledikleri iddiasıyla tutuklama kararını onaylaması da buna dahil. Artan bu uluslararası baskı, IDF’nin operasyonel özerkliğinin yanı sıra İsraillilerin ticaret ve yurtdışına seyahatleri üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilir.
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Bu gelişmelerin yanı sıra, İsrail’in kendi iç durumu da dikkate alınmalı ve Netanyahu, bu durumun kendisi için göründüğünden daha elverişli olduğunu düşünebilir. Bir yılı aşkın süredir devam eden amansız savaşın ardından yorgun düşen İsrail halkı, Gazze’de hala 100’den fazla rehinenin bulunduğunu ve on binlerce kişinin evlerinden olduğunu biliyor. IDF yedek askerleri yüzlerce günü ailelerinden ve mesleklerinden uzakta üniformalı olarak geçirdi. Bu sorumluluktan kaçanlara (özellikle de Knesset’teki temsilcileri Netanyahu’nun koalisyonunun kilit üyeleri olan ultra Ortodokslara -Harediler-) duydukları öfke aşikar. Aktif görevde olanların birçoğu için hükümetin direktiflerini yerine getirme hevesi azalıyor.
Bu arada Netanyahu’nun üst düzey kurmayları, IDF subaylarının tehdit edilmesi ve hükümetin hatalarını örtbas etmek için resmî belgelerde açıkça sahtecilik yapılması olaylarına karıştı. Sözcülerinden biri, bir rehine anlaşması konusundaki hükümetin inatçılığını haklı çıkarmak amacıyla gizli istihbarat belgelerinde tahrifat yaparak sızdırdığı şüphesiyle ulusal güvenliği tehlikeye atmak suçlamasıyla yargılanıyor. Ve tüm temyiz yollarını tüketmiş olan başbakanın kendisi de nihayet yolsuzluk davasında mahkeme karşısına çıkmak zorunda. Yıl sonundan önce ifade vermesi planlanıyor.
Netanyahu 5 Kasım’da eski bir general ve Biden yönetiminin İsrail’deki en güvenilir muhatabı olan Gallant’ı görevden aldı ve yerine askeri kimliği olmayan bir siyasetçiyi getirdi. Tamamen siyasi bir hamle olan bu değişiklik, Netanyahu’nun, haredi koalisyon ortaklarını memnun etmek amacıyla yapıldı. Haredi gruplar, nüfuslarının IDF hizmetinden muaf tutulmasını hızlandıracak yasal düzenlemeler yapılmazsa hükümeti terk etmekle tehdit etmişti. Gallant (ve İsrail kamuoyunun büyük bir kısmı) bu yasaya karşı çıkıyordu. Netanyahu’nun kendi çıkarlarını ulusal güvenlikten ve sosyal bütünlükten önde tutması, İsrail’in vatandaş ordusu ve modern ekonomisinin bel kemiğini oluşturan geniş bir kesimi giderek daha fazla hayal kırıklığına uğratıyor.
GERÇEKLE YÜZLEŞME
Savaş alanındaki zaferlerine rağmen İsrail gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya. Mevcut çatışmaları başarıyla sona erdirme yeteneği, büyük ölçüde Netanyahu’nun bir sonraki ABD başkanıyla ilişkileri nasıl yöneteceğine bağlı olacak. Yeniden seçilme endişesi taşımayan Trump, en pragmatik içgüdülerini takip etmeye daha da hazır olabilir. Netanyahu, Trump’ın hâlâ taşıyor olabileceği kinleri bertaraf ederek hedeflerini uyumlu hale getirmek için ustaca bir denge yürütmek zorunda kalacak. İronik bir şekilde, Netanyahu’nun en zorlu engeli, onu iktidarda tutan aynı sağ partiler olabilir.
Şu anda İsrail güçleri, Gazze ve Lübnan’da daha derinlere çekilme riskiyle karşı karşıya. İsrail’in askeri üstünlüğüne rağmen, bu iki bölge Vietnam tarzı bir bataklığa dönüşme işaretleri gösteriyor. Hizbullah, İsrail’in Beyrut’a saldırmaya devam etmesi durumunda Tel Aviv’e tekrar saldıracağını açıkladı. İran ise İsrail’in misillemesine karşı sert bir intikam yemini etti. Bu arada IDF, yeni asker sıkıntısı çekiyor ve şu an için, daha fazla destek almadan hem saldırı hem savunma mühimmatı eksikliklerini giderebilecek durumda değil. Rehineler hâlâ Gazze’de; kaçının hayatta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ayrıca kuzeydeki köylerinden tahliye edilenler, İsrail’in Lübnan’daki operasyonlarına rağmen evlerine geri dönemiyor.
İsrail’in savunma şefleri Netanyahu’ya Gazze ve Lübnan’da tüm hedeflerine ulaştıklarını bildirdiler. Rehineleri Gazze’den geri getirmek ve Lübnan’daki çatışmayı sonlandırmak için taviz verilmesini destekliyorlar. IDF ve Şin Bet, İsrail’i Hamas ve Hizbullah’tan gelecekteki saldırılara karşı koruyabileceklerinden emin. Bu değerlendirme hem bir an önce sükûnet isteyen Trump’ın hem de başkanlığı sona ermeden Gazze’de ateşkes ve Lübnan’da bir anlaşma görmek isteyen Biden’ın düşüncelerine rahatlıkla uyuyor.
Bir açıdan bakıldığında, Netanyahu’nun da bu yönde hareket etmek istediği görülüyor. Haberlere göre, ABD seçimlerinin ardından o da Hizbullah ile bir ateşkes sağlamak için çalışıyor, bunu Trump’a bir “hediye” olarak sunmayı planlıyor. Mantık şöyle işliyor: Bu adım, İsrail’in dikkatini İran’dan gelen daha ciddi tehditlere odaklamasına olanak tanıyacak ve 2018’de İran nükleer anlaşmasından çekilen Trump’ı, Tahran’a baskı yapmak için harekete geçirebilecek. Ancak Netanyahu’nun bu yöndeki herhangi bir hamlesi, rehinelerle ilgili müzakerelere sürekli müdahale eden ve herhangi bir ateşkese onay vermesi durumunda başbakanı devireceklerini söyleyen Smotrich ve Ben-Gvir tarafından engellenecek. Bu ikilinin Gazze ve Batı Şeria üzerinde uzun vadeli İsrail kontrolünü dayatma çabaları, IDF’nin bu bölgelerdeki varlığını azaltmaya yönelik girişimlerle tamamen çelişiyor ve Netanyahu’nun İsrail’ini Trump ile bir çatışma rotasına sokabilir.
Seçilmiş başkan, Suudi Arabistan ile herhangi bir ilerleme kaydedilmesinin, muhtemelen mevcut İsrail hükümeti süresince söz konusu olmayacağını keşfederek benzer şekilde hayal kırıklığına uğrayacak. Smotrich ve Ben-Gvir, Riyad’ın talep ettiği asgari bedeli ödemeyi yani Filistin devletine giden bir yolu asla taahhüt etmeyecekler. Onların bakış açısına göre, İbrahim Anlaşmaları önemli bir kazanım olabilir, ancak hiçbir şey İsrail’in “Ataların Toprakları” üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmaktan daha değerli değil. Dahası, Suudi Arabistan’ın yanı sıra Ürdün, Mısır, Katar ve Umman gibi Arap devletlerinin İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’yi samimi bir şekilde karşılamasının da gösterdiği gibi Suudi Arabistan’ın İran’ı kızdırmaya pek niyeti olmayabilir.
Netanyahu’nun bu işaretleri doğru yorumlaması gerekecek. Zamanı iyi değerlendirmeli ve İsrail’in savaşları yarardan çok zarar getirmeye başlamadan ve Trump’la arasını açmadan önce sonlandırmalı. Netanyahu koalisyon ortaklarına karşı durabilirse, çatışmaları sona erdirebilir ve Trump’a istediği temiz masayı bırakabilir. Ancak zaman kısa. Eğer başbakan zamanı tüketmeyi tercih ederse hem Trump’ı memnun etmeye çalışmak hem de Smotrich ve Ben-Gvir’i yatıştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya kalacak. İsrail kendisini daha fazla çalkantıya hazırlamalı.
Güney Kore Devlet Başkanı, muhalefeti devlet karşıtı faaliyetlerle suçlayarak acil sıkıyönetim ilan etti
Zuckerberg, Trump’ın teknoloji politikalarında aktif rol oynamak istiyor
Çin ve Nepal Kuşak Yol Girişimi kapsamında altyapı anlaşmaları imzaladı
Starmer: Artık Kiev’i müzakereler için güçlendirmeye odaklanmalıyız
Pakistan hükümeti eski Başbakan İmran Han’ın partisi üzerindeki baskıyı artırıyor
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batka’nın Belarus’u
-
AVRUPA2 hafta önce
İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?
-
RUSYA5 gün önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
-
RUSYA1 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik drama zirvede
-
SÖYLEŞİ4 gün önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz