Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’nın hiper-Siyonizme yolculuğu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Berlin’in İsrail’e verdiği koşulsuz destek yeni bir olgu değil. 2021 yılında da Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hala “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Burada pekâlâ Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine desteğin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma eli uzatırken ırkçılık ülke içinde yükseliyor ve Alman makamları dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyalar.


Siyonizm Über Alles

Hans Kundnani

Dissent Magazine

15 Mart 2024

Alman siyaset kurumu, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk etti ve bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklendi.

7 Ekim’den bu yana geçen beş ay boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Almanya’nın İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair eleştirileri susturmak için Holokost anısını kullanmasını dehşet içinde izledi. Alman hükümetinin çatışmaya tepkisi ABD’den çok da farklı olmadı; her ikisi de İsrail’e silah tedarikini artırdı ve Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’ya karşı İsrail’i destekledi. Ancak Almanya, Filistin halkına sempati duyan ve onlarla dayanışma içinde olduğunu ifade eden protestoculara, sanatçılara ve entelektüellere zulmetme konusunda ABD’den çok daha ileri gitti. Almanya, çok uzak olmayan bir soykırımdaki mesuliyetini bir tür ahlaki otorite olarak kullanıyor.

İsrail’e dönük eleştirileri kontrol altına almak için Holokost’a başvurulması, pek çok uluslararası gözlemcinin bir zamanlar geçmişle hesaplaşmanın örnek bir biçimi olarak kutladığı Erinnerungskultur ya da hatırlama kültüründen epey uzak. Beş yıl önce, Almanya’nın hatırlama kültürünü ABD’nin de model almasını isteyen bir kitap yazan filozof Susan Neiman bile artık bu kültürün “sapıttığını” düşünüyor. Neiman, özellikle Almanların “filozofik McCarthyciliğinden” söz ediyor; gerçi New Yorker yazarı Masha Gessen ve sanatçı Candice Breitz gibi İsrail’i eleştiren Yahudilere de yöneltildiği için buna “Siyonist McCarthycilik” demek daha doğru olabilir.

Her ne kadar dikkatler haklı olarak bu bireysel zulüm vakalarına odaklanmış olsa da Almanya’nın hatırlama kültürünün doğuşu ve evrimi daha az tartışılıyor. Özellikle ABD’de, Almanya’nın nispeten ilerici bir ülke olduğunu düşünen pek çok kişi, Holokost hatırlama kültürünün her zaman İsrail’e koşulsuz destek vermeyi öngördüğünü varsayıyor. Fakat gerçek daha karmaşık ve çok daha tuhaf. Holokost hafızası Federal Cumhuriyetin siyasi kurumlarında ancak 1980’lerde yerleşik hale geldi. Son yirmi yılda Almanya, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk edip bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklediği için bu hatırlama kültürü geriledi.

Bu gerilemenin suçunun büyük bir kısmı, son yirmi yılın büyük bir kısmında Alman siyasetine hâkim olan Angela Merkel’e ait. Bununla birlikte, son birkaç on yılda birleşen siyasi güçler Alman merkez solu ile Amerikan ve İsrail sağı arasında tuhaf bir hizalanma yarattı. Almanya bugün Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor ve Neiman’ın yazdığı gibi İsrail konusunda “AIPAC’ın sağında bir yere” düşüyor.

Bu tuhaf uyumu anlamak için, ilk kitabım Ütopya ya da Auschwitz’de anlattığım üzere, Alman hatırlama kültürünün Nazi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan yeni soldan doğduğu 1960’lara geri dönmek gerekiyor. Bu aktivistler, milli kimliklerini ülkenin Holokost’taki sorumluluğuna bağlayan ilk Almanlardı. Onların yaklaşımı, bugün Almanya’da hâkim olan miyop hiper-Siyonizmin aksine, Almanya’nın kendi vicdanını rahatlatmakla meşgul olsalar bile, İsrail’e tikelci bir odaklanma yerine Holokost’tan çıkarılan derslere dair evrenselci bir anlayışa yaslanıyordu.

68 kuşağı ve İsrail

Amerikalı boomer kuşağı Nazilerle savaşan kuşağın, yani En Büyük Kuşak’ın çocuklarıyken, Batı Alman meslektaşları “Auschwitz kuşağı” olarak adlandırdıkları kuşağın çocuklarıydı. 1968 kuşağı ya da Achtundsechziger için Nazizmle hesaplaşmak ve Holokost’tan ahlaki dersler çıkarmak hem varoluşsal olarak önemli hem de son derece şahsiydi. Yaşları ilerledikçe, Almanya’nın çok da uzak olmayan Nazi geçmişi hakkındaki sessizliğe meydan okumaya başladılar.

Batı Almanya’nın ilk şansölyesi Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Nazizm ile gerçek bir ilişkiyi etkili bir şekilde bastırmıştı. Nazi rejimine dahil olanların pek çoğu rehabilite edilmiş ve eski görevlerine iade edilmişti; 1950’lerin ortalarına gelindiğinde kamu hizmeti, yargı ve akademideki elit kesim büyük ölçüde Üçüncü Reich dönemindeki koltuklarına geri dönmüştü. Batı Almanya’da büyüyen pek çok genç, görüştüğüm bir kişinin ifadesiyle “Naziler tarafından kuşatıldıklarını” hissediyordu. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, sadece kişisel devamlılıkları değil yapısal devamlılıkları da görmeye başlamışlardı: Federal Cumhuriyet, faşist ya da en azından “pre-faşist” bir devletti. Öğrenci hareketi bu gerçek ve hayali sürekliliklere karşı bir protesto olarak ortaya çıkmıştı.

2 Haziran 1967’de Batı Berlin polisi, İran Şahı’nın kenti ziyaretini protesto eden Benno Ohnesorg adlı bir öğrenciyi öldürdü. Üç gün sonra İsrail Altı Gün Savaşı’nı başlattı. O zamana kadar Batı Alman yeni solu, sosyalist bir proje olarak gördüğü İsrail’i destekleme eğilimindeydi. Ancak Ohnesorg’un öldürülmesinden sonraki günlerde radikalleşen öğrenci hareketi, artık Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki köprübaşı olarak gördüğü İsrail’e karşı da tavır aldı; bu tavır kısmen nefret edilen sağcı medya patronu Axel Springer’in İsrail’e verdiği şiddetli desteğe bir tepkiydi (Springer savaş sırasında İsrail gazetelerini altı gün boyunca Almanca olarak yayımladığını söylemişti).

Sonraki on yıl içinde, İsrail’e giderek daha fazla odaklanan ve eleştiren Batı Alman solundan bazıları Siyonizm karşıtlığından antisemitizme geçiş yaptı. Bu sol antisemitizm 1976 yılında, Frankfurt öğrenci hareketinden çıkan iki Filistinli ve iki Batı Almanın bir Air France uçağını kaçırarak Uganda’daki Entebbe’ye götürmesi ve İsrailli ve Yahudi yolcuları diğerlerinden ayırarak serbest bırakmasıyla zirveye ulaştı (Binyamin Netanyahu’nun kardeşi Yonatan, rehineleri kurtarmak üzere yapılan İsrail baskınında öldürülmüştü; Netanyahu bu hadiseyi siyasi hayatının başlangıcı olarak nitelendiriyor).

Entebbe, aralarında Devrimci Mücadele adlı Frankfurtlu örgütün önde gelen isimlerinden Joschka Fischer’in de bulunduğu Batı Alman yeni solundaki pek çok kişiyi şoke etti. Fischer, uçak kaçıranlardan biri olan Winfried Böse’yi Frankfurt’un solcu çevresinden tanıyordu. Fischer, daha sonra biyografi yazarına uçak kaçırma hadisesinin ve özellikle de Yahudi ve Yahudi olmayan yolcuların ayrılmasının kendisine “kendilerini Nasyonal Sosyalizmden ve onun suçlarından kesin bir şekilde ayrı tutanların Nazilerin suçlarını neredeyse takıntılı bir şekilde nasıl tekrarladıklarını” gösterdiğini söyledi. Sonraki yıllarda, yeni sol siyasi projesinin başarısızlığı ve özellikle de terörle iç içe geçmesi, Fischer’in dünya görüşünü kararlı bir şekilde parçaladı ve onu siyasi tutumlarının çoğunu yeniden düşünmeye zorladı. Nazi geçmişi ve Almanya’nın bu geçmişteki sorumluluğu onun için merkezi önemde kalmaya devam etti ama bundan çıkardığı dersler değişti.

Özellikle Fischer daha önceki Siyonizm karşıtlığından yavaş yavaş uzaklaştı. Örneğin 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, yeni katıldığı siyasi parti Yeşiller’den gelen eleştirilere karşı İsrail’i savundu. Pek çok eski yoldaşıyla birlikte o da artık hayal kırıklığına uğramış aktivistlere faşizme karşı kırılgan bir demokratik siper olarak görünen Federal Cumhuriyet ile uzlaştı. Alman tarihçi Heinrich August Winkler, buna “ölümünden sonra Adenauerci sol” adını verdi, yani öğrenci hareketinin faşist bir devlet olarak gördüğü Konrad Adenauer’in tutumlarının çoğunu benimseyen bir sol.

Auschwitz ve Alman Staatsräson’u

Fischer, artık Nazi geçmişinin Alman dış politikası üzerindeki etkileri meselesiyle giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. 1985 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesinin kırkıncı yıldönümünde Fischer, haftalık Die Zeit gazetesinde şu kanaate varan bir makale kaleme aldı: “Yalnızca Almanların Auschwitz’e ilişkin mesuliyeti, Batı Almanya’nın Staatsräson’unun özü olabilir. Geri kalan her şey daha sonra gelir.” [Biraz arkaik bir terim olan Staatsräson bazen yanlışlıkla raison d’être (varlık sebebi) olarak çevrilir ancak raison d’état ya da ulusal çıkar gibi bir şey olarak çevrilmesi daha doğrudur). Fischer, Holokost’un sorumluluğu ilkesinden Alman dış politikası için bir vizyon çıkarmaya çalıştı.

O dönemde bu ilkenin askeri güç kullanımını reddetmek anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak 1995’teki Srebrenitsa katliamından sonra bu tutumundan vazgeçti. Mayıs 1968’de Paris olaylarının yıldızı olan ve daha sonra Frankfurt’a taşınarak Devrimci Mücadele’yi kuran arkadaşı Daniel Cohn-Bendit’in peşinden giden Fischer, soykırımı önlemek için askeri müdahale fikrini desteklemeye başladı. O zamana kadar bu görüşü sadece merkez sağ savunuyordu; Yeşiller bunu Almanya’nın yeniden militarizasyonu için bir bahane olarak görüyordu. Fakat Fischer, partisine yazdığı açık mektupta, “kendi kuşağının soykırımı önlemek için tüm araçları kullanmaması durumunda Nazi döneminde ebeveynlerinin yaptığı gibi başarısız olmayacak mıyız?” diye sordu.

Üç yıl sonra Fischer, Sosyal Demokrat Gerhard Schröder liderliğindeki kırmızı-yeşil hükümette dışişleri bakanı olduğunda —bir başka Achtundsechziger (Nazi artığı), ancak Fischer’in Holokost’la ilgili kaygısını paylaşmayan biri— fikirlerini uygulamaya koyma şansına sahip oldu. Auschwitz’in Alman dış politikasına etkileri konusu, Kosova’daki etnik temizliği önleme maksatlı askeri müdahale sorusuyla çabucak doruğa çıktı. Tartışma özellikle hem barış fikrine hem de Holokost’un sorumluluğuna bağlı olan Yeşiller arasında yoğundu. İki ilke arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış görünüyorlardı: “Bir daha asla” ilkesi bazılarının NATO’nun Sırbistan’a askeri müdahalesine ya da en azından Almanya’nın bu müdahaleye katılmasına karşı çıkmasına neden olurken, “Bir daha asla Auschwitz” ilkesi de diğerlerinin (Fischer gibi) müdahaleyi ve Almanya’nın dahilini desteklemesine neden oluyordu.

Auschwitz’e olan bu takıntı, çoğu zaman söz konusu bölgeden (bu örnekte Balkanlar) ziyade Almanya’nın kendisiyle ilgili gibi görünen narsist bir dış politika tartışmasına yol açtı. Bununla beraber Fischer, Entebbe’den sonra olduğundan daha fazla İsrail’i savunuyor olsa da “Bir daha asla Auschwitz” fikri, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soykırımı önlemeye yönelik evrenselci bir istek olarak kaldı.

Evrenselcilikten tikelciliğe

Fischer, 1999’da Kosova konusundaki tartışmayı kazanmış olsa da —dört Alman Tornado’su Yeşiller’in desteğiyle NATO’nun Sırbistan bombardımanına katılmıştı— daha sonra “Auschwitz’i siyasi amaçlar için araçsallaştırdığı” konusunda bir fikir birliği oluştu. Daha sonra Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar ve daha sonra Münih Güvenlik Konferansı direktörü olan Wolfgang Ischinger ile görüştüğümde, bana eski patronunun “argümanı kamuoyu desteği kazanmak için abarttığını” dile getirdi. O tarihten sonra Auschwitz, 1990’larda olduğu gibi Alman dış politika tartışmalarında artık gündeme gelmiyordu.

Fakat İsrail açısından bir istisna söz konusuydu. Almanya’nın İsrail’e desteği, 1952’de tazminat ödemeyi kabul eden ve ülkeye silah tedarik etmeye başlayan Adenauer’e kadar uzanıyordu. Dış politika tartışmalarında Auschwitz’e atıfta bulunmak gözden düştüğünde, sağ kesimden bazıları Almanya’nın İsrail’e karşı mesuliyetini daha sert bir şekilde ifade etmek için Fischer’in 1985’teki makalesinde yeniden canlandırdığı Staatsräson terimini kullanmaya başladı. Gazeteci Patrick Bahners’in 2002 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yazdığı üzere “Bu Almanya’nın, Hitler’in ölümünden sonra kazanmasına izin verilemeyecek olan ulusal çıkarıydı,” idi. Yahudi halkının etrafı hala düşmanlarla çevriliydi ve bu düşmanların zafere ulaşmaması Almanya’nın ulusal çıkarları için olduğu kadar, ülkenin bir Nazi tarafından ele geçirilmesini önlemek için de önemliydi.

Kırmızı-yeşil hükümet 2005 yılında Merkel’in Almanya Şansölyesi olarak görevi devralmasıyla sona erdi; Merkel, bu görevi on altı yıl boyunca sürdürecekti. Göreve geldikten üç yıl sonra Knesset’te yaptığı ve bir Alman şansölyesi tarafından yapılan ilk konuşma olan konuşmasında, kendisinden önceki tüm şansölyelerin Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihsel sorumluluğunun farkında olduğunu iddia etti. Merkel, “Bu tarihsel sorumluluk benim ülkemin ulusal çıkarının bir parçası,” dedi.

Merkel’in konuşması, 2000-2005 yılları arasında Almanya’nın İsrail Büyükelçisi olarak görev yapan Rudolf Dreßler’in 2005 yılında yazdığı makalede “İsrail’in güvenli bir şekilde var olması Almanya’nın ulusal çıkarına ve dolayısıyla ulusal çıkarımızın bir parçası,” şeklindeki ifadelerinden etkilenmişe benziyor. Spiegel’in son haberine göre, bu terim aslında Fischer’e ait olsa da Merkel’in kurmayları bunun kulağa sert bir “Hıristiyan Demokrat dili” gibi geldiğini düşünmüştü. Başka bir açıdan da Merkel’in tipik bir örneğiydi; siyasete “alternatif yok” yaklaşımıyla bilinen Merkel, Almanya’nın İsrail’e dönük politikasını demokratik çekişme alanından çıkarmaya ve İsrail’in güvenliğine bağlılığı tarihçi Jürgen Zimmerer’in ifadesiyle “sorgulanamaz, alternatifsiz bir ilke” haline getirmeye çalıştı.

Merkel başarılı da oldu: İsrail’e bağlılık Alman devletinin bir ilkesi olarak siyasi yelpazede bir konsensüs haline geldi. 2021 yılında Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti, tanıdık bir cümleyi içeren ve dikkatle müzakere edilmiş bir anlaşmaya vardı: “Bizim için İsrail’in güvenliği ulusal çıkardır.” Şansölye Olaf Scholz, 7 Ekim saldırılarından on gün sonra İsrail’i ziyaret ederek —ki bu esnada İsrail, Gazze’ye binlerce bomba atmıştı— bu açıklamayı yineledi [Scholz’un ulusal güvenlik danışmanı Jens Plötner, Dreßler’in büyükelçi olduğu dönemde İsrail’deki Alman büyükelçiliğinde görev yapmıştı].

Merkel’in görevden ayrılmasından bu yana, özellikle iktisadi çıkarları güvenliğin önüne koyduğu Çin ve Rusya konusunda olmak üzere, dış politika mirasına yönelik eleştiriler giderek artıyor. 7 Ekim’den bu yana Merkel’in, Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası açısından da feci bir miras bıraktığı açıkça ortaya çıktı. Merkel’in Knesset konuşmasından bir yıl sonra, 2009’da Netanyahu ikinci kez iktidara geldi ve o tarihten bu yana İsrail giderek daha da sağa kaydı. Almanya, artık Gazze halkını sürerken ve yok ederken bile İsrail’i eleştiremiyor ya da eleştirmek istemiyor.

Hiper-Siyonist bir Almanya

2010’larda, azalan iç kamuoyu desteğinin Almanya’nın İsrail’e olan bağlılığında bir zayıflamaya yol açıp açmayacağını merak ediyordum. Nazi geçmişinin kendileri için varoluşsal ve şahsi olduğu Nazi artıklarının yerini, bu geçmişe daha mesafeli ve kayıtsız yaklaşan Almanların almasıyla bir kuşak değişimi yaşanıyordu [Etkili bir kitap olan Opa war kein Nazi (Büyükbaba Nazi değildi) bu neslin fertlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının vahşete katılmış olabileceğini nasıl hayal edemediklerini göstermişti]. Dahası, Alman toplumu da giderek çeşitleniyordu ve göçmenlerin Nazi geçmişinden aldıkları derslere dair kendi algıları vardı.

Son on yılda ortaya çıkan şeyin post-Siyonist bir Almanya’dan ziyade hiper-Siyonist bir Almanya olması beni şaşırttı. Holokost’un kolektif hafızası kuşaklar arası ve demografik değişimle karmaşıklaşırken bile Alman elitleri İsrail’e olan bağlılıklarını iki katına çıkardılar. Aslında bunu yapmalarının bir nedeni de Nazi geçmişinden çıkardıkları derslerin artık geniş kitlelerce paylaşılmadığından korkmaları ve çok geç olmadan bunu tartışılmaz hale getirmek istemeleri.

Joschka Fischer’in Yeşiller Partisi’ndeki halefleri, Nazi geçmişinden çıkarılan derslere ilişkin evrenselci anlayıştan tikelci bir anlayışa geçişi kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda bunun en saldırgan savunucuları haline geldiler. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck gibi önde gelen Yeşil politikacılar, İsrail’in en sadık destekçileri ve Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı seslerin en sert eleştirmenleri arasında yer alıyor. Fakat Amerikalı muhafazakârların aksine, İsrail’e verdikleri koşulsuz desteği Nazizm karşıtlığının bir ifadesi, yani ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Fischer, karşı çıktığı 2003 Irak işgali öncesinde Amerikalı yeni muhafazakârlarla girdiği çatışmayla hatırlanıyor. Ancak bugün bazı Yeşiller soldan ziyade yeni muhafazakârlara daha yakın.

Springer medya şirketinin İsrail konusundaki tutumu, 1967’de Springer’in İsrail’e verdiği destekle radikalleşen yeni solcuların halefleri de dahil olmak üzere, fiilen tüm Alman siyaset kurumunun tutumu haline geldi. Son dönemde Springer, İsrail’i eleştirenlere karşı yürütülen cadı avının bir kısmına öncülük etti; örneğin Filistin asıllı Alman gazeteci Nemi el-Hasan, Alman kamu yayın kuruluşu ZDF tarafından işten çıkarıldı. Şirket çalışanlarının İsrail’e destek beyannamesi imzalamaları gerekiyor. Almanya’nın bir eyaletinde Hıristiyan Demokratlar İsrail’e dönük benzer bir taahhüdü vatandaşlık şartı haline getirdi ve diğer eyaletler de aynı şeyi yapmayı öneriyor, sanki tüm Alman vatandaşları artık Springer çalışanıymış gibi.

Geçtiğimiz yıl Die Zeit, Springer CEO’su Mathias Döpfner’in sızdırılan e-postalarına dayanan şok edici bir araştırma yayımladı. E-postalardan birinde Döpfner, siyasi inançlarının bir özetini veriyor ve bu özet, Almanya’da son birkaç on yılda ortaya çıkan siyasi konsensüsü de uygun bir şekilde tanımlayan olağanüstü ve tüyler ürpertici bir cümleyle bitiyor: “Siyonizm über alles.”

Hristiyan Siyonistler Yahudiler hakkında ne düşünür?

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English