Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’nın hiper-Siyonizme yolculuğu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Berlin’in İsrail’e verdiği koşulsuz destek yeni bir olgu değil. 2021 yılında da Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına karşı çıkmıştı. Aralık ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken Die Welt hala “Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir” iddiasında bulunacak kadar ileri gitti. Burada pekâlâ Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine desteğin himayesi altında rehabilite edilmeye ve yeniden canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma eli uzatırken ırkçılık ülke içinde yükseliyor ve Alman makamları dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyalar.


Siyonizm Über Alles

Hans Kundnani

Dissent Magazine

15 Mart 2024

Alman siyaset kurumu, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk etti ve bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklendi.

7 Ekim’den bu yana geçen beş ay boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanlar, Almanya’nın İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşına dair eleştirileri susturmak için Holokost anısını kullanmasını dehşet içinde izledi. Alman hükümetinin çatışmaya tepkisi ABD’den çok da farklı olmadı; her ikisi de İsrail’e silah tedarikini artırdı ve Uluslararası Adalet Divanı’nda Güney Afrika’ya karşı İsrail’i destekledi. Ancak Almanya, Filistin halkına sempati duyan ve onlarla dayanışma içinde olduğunu ifade eden protestoculara, sanatçılara ve entelektüellere zulmetme konusunda ABD’den çok daha ileri gitti. Almanya, çok uzak olmayan bir soykırımdaki mesuliyetini bir tür ahlaki otorite olarak kullanıyor.

İsrail’e dönük eleştirileri kontrol altına almak için Holokost’a başvurulması, pek çok uluslararası gözlemcinin bir zamanlar geçmişle hesaplaşmanın örnek bir biçimi olarak kutladığı Erinnerungskultur ya da hatırlama kültüründen epey uzak. Beş yıl önce, Almanya’nın hatırlama kültürünü ABD’nin de model almasını isteyen bir kitap yazan filozof Susan Neiman bile artık bu kültürün “sapıttığını” düşünüyor. Neiman, özellikle Almanların “filozofik McCarthyciliğinden” söz ediyor; gerçi New Yorker yazarı Masha Gessen ve sanatçı Candice Breitz gibi İsrail’i eleştiren Yahudilere de yöneltildiği için buna “Siyonist McCarthycilik” demek daha doğru olabilir.

Her ne kadar dikkatler haklı olarak bu bireysel zulüm vakalarına odaklanmış olsa da Almanya’nın hatırlama kültürünün doğuşu ve evrimi daha az tartışılıyor. Özellikle ABD’de, Almanya’nın nispeten ilerici bir ülke olduğunu düşünen pek çok kişi, Holokost hatırlama kültürünün her zaman İsrail’e koşulsuz destek vermeyi öngördüğünü varsayıyor. Fakat gerçek daha karmaşık ve çok daha tuhaf. Holokost hafızası Federal Cumhuriyetin siyasi kurumlarında ancak 1980’lerde yerleşik hale geldi. Son yirmi yılda Almanya, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediği inancını terk edip bunun yerine sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklediği için bu hatırlama kültürü geriledi.

Bu gerilemenin suçunun büyük bir kısmı, son yirmi yılın büyük bir kısmında Alman siyasetine hâkim olan Angela Merkel’e ait. Bununla birlikte, son birkaç on yılda birleşen siyasi güçler Alman merkez solu ile Amerikan ve İsrail sağı arasında tuhaf bir hizalanma yarattı. Almanya bugün Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyor ve Neiman’ın yazdığı gibi İsrail konusunda “AIPAC’ın sağında bir yere” düşüyor.

Bu tuhaf uyumu anlamak için, ilk kitabım Ütopya ya da Auschwitz’de anlattığım üzere, Alman hatırlama kültürünün Nazi geçmişiyle yüzleşmeye çalışan yeni soldan doğduğu 1960’lara geri dönmek gerekiyor. Bu aktivistler, milli kimliklerini ülkenin Holokost’taki sorumluluğuna bağlayan ilk Almanlardı. Onların yaklaşımı, bugün Almanya’da hâkim olan miyop hiper-Siyonizmin aksine, Almanya’nın kendi vicdanını rahatlatmakla meşgul olsalar bile, İsrail’e tikelci bir odaklanma yerine Holokost’tan çıkarılan derslere dair evrenselci bir anlayışa yaslanıyordu.

68 kuşağı ve İsrail

Amerikalı boomer kuşağı Nazilerle savaşan kuşağın, yani En Büyük Kuşak’ın çocuklarıyken, Batı Alman meslektaşları “Auschwitz kuşağı” olarak adlandırdıkları kuşağın çocuklarıydı. 1968 kuşağı ya da Achtundsechziger için Nazizmle hesaplaşmak ve Holokost’tan ahlaki dersler çıkarmak hem varoluşsal olarak önemli hem de son derece şahsiydi. Yaşları ilerledikçe, Almanya’nın çok da uzak olmayan Nazi geçmişi hakkındaki sessizliğe meydan okumaya başladılar.

Batı Almanya’nın ilk şansölyesi Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Nazizm ile gerçek bir ilişkiyi etkili bir şekilde bastırmıştı. Nazi rejimine dahil olanların pek çoğu rehabilite edilmiş ve eski görevlerine iade edilmişti; 1950’lerin ortalarına gelindiğinde kamu hizmeti, yargı ve akademideki elit kesim büyük ölçüde Üçüncü Reich dönemindeki koltuklarına geri dönmüştü. Batı Almanya’da büyüyen pek çok genç, görüştüğüm bir kişinin ifadesiyle “Naziler tarafından kuşatıldıklarını” hissediyordu. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, sadece kişisel devamlılıkları değil yapısal devamlılıkları da görmeye başlamışlardı: Federal Cumhuriyet, faşist ya da en azından “pre-faşist” bir devletti. Öğrenci hareketi bu gerçek ve hayali sürekliliklere karşı bir protesto olarak ortaya çıkmıştı.

2 Haziran 1967’de Batı Berlin polisi, İran Şahı’nın kenti ziyaretini protesto eden Benno Ohnesorg adlı bir öğrenciyi öldürdü. Üç gün sonra İsrail Altı Gün Savaşı’nı başlattı. O zamana kadar Batı Alman yeni solu, sosyalist bir proje olarak gördüğü İsrail’i destekleme eğilimindeydi. Ancak Ohnesorg’un öldürülmesinden sonraki günlerde radikalleşen öğrenci hareketi, artık Amerikan emperyalizminin Orta Doğu’daki köprübaşı olarak gördüğü İsrail’e karşı da tavır aldı; bu tavır kısmen nefret edilen sağcı medya patronu Axel Springer’in İsrail’e verdiği şiddetli desteğe bir tepkiydi (Springer savaş sırasında İsrail gazetelerini altı gün boyunca Almanca olarak yayımladığını söylemişti).

Sonraki on yıl içinde, İsrail’e giderek daha fazla odaklanan ve eleştiren Batı Alman solundan bazıları Siyonizm karşıtlığından antisemitizme geçiş yaptı. Bu sol antisemitizm 1976 yılında, Frankfurt öğrenci hareketinden çıkan iki Filistinli ve iki Batı Almanın bir Air France uçağını kaçırarak Uganda’daki Entebbe’ye götürmesi ve İsrailli ve Yahudi yolcuları diğerlerinden ayırarak serbest bırakmasıyla zirveye ulaştı (Binyamin Netanyahu’nun kardeşi Yonatan, rehineleri kurtarmak üzere yapılan İsrail baskınında öldürülmüştü; Netanyahu bu hadiseyi siyasi hayatının başlangıcı olarak nitelendiriyor).

Entebbe, aralarında Devrimci Mücadele adlı Frankfurtlu örgütün önde gelen isimlerinden Joschka Fischer’in de bulunduğu Batı Alman yeni solundaki pek çok kişiyi şoke etti. Fischer, uçak kaçıranlardan biri olan Winfried Böse’yi Frankfurt’un solcu çevresinden tanıyordu. Fischer, daha sonra biyografi yazarına uçak kaçırma hadisesinin ve özellikle de Yahudi ve Yahudi olmayan yolcuların ayrılmasının kendisine “kendilerini Nasyonal Sosyalizmden ve onun suçlarından kesin bir şekilde ayrı tutanların Nazilerin suçlarını neredeyse takıntılı bir şekilde nasıl tekrarladıklarını” gösterdiğini söyledi. Sonraki yıllarda, yeni sol siyasi projesinin başarısızlığı ve özellikle de terörle iç içe geçmesi, Fischer’in dünya görüşünü kararlı bir şekilde parçaladı ve onu siyasi tutumlarının çoğunu yeniden düşünmeye zorladı. Nazi geçmişi ve Almanya’nın bu geçmişteki sorumluluğu onun için merkezi önemde kalmaya devam etti ama bundan çıkardığı dersler değişti.

Özellikle Fischer daha önceki Siyonizm karşıtlığından yavaş yavaş uzaklaştı. Örneğin 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, yeni katıldığı siyasi parti Yeşiller’den gelen eleştirilere karşı İsrail’i savundu. Pek çok eski yoldaşıyla birlikte o da artık hayal kırıklığına uğramış aktivistlere faşizme karşı kırılgan bir demokratik siper olarak görünen Federal Cumhuriyet ile uzlaştı. Alman tarihçi Heinrich August Winkler, buna “ölümünden sonra Adenauerci sol” adını verdi, yani öğrenci hareketinin faşist bir devlet olarak gördüğü Konrad Adenauer’in tutumlarının çoğunu benimseyen bir sol.

Auschwitz ve Alman Staatsräson’u

Fischer, artık Nazi geçmişinin Alman dış politikası üzerindeki etkileri meselesiyle giderek daha fazla meşgul olmaya başladı. 1985 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesinin kırkıncı yıldönümünde Fischer, haftalık Die Zeit gazetesinde şu kanaate varan bir makale kaleme aldı: “Yalnızca Almanların Auschwitz’e ilişkin mesuliyeti, Batı Almanya’nın Staatsräson’unun özü olabilir. Geri kalan her şey daha sonra gelir.” [Biraz arkaik bir terim olan Staatsräson bazen yanlışlıkla raison d’être (varlık sebebi) olarak çevrilir ancak raison d’état ya da ulusal çıkar gibi bir şey olarak çevrilmesi daha doğrudur). Fischer, Holokost’un sorumluluğu ilkesinden Alman dış politikası için bir vizyon çıkarmaya çalıştı.

O dönemde bu ilkenin askeri güç kullanımını reddetmek anlamına geldiğine inanıyordu. Ancak 1995’teki Srebrenitsa katliamından sonra bu tutumundan vazgeçti. Mayıs 1968’de Paris olaylarının yıldızı olan ve daha sonra Frankfurt’a taşınarak Devrimci Mücadele’yi kuran arkadaşı Daniel Cohn-Bendit’in peşinden giden Fischer, soykırımı önlemek için askeri müdahale fikrini desteklemeye başladı. O zamana kadar bu görüşü sadece merkez sağ savunuyordu; Yeşiller bunu Almanya’nın yeniden militarizasyonu için bir bahane olarak görüyordu. Fakat Fischer, partisine yazdığı açık mektupta, “kendi kuşağının soykırımı önlemek için tüm araçları kullanmaması durumunda Nazi döneminde ebeveynlerinin yaptığı gibi başarısız olmayacak mıyız?” diye sordu.

Üç yıl sonra Fischer, Sosyal Demokrat Gerhard Schröder liderliğindeki kırmızı-yeşil hükümette dışişleri bakanı olduğunda —bir başka Achtundsechziger (Nazi artığı), ancak Fischer’in Holokost’la ilgili kaygısını paylaşmayan biri— fikirlerini uygulamaya koyma şansına sahip oldu. Auschwitz’in Alman dış politikasına etkileri konusu, Kosova’daki etnik temizliği önleme maksatlı askeri müdahale sorusuyla çabucak doruğa çıktı. Tartışma özellikle hem barış fikrine hem de Holokost’un sorumluluğuna bağlı olan Yeşiller arasında yoğundu. İki ilke arasında bir seçim yapmak zorunda kalmış görünüyorlardı: “Bir daha asla” ilkesi bazılarının NATO’nun Sırbistan’a askeri müdahalesine ya da en azından Almanya’nın bu müdahaleye katılmasına karşı çıkmasına neden olurken, “Bir daha asla Auschwitz” ilkesi de diğerlerinin (Fischer gibi) müdahaleyi ve Almanya’nın dahilini desteklemesine neden oluyordu.

Auschwitz’e olan bu takıntı, çoğu zaman söz konusu bölgeden (bu örnekte Balkanlar) ziyade Almanya’nın kendisiyle ilgili gibi görünen narsist bir dış politika tartışmasına yol açtı. Bununla beraber Fischer, Entebbe’den sonra olduğundan daha fazla İsrail’i savunuyor olsa da “Bir daha asla Auschwitz” fikri, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir soykırımı önlemeye yönelik evrenselci bir istek olarak kaldı.

Evrenselcilikten tikelciliğe

Fischer, 1999’da Kosova konusundaki tartışmayı kazanmış olsa da —dört Alman Tornado’su Yeşiller’in desteğiyle NATO’nun Sırbistan bombardımanına katılmıştı— daha sonra “Auschwitz’i siyasi amaçlar için araçsallaştırdığı” konusunda bir fikir birliği oluştu. Daha sonra Almanya Dışişleri Bakanlığı’nda müsteşar ve daha sonra Münih Güvenlik Konferansı direktörü olan Wolfgang Ischinger ile görüştüğümde, bana eski patronunun “argümanı kamuoyu desteği kazanmak için abarttığını” dile getirdi. O tarihten sonra Auschwitz, 1990’larda olduğu gibi Alman dış politika tartışmalarında artık gündeme gelmiyordu.

Fakat İsrail açısından bir istisna söz konusuydu. Almanya’nın İsrail’e desteği, 1952’de tazminat ödemeyi kabul eden ve ülkeye silah tedarik etmeye başlayan Adenauer’e kadar uzanıyordu. Dış politika tartışmalarında Auschwitz’e atıfta bulunmak gözden düştüğünde, sağ kesimden bazıları Almanya’nın İsrail’e karşı mesuliyetini daha sert bir şekilde ifade etmek için Fischer’in 1985’teki makalesinde yeniden canlandırdığı Staatsräson terimini kullanmaya başladı. Gazeteci Patrick Bahners’in 2002 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung’da yazdığı üzere “Bu Almanya’nın, Hitler’in ölümünden sonra kazanmasına izin verilemeyecek olan ulusal çıkarıydı,” idi. Yahudi halkının etrafı hala düşmanlarla çevriliydi ve bu düşmanların zafere ulaşmaması Almanya’nın ulusal çıkarları için olduğu kadar, ülkenin bir Nazi tarafından ele geçirilmesini önlemek için de önemliydi.

Kırmızı-yeşil hükümet 2005 yılında Merkel’in Almanya Şansölyesi olarak görevi devralmasıyla sona erdi; Merkel, bu görevi on altı yıl boyunca sürdürecekti. Göreve geldikten üç yıl sonra Knesset’te yaptığı ve bir Alman şansölyesi tarafından yapılan ilk konuşma olan konuşmasında, kendisinden önceki tüm şansölyelerin Almanya’nın İsrail’in güvenliği konusundaki özel tarihsel sorumluluğunun farkında olduğunu iddia etti. Merkel, “Bu tarihsel sorumluluk benim ülkemin ulusal çıkarının bir parçası,” dedi.

Merkel’in konuşması, 2000-2005 yılları arasında Almanya’nın İsrail Büyükelçisi olarak görev yapan Rudolf Dreßler’in 2005 yılında yazdığı makalede “İsrail’in güvenli bir şekilde var olması Almanya’nın ulusal çıkarına ve dolayısıyla ulusal çıkarımızın bir parçası,” şeklindeki ifadelerinden etkilenmişe benziyor. Spiegel’in son haberine göre, bu terim aslında Fischer’e ait olsa da Merkel’in kurmayları bunun kulağa sert bir “Hıristiyan Demokrat dili” gibi geldiğini düşünmüştü. Başka bir açıdan da Merkel’in tipik bir örneğiydi; siyasete “alternatif yok” yaklaşımıyla bilinen Merkel, Almanya’nın İsrail’e dönük politikasını demokratik çekişme alanından çıkarmaya ve İsrail’in güvenliğine bağlılığı tarihçi Jürgen Zimmerer’in ifadesiyle “sorgulanamaz, alternatifsiz bir ilke” haline getirmeye çalıştı.

Merkel başarılı da oldu: İsrail’e bağlılık Alman devletinin bir ilkesi olarak siyasi yelpazede bir konsensüs haline geldi. 2021 yılında Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlardan oluşan yeni koalisyon hükümeti, tanıdık bir cümleyi içeren ve dikkatle müzakere edilmiş bir anlaşmaya vardı: “Bizim için İsrail’in güvenliği ulusal çıkardır.” Şansölye Olaf Scholz, 7 Ekim saldırılarından on gün sonra İsrail’i ziyaret ederek —ki bu esnada İsrail, Gazze’ye binlerce bomba atmıştı— bu açıklamayı yineledi [Scholz’un ulusal güvenlik danışmanı Jens Plötner, Dreßler’in büyükelçi olduğu dönemde İsrail’deki Alman büyükelçiliğinde görev yapmıştı].

Merkel’in görevden ayrılmasından bu yana, özellikle iktisadi çıkarları güvenliğin önüne koyduğu Çin ve Rusya konusunda olmak üzere, dış politika mirasına yönelik eleştiriler giderek artıyor. 7 Ekim’den bu yana Merkel’in, Almanya’nın İsrail’e yönelik politikası açısından da feci bir miras bıraktığı açıkça ortaya çıktı. Merkel’in Knesset konuşmasından bir yıl sonra, 2009’da Netanyahu ikinci kez iktidara geldi ve o tarihten bu yana İsrail giderek daha da sağa kaydı. Almanya, artık Gazze halkını sürerken ve yok ederken bile İsrail’i eleştiremiyor ya da eleştirmek istemiyor.

Hiper-Siyonist bir Almanya

2010’larda, azalan iç kamuoyu desteğinin Almanya’nın İsrail’e olan bağlılığında bir zayıflamaya yol açıp açmayacağını merak ediyordum. Nazi geçmişinin kendileri için varoluşsal ve şahsi olduğu Nazi artıklarının yerini, bu geçmişe daha mesafeli ve kayıtsız yaklaşan Almanların almasıyla bir kuşak değişimi yaşanıyordu [Etkili bir kitap olan Opa war kein Nazi (Büyükbaba Nazi değildi) bu neslin fertlerinin, büyükanne ve büyükbabalarının vahşete katılmış olabileceğini nasıl hayal edemediklerini göstermişti]. Dahası, Alman toplumu da giderek çeşitleniyordu ve göçmenlerin Nazi geçmişinden aldıkları derslere dair kendi algıları vardı.

Son on yılda ortaya çıkan şeyin post-Siyonist bir Almanya’dan ziyade hiper-Siyonist bir Almanya olması beni şaşırttı. Holokost’un kolektif hafızası kuşaklar arası ve demografik değişimle karmaşıklaşırken bile Alman elitleri İsrail’e olan bağlılıklarını iki katına çıkardılar. Aslında bunu yapmalarının bir nedeni de Nazi geçmişinden çıkardıkları derslerin artık geniş kitlelerce paylaşılmadığından korkmaları ve çok geç olmadan bunu tartışılmaz hale getirmek istemeleri.

Joschka Fischer’in Yeşiller Partisi’ndeki halefleri, Nazi geçmişinden çıkarılan derslere ilişkin evrenselci anlayıştan tikelci bir anlayışa geçişi kabul etmekle kalmadılar, aynı zamanda bunun en saldırgan savunucuları haline geldiler. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck gibi önde gelen Yeşil politikacılar, İsrail’in en sadık destekçileri ve Siyonizm karşıtı ve Filistin yanlısı seslerin en sert eleştirmenleri arasında yer alıyor. Fakat Amerikalı muhafazakârların aksine, İsrail’e verdikleri koşulsuz desteği Nazizm karşıtlığının bir ifadesi, yani ilerici bir tutum olarak görüyorlar. Fischer, karşı çıktığı 2003 Irak işgali öncesinde Amerikalı yeni muhafazakârlarla girdiği çatışmayla hatırlanıyor. Ancak bugün bazı Yeşiller soldan ziyade yeni muhafazakârlara daha yakın.

Springer medya şirketinin İsrail konusundaki tutumu, 1967’de Springer’in İsrail’e verdiği destekle radikalleşen yeni solcuların halefleri de dahil olmak üzere, fiilen tüm Alman siyaset kurumunun tutumu haline geldi. Son dönemde Springer, İsrail’i eleştirenlere karşı yürütülen cadı avının bir kısmına öncülük etti; örneğin Filistin asıllı Alman gazeteci Nemi el-Hasan, Alman kamu yayın kuruluşu ZDF tarafından işten çıkarıldı. Şirket çalışanlarının İsrail’e destek beyannamesi imzalamaları gerekiyor. Almanya’nın bir eyaletinde Hıristiyan Demokratlar İsrail’e dönük benzer bir taahhüdü vatandaşlık şartı haline getirdi ve diğer eyaletler de aynı şeyi yapmayı öneriyor, sanki tüm Alman vatandaşları artık Springer çalışanıymış gibi.

Geçtiğimiz yıl Die Zeit, Springer CEO’su Mathias Döpfner’in sızdırılan e-postalarına dayanan şok edici bir araştırma yayımladı. E-postalardan birinde Döpfner, siyasi inançlarının bir özetini veriyor ve bu özet, Almanya’da son birkaç on yılda ortaya çıkan siyasi konsensüsü de uygun bir şekilde tanımlayan olağanüstü ve tüyler ürpertici bir cümleyle bitiyor: “Siyonizm über alles.”

Hristiyan Siyonistler Yahudiler hakkında ne düşünür?

DÜNYA BASINI

Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.

***

Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor

Renad Mansour

Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.

İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.

Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.

Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.

UYUM YOLUYLA DİRENİŞ

Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.

Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.

1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.

Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.

2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.

Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.

Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.

Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).

Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.

İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT

Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.

İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.

Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.

Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.

7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.

Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.

HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI

İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.

Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.

Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.

Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Yayınlanma

Editörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.


Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Alexander Neu, NachDenkSeiten

11 Kasım 2024

Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.

Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.

Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.

Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.

Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”

Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”

Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.

BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.

Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.

BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?

Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.

Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.

Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.

Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.

Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.

Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.

BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler

BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.

Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.

BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.

Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.

BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.

BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.

Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.

BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.

AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.

Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.

Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.

ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.

Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.

Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.

Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.

Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.

Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.

BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?

Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.

BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.

Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.

Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.

Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar

Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.

Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.

Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.

Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.

ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.

Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.

Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.

Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.

Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.

En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English