Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Amerika dolarsızlaşmadan kazançlı çıkacak mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Güney yarımküredeki ülkelerin ABD’ye serflik etmeyi reddederek Rusya ve Çin ile ilişkileri geliştirmesi son yılların en çarpıcı gerçeği. Son dönemde Washington’un son bir asırdır sağmalık ineği olan Körfez rejimleri bile şimdi Çin ile bağlarını geliştiriyor. Nitekim Tahran ve Riyad’ın Pekin’in arabuluculuğu ile masaya oturması son yılların belki de en büyük hadiselerinden biriydi. Dünyanın Washington’u ve rezerv para birimi doları terk etme süreci ağır aksak ilerleyeceğe benziyor ama yaşanan şey, Britanya İmparatorluğu’nun ve pound’un gerilemesinden çok da farklı değil. “Dolarsızlaşma” süreci, Washington’un kolonileştirdiği ülkelerden ziyade Amerikalı işçiler, çiftçiler, üreticiler ve küçük işletmelerin de yararına olacak; Thomas Fazi’nin yorumu bu yönde.


Amerika dolarsızlaşmadan kazançlı çıkacak mı?

Thomas Fazi — Unherd

24 Nisan 2023

Diğer yerel para birimlerinin gücü artıyor

Batı’nın Rusya’ya dönük yaptırımlarının getirilerine dair tartışmada en önemli unsur, aynı zamanda en fazla göz ardı edilen unsur. Yaptırım rejimi çoğunlukla ihracat yasakları ve belirli varlıkların dondurulması gibi daha önce de uygulanmış olan kısıtlamalardan oluşuyor. Bazı Rus bankalarının, tartışmalı bir biçimde ana uluslararası bankacılık mesaj sistemi olan SWIFT’ten tecrit edilmesi bile daha önce İran’a karşı kullanılmış olması nedeniyle istisnai bir durum değil.

Fakat Rusya’nın yaklaşık 300 milyar dolar değerindeki döviz rezervlerinin dondurulması —toplam rezervlerinin yaklaşık yarısı— kritikti. ABD; Afganistan, İran, Suriye ve Venezuela’ya da benzer şekilde muamele etmiş olsa da bu hedeflerin hiçbiri Rusya —G20 üyesi ve dünyanın en büyük nükleer gücü— kadar güçlü değildi. Aynı zamanda merkez bankalarının merkez bankası olarak bilinen Basel’deki Bank for International Settlements’a (BIS) üye 63 merkez bankasından hiçbiri, İkinci Dünya Savaşı sırasında bile finansal yaptırımların hedefi olmamıştı.

O dönemde bu karar nispeten az ilgi görmüştü. Ancak ileride tarihçiler bu kararı, tarihteki en büyük çığ etkilerinden birini harekete geçiren ve şu anda Amerikan İmparatorluğu’nun temellerini sarsan bir tetikleyici olarak anacaklardır.

İtibari para çağında rezervler, yabancı merkez bankalarının kasalarında saklanan fiziksel dolarlar (ya da diğer para birimleri) şeklinde tutuluyor. Bunlar basit senetler, ABD Merkez Bankası ve diğer merkez bankalarının muhasebe tablolarına kaydedilen birer kredi. Bu yüzden tıpkı şahıslar veya şirketler ile ticari bankalar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi ülkeler arasındaki ilişkilerde de güven esastır: Nasıl ki paranızın dondurulacağı ya da el konulacağı yönünde en ufak bir korkunuz bile varsa maaşınızı asla bir bankaya yatırmazsanız, hiçbir ülke de her an elinden alınabilecek rezervler tutmak istemez.

Dolayısıyla bu hamle neredeyse kutsal bir ilkeyi, uluslararası rezervlerin tarafsızlığını ihlal ediyordu. Mesaj açıktı; bundan böyle ABD, çizgiyi aşan ya da Batı diktasına karşı gelen ülkeleri cezalandırmak için hiçbir şeyden kaçınmayacaktı. Ve eğer bu, merkez bankası rezervlerinin çoğu Batı’ya yapılan satışlardan elde edilen gelirlerden oluşan bir güç konumundaki Rusya’nın başında gelebiliyorsa herkesin başına gelebilirdi. Wolfgang Münchau’nun yazdığı üzere ABD, uluslararası rezervleri silah haline getirerek “ekonomik savaş tarihindeki en büyük kumarı oynamıştı”. Münchau, ABD’nin tek hamlede “dünyanın ana rezerv para birimi olan Amerikan dolarına olan güveni sarstığını” ve Çin ile Rusya’yı “Batı’nın mali altyapısını baypas etmeye” teşvik ettiğini belirtti. Batı dışındaki ülkeler için —özellikle de ABD varlıklarına büyük ölçüde maruz kalan Çin için— dolardan ve daha genel anlamda ABD öncülüğündeki uluslararası para ve finans sisteminden ayrılmak ani bir aciliyet kazandı.

Dolarsızlaşma bir gece olacak bir şey değildi, bu çok açıktı. Fakat tarihin çarkları harekete geçti. Dünya ülkelerinin çoğunun Rusya’ya yaptırım uygulayan Batı’ya katılmayıp dolar merkezli sisteme olan bağımlılıklarını azaltmak amacıyla Rusya ve Çin ile bağlarını sükunetle güçlendirmeye başlamaları tesadüf değil. Sadece 12 ay içinde dünya, jeopolitik açıdan on yıllardır olmadığı kadar büyük bir tektonik değişim geçirdi: BRICS ve dünya nüfusunun çoğunu oluşturan onlarca başka ülkeden oluşan ve uzun zamandır müjdelenen Batı sonrası uluslararası düzen nihayet gerçeğe dönüştü. Eski Hazine Bakanı Larry Summers’ın da kısa süre önce söylediği gibi ABD hiç olmadığı kadar yalnız.

Bu sürecin temel itici güçlerinden biri dünyanın dolardan kademeli olarak uzaklaşması oldu. Doların çöküşü altmışlı yıllardan bu yana durmaksızın —kusurlu biçimde— tahminlerin konusu olması nedeniyle bu konudaki şüphecilik haklı. Fakat bu kez bunun gerçekleştiğine inanmak için iyi bir gerekçe mevcut. Dolarsızlaşma pek çok şekilde gerçekleşebilir üç tanesini tespit etmek bilhassa kolay; uluslararası işlemlerin başta Çin yuanı olmak üzere dolar dışındaki para birimleriyle yapılması, doların küresel döviz rezervlerindeki payının azalması ve yabancıların elindeki ABD Hazinesi tahvillerinin azalması.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın eğilim net görünüyor. Uluslararası ödemeler açısından yuanın (ve diğer para birimlerinin) rolü geçtiğimiz yıl büyük bir artış kaydetti. Bunun en bariz örneği, Batı’nın yaptırımları nedeniyle uluslararası işlemlerinin çoğunda yuanı benimsemek zorunda kalan Rusya. Ancak aralarında Brezilya, Arjantin, Pakistan ve Bangladeş’in de bulunduğu diğer bazı büyük ülkeler de uluslararası işlemlerinde yuan ya da kendi para birimlerini kullanmayı kabul etti (ya da müzakere sürecinde). Bu arada BRICS, Keynes’in 70 yıl önce önerdiği sentetik alternatif olan ve Amerikalılar tarafından kendi dolarları etrafında sabitlenmiş bir sistem lehine reddedilen bancor ayarında uluslararası bir para birimi geliştirmek için de çalışıyor.

BRICS’in ötesinde, özellikle ABD’nin daha önce rakipsiz bir stratejik güce sahip olduğu Basra Körfezi dolarsızlaşmaya —ya da en azından yerel para birimlerinin daha fazla kullanılmasına— yönelik ilgi de artıyor. Aralık ayında düzenlenen ilk Çin-Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi zirvesinde petrol ve doğalgaz ticaretinde yuan kullanılması konusunda uzlaşmaya varıldı. Geçen ay da Çin ve BAE ilk işlemlerini yuan ile gerçekleştirdi.

Küresel döviz rezervlerinin yapısına bakıldığında dolarsızlaşma yönündeki değişim daha az belirgin olabilir. Fakat yaşanan bu. Burada görülecek bir şey yok diyenler, ABD dolarının toplamın yaklaşık yüzde 60’ını oluşturarak dünya döviz rezervlerine hala hâkim olduğunu, yuanın ise yüzde 3’ten daha az bir paya sahip olduğunu belirtebilir. Ancak bugünün statik anlık görüntüleri, doğru olsa da geleceğin ne getireceğini anlamada çok az işe yarar. Mevcut eğilimlere göre doların rezerv para birimleri içindeki payı son yirmi yılda ortalamanın 10 katı hızla daralmaya başladı. Merkez bankaları çoğunlukla altını dolara yeğleyerek, denizaşırı kreditörler —özellikle Çin, Japonya ve Suudi Arabistan— ABD Hazinesi tahvillerini giderek daha fazla satıyor.

Dolarsızlaşma süreci o kadar ilerledi ki, Batılı siyaset kurumundaki pek çok kişi bu kez durumun farklı olduğunu kabul etmeye başladı. Örneğin geçen hafta ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, doların mali yaptırımlar yoluyla silaha dönüştürülmesinin üstünlüğü yakın zaman için riskte olmasa bile ülkeleri alternatif arayışına iterek hegemonyasını zayıflatma riski taşıdığını itiraf etti. Sadece iki gün sonra Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde da benzer bir açıklama yaparak “Batılı ödeme sistemlerine ve para birimi çerçevelerine bağımlılıklarını azaltmak isteyen bazı ülkeler için bir fırsat” olduğunu kabul etti. Bu değişikliklerin “Amerikan doları ya da avronun hakimiyetini yakın bir zamanda kaybetmesi” anlamına gelmediğini ama “uluslararası para birimi statüsünün artık hafife alınmaması gerektiğini gösterdiğini” vurguladı. O halde mesele artık dolarsızlaşmanın yaşanıp yaşanmadığı değil, ne kadar hızlı yaşandığı.

Buna kuşkuyla yaklaşanlar, doların düşüşünün önünde aşılamaz teknik ve kurumsal engeller olduğunu savunmaya devam ediyor. Mesela rezerv para statüsünde göreceli bir tekele yol açan ölçek ekonomileri var oldukça, sermaye kontrolleri aşamalı olarak kaldırılmadıkça ve döviz kuru daha esnek hale getirilmedikçe Çin yuanının gerçek bir rezerv para birimi olamayacağına işaret ediyorlar. Dahası, rezerv para birimi olan bir ülkenin, dünyanın kendi para birimine olan talebini karşılamak için —ABD’nin yaptığı gibi— sürekli cari işlemler açığını kabul etmesi gerektiğini iddia ediyorlar.

Dolayısıyla yuanın doların yerini alması için Çin’in mali piyasalarında ve parasal-iktisadi politikalarında büyük değişiklikler yaşanması gerekecek. Bunlar mantıklı iddialar ama temel bir hususu gözden kaçırıyorlar: Dolarsızlaşma süreci öncelikle iktisadi değil jeopolitik nitelikte. Mesele sadece “verimli” bir sistem bulmak değil, Batı’nın parasal hegemonyasına meydan okumaktır. Dahası dolarsızlaşma yuanın doların yerini alması anlamına gelmiyor, rezerv varlıkların birkaç büyük para birimi ve altın gibi emtialar gibi diğer varlıklar arasında dağıtılması anlamına geliyor.

Ve bu kötü bir şey olmayacaktır. Dünyanın dolara olan bağımlılığı, ekonomileri ABD’nin para politikasındaki değişikliklere haddinden fazla maruz bırakıyor ve parasal gevşeme ya da şu anda olduğu gibi sıkılaşma dönemleri dünyanın geri kalanı üzerinde dramatik zincirleme etkilere neden oluyor. Bu durum tümüyle Amerika’nın dezavantajına da olmayacaktır. Michael Pettis ve Matthew Klein’n da belirttiği üzere mevcut uluslararası ve parasal finans sistemi ülkelerin çıkarlarını birbirleriyle karşı karşıya getirmekten çok, belirli ekonomik sektörlerin çıkarlarını diğer ekonomik sektörlerle karşı karşıya getiriyor. Başka bir deyişle doların küresel hakimiyetinden istifade eden bir bütün olarak ABD değil, ABD içindeki belirli kesimler.

De Gaulle’ün Ekonomi Bakanı Valéry Giscard d’Estaing’in Amerika’nın “fahiş ayrıcalığı” olarak nitelendirdiği şekilde dolar hakimiyeti, sermayeyi ABD’ye çekerek ve sadece kendi para birimini basarak yabancı mallara ve petrol gibi kaynaklara el koymasına olanak sağlayarak şüphesiz Amerika’nın emperyal elitlerine —Wall Street, büyük küresel şirketler ve en önemlisi ulusal güvenlik kurumları— yaradı. ABD’nin dünyanın büyük bir kısmı üzerinde finansal hakimiyet kurmasının yanı sıra savaş rejimini ebediyen sürdürmesini sağlayan şey de bu.

Ama bunun sadece dünyanın geri kalanı için değil, aynı zamanda Amerikalı işçiler, çiftçiler, üreticiler ve küçük işletmeler için de kayda değer bir maliyeti oldu. Amerika için dünyanın birincil rezerv para birimini desteklemek, sürekli ticaret açığı vermek anlamına geliyor ki bu da sanayi ve üretim kapasitesini ve iş gücüne iyi ücretli işler sağlama imkanını ciddi biçimde aşındırdı; Pettis bunu doların “fahiş yükü” olarak nitelendiriyor. O halde bu üstünlüğün sona ermesi Amerika’yı bir nebze “normal” bir ülkeye, diğer bölgesel güçler arasındaki bir bölgesel güce dönüştürecektir. Hem küresel olarak hem de ABD içinde bu durum hemen hemen herkesin yararına olacaktır. Aslında, tek kaybedenler kendilerini zenginleştirmek için bolca zamanı olanlar olacaktır.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English