Görüş
Amerika; ‘İstisnai’ ülke, ‘rekabetçi’ demokrasi ve ‘vazgeçilmez’ lideri

Dünyaya ‘liderlik etmesi’ elzem görülen ‘vazgeçilmez ülke’ ve ‘istisnai ulus’ olarak Amerika Birleşik Devletleri fikri; çeyrek asır kadar önce Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın formülüyle sunulmuştu. Soğuk Savaş sonrası yönetici elitin kibrinin ifadesi olan bu iddialar, seneler sonra en büyük ‘taşıyıcısı’ olma hevesindeki Joe Biden’ın şahsında bir trajediye dönüştü.
5 Kasım başkanlık seçimleri için ikinci dönem aday olurken ‘Amerikan ulusu gibi kendisini de vazgeçilmez’ gören ve ‘Sadece yüce Tanrı’nın kendisini adaylığı bırakmaya ikna edeceğini’ söyleyen Joe Biden, ‘Demokratik Partisi’ tarafından bir kenara atıldı. ‘İstisnai ulusun’ rekabetçi demokrasisi ise parti elitleri ve milyarderlerin önseçimlerde tek bir oy bile almayan bir kişiyi yerine atamasıyla ‘taçlandırıldı’. Şimdi çok eleştirilen rakip Cumhuriyetçi cephenin söylem ve yöntemlerinden hiç farkı olmayan bir propaganda makinasıyla 5 Kasım başkanlık seçimi için ‘görücüye’ çıkılıyor.
Son dönemde Birleşik Krallık ve Fransa seçimleri, neoliberal Batı modelinde ‘temsili demokrasinin’ sancılarını ortaya sermişti. Ancak ABD’nin kendine özgü rekabetçi demokrasi iddiası açısından daha da dikkat çekici bir manzara belirdi. Doğrusu dünya gözlemcilerinin sinik analizlerini meşrulaştıran her türlü malzemeyi sunuyor.
‘SIRADANLAŞTIRILAN’ DEVRİLME SÜRECİ
Joe Biden’ın ‘bunama’ tezahürleri epeydir dünyaya mal olmuştu. ABD’de -Birleşik Krallık’ı da katarsak Anglo-Amerikan dünyada- ana akım medya aşikar olanı örtmeye çabaladı. Taa ki 27 Haziran’da Joe Biden ile Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump arasındaki başkanlık münazarasına kadar…
27 Haziran’da; Biden’ın Trump’ın ‘bileğini bükemeyeceği’ alenen anlaşılınca iş değişti. Münazara ABD’deki neoliberalleri dehşete düşürdü. En başta kaybetme korkusuyla…
Dolayısıyla Joe Biden’ın; ‘Demokratik parti politbürosu’ ve siyasi sistemin ‘bağışçılar’ diye anılan para babaları tarafından alaşağı edilmesi kimse için ‘beklenmedik’ değildi. Buna karşılık Biden’ın devrilmesi süreci ‘sıradanlaştırılmaya’ çalışıldı. 81 yaşında açık bunama belirtileri karşısında ‘onurlu biçimde’ kenara çekilmek yerine son ana kadar inat etmesinin perde arkası da titizlikle işlendi.
Biden, 5 Temmuz’da ABC’de George Stephanopoulos’a, kenara çekilme çağrıları karşısında kararlılığını en sevdiği dış politika söylemlerinden birisi olan ‘vazgeçilmez ulus’ fikrini kendi varlığına mal ederek reddetmişti: “NATO’yu benim gibi kim bir arada tutabilir? Pasifik Havzasını, en azından şu anda Çin’i kontrol altında tuttuğumuz bir konumda tutabileceğim bir pozisyonda kim olabilir? Bunu kim yapacak? Bu erişim kimde var?”
Bu şişkin egonun partisinin rakip klanlarının baskısı ile ekarte edilmesi çok sürmedi. Kurulan komplo elbette Amerika’ya özgü oldu.
Çarşaf çarşaf anketlerle Amerikan halkının ve özellikle Demokratik tabanın çekilmesini istediği vurgulandı. NY Times yayın kurulunun münazaranın hemen ardından saygılı bir dille ‘çekil’ çağrısından yahut Holivutçu George Clooney’e makale yazdırılmasından belliydi. Ama Beyaz Saray Biden’ın fiziksel ve zihinsel durumuyla ilgili ‘hiçbir şeyciği yok’ demekte ısrar ederken, ‘doktorların Parkinson şüphesiyle bir yıldır kendisini kontrol altında tuttuğu’ sızdırılarak darbenin zemini hazırlandı. Son anlarda Biden’ın Kovid-19’a yakalanarak memleketi Delaware’de kendisini tecrit ettiği duyurulduğunda ‘öldüğü’ dahi iddia edildi.
19 Temmuz’u gelindiğinde, Biden, 13 Temmuz’da suikast girişimi atlatmış rakibi Trump’ın Cumhuriyetçi Konvansiyon’daki konuşmasına meydan okuyor, ekibi de başkanın kampanyasına devam edeceğini söylüyordu.
‘Yüce Tanrı’ 21 Temmuz Pazar gününe kadar ‘dayandı’.
BİR TUHAF ÇEKİLME, BİR KURU TEŞEKKÜR VE…
Birleşik Devletler’de başkanlık yarışından adayların çekilmesi görülmemiş iş değil. 1968’de Demokrat Başkan Lyndon Johnson Vietnam savaşının şiddetli etkisi altında çekilmişti. Ama bunu münasip biçimde yapmış, çıkıp ulusa seslenerek Amerikan halkına durumunu izah etmişti.
Joe Biden’ın bu işi yapış biçimi bile sıradışı oldu. 21 Temmuz’da X hesabından herkesi ‘acaba gerçekten o mu’ yahut ‘imzası sahte mi’ diye eski kararnamelere baktıran bir mektup koyarak!
Mektupta Biden, hem 3.5 yılda yaptığı ‘büyük işleri’ övüyordu; güçlü ekonomi, yeniden inşa edilen ulus ve demokrasi, reçeteli ilaç maliyetleri, iklim yasaları vs… Yerine geçecek şahsiyete yapacak iş bırakmamıştı! Biden yine takıntılı olduğu abartılı ‘liderlik’ vurgusunu eksik etmedi; ‘ABD hiçbir zaman liderlik konusunda bu kadar iyi bir konuma sahip olmamıştı’… İnanılmaz ama ‘Büyük Buhran’ atfı bile vardı! Biden bu kadar da başarılıydı ama yine de çekiliyordu: “Her ne kadar yeniden seçilme niyetim olsa da, görevimden çekilip görev süremin geri kalanında yalnızca Başkanlık görevlerimi yerine getirmeye odaklanmamın partimin ve ülkemin çıkarına olacağına inanıyorum.”
Doğrusu demokrasisinin alameti farikası olarak ‘rekabetçiliği’ gösteren Amerikan siyaseti açısından ‘parti ve ülke çıkarı’ gibi izahatlar çok kulak tırmalayıcı. Sosyalist ülkelerin siyasi yapılarına yönelik küçümser söylemler düşünülürse… Neticede Biden mektubunda ‘ulusa seslenişle’ durumu izah edeceğini belirtmekle yetindi.
Mektubun en dikkat çekici yanı, Demokratik Parti içinde en başta Obama ve Clinton klanlarının kapışmasında ismi öne çıkan yardımcısı Kamala Harris’e destek açıklamaması idi. ‘Kuru bir teşekkür’ vardı sadece. Derhal fark edilmiş olsa gerek ki, ‘birileri’ yarım saat içinde yine sosyal medyadan Biden adına ikinci bir açıklama yaptı. Biden’a “2020’de başkan yardımcısı adayı olarak Kamala Harris’i seçmem aldığım en iyi karardı. Bugün Kamala’nın bu yıl partimizin adayı olması için tam desteğimi ve onayımı sunmak istiyorum” dedirtmişlerdi.
Ne ki, Kovid-19’u atlatan Biden 24 Temmuz’da başkente dönerken ‘Sizce Kamala Harris Donald Trump’ı yenebilir mi’ sorularını cevapsız bırakıyordu.
Nihayet ‘ulusa sesleniş’ dört gün sonra, 25 Temmuz’da geldi. Biden yine aynı şeyleri söylüyordu! Başkanlığını ve liderliğini övüyor, ‘ikinci dönemi hak ettiğine inandığını’ belirtiyordu. ‘Demokrasiyi kurtarmaktan’ söz ediyordu: “Bu sebeple, ilerlemek için en iyi yolun, bayrağı yeni bir jenerasyona devretmek olduğuna karar verdim. Ulusumuzu birleştirmenin en iyi yolu bu.” Kararının ‘Trump’ı yenmek’ bağlamında alındığı açıktı. Bu kez Kamala Harris’i ‘deneyimli, güçlü ve yetenekli’ diye sunuyor ve “Şimdi seçim size kalmış. Amerikan halkı, bu seçimi yapın” diyordu.
Muazzam başarılara imza atmış, ikinci dönemi hak eden bir liderdi. Buna rağmen çekiliyordu ve uluorta tartışılan asıl sebepten hiç bahis yoktu. Üstelik kalan 6 ayda başkanlığa da devam edecekti. Dış politikada Ukrayna’dan Ortadoğu’ya facialar yaratan politikalarına…
Neticede bir mektup ve bir ulusa sesleniş ile Amerikan halkına ‘izahattan’ ziyade spekülasyon malzemesi sundu. Ama Demokratlara bir ‘oh’ çektirdi. Doğal olarak başta Cumhuriyetçiler olmak üzere pek çok insan ‘kampanya yürütecek halde değilse nasıl başkan kalabiliyor’ sorusunu yöneltti.
Tüm bunları bir ‘darbe’ ötesinde yorumlamak doğrusu zor. Ona ‘çekil’ diyenlerin hemen ardından ‘büyük lider’ diye taltif etmelerinin Biden’ı teskin ettiğini düşünmek de öyle…
Wall Street Journal’ın darbeyi sunuş biçimi, “Seçmenler bocalayan Başkan’ın çok yaşlı olduğunu düşünse de müttefikleri görmezden geldi, danışmanları yeteneklerini savundu, Demokrat Parti yetkilileri de diğer adayları saf dışı bıraktı” oldu. Neoliberal medya elbette ‘kediye kedi’ demedi. Ama NY Times’ta, Biden’ın ‘kuyusunu kazanların’ başında geldiği anlaşılan eski Başkan Barack Obama’ya çok öfkeli olduğu yazıldı. Şimdi ‘Yaşlı adam’ ite kaka yoldan çekilmişken, bu nahoş meselelere girmek yerine ‘önlerine bakıyorlar. Ve yapacak ‘çok iş’ var.
KAMALA, KAHKAHASI VE HİNDİSTAN CEVİZİ
Yaşlı adamın siyasi hırsları ve inadını yönetemeyip zamanında müdahale edemeyen Demokratik Parti, Kamala Harris gibi bir adayla baş başa kalmış durumda. Aslında Harris, 2020 başkanlık önseçim yarışında feci bir sonuç alarak hemen çekilmiş bir isim. 2017-21’deki kısa süreli senatörlük dönemi öncesinde San Francisco Savcılığı ve California Başsavcılığı dönemi var. Başkan adaylığında etkili olan valilik gibi büyük hükümet görevi deneyimi yok. Yönetim beceresi sorgulanan, siyasi fikir ve vizyonu belirsiz bir isim.
Amerikan standartlarında ‘solcu’ ve ‘ilerlemeci’ diye pazarlanıyor. Başsavcıyken Yüksek Mahkeme kararları hilafına davranarak aslında tahliye edilebilecek, şiddete bulaşmamış hükümlüleri hapishane sisteminde ‘köle emeği’ olarak tutması, hakkındaki tartışmaların en öne çıkanı. 2020 önseçimi münazarasında Amerikan müesses nizamı için ‘fazla kaliteli’ olan Tulsi Gabbard’ın, ‘kendisi tüttürürken’ 1567 siyahı düşük düzeyde marihuana bulundurmaktan hapiste tuttuğunu söylemesi karşısında zor anlar yaşamıştı. Başsavcıyken mağdurlarla ilgilenmek yerine makamı ve Senato’ya seçilebilmek için hatırlı tanıdıklarının ceza davalarını düşürdüğü iddia ediliyor.
3.5 yıllık başkan yardımcılığındaki performansı sönük. Sorumlu olduğu göç politikaları ise ABD için faciaya döndü. New York kentinde OHAL bile yaşandı. Bir ziyaretinde Guatemala Başkanı’nın yüzüne Amerika’ya göçün temel nedenleri olarak ‘siyasi yolsuzluğun’ hemen ardından ‘LGBT bireylere, kadınlara ve Afro kökenlilere şiddetin bulunduğunu’ söylemişliği var. Kimlikçilik en öne çıkan yanı. Siyah toplumdaki karşılığı epey tartışmalı görünüyor ama ‘en büyük siyah’, kadın ve LGBTQ hakları savunucusu. Artık insanın yetişkin dişisine ‘kadın’ demenin güçleştiği toplumsal cinsiyetçi Amerika’nın ‘renkli’ kadın başkanı olmaya soyunuyor.
Kamala’nın en büyük zaafı bizatihi ‘kişiliği’. Liderliğin güçlü belagat yerine medya cilasından geçtiği ‘prompter yüzyılında’ bile nadir bulunacak bir şahsiyet! Birbirini tekrarlayan anlamsız cümleleri video kliplerinin alay konusu. Haliyle sahteleri de üretiliyor; sahici olanların yanında ‘kaynıyorlar’. En meşhur olanı ‘annesinin Hindistan cevizi ağacından düşen çocuklarla’ ilgili kimsenin mana veremediği bir espri yapıp bir tek kendisinin şuh kahkahasıyla gülmesi. Ama sarsak hareketlerle dans etmesi üzerinden siyasi analiz yapılabiliyor. Bakışı, konuşması, jestleri, her haliyle bir samimiyetsizlik abidesi. Yazılı metinleri okumakla sınırlı kalmaması ‘tehlikeler’ barındırıyor, seçilirse ‘gafço Biden’ı sollama’ riski var. 2020 seçiminde ‘kim bu’ diye merak edip söyleşilerini izlemişliğimden söylüyorum; Hollywood hukuk film ve dizileri meraklısı olarak ‘nasıl olmuş da Amerikan hukuk sisteminde başsavcılığa yükselmiş’ diye düşünmüştüm. Tabii ‘kalitesi’ Amerika’da başkan seçilenlerin genel düzeyi açısından bir handikap sayılmamalı.
TRUMP’A KAYBEDECEKSE KAMALA KAYBETSİN HESABI…
Yani; Kamala Harris’in vaktiyle ağzı laf yapan bir ‘yaşlı kurt’ olarak Biden’ın içine sinmemesi doğal. ABD’nin son dönemde en ‘entelektüel’ başkanı olan Barak Obama’nın da Kamala’yı içine sinmediği anlaşılıyor. Nitekim günlerce açık destek sunmadı. Eşi Michelle en baştan adaylığı reddettiğinden meselenin ailenin bekasıyla da ilgisi görünmüyor. Açıkçası olup biten her şeyi bilen ama başkanken bile ‘üstüne alınmayarak yönetme’ becerisine sahip olan Obama ‘büyük devlet adamı’ olarak ‘partisi için kaygılanıyor’ ve Kamala’nın kaybetme ihtimalinden endişe ediyor gibi görünüyor. Rivayet o ki Obama ayrıca Demokratik Parti konvansiyonunda en azından rekabetçi bir görüntü verilmesini istediğinden Kamala’ya geç destek açıkladı.
Artık Roosevelt, Johnson, Kennedy gibi liderler çıkaramayan Demokratların durumu doğrusu parlak değil. Aslında Michigan Valisi Gretchen Whitmer yahut Kaliforniya Valisi Gavin Newsom gibi genç isimler var. Ancak kimsenin ‘kaybedecek kişi olmak istemediği’ anlaşılıyor. Yani ‘Trump’a kaybedecekse Kamala kaybetsin’ hesabı…
Dolayısıyla Demokratik Parti 19-22 Ağustos’ta Chicago’daki konvansiyona giderken görünüm şu: Iowa’da 15 Ocak’ta başlayan ön seçim haziranda sona erdi. 3 bin 930 delegeden 1976’sı yeterliyken Biden 3 bin 800’den fazla delegenin desteğini aldı. Şimdi bu delegeler oy vermedikleri atanmış Kamala’ya destek sunmakta. Teselli ‘Amerikan demokrasisini Trump’tan kurtarmak’ şiarında gizli. Genelde üçüncü dünya ülkelerine reva görülen türden bir ‘Amerikan demokrasisi iç ve dış düşmanların tehdidi altında’ vurgusu hakim.
Bu koşullarda Kamala’ya “Adaylığı hak etme ve kazanma niyetindeyim” demek kalıyor. Daha beteri Harris kamyanyayı ‘fiziksel ve zihinsel melekeleri’ yerinde olmayan bir Başkan’ın gölgesinde yürütmek durumunda. Aslında ABD Anayasası’nın 25. Ek Maddesi uyarınca, Başkan Yardımcısı ve Kabine, Başkan’ın görevine devam edemeyeceğini ilan etme ve onu istifaya zorlama yetkisine sahip olsa da… Kim bilir belki Konvansiyonla birlikte bu tartışmalar canlanır ve artık ‘topal ördek’ olmaktan bile çıkmış Biden’ı başkanlıktan da edebilirler.
İronik olan Washington Post’un ‘Tarihçiler Biden’ın çekilmesinin Amerikan demokrasisinin işlediğini gösterdiğini söyledi’ başlıklı makalesi olsa gerek. Amerikan siyasi tarihi ve gelenekleri açısından gelinen yere işaret ediyor.
Şimdilik Kamala’nın neoliberal medya cilasıyla keyfi yerine gelmiş görünüyor. Ama Biden’ın trajediye dönen devrilme sürecini tetiklediği anlaşılan Trump’a suikast girişiminin ardından Cumhuriyetçi cephe de konsolide oldu. Üstelik Trump’ın şimdiden müesses nizamı tedirgin etmek bakımından kendisini aşmaya başlayan bir de başkan yardımcısı adayı var: JD Vance. ‘Rekabetçi Amerikan’ denkleminin Cumhuriyetçi ayağındaki resmi de bir sonraki yazıya bırakalım.
Görüş
Kritik ve stratejik madenler: Türkiye’nin enerji ve güvenlik stratejilerinde yeni eşik

Doç. Dr. Anıl Çağlar ERKAN
Küresel Jeopolitik Dönüşüm ve Maden Kaynaklarının Stratejik Önemi
21.yüzyılın başlarından itibaren küresel ölçekte yaşanan hızlı jeopolitik dönüşümler, uluslararası güç dengelerini köklü bir biçimde yeniden şekillendirmektedir. Bu süreçte, enerji dönüşümüne yönelik artan talepler ve teknolojik devrimlerin tetiklediği yeni sanayi paradigmaları, doğal kaynaklar üzerindeki rekabeti daha önce görülmemiş bir düzeyde derinleştirmektedir. Bu paradigma değişimi, mineral kaynakların sadece ticari birer meta olarak değil, aynı zamanda ulusal güvenlik, teknolojik bağımsızlık ve jeopolitik etki alanlarının belirlenmesinde kritik araçlar olarak algılanmasına yol açmıştır. Maden arz güvenliği artık yalnızca ekonomik bir mesele olmaktan çıkmış; ulusal güvenlik, jeopolitik bağımsızlık ve stratejik özerklik meselesinin merkezine yerleşmiştir. Bu bağlamda, ülkelerin kendi kaynaklarını sistematik bir biçimde değerlendirmeleri, tedarik zinciri güvenliklerini sağlamaları ve uzun vadeli stratejik planlamalar yapmaları hayati bir zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye’nin Kritik ve Stratejik Madenler Yaklaşımı: Metodolojik Çerçeve ve Tanımsal Altyapı
Türkiye, bu küresel dinamikler ışığında ve kendi jeostratejik konumunun gerektirdiği sorumluluklar çerçevesinde hazırladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu ile maden kaynaklarına yönelik kapsamlı bir değerlendirme gerçekleştirmiştir. Bu rapor, sadece mevcut kaynakların envanterini çıkarmanın ötesinde, kritik madenlerin belirlenmesine yönelik bilimsel bir metodoloji geliştirmiş ve bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen kurumsal farkındalığın inşasında önemli bir adım atmıştır.
Raporda öncelikle, kritik madenler ve stratejik madenler tanımları yapılarak tanımsal bir çerçeve oluşturulmuştur. Kritik madenler, yüksek arz riski taşıyan, küresel tedarik zincirlerinde yaşanabilecek ani kırılmalar veya kesintiler halinde ekonomik ve teknolojik faaliyetlerde ciddi aksaklıklara, üretim duraksaktılarına ve hatta sistemik krizlere yol açabilecek potansiyele sahip mineralleri ifade etmektedir. Bu tanım, sadece madenlerin jeolojik nadir bulunurluk durumunu değil, aynı zamanda coğrafi konsantrasyonlarını, üretim monopollerini, politik istikrarsızlıkları ve lojistik kırılganlıkları da kapsayan çok boyutlu bir risk değerlendirmesini içermektedir.
Stratejik madenler ise, kritik madenlerin tüm özelliklerine ek olarak, savunma sanayi ve ileri teknolojik üretim süreçlerinde vazgeçilmez olan, ikame edilebilirlik oranı son derece düşük veya hiç olmayan ve eksikliği durumunda doğrudan ulusal güvenlik zaafı oluşturabilecek, ülkenin savunma kapasitesini ve teknolojik bağımsızlığını tehdit edebilecek madenlerdir. Bu kategorideki madenler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda askeri, siyasi ve jeopolitik boyutlarda kritik öneme sahiptir.
Küresel Bağlamda Kritik ve Stratejik Madenlerin Artan Önemi
Modern ekonomilerin ve teknolojik gelişmelerin temel yapıtaşları arasında yer alan kritik ve stratejik madenler, günümüzde ulusal güvenlik politikalarının, ekonomik kalkınma stratejilerinin ve enerji dönüşümü hedeflerinin tam merkezinde konumlanmaktadır. Özellikle dijital dönüşümün hızlanması, yenilenebilir enerji teknolojilerinin yaygınlaşması, elektrikli araç pazarının büyümesi ve savunma sanayiindeki teknolojik gelişmeler, bu madenlere olan talebi eksponansiyel bir biçimde artırmaktadır.
Türkiye’nin 2025 yılı itibariyle yayımladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu, bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen bir kurumsal farkındalık ve politika çerçevesinin inşasında tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu rapor, yalnızca mevcut durumun tespitini yapmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki enerji güvenliği vizyonu ve sanayi bağımsızlığı hedefleri için stratejik bir yol haritası sunmuştur. Raporun işaret ettiği gerçekler ve önerdiği stratejik yönelimler, basit bir kaynak envanteri çalışmasının çok ötesinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunu güçlendirebilecek, ekonomik bağımsızlığını artırabilecek çok boyutlu ve kapsamlı bir stratejik açılıma işaret etmektedir.
Öncelikli Kritik Madenler: Detaylı Analiz ve Stratejik Değerlendirmeler
Rapor, küresel kaynak bağımlılığının ve arz zinciri kırılganlıklarının giderek derinleştiği, uluslararası ticaret savaşlarının ve jeopolitik gerilimlerin arttığı bir dönemde, Türkiye’nin özellikle lityum, gümüş, titanyum, demir, manganez, çinko, bakır ve alüminyum gibi sekiz yüksek öneme sahip kritik madene stratejik odaklanmasının altını çizmektedir. Bu liste, sadece Türkiye’nin mevcut sanayi üretiminde değil, aynı zamanda gelecekteki teknolojik dönüşümlerinde, savunma sanayiinden yenilenebilir enerji teknolojilerine, batarya üretiminden elektronik sanayisine, havacılık sektöründen uzay teknolojilerine kadar son derece geniş bir yelpazede stratejik bağımlılıkları doğrudan etkileyen sistematik bir önceliklendirme olarak değerlendirilebilir.
Lityum, enerji dönüşümünün kalbinde yer alan batarya teknolojileri için vazgeçilmez bir girdi olarak, elektrikli araç devrimi, enerji depolama sistemleri ve taşınabilir elektronik cihazlar pazarının temel hammaddesidir. Küresel lityum talebinin 2030 yılına kadar 10 kat artması beklenmekte olup, bu madene erişim enerji dönüşümünün başarısını doğrudan etkilemektedir.
Bakır ve alüminyum, enerji iletim altyapısının omurgasını oluşturan temel metaller olarak, elektrik şebekelerinin modernizasyonu, yenilenebilir enerji santrallerinin entegrasyonu ve akıllı şehir teknolojilerinin gelişimi için kritik öneme sahiptir. Bu metallerdeki herhangi bir tedarik krizi, ülkenin tüm enerji altyapısını tehdit edebilecek potansiyele sahiptir.
Titanyum, havacılık ve savunma sanayiinde kullanılan yüksek performanslı alaşımların temel bileşeni olarak hem sivil hem askeri uçak üretiminde, uzay teknolojilerinde ve gelişmiş savunma sistemlerinde vazgeçilmez bir role sahiptir.
Ulusal Güvenlik Boyutu: Savunma Sanayi ve Stratejik Bağımsızlık
Raporda vurgulanan en kritik hususlardan biri, kritik ve stratejik madenlerin yalnızca ticari birer meta değil, aynı zamanda ulusal güvenlik meselelerinin merkezinde yer alan stratejik varlıklar olduğu gerçeğidir. Savunma sanayi için elzem olan 26 stratejik madenden 10’unun hem kritik hem stratejik kategoride yer alması, bu bağı açıkça göstermekte ve maden kaynaklarının askeri-endüstriyel kompleksle olan derin ilişkisini ortaya koymaktadır. Örneğin, kobalt, modern batarya teknolojilerinin yanı sıra, süper alaşımların üretiminde ve jet motorlarının kritik bileşenlerinde kullanılan stratejik bir madendir. Nikel, paslanmaz çelik üretiminin temel bileşeni olmasının yanı sıra, savunma sanayiinde kullanılan özel alaşımların üretiminde kritik rol oynamaktadır. Titanyum ise, yüksek mukavemet-ağırlık oranı sayesinde askeri uçakların gövde ve motor parçalarında, denizaltı teknolojilerinde ve gelişmiş zırh sistemlerinde vazgeçilmez bir materyal olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda, stok planlaması, tedarik zinciri güvenliği ve arz krizlerine hazırlıklı olma gibi unsurların, yalnızca teknik veya ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, diplomatik ve askeri boyutlarda stratejik bir önem taşıdığı unutulmamalıdır. Kritik madenlerdeki dışa bağımlılık, bir ülkenin savunma kapasitesini doğrudan etkileyebilecek, uluslararası krizler dönemlerinde savunma sanayiinin işleyişini tehdit edebilecek ve dolayısıyla ulusal güvenliği zayıflatabilecek potansiyele sahiptir.
Teknolojik Yetkinlik ve Ar-Ge Kapasitesi: Uzun Vadeli Bağımsızlık İçin Temel Gereklilikler
Kritik ve stratejik madenlere dair politika geliştirme sürecinde, teknolojik yetkinliklerin ve Ar-Ge kapasitesinin güçlendirilmesi, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve teknolojik bağımsızlığı için temel bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Raporda da belirtildiği gibi, kritik madenlerin birçoğunun üretim süreçleri son derece karmaşık, teknoloji-yoğun ve yüksek katma değerli süreçlerdir. Bu süreçler, sadece madencilik bilgisi değil, aynı zamanda ileri malzeme bilimi, nano teknoloji, kimya mühendisliği ve çevre teknolojileri gibi multidisipliner bir expertise gerektirmektedir. Bu noktada Türkiye’nin strateji geliştirme sürecinde, yalnızca ham maden çıkarma faaliyetlerine odaklanmak yerine, çıkarılan mineralleri işleyip katma değerli ürünlere dönüştürme kapasitesi geliştirmeye, yüksek teknolojili üretim ekosistemleri kurmaya ve bu alanda uluslararası rekabet edebilir Ar-Ge merkezleri oluşturmaya odaklanması hayati önemdedir. Bu yaklaşım, hem ekonomik katma değer yaratacak hem de teknolojik bağımsızlığı güçlendirecektir.
Jeopolitik İmplikasyonlar ve Uluslararası İşbirlikleri
Kritik ve stratejik madenler konusu, yalnızca ulusal bir mesele değil, aynı zamanda uluslararası ilişkileri, ticaret politikalarını ve jeopolitik dengeleri doğrudan etkileyen küresel bir konudur. Türkiye’nin bu alandaki stratejisini geliştirirken, hem bölgesel hem de küresel ortaklıkları dikkate alması, enerji diplomasisini güçlendirmesi ve kritik mineral tedarik zincirlerinde güvenilir bir ortak olarak konumlanması önemlidir. Bu bağlamda, Afrika ülkeleriyle kurulacak stratejik ortaklıklar, Latin Amerika ülkeleriyle geliştirilecek ticari ilişkiler ve Orta Asya cumhuriyetleriyle derinleştirilecek işbirlikleri, Türkiye’nin kritik mineral tedarikinde çeşitlendirme sağlayabilecek önemli fırsatlar sunmaktadır. Aynı zamanda, AB’nin Kritik Hammaddeler Yasası, Amerika’nın Enflasyon Azaltma Yasası gibi uluslararası düzenlemelerle uyumlu politikalar geliştirmek, Türkiye’nin küresel tedarik zincirlerindeki rolünü güçlendirebilecektir.
Sonuç ve Stratejik Öneriler: Kapsamlı Eylem Planına Doğru
Türkiye’nin kritik ve stratejik madenlere dair gerçekleştirdiği bu kapsamlı ve derinlikli çalışma, hem bilimsel açıdan değerli bir başlangıç noktası hem de politika yapıcılar için önemli bir rehber niteliği taşımaktadır. Ancak, bu raporun gerçek değerini ortaya çıkarabilmesi ve ulusal çıkarlar doğrultusunda somut faydalar sağlayabilmesi için, akademik değerlendirmeden eylem planına, stratejik analizden operasyonel uygulamaya geçiş yapacak kapsamlı bir dönüşüm sürecine ihtiyaç vardır. Bu dönüşüm süreci, enerji dönüşümü hedefleri ve sanayileşme politikalarıyla tam uyumlu, somut hedefler içeren, ölçülebilir kriterlere sahip, düzenli olarak gözden geçirilen ve sürekli güncellenen dinamik bir politika çerçevesinin oluşturulmasını gerektirmektedir. Bu çerçeve, sadece mevcut durumun iyileştirilmesini değil, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki küresel konumunun güçlendirilmesini de hedeflemelidir.
Kritik madenlerdeki dışa bağımlılığın sistematik olarak azaltılması, yalnızca bir ekonomik performans hedefi değil; aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası arenada jeopolitik ağırlığını artıracak, stratejik özerkliğini güçlendirecek ve teknolojik bağımsızlığını sağlayacak kapsamlı bir ulusal güvenlik projesi olarak ele alınmalı ve bu doğrultuda gerekli tüm kurumsal, finansal ve teknolojik kaynaklar mobilize edilmelidir. Bu stratejik yaklaşım, Türkiye’nin 21. yüzyılın teknolojik ve ekonomik dönüşümlerinde aktif bir rol oynamasını, küresel değer zincirlerinde daha güçlü bir konuma yükselmesini ve enerji dönüşümü sürecinde öncü ülkeler arasında yer almasını sağlayacak temel bir yatırım olarak değerlendirilmelidir.
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1

Kontrol Hattı’nda dört gün süren hassas füze saldırıları, İHA saldırıları ve topçu çatışmalarının ardından Hindistan ve Pakistan, 10 Mayıs akşamından itibaren kara, hava ve denizdeki tüm askeri eylemleri durdurma konusunda anlaştı. Silahların sustuğu şu günlerde, 22 Nisan’dan bu yana Hindistan ve Pakistan hattında yaşanan gelişmeleri değerlendirme ve anlamlandırma zamanı geldi.
Hindistan Başbakanı Modi, yaptığı zafer dolu televizyon konuşmasında, Hindistan’ın askeri başarısını vurguladı. Hindistan’ın operasyonları “yalnızca askıya aldığını” ve “nükleer şantaj örtüsü altında gelişen terörist sığınaklarına kesin ve kararlı bir şekilde saldıracağını” söyledi. Ayrıca, büyük küresel terör saldırılarının Pakistan’daki “küresel terörizm üniversiteleri” olarak adlandırdığı yerlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Hint yetkililer, füzelerle Pakistan’ın derinliklerindeki hava üslerini ve iddia edilen “terörist altyapısını” vurarak, Pakistan’ın sınır ötesi terörizme karışmasına karşı caydırıcı bir etki oluşturduklarını söylediler.
Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif de çatışmada daha büyük rakibine karşı “tarihi bir zafer” kazandığını iddia ediyor. Pakistan’ın anlatısına göre, Pakistan’ın karşı saldırıları saldırgan Hindistan’ı caydırdı. Pakistan terörizmi desteklediğini reddediyor ve olaydan sorumlu olmadığını söylüyor, olayla ilgili “tarafsız bir soruşturma” çağrısında bulunuyor, ancak Hindistan reddediyor. Ayrıca, Hindistan’ı kendi huzursuz batı bölgesi Belucistan’da ayrılıkçıları desteklemekle suçluyor.
İlk kez, her iki taraf da birbirlerinin şehirlerine insansız hava araçları gönderdi. Son çatışmalar, Hindistan’ın önceliği olan terörizm sorununu ön plana çıkarmada başarısız oldu ve bunun yerine uluslararası ilgi nükleer tehdide odaklandı.
Hindistan ve Pakistan, nükleer silahlara sahip komşularını savaşın eşiğine getiren kısa ve sert çatışmada zafer kazandıklarını iddia ediyorlar; ancak, ateşkesle sonuçlanan Amerikan müdahalesinin Pakistan’a diplomatik üstünlük sağladığı düşünülüyor.
Silahların susmasının ardından kutlamalara ilk başlayan Pakistan oldu. Hindistan’da da “Tiranga Yatra” (Hindistan bayrağına atfen- Üç Renkli Tören) kutlamaları düzenlendi.
Çatışma durumunda kayıplar olur; çatışmanın sisi altında bilgi manipüle edilir: Hindistan teröristleri vurduğunu söylüyor. Pakistan siviller diyor. Pakistan, Hint uçaklarını düşürdüğünü söylüyor. Hindistan reddediyor. Ve her şeyi yakında öğrenebileceğimiz de söylenemez. Bazılarının yanıtını yıllarca, hatta hiç öğrenemeyebiliriz. Örneğin Hindistan’ın 2019’daki çatışmalarda bir Pakistan F-16’sını düşürüp düşürmediği hala benim için net değil. Dezenformasyon ve inkar elbette yeni bir şey değil ve elbette dezenformasyon yaygın bir tehdit, ancak Hindistan-Pakistan ilişkilerinin mevcut durumunda aynı zamanda bir fırsat da olabiliyor: Gerilimi azaltma şansı. Olayların farklı versiyonları sayesinde her iki taraf da kazandığını iddia edebiliyor, örneğin. Her iki taraf da halkının duymak istediği şeyi söyleyebiliyor, her iki taraf da intikam aldığını iddia ederek tırmanıştan geri adım atabilecek fırsatı da kendiliğinden yaratmış oluyorlar; gerilimi azaltmak adına mantıklı, hatta bazı başarılarını uydursa veya abartsalar dahi…
Bu nedenle kim nereyi vurmuş kim kaç uçak düşürmüş vs. gibi rakamsal, anlatısal, spekülatif veya kanıta ve teyide muhtaç veya bir tarafın iddia ettiği diğer tarafın yalanladığı vs. gibi ayrıntılarla boğulmaya da boğmaya da hiç niyetim yok. Burada Pahalgam çıkarımlarımı, çatışma sonrası genel çıkarımlarımı, iki tarafın da kendi gördüğüm genel somut kazanımlarını/kayıplarını, olaydan çıkarımlarımı aktarıp geçeceğim. Bir de Amerika ve Çin parantezleri açacağım. Her defasında artık yazılarımı kısa tutacağım diye düşünüyor ve karar da veriyorum ancak her bu kararı verdiğimde yazılar çok daha uzun oluyor. Bu sefer de öyle oldu. Uzun bir yazı dizisine başlıyoruz…
Pahalgam’daki saldırı nasıl gerçekleşti?
Kurtulanların anlattıklarından, silahlı kişilerin saldırdığı 22 Nisan öğleden sonrası, çitle çevrili ve cezalı bir alan olan Baisaran Vadisi’nde yüzlerce turistin olduğunu ve civarda hiçbir güvenlik varlığının bulunmadığını öğrendik. Sayıları dörde çıkan teröristler, kurbanlarını seçmek için zaman ayırdılar. Ateş etmeden önce ‘Hindu mu Müslüman mı?’ diye sordular. Bazılarından Kalma’yı okumaları istendi. Vurulan adamların eşlerine geri dönüp hükümete kendilerine ne yapıldığını söylemeleri söylendi. Bu bir vur-kaç saldırısı değildi.
Ölen 26 kişiden biri, turistleri korumak için hayatını feda eden 29-30 yaşlarındaki bir “pony wallah” (midilli operatörü/rehber) olan Syed Adil Hussain Shah’dı. Adil, teröristlerin hedef aldığı bir Hindu turist değil, Keşmirli bir Müslümandı. Kolayca sessiz kalıp zarar görmeden kalabilirdi. Bunun yerine, bir teröristin silahını kapmaya çalıştı ve öldürüldü.
Jammu ve Keşmir Birlik toprağını doğrudan yöneten Hindistan hükümeti yeterli güvenlik önlemlerini almış olsaydı, Baisaran’daki turistler güvende olurdu. Ve Sindoor Operasyonu’na gerek kalmazdı.
Öldürülen turistlerin aileleri, Hindu-Müslüman nefret söylemine kapılmak istemedi ve hayatlarını mahveden teröristlerle, yanlarında duran sıradan Keşmirli Müslümanlar arasında ayrım yaptı. Kocasının cesedinin yanında çaresizce oturan fotoğrafı onu Pahalgam trajedisinin yüzü yapan Himanshi Narwal, bunu en iyi şekilde şu sözlerle dile getirdi: “Elbette adalet istiyoruz. Elbette katiller cezalandırılmalı. Ancak Keşmirlilere ve Müslümanlara karşı nefret istemiyoruz. Barış istiyoruz ve yalnızca barış.”
Sindoor Operasyonu sırasında, Dışişleri Sekreteri Misri günlük brifinglerde güven verici bir figürdü. Ölçülü ve telaşsız bir şekilde, Hintlerin teröristlerin onları bölme girişimini nasıl engellediğinden bahsetti. Brifinglere hitap etmek üzere biri Müslüman biri Hindu iki kadın askerin seçilmesi, birleşik bir yüz sunma yönündeki resmi bir çabayı yansıtıyordu.
Pahalgam (2025), 21. yüzyılın kasvetli trajedilerinin takvimine katıldı: Chettisinghpura (2000), Parlamento saldırısı (2001), Kaluchak (2002), Mumbai (2008), Uri (2016) ve Pulwama (2019), her biri kışkırtmak ve istikrarsızlaştırmak için tasarlanmış şok edici bir şiddet eylemiydi.
Peki ne değişti? Hindistan
Hindistan’ın yaptığı, Pahalgam terör saldırısına yanıt olarak 1971’den bu yana Pakistan’daki en büyük hava saldırısını gerçekleştirmekti. Hindistan dokuz yeri vurduğunu söylüyor (Pakistan altı yerin vurulduğunu kabul ediyor). Bunlar arasında Bahawalpur (Hindistan-Pakistan sınırına yaklaşık 150 km uzaklıkta) ve Lahor’a yaklaşık 40 km uzaklıktaki Muridke yer alıyor; ikisi de Pakistan’ın kalbi olan Punjab’da. Bahawalpur, Jaish-e-Mohammed’in karargahına ev sahipliği yapıyor ve Murdike, Leşker-i Tayyibe’nin üssü olarak biliniyor. Hindistan bu yerlere birden fazla saldırı düzenledi. Saldırıların, saldırı sonrası hava muharebesi sırasında düşman topraklarında bir jetinin düşürüldüğü 2019 Balakot saldırısının aksine, Hindistan hava sahasından başlatıldı. Bu sefer Hindistan daha geniş, daha sofistike ve sonuç odaklı saldırılar başlattı.
Geçmişte Hindistan, terör saldırıları nedeniyle Pakistan’ı diplomatik ve ekonomik yollarla cezalandırmaya çalıştı. Ancak 2016’dan itibaren oyunun kurallarını yeniden yazdı: Ekonomik ve diplomatik cezalar için adımlar devam edecek, ancak doğrudan askeri yanıt eklenecek. Nükleer silahlar sınırlı sınır ötesi saldırıları caydırmayacak. Bu riskli bir yol, ancak Hindistan son yıllarda daha büyük bir risk iştahı gösterdi. Bu yaklaşımı Sindoor Operasyonu’nda güçlendirmeye çalıştı.
Peki ne değişti? Dünya. Ve daha da önemlisi, Pakistan.
Bölgedeki stratejik dengeyi birkaç faktör değiştirdi. Jammu ve Keşmir, Hindistan’a daha fazla entegre oldu ve siyasi süreçler onu normale doğru itti. Seçimler yapıldı. Turizm gelişti. Normalleşme anlatısı oluştu. Merkez baskısı arttı. Halk daha da yabancılaştı. Ve Hindistan’ı çevreleyen jeopolitik ortam daha tehlikeli hale geldi.
Kuzeyde, Çin’in 2020’de Ladakh’a yaptığı müdahale önemli bir tırmanışa işaret etti, ancak son zamanlardaki geri çekilme bir rahatlama belirtisi sunuyor. Başka yerlerde, Gazze’den Ukrayna’ya kadar komşular arasındaki küresel çatışmalar tehdit algılarını değiştirdi ve uluslararası ilgiyi tüketti. ABD, geleneksel güvenlik varsayımlarını akışkan halde bıraktı.
En önemlisi, Pakistan’daki değişimler Hindistan’a olan düşmanlığını artırdı. İstihbarat başkanı olarak Pulwama saldırısının gerçekleştiği General Asim Munir, 2022’de ordu komutanı olarak görevi devraldı ve işlevsiz bir ulusa başkanlık etti. Çökmekte olan bir ekonomi, hapse atılmış bir halk lideri ve askeri kuruma karşı kamuoyunun nefreti, istikrarsız bir karışım üretti.
22 Eylül 1965’te, o zamanlar Ayub Khan hükümetinin bir parçası olan Zülfikar Ali Butto, BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı bir konuşmada, Pakistan’ın Hindistan’a karşı “1.000 yıl boyunca savaşacağını” ilan etti. Yıllar sonra, (daha sonra idam edilen) Başbakan Butto’yu devirerek 1977’de bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Ziyaülhak, Butto’nun “1.000 yıllık savaşını”, Hindistan’ı kanatmaya devam etmek için militanlık ve sızma ile düşük yoğunluklu ve alt konvansiyonel savaş kullanarak “Bin Kesikle Hindistan’ı Kana Bulama” doktrinine dönüştürdü. Pakistan, Bangladeş’in kurulduğu 1971 savaşında ciddi bir yenilgi aldı. Konvansiyonel savaşta başarısız olan Pakistan ordusu, bu dolaylı yaklaşıma yöneldi. Doktrin, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra ivme kazandı. Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle, Afganistan’da ülkenin komünist rejimine ve Sovyet destekçilerine karşı ‘Bin Kesik’ taktiğini başarıyla uyguladı. Pakistan ve ABD destekli mücahitlerin bin kesiğiyle kan kaybeden güçlü Sovyet birlikleri, 1989’da Afganistan’dan çekildi.
Aynı yıl, Keşmir vadisinde militanlığın artışının başlangıcına işaret etti. 2000’lerin başında ülkenin diğer bölgelerine yayıldı. Hindistan Parlamentosu Aralık 2001’de saldırıya uğradı ve 2008’de ülkenin ticari merkezi olan Mumbai büyük bir terörist saldırıya uğradı. O zamana kadar, Pakistan’ın güvenlik teşkilatıyla yakın bağlantıları olan iki Hindistan karşıtı grup JeM ve LeT, Pakistan’da yaygın ağlar kurmuştu. Çoğunluğu sivil turistlerden oluşan 26 kişinin teröristler tarafından vahşice vurulduğu 22 Nisan 2025’teki Pahalgam katliamı, Hindistan’a göre yine bu ‘Bin Kesik’ doktrininin Rawalpindi’nin stratejik düşüncesinde canlı kalmaya devam ettiğinin en son işareti olarak algılandı. Saldırı, Pakistan’ın askeri şefi General Asim Munir’in “Keşmir bizim şah damarımızdır” demesinden birkaç gün sonra gerçekleşti. Bu, saldırıyı Pakistan’a bağlayan ama kanıt sunamayan Hindistan’ın tartışmalı bir dayanak noktası oldu. Hindistan’ın Leşker-i Tayyibe’nin bir cephesi olduğuna inandığı Direniş Cephesi (TRF), başlangıçta saldırının sorumluluğunu üstlendi ancak daha sonra herhangi bir rolü olduğunu reddetti.
Pakistan, Hindistan ile ilişkileri bir savaş olarak gören bir ordu tarafından yönetiliyor. Pakistan ordusunun hedefleri hâlâ aynı: Düşmandan (Hindistan) bir parça toprak (Jammu ve Keşmir) almaya çalışmak – ya da en azından düşmanı melez savaş yoluyla zayıflatmak. Belki siviller yönetimde olsaydı, ülke ekonomik kalkınmaya daha fazla odaklanırdı.
Bu arada Pakistan ile Rusya’nın davranışları arasında ilginç bir benzerlik var: İrredantizm. Hindistan, Jammu ve Keşmir’in tamamen kendisine ait olduğunu söylerken Pakistan, onu özgürleştirmek istiyormuş gibi Jammu ve Keşmir’in bağımsızlığı için savaştığını iddia ediyor. Pakistan, Jammu ve Keşmir’in Pakistan kontrolündeki kısmına “Azad” yani bağımsız adını veriyor. Pakistan, Keşmir’in bu bölgesinin kendi başbakanı ve cumhurbaşkanı olan bağımsız bir devlet olduğu kurgusunu sürdürüyor. Elbette Azad Jammu ve Keşmir gibi bir devleti kimse tanımıyor. Pakistan’ın kendisi dahi tanımıyor. Tamamen Pakistan kontrolündeki bir bölge. Bu Azad Keşmir, Donetsk ve Luhansk’ın Rusya’dan bağımsızlığı kadar bağımsız. Pakistan bu nedenle Keşmir’in kurtarılmasını misyonu (ve aynı zamanda Hindistan’ı zayıflatmanın bir aracı) haline getirdi. Gerçek şu ki artık bir tarafın diğerine ait Keşmir topraklarını ele geçirmesi neredeyse imkansız görünüyor: Her iki taraf da nükleer silahlara sahipken bu mümkün değil…
2016’ya kadar Hindistan’ın Pakistan’a bağladığı terör saldırılarıyla başa çıkma stratejisi büyük ölçüde üç önleme dayanıyordu: Pakistan’ı uluslararası alanda izole etmeye yönelik diplomatik çabalar, terör finansmanıyla ilgili ekonomik cezalar ve Pakistan’a terör ağlarına karşı baskı yapması yönünde baskı. Ve 2025: Gerilimler azalsa dahi, Hindistan-Pakistan ilişkileri kökten değişti. Hindistan, terör saldırılarına askeri olarak yanıt verdiği “yeni bir normal” oluşturdu. Bu, her iki ulusun stratejik dayanıklılığını test edecek uzun bir oyun. Hindistan’ın stratejisi uzun vadeli: Pakistan’ın konvansiyonel tepkisinin Hindistan’ın başlangıçta tahmin ettiğinden daha güçlü olmasına karşın Hindistan, Pakistan’ın uzun süreli bir Hint konvansiyonel saldırısını sürdürme kapasitesinin sınırlı olduğuna inanıyor. Bu arada Kontrol Hattı ateşkesi, muhtemelen yıpranacak olmasına karşın resmi olarak iptal edilmedi. Ve hacılar için Kartarpur koridoru kapatılmadı. Bu, kalibre edilmiş bir stratejiye işaret ediyor; iddialı ama pervasız değil.
Yazı dizisinin ikinci bölümünde bu krizden çıkan sonuçları işleyeceğiz.
Görüş
Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü

22 Mayıs’ta Rusya Devlet Başkanı Putin, Ukrayna sınırı boyunca gerekli bir güvenlik tampon bölgesi kurmaya karar verdiğini açıkladı. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nikolenko ise, Putin’in bu açıklamasının Rusya’nın barışın önündeki gerçek engel olduğunu gösterdiğini belirtti. Genel olarak sınır veya cephe hattı boyunca tampon bölge oluşturmak, taraflardan birinin ya da her ikisinin mevcut çatışma sonuçlarını kalıcılaştırmayı ve uzun vadeli bir ateşkes ya da fiili sınır oluşturmayı amaçladığını gösterir. Rusya’nın bu kararı, üç yılı aşkın süredir süren Rusya-Ukrayna savaşında toprak mücadelesi açısından zaferin artık açıkça Rusya’ya kaydığını göstermektedir. Rusya bu temelde savaşı barış görüşmelerine dönüştürmeyi ve yeni bir jeopolitik düzen ile güvenlik yapısı kurmayı hedeflemektedir.
Aynı gün, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, bir sonraki ikili görüşmenin en kısa sürede yapılmasını sağlamaya çalıştıklarını ancak Rusya’nın henüz bu konuda eşit düzeyde bir hazırlık göstermediğini ifade etti. Zelenskiy’nin açıklamaları da uzlaşmaz ve sert bir tutum sergiledi; yani toprak tavizine yanaşmadığını gösterdi.
Buna karşın, Rusya-Ukrayna savaşını hızla çözeceğini iddia eden ABD Başkanı Donald Trump, görünüşe göre artık ne bu konuda hevesli ne de umutlu. Trump, hayranlık duyduğu Putin’i gücendirmek istemiyor, küçümsediği Zelenskiy’i ise etkileyemiyor. Dolayısıyla, Beyaz Saray’a döner dönmez Rusya-Ukrayna barış sürecini başlatma hayali, bir sabun köpüğü gibi patladı. Aslında sadece Rusya ve Ukrayna değil, ABD ile Avrupa’nın pozisyonları da oldukça farklı. Trump yönetimi, “Ukrayna’yı savunma” sloganının Avrupa için ortak savunma ve birlik bilinci haline geldiğini fark edemedi. Bu yüzden Trump yönetiminin barış girişimi, ortak zemin bulamadığı için stratejik çıkmaza sürüklendi.
Trump, iktidara gelmeden önce ve geldikten sonra İsrail ile işbirliği içinde neredeyse tüm bölgesel düşmanlarını saf dışı bırakarak “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı direniş ekseninin çöküşüyle sona erdirdi. Şu anda sadece Yemen’deki Husiler, zor durumda kalan Filistin direniş örgütü Hamas’a destek için İsrail’e karşı direniyor. Ayrıca Trump, üç Körfez ülkesini ziyaret ederek Türkiye ile ilişkileri güçlendirdi, ezeli düşman Suriye ile husumeti sonlandırdı ve Suriye-İsrail ilişkilerinde tarihi bir gelişme yaratmaya çalışıyor.
Orta Doğu’da düzen kurabilecek güçte olan Trump, aynı karmaşıklıktaki Rusya-Ukrayna savaşında ise başarısız oldu. “24 saatte savaşı bitireceğim” vaadinin sadece bir şaka olduğunu kabul etti. Ukrayna’ya ve Avrupa’ya uyguladığı baskı sonuç vermediği gibi, barış sürecinde öncülüğü de kaybetti.
16 Mayıs’ta, üç yıl aradan sonra Rusya ve Ukrayna doğrudan müzakerelere yeniden başladı. Taraflarla iyi ilişkileri olan Türkiye arabuluculuk yaptı. Ancak 1000 savaş esirinin takası dışında somut bir sonuç elde edilemedi çünkü barış şartları arasında uçurum var. Ukrayna heyetinin yarısının askeri üniforma giymesi, sonuna kadar savaşma kararlılığını gösterdi.
Rusya’nın koşulları herkesçe biliniyor: Ukrayna, Kırım üzerindeki egemenlik iddiasından vazgeçmeli, doğu ve güneydeki dört bölgeyi Rusya’ya bırakmalı ve NATO’ya asla katılmayacağına söz vermelidir. Ukrayna’nın ise bir karış topraktan bile vazgeçmeye niyeti yok ve NATO üyeliğini sürdürme hedefinde.
İstanbul görüşmeleri sonrası Putin, Rusya’nın tamamen kontrolüne aldığı Kursk bölgesini ziyaret etti ve ardından Donbas’a gidecek. Üç yılı aşan bu savaş şu an itibarıyla Rusya’nın geçici zaferiyle yeni bir çıkmaz safhasına girmiş durumda. Ezici askeri üstünlüğü ve geniş işgal alanlarıyla Rusya, Ukrayna’nın “önce ateşkes, sonra müzakere” teklifini kabul etmiyor. Bunun yerine, savaşırken müzakere etmeyi tercih ediyor ve böylece Ukrayna ordusunun yeniden yapılanmasına fırsat tanımıyor. Bu sayede, dört bölgede kalan Ukrayna kuvvetlerini çekilmeye zorlayarak bu toprakların tamamında egemenlik kurmayı hedefliyor. Putin’in bahsettiği “sınır tampon bölgesi” de bu yeni sınırın tesisini ve savaşın kesin zaferle sonuçlanmasını garanti altına alma amacı taşıyor.
Rusya savaş alanında inisiyatifi ve stratejik üstünlüğü elinde tutarken, Ukrayna geri adım atmaya yanaşmıyor, Avrupa ülkeleri de Ukrayna’yı terk etmeyi reddediyor. Bu karmaşık durum, Trump yönetiminin güvenini, sabrını ve cesaretini giderek tüketiyor ve artan şekilde “elini çekme” sinyalleri veriyor.
Trump, bir zamanlar Rusya’yı tehdit ederek, eğer bir anlaşma sağlanmazsa ABD’nin Rus petrolüne “ikincil gümrük vergileri” uygulayacağını söylemişti. Ancak 19 Mayıs’ta Putin’le yaptığı iki saatlik telefon görüşmesinden sonra bu sözlü tehdidi tamamen rafa kaldırdı. Sonrasında Avrupa liderleriyle yaptığı telefon görüşmelerinde Trump, ABD’nin sadece Rusya’ya yaptırım uygulamak istemediğini değil, aynı zamanda tamamen bu işten elini çekip, Rusya ile Ukrayna’nın kendi başlarına çözüm bulmalarını istediğini açıkça ifade etti. Trump net şekilde vurguladı: “Bu Amerika’nın savaşı değil. Bu Avrupa’nın sorunu ve hep öyle kalmalı.”
Rus TASS haber ajansı yorumcusu Hoffman, Trump ile Putin’in görüşmesini değerlendirirken, bunun ABD-Rusya ticari ilişkilerinden ziyade, Washington’un yeni bir jeopolitik gerçeği — yani uzun vadeli çözümün ana hatlarının Rusya tarafından belirleneceğini — kabul etmesi anlamına geldiğini söyledi. Diğer bir Rus yorumcu Ivanikov, bu telefon görüşmesinin tarihi bir barışın başlangıcı olduğunu ve artık sadece yasal olarak teyit edilmesi gerektiğini belirtti. Ayrıca “Trump, Ukrayna krizinin nedenleri konusunda açıkça Rusya ile aynı görüşü paylaşıyor” ifadesini kullandı.
Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşını çözme çabaları ciddi şekilde sekteye uğradı ve bunun pek çok nedeni vardı. İlk olarak, Trump ve danışmanları, ABD liderliğinin Avrupa ortaklarını temel çıkarlarından vazgeçirmedeki etkisini abarttılar. Diğer ülkelerin topraklarını ve egemenliklerini ticarete açık birer meta gibi gördüler. İkinci olarak, Trump’ın danışman kadrosu çoğunlukla politikaya sonradan giren, onu körü körüne yücelten ve sorgusuz sualsiz takip eden amatörlerden oluşuyordu. Kissinger ya da Mearsheimer gibi stratejik ustalardan yoksun olmaları, ABD’nin arabuluculuk çabalarını jeopolitik gerçeklerden ve ulusal çıkar hesaplarından kopuk, kağıt üstü projelere dönüştürdü. Üçüncüsü ise, Trump ve birçok kabine üyesi Avrupa tarihine dair derin bir bilgiye sahip değildi ve “savaş başlatmak kolay, bitirmek zordur” ilkesini kavrayamamışlardı.
Avrupa tarihine bakıldığında, bugün yaşanan Rusya-Ukrayna krizi, çatışma ve savaş; aslında Rusya ile Avrupa ülkeleri arasındaki yüzyıllara dayanan gerilimin tekrarı ve devamıdır. Rusya’nın Batı’ya entegre olma çabalarının Batı tarafından kültürel olarak reddedilmesi, güvensizlik duygusuyla “imparatorluk alanı” yaratmaya çalışan Rusya ile Batı’nın köklü Rus düşmanlığı, korkusu ve karşıtlığı arasındaki çarpışmadır. Aynı zamanda Katolik dünyası ile Doğu Ortodoks kilisesi arasındaki dini meşruiyet ve egemenlik mücadelesinin uzun vadeli bir yansımasıdır.
Bu uzun Avrupa iç çatışmalar tarihi boyunca, Rusya ne kadar çok savaştıysa o kadar fazla toprak kazandı; çevresindeki büyük düşmanları ya tamamen yok edildi ya da küçük devletlere bölündü. Bu durum, Rusya’nın batıya doğru yayılma arzusunu güçlendirdi, mağlup olanların da Rus korkusunu pekiştirdi. Baltık ülkeleri sürekli olarak Rusya ile güçlü komşuları arasında el değiştirdi; Polonya ise Rusya (ve Sovyetler) tarafından dört kez parçalandı. II. Dünya Savaşı sonrası parçalanmış Avrupa, Atlantik’in ötesindeki güçlü ABD’ye yaslanmak zorunda kaldı ve NATO’yu kurdu — hem Almanya’nın üçüncü kez yükselmesini önlemek hem de Rusya’nın stratejik baskılarına karşı durmak için.
Sonunda Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü, Batı’nın AB ve NATO genişlemeleriyle Rusya’nın stratejik alanını daraltmasına neden oldu. Bu da Rusya’nın ulusal güven duygusunu zedeledi ve Gürcistan savaşı, iki Karabağ çatışması ve bugün süren Rusya-Ukrayna savaşını doğrudan tetikledi.
Bu nedenle, Rusya’ya komşu küçük ülkeler olsun, cepheden uzakta bulunan Almanya, Fransa, İngiltere gibi geleneksel büyük güçler olsun, hiçbir Avrupa ülkesi Ukrayna topraklarını Rusya’ya “ödül” olarak vermeye yanaşmaz. Aksine, kararlılıkla savunma harcamalarını artırıyor, askeri hazırlıklarını güçlendiriyor ve Ukrayna’ya sürekli destek sağlıyorlar. Bu, ABD’nin müttefiklerini tamamen yüzüstü bırakması ihtimaline karşı, Ukrayna’yı ve Avrupa’yı bağımsız olarak savunmaya yönelik uzun vadeli bir stratejidir.
Bu koşullarda, Trump’ın, Ukrayna topraklarını feda ederek Avrupa’ya barış getirme veya Avrupa’nın güvenlik çıkarlarını feda ederek ABD-Rusya yakınlaşması sağlama beklentisi, Ukrayna ve Avrupa’nın çoğu ülkesi tarafından ortak direnişle karşılaşacaktır.
Elbette can sıkıcı gerçek şu ki, NATO’nun mutlak liderliği hâlâ ABD’nin elindedir. Avrupa ülkeleri, Rusya’yı yenilgiye uğratmak ya da Ukrayna’nın kaybettiği toprakları geri almak için NATO güçlerini tek başına kullanamaz. Kurulması planlanan bağımsız bir Avrupa ordusu ise henüz “hayali bile umut vermeyen” bir noktadadır. ABD’nin tam desteği olmadan, Avrupa; gevşek, hantallaşmış ve güçsüz, birçok cüceden oluşan bir “stratejik yetim” haline gelir. Ne tek başına ne de birlikte hareket ederek güçlü komşu Rusya’ya karşı durabilir. Ukrayna’nın topraklarının yarısını kaybettiği bu yeni durum da kolay kolay geri çevrilemez.
Trump yönetimi, Batı dünyasının liderliğinden ve NATO’daki baskın konumundan adım adım vazgeçiyor. ABD’yi tek başına güçlü kılmaya odaklanan bu yaklaşım, ülkenin Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak ya da Avrupa’nın Rusya’yı sınırlama stratejik hayalini gerçekleştirmek uğruna ağır bedeller ödemeyeceğini gösteriyor. Her ne kadar Rusya-Ukrayna savaşı yeni bir doğrudan müzakere sürecine girmiş olsa da, kesinlikle “iki tarafın da kazandığı” bir sonuç çıkmayacaktır. Ukrayna ve Avrupa’nın şu anki en büyük umudu, mevcut durumu korumak ve Cumhuriyetçi yönetimin görevden ayrılmasını bekleyip, Demokratların yeniden iktidara gelerek önceki sert politikaları canlandırmasıdır. Ancak bu gerçekleşse bile, savaşın galibi ne Ukrayna ne de Avrupa olacaktır — ta ki Rusya’da içten bir devrim yaşanmadıkça ya da ülke parçalanmadıkça. Çünkü birleşmiş, bütünlük içinde ve milliyetçilik ekseninde hareket eden bir Rusya, özellikle de kendi sınırları içinde asla yenilmezdir.
Tarih, Rusya ile Avrupa arasındaki karşılıklı fetihlerin tanığıdır. Bu tarih bize şunu açıkça gösteriyor: Rusya, gerçekten yenilmeden, işgal ettiği ve ilhak ettiği toprakları — özellikle tarihi bağları olan ve nesiller boyunca çok sayıda Rus’un yaşadığı Kırım ile Doğu ve Güney Ukrayna’daki dört bölgeyi — asla gönüllü olarak geri vermez.
Üç yıl önce, Rusya-Ukrayna savaşı yeni başladığında yazar şu öngörüde bulunmuştu: Bu yüzyılın savaşı, “Rusya’nın acılı zaferi, Ukrayna’nın acı yenilgisiyle sonuçlanacaktır.” Ayrıca, bu çok taraflı Avrupa iç savaşının önce “Afganistanlaşacağı”, ardından “Filistinleşeceği” tahmin edilmişti. Ne yazık ki, bu öngörü adım adım gerçekleşmektedir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Dünya Basını6 gün önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika1 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Dünya Basını2 hafta önce
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü