Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Amerika; ‘İstisnai’ ülke, ‘rekabetçi’ demokrasi ve ‘vazgeçilmez’ lideri

Yayınlanma

Dünyaya ‘liderlik etmesi’ elzem görülen ‘vazgeçilmez ülke’ ve ‘istisnai ulus’ olarak Amerika Birleşik Devletleri fikri; çeyrek asır kadar önce Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın formülüyle sunulmuştu. Soğuk Savaş sonrası yönetici elitin kibrinin ifadesi olan bu iddialar, seneler sonra en büyük ‘taşıyıcısı’ olma hevesindeki Joe Biden’ın şahsında bir trajediye dönüştü.

5 Kasım başkanlık seçimleri için ikinci dönem aday olurken ‘Amerikan ulusu gibi kendisini de vazgeçilmez’ gören ve ‘Sadece yüce Tanrı’nın kendisini adaylığı bırakmaya ikna edeceğini’ söyleyen Joe Biden, ‘Demokratik Partisi’ tarafından bir kenara atıldı. ‘İstisnai ulusun’ rekabetçi demokrasisi ise parti elitleri ve milyarderlerin önseçimlerde tek bir oy bile almayan bir kişiyi yerine atamasıyla ‘taçlandırıldı’. Şimdi çok eleştirilen rakip Cumhuriyetçi cephenin söylem ve yöntemlerinden hiç farkı olmayan bir propaganda makinasıyla 5 Kasım başkanlık seçimi için ‘görücüye’ çıkılıyor.

Son dönemde Birleşik Krallık ve Fransa seçimleri, neoliberal Batı modelinde ‘temsili demokrasinin’ sancılarını ortaya sermişti. Ancak ABD’nin kendine özgü rekabetçi demokrasi iddiası açısından daha da dikkat çekici bir manzara belirdi. Doğrusu dünya gözlemcilerinin sinik analizlerini meşrulaştıran her türlü malzemeyi sunuyor.

‘SIRADANLAŞTIRILAN’ DEVRİLME SÜRECİ

Joe Biden’ın ‘bunama’ tezahürleri epeydir dünyaya mal olmuştu. ABD’de -Birleşik Krallık’ı da katarsak Anglo-Amerikan dünyada- ana akım medya aşikar olanı örtmeye çabaladı. Taa ki 27 Haziran’da Joe Biden ile Cumhuriyetçi rakibi Donald Trump arasındaki başkanlık münazarasına kadar…

27 Haziran’da; Biden’ın Trump’ın ‘bileğini bükemeyeceği’ alenen anlaşılınca iş değişti. Münazara ABD’deki neoliberalleri dehşete düşürdü. En başta kaybetme korkusuyla…

Dolayısıyla Joe Biden’ın; ‘Demokratik parti politbürosu’ ve siyasi sistemin ‘bağışçılar’ diye anılan para babaları tarafından alaşağı edilmesi kimse için ‘beklenmedik’ değildi. Buna karşılık Biden’ın devrilmesi süreci ‘sıradanlaştırılmaya’ çalışıldı. 81 yaşında açık bunama belirtileri karşısında ‘onurlu biçimde’ kenara çekilmek yerine son ana kadar inat etmesinin perde arkası da titizlikle işlendi.

Biden, 5 Temmuz’da ABC’de George Stephanopoulos’a, kenara çekilme çağrıları karşısında kararlılığını en sevdiği dış politika söylemlerinden birisi olan ‘vazgeçilmez ulus’ fikrini kendi varlığına mal ederek reddetmişti: “NATO’yu benim gibi kim bir arada tutabilir? Pasifik Havzasını, en azından şu anda Çin’i kontrol altında tuttuğumuz bir konumda tutabileceğim bir pozisyonda kim olabilir? Bunu kim yapacak? Bu erişim kimde var?”

Bu şişkin egonun partisinin rakip klanlarının baskısı ile ekarte edilmesi çok sürmedi. Kurulan komplo elbette Amerika’ya özgü oldu.

Çarşaf çarşaf anketlerle Amerikan halkının ve özellikle Demokratik tabanın çekilmesini istediği vurgulandı. NY Times yayın kurulunun münazaranın hemen ardından saygılı bir dille ‘çekil’ çağrısından yahut Holivutçu George Clooney’e makale yazdırılmasından belliydi. Ama Beyaz Saray Biden’ın fiziksel ve zihinsel durumuyla ilgili ‘hiçbir şeyciği yok’ demekte ısrar ederken, ‘doktorların Parkinson şüphesiyle bir yıldır kendisini kontrol altında tuttuğu’ sızdırılarak darbenin zemini hazırlandı. Son anlarda Biden’ın Kovid-19’a yakalanarak memleketi Delaware’de kendisini tecrit ettiği duyurulduğunda ‘öldüğü’ dahi iddia edildi.

19 Temmuz’u gelindiğinde, Biden, 13 Temmuz’da suikast girişimi atlatmış rakibi Trump’ın Cumhuriyetçi Konvansiyon’daki konuşmasına meydan okuyor, ekibi de başkanın kampanyasına devam edeceğini söylüyordu.

‘Yüce Tanrı’ 21 Temmuz Pazar gününe kadar ‘dayandı’.

BİR TUHAF ÇEKİLME, BİR KURU TEŞEKKÜR VE…

Birleşik Devletler’de başkanlık yarışından adayların çekilmesi görülmemiş iş değil. 1968’de Demokrat Başkan Lyndon Johnson Vietnam savaşının şiddetli etkisi altında çekilmişti. Ama bunu münasip biçimde yapmış, çıkıp ulusa seslenerek Amerikan halkına durumunu izah etmişti.

Joe Biden’ın bu işi yapış biçimi bile sıradışı oldu. 21 Temmuz’da X hesabından herkesi ‘acaba gerçekten o mu’ yahut ‘imzası sahte mi’ diye eski kararnamelere baktıran bir mektup koyarak!

Mektupta Biden, hem 3.5 yılda yaptığı ‘büyük işleri’ övüyordu; güçlü ekonomi, yeniden inşa edilen ulus ve demokrasi, reçeteli ilaç maliyetleri, iklim yasaları vs… Yerine geçecek şahsiyete yapacak iş bırakmamıştı! Biden yine takıntılı olduğu abartılı ‘liderlik’ vurgusunu eksik etmedi; ‘ABD hiçbir zaman liderlik konusunda bu kadar iyi bir konuma sahip olmamıştı’… İnanılmaz ama ‘Büyük Buhran’ atfı bile vardı! Biden bu kadar da başarılıydı ama yine de çekiliyordu: “Her ne kadar yeniden seçilme niyetim olsa da, görevimden çekilip görev süremin geri kalanında yalnızca Başkanlık görevlerimi yerine getirmeye odaklanmamın partimin ve ülkemin çıkarına olacağına inanıyorum.”

Doğrusu demokrasisinin alameti farikası olarak ‘rekabetçiliği’ gösteren Amerikan siyaseti açısından ‘parti ve ülke çıkarı’ gibi izahatlar çok kulak tırmalayıcı. Sosyalist ülkelerin siyasi yapılarına yönelik küçümser söylemler düşünülürse… Neticede Biden mektubunda ‘ulusa seslenişle’ durumu izah edeceğini belirtmekle yetindi.

Mektubun en dikkat çekici yanı, Demokratik Parti içinde en başta Obama ve Clinton klanlarının kapışmasında ismi öne çıkan yardımcısı Kamala Harris’e destek açıklamaması idi. ‘Kuru bir teşekkür’ vardı sadece. Derhal fark edilmiş olsa gerek ki, ‘birileri’ yarım saat içinde yine sosyal medyadan Biden adına ikinci bir açıklama yaptı. Biden’a “2020’de başkan yardımcısı adayı olarak Kamala Harris’i seçmem aldığım en iyi karardı. Bugün Kamala’nın bu yıl partimizin adayı olması için tam desteğimi ve onayımı sunmak istiyorum” dedirtmişlerdi.

Ne ki, Kovid-19’u atlatan Biden 24 Temmuz’da başkente dönerken ‘Sizce Kamala Harris Donald Trump’ı yenebilir mi’ sorularını cevapsız bırakıyordu.

Nihayet ‘ulusa sesleniş’ dört gün sonra, 25 Temmuz’da geldi. Biden yine aynı şeyleri söylüyordu! Başkanlığını ve liderliğini övüyor, ‘ikinci dönemi hak ettiğine inandığını’ belirtiyordu. ‘Demokrasiyi kurtarmaktan’ söz ediyordu: “Bu sebeple, ilerlemek için en iyi yolun, bayrağı yeni bir jenerasyona devretmek olduğuna karar verdim. Ulusumuzu birleştirmenin en iyi yolu bu.” Kararının ‘Trump’ı yenmek’ bağlamında alındığı açıktı. Bu kez Kamala Harris’i ‘deneyimli, güçlü ve yetenekli’ diye sunuyor ve “Şimdi seçim size kalmış. Amerikan halkı, bu seçimi yapın” diyordu.

Muazzam başarılara imza atmış, ikinci dönemi hak eden bir liderdi. Buna rağmen çekiliyordu ve uluorta tartışılan asıl sebepten hiç bahis yoktu. Üstelik kalan 6 ayda başkanlığa da devam edecekti. Dış politikada Ukrayna’dan Ortadoğu’ya facialar yaratan politikalarına…

Neticede bir mektup ve bir ulusa sesleniş ile Amerikan halkına ‘izahattan’ ziyade spekülasyon malzemesi sundu. Ama Demokratlara bir ‘oh’ çektirdi. Doğal olarak başta Cumhuriyetçiler olmak üzere pek çok insan ‘kampanya yürütecek halde değilse nasıl başkan kalabiliyor’ sorusunu yöneltti.

Tüm bunları bir ‘darbe’ ötesinde yorumlamak doğrusu zor. Ona ‘çekil’ diyenlerin hemen ardından ‘büyük lider’ diye taltif etmelerinin Biden’ı teskin ettiğini düşünmek de öyle…

Wall Street Journal’ın darbeyi sunuş biçimi, “Seçmenler bocalayan Başkan’ın çok yaşlı olduğunu düşünse de müttefikleri görmezden geldi, danışmanları yeteneklerini savundu, Demokrat Parti yetkilileri de diğer adayları saf dışı bıraktı” oldu. Neoliberal medya elbette ‘kediye kedi’ demedi. Ama NY Times’ta, Biden’ın ‘kuyusunu kazanların’ başında geldiği anlaşılan eski Başkan Barack Obama’ya çok öfkeli olduğu yazıldı. Şimdi ‘Yaşlı adam’ ite kaka yoldan çekilmişken, bu nahoş meselelere girmek yerine ‘önlerine bakıyorlar. Ve yapacak ‘çok iş’ var.

KAMALA, KAHKAHASI VE HİNDİSTAN CEVİZİ

Yaşlı adamın siyasi hırsları ve inadını yönetemeyip zamanında müdahale edemeyen Demokratik Parti, Kamala Harris gibi bir adayla baş başa kalmış durumda. Aslında Harris, 2020 başkanlık önseçim yarışında feci bir sonuç alarak hemen çekilmiş bir isim. 2017-21’deki kısa süreli senatörlük dönemi öncesinde San Francisco Savcılığı ve California Başsavcılığı dönemi var. Başkan adaylığında etkili olan valilik gibi büyük hükümet görevi deneyimi yok. Yönetim beceresi sorgulanan, siyasi fikir ve vizyonu belirsiz bir isim.

Amerikan standartlarında ‘solcu’ ve ‘ilerlemeci’ diye pazarlanıyor. Başsavcıyken Yüksek Mahkeme kararları hilafına davranarak aslında tahliye edilebilecek, şiddete bulaşmamış hükümlüleri hapishane sisteminde ‘köle emeği’ olarak tutması, hakkındaki tartışmaların en öne çıkanı. 2020 önseçimi münazarasında Amerikan müesses nizamı için ‘fazla kaliteli’ olan Tulsi Gabbard’ın, ‘kendisi tüttürürken’ 1567 siyahı düşük düzeyde marihuana bulundurmaktan hapiste tuttuğunu söylemesi karşısında zor anlar yaşamıştı. Başsavcıyken mağdurlarla ilgilenmek yerine makamı ve Senato’ya seçilebilmek için hatırlı tanıdıklarının ceza davalarını düşürdüğü iddia ediliyor.

3.5 yıllık başkan yardımcılığındaki performansı sönük. Sorumlu olduğu göç politikaları ise ABD için faciaya döndü. New York kentinde OHAL bile yaşandı. Bir ziyaretinde Guatemala Başkanı’nın yüzüne Amerika’ya göçün temel nedenleri olarak ‘siyasi yolsuzluğun’ hemen ardından ‘LGBT bireylere, kadınlara ve Afro kökenlilere şiddetin bulunduğunu’ söylemişliği var. Kimlikçilik en öne çıkan yanı. Siyah toplumdaki karşılığı epey tartışmalı görünüyor ama ‘en büyük siyah’, kadın ve LGBTQ hakları savunucusu. Artık insanın yetişkin dişisine ‘kadın’ demenin güçleştiği toplumsal cinsiyetçi Amerika’nın ‘renkli’ kadın başkanı olmaya soyunuyor.

Kamala’nın en büyük zaafı bizatihi ‘kişiliği’. Liderliğin güçlü belagat yerine medya cilasından geçtiği ‘prompter yüzyılında’ bile nadir bulunacak bir şahsiyet! Birbirini tekrarlayan anlamsız cümleleri video kliplerinin alay konusu. Haliyle sahteleri de üretiliyor; sahici olanların yanında ‘kaynıyorlar’. En meşhur olanı ‘annesinin Hindistan cevizi ağacından düşen çocuklarla’ ilgili kimsenin mana veremediği bir espri yapıp bir tek kendisinin şuh kahkahasıyla gülmesi. Ama sarsak hareketlerle dans etmesi üzerinden siyasi analiz yapılabiliyor. Bakışı, konuşması, jestleri, her haliyle bir samimiyetsizlik abidesi. Yazılı metinleri okumakla sınırlı kalmaması ‘tehlikeler’ barındırıyor, seçilirse ‘gafço Biden’ı sollama’ riski var. 2020 seçiminde ‘kim bu’ diye merak edip söyleşilerini izlemişliğimden söylüyorum; Hollywood hukuk film ve dizileri meraklısı olarak ‘nasıl olmuş da Amerikan hukuk sisteminde başsavcılığa yükselmiş’ diye düşünmüştüm. Tabii ‘kalitesi’ Amerika’da başkan seçilenlerin genel düzeyi açısından bir handikap sayılmamalı.

TRUMP’A KAYBEDECEKSE KAMALA KAYBETSİN HESABI…

Yani; Kamala Harris’in vaktiyle ağzı laf yapan bir ‘yaşlı kurt’ olarak Biden’ın içine sinmemesi doğal. ABD’nin son dönemde en ‘entelektüel’ başkanı olan Barak Obama’nın da Kamala’yı içine sinmediği anlaşılıyor. Nitekim günlerce açık destek sunmadı. Eşi Michelle en baştan adaylığı reddettiğinden meselenin ailenin bekasıyla da ilgisi görünmüyor. Açıkçası olup biten her şeyi bilen ama başkanken bile ‘üstüne alınmayarak yönetme’ becerisine sahip olan Obama ‘büyük devlet adamı’ olarak ‘partisi için kaygılanıyor’ ve Kamala’nın kaybetme ihtimalinden endişe ediyor gibi görünüyor. Rivayet o ki Obama ayrıca Demokratik Parti konvansiyonunda en azından rekabetçi bir görüntü verilmesini istediğinden Kamala’ya geç destek açıkladı.

Artık Roosevelt, Johnson, Kennedy gibi liderler çıkaramayan Demokratların durumu doğrusu parlak değil. Aslında Michigan Valisi Gretchen Whitmer yahut Kaliforniya Valisi Gavin Newsom gibi genç isimler var. Ancak kimsenin ‘kaybedecek kişi olmak istemediği’ anlaşılıyor. Yani ‘Trump’a kaybedecekse Kamala kaybetsin’ hesabı…

Dolayısıyla Demokratik Parti 19-22 Ağustos’ta Chicago’daki  konvansiyona giderken görünüm şu: Iowa’da 15 Ocak’ta başlayan ön seçim haziranda sona erdi. 3 bin 930 delegeden 1976’sı yeterliyken Biden 3 bin 800’den fazla delegenin desteğini aldı. Şimdi bu delegeler oy vermedikleri atanmış Kamala’ya destek sunmakta. Teselli ‘Amerikan demokrasisini Trump’tan kurtarmak’ şiarında gizli. Genelde üçüncü dünya ülkelerine reva görülen türden bir ‘Amerikan demokrasisi iç ve dış düşmanların tehdidi altında’ vurgusu hakim.

Bu koşullarda Kamala’ya “Adaylığı hak etme ve kazanma niyetindeyim” demek kalıyor. Daha beteri Harris kamyanyayı ‘fiziksel ve zihinsel melekeleri’ yerinde olmayan bir Başkan’ın gölgesinde yürütmek durumunda. Aslında ABD Anayasası’nın 25. Ek Maddesi uyarınca, Başkan Yardımcısı ve Kabine, Başkan’ın görevine devam edemeyeceğini ilan etme ve onu istifaya zorlama yetkisine sahip olsa da… Kim bilir belki Konvansiyonla birlikte bu tartışmalar canlanır ve artık ‘topal ördek’ olmaktan bile çıkmış Biden’ı başkanlıktan da edebilirler.

İronik olan Washington Post’un ‘Tarihçiler Biden’ın çekilmesinin Amerikan demokrasisinin işlediğini gösterdiğini söyledi’ başlıklı makalesi olsa gerek. Amerikan siyasi tarihi ve gelenekleri açısından gelinen yere işaret ediyor.

Şimdilik Kamala’nın neoliberal medya cilasıyla keyfi yerine gelmiş görünüyor. Ama Biden’ın trajediye dönen devrilme sürecini tetiklediği anlaşılan Trump’a suikast girişiminin ardından Cumhuriyetçi cephe de konsolide oldu. Üstelik Trump’ın şimdiden müesses nizamı tedirgin etmek bakımından kendisini aşmaya başlayan bir de başkan yardımcısı adayı var: JD Vance. ‘Rekabetçi Amerikan’ denkleminin Cumhuriyetçi ayağındaki resmi de bir sonraki yazıya bırakalım.

GÖRÜŞ

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2  

Yayınlanma

Yazar

“Kandırılmak”

Putin Kiev rejimiyle olası barış görüşmelerine ilişkin Rusya’nın tutumunu özetlerken iki yıldır söylediklerini tekrar etti: görüşmeler ancak rejimin 2022 nisanında İstanbul’da kabul ve hatta parafe ettiği çerçeve üzerinde yapılabilir. “Sonra Johnson geldi, bilindiği gibi, Britanya yetkilileri de inkar etmiyor bunu, teyit ediyorlar; geldi ve Ukraynalılara son Ukraynalıya kadar savaşma talimatı verdi; buün olan da bu.” Putin “başta Çin Halk Cumhuriyeti, Brezilya, Hindistan olmak üzere dostların, ortakların, bu karmaşık sürecin bütün detaylarının çözüme kavuşmasına samimiyetle yardımcı olmak istediklerini” de belirtti; bununla birlikte bir şeyi gayet ustaca ekledi: bu süreç Ukrayna’da 2014’teki darbeyle başladı. Bu adeta, “dostların” gönlünü alırken kararlılığını koruduğunu gösterme çabasıydı.

Bu başlıkta moderatör A. Suvorova’nın sorusu çok dikkat çekiciydi; Suvorova, Putin’in “görüşmeler doğrudan Kiev’le değil onun batılı hamileriyle yapılabileceğini” söylediğini hatırlattı; ama Rusya bu süreçte hep “kandırılmıştı”; bu durumda görüşmelerin geleceği ne olabilirdi ki?

Önemli bir soru bu, zira “kandırılmak” aynı zamanda “kandırılabilmek” anlamına da gelir. Eğer öyleyse gene kandırılmayacağının garantisi nedir?

Putin’in cevabı eksiksiz aktarılmayı hak ediyor:

“Evet, kiminle uğraştığımızın farkındayız. Bunlar diğer ülkelerin ve halkların menfaatlerine değer vermeyen, en ufak saygı göstermeyen insanlar. Ne yazık ki var böyle insanlar; üstlendikleri her tür yükümlülüklerini, hatta imzalı belgeleri bile kolaylıkla ihlal ediyorlar. Ama elden ne gelir? Hiç değilse bir şekilde, bir dereceye kadar işleyecek biçimler ve garantiler aramak gerek. Ama güvenliğin baş garantisi Rusya Federasyonu’nun ekonomisinin ve askeri potansiyelinin büyümesi, ortaklarımız ve müttefiklerimizle güvenilir ve istikrarlı ilişkilerdir.”

Başka deyişle kandırılmaktan kandırılmaya fark var; bazı durumlarda kandırılmak, eğer demagoji değilse, kanmak istemek anlamına gelir; ama başka bazı durumlarda da hiç değilse geçici istikrar kesitleri kazanabilmek için hasmının hilelerine kanmaktan veya kanıyor görünmekten başka yol yoktur.

Mesele böyle konulduğunda anlaşılıyor; ancak bunun tarihi arka planının Sovyetler Birliği’nin faşist Almanya’nın saldırmazlık paktına “kanmasında” yattığını belirtmek gerek. Başka deyişle, bir başka ülkede bu tartışma sadece güncel siyasetle ilgili olabilir ama Rusya’da aynı zamanda tarih tartışmasıdır.

Kadrolar

Putin’in konuşmasının en kısa bölümü, üzerinde özel olarak durmayı gerektiriyor: bu, kadrolar üzerine söyledikleridir. Sanayide işgücü verimliliği, teknolojik egemenlik ve yenilenme, özellikle robotizasyon üzerinde durduktan sonra şöyle dedi: “Ve kadrolar. Elbette, kadroları hazırlamak gerek. Bu devletin en önemli görevidir; bu nedenle yeni bir milli proje ortaya çıktı ve çıkıyor; adı da ‘Kadrolar’.”

Bu proje haziran ayında duyuruldu ve 1 Ocak’ta başlatılacağı açıklandı. Dört federal proje içeriyor: yüksek öğretim mezunlarının etkin istihdamı; mesleki gelişim, ek beceriler ve yeni iş imkanları sunulması; istihdam eksikliğinin ve işgücü kaybının azaltılması; genç işletmecilerin özendirilmesi.

Ama bu milli projede olmasa bile kadro siyasetinin temelini teşkil eden bir başka şey daha var: harekat bölgesinde öne çıkan personelin devlet adamlığına kazandırılması, başka deyişle devletin idari geleceğinin bunlara tevdi edilmek üzere hazırlanmaları.

Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta daha başka. Stalin 4 Mayıs 1935’te Kremlin sarayında harp akademileri mezunları karşısında yaptığı ikonik konuşmada şöyle demişti: “Her şeyi kadrolar çözer. … Ülkemizin teknolojiyi ileri götürebilecek ve harekete geçirebilecek yeterli syıda kadrolara sahip olmasını sağlamak istiyorsak öncelikle insanlara değer vermeyi, ortak davamıza yarar getirebilecek her bir işçiye değer vermeyi öğrenmemiz gerek. Şu dünyadaki bütün değerli sermayelerden en değerli ve en tayin edici sermayenin insanlar, kadrolar olduğunu anlamamız gerek!”

Şaşırtıcı gibi görünen bu benzerlik hiç de şaşırtıcı değildir. Geçen yıl Harici’de Rusya eski Uzakdoğu bakanı Aleksandr Galuşka’nın Orlov’daki bir kongrede yaptığı uzun konuşmanın çevirisini sunmuş ve yorumlamıştım. Orada Galuşka’nın “ekonomik bestseller” ünvanını kazanan “Büyümenin Kristali” adlı kitabından da söz etmiştim. Bu kitap, gerek sponsorları gerek Galuşka’nın siyasi rolü ve gerekse de neredeyse bir el kitabı haline gelmiş olmasıyla bir çeşit teknokratik iktisat programının çerçevesini oluşturuyor. Daha sonra da birçok defa iktisadi kalkınmaya teknokratik yaklaşımla Stalin döneminin temel yaklaşımlarının örtüştüğünü söyledim. (Özellikle bak. “Stratejik planlama ve kalkınma”) Eğer tarihin spiral gelişmesiyle analoji kuracak olursak, sosyalizmin kuruluşundaki temel teknokratik uygulamalar spiralin bir üst aşamasında neredeyse eksiksiz benimseniyor. Kadro siyaseti de bunlar arasında.

Merkez Bankası’nın para-kredi siyaseti

Merkez Bankası’nın doğrudan doğruya GSYH büyümesini hedef alan faiz-kredi siyaseti Rusya’nın en yakıcı sorunlarından biri. MB yönetimi elindeki kutsal değneğin irfanını bizim gibi fanilerle paylaşmayı da reddediyor üstelik. Bunu abartarak söylemiyorum. MB başkanı Nabiullina’nın birinci yardımcısı Dmitriy Pyanov haziran ayı başında politika faizinin “öngörülemezliği” hakkında şöyle demişti: “(Bu — bn.) kendine has bir satranç: bir sonraki adımda her figürün hamle kuralı ve değeri değişiyor. … Faizi öngörmek mümkün değil, bu hesaplanamaz. Tek bir yargıya varılabilir: oyunun ustaları pek az ve hepsi de Merkez Bankası’nda. Bu mukaddes irfan semalardan arza inemez.”

Ancak Putin’in politika faizi ve “aşırı ısıtılan ekonominin soğutulmasıyla” ilgili sözleri, belki biz fanilerin de neoliberal dogmatizme sopa sallayarak o irfana mazhar olabileceğimizi gösteriyordur.

Sunucu, yüksek kredi faizlerine rağmen tüketici kredisindeki artışı neye bağladığını sorduğunda Putin şu karşılığı verdi: “… tüketici seviyesi yüksek seviyede çünkü özel kişiler politika faizine karşı pek hassas değil. … şirket kredileriyle ilgili olarak, şirketler belli planları hazırlamış durumda ve bunlar yüksek politika faizine rağmen gene de kredi alıyorlar. İkincisi, biz de ekonominin muhtelif sektörlerine destekte bulunma yönünde bir karar aldık. Bu destekle ilgili devletin elinde enstrümanlar var; esasen de sektörlerde büyük projeler için şu veya bu oranda sübvansiyon sağlanması şeklinde. … Ekonomiyi böyle soğutuyorlar işte, yüksek politika faiziyle, imtiyazlı ipoteklerin iptaliyle; ama bu da bilişim ipoteklerinde, Uzakdoğu’da, Arktik’te, aile ipoteklerinde imtiyazlarla destekleniyor. Bir başka faktör de hükümetin, Maliye Bakanlığının bütçenin denkleştirilmesindeki istikrarlı çalışması.”

Demek ki MB’nın baskısına rağmen “belli sektörlerde” politika faizinin etkisi sıfırlanmış durumda, zira bunlar için özel kredi faizleri getiriliyor. Benzer bir durum Uzakdoğu’daki hemen bütün yatırımlar, hemen bütün tüketici talepleri, hemhen bütün konut ve araç kredileri için de geçerli. Hükümetin rolünü özellikle vurgulaması ise MB’nın kendisine semavi peygamber irfanı izafe etmesinden rahatsızlığını göstermek için adeta.

Özgüven pekişmesi

Özetle, bütün bu söylenenlerde sürpriz yok. Ancak iki yıldır  söylediklerinin doğrulanmış, iki yıldır söylediklerinden geri adım atmamış, iki yıldır yürütülen projelerden daha şimdiden sonuç almış olmasının getirdiği büyük bir özgüven var.

İktisat. Bu başarılar iktisat alanında iki noktada, aslında çok daha önceden ortaya çıkmış (ille de tarihlemek gerekirse Mişustin’in 2020 başında ilk teknokrat hükümetiyle birlikte kesin bir form almış) keynesçi eğilimlerin güçlenmesine hizmet ediyor. Birincisi, başta Uzakdoğu olmak üzere özel sermayeden proje beklemek yerine devlet projeleri geliştirmek ve özel sermayeyi bu projelerde yatırım için (çoğu zaman sopanın ucunu göstererek) “teşvik” etmek. İkincisi, Merkez Bankası’nın para-kredi siyasetini  (sektörün yüzde 65’ini devletin kontrol ettiği) mali kuruluşlar alanında uygulamasına ses etmezken aslında başta öncelikli bölgeler olmak üzere tüketici ve yatırım kredilerinde imtiyazlar yoluyla kuşa çevirmek, böylece yıkıcı etkisini hafifletmek.

Ukrayna çatışmasında da İstanbul mutabakatını olası barış görüşmelerinin ön çerçevesi olarak saymaya devam ediyor. Putin parafe edilmiş mutabakat metnini ilk defa geçen yıl Petersburg forumunda göstermiş, ancak (yakın zamanda geri dönülebileceği ve bu nedenle gizli kalmaya devam etmesi gerektiğini söyleyerek) ayrıntılarına değinmemişti. Kremlin’in bu meselelerde ketumluğunu dikkate alınca mutabakat metninin Rusya’da basın kuruluşlarının eline geçmiş olabileceğinden emin değilim doğrusu; ancak batıda bütün “anaakım” medyanın çekmecesine düştüğünü herkes biliyordu. Mukaddes “basın hürriyeti“ gereği bunlar da iki yıldan fazla bir süre mutabakatın adını anmaktan bile kaçındılar; ta ki haziran başında The New York Times yayınlayana kadar. Özetlemekte yarar var: metinde Kiev rejimi silahlı kuvvetlerinin mevcut ve envanteriyle ilgili kesin hükümlere varılmamıştı; ancak rejim bunların kısıtlanmasını kategorik olarak kabul etmişti. Garantör ülkeler olarak Rusya, ABD, Çin, Britanya ve Fransa (parantez içinde de Türkiye ve Belarus) sayılmış, Ukrayna’nın “sürekli tarafsızlık” pozisyonunda kalacağı ve garantör ülkelerden veya üçüncü ülkelerden hiçbirinin yanında bir savaşa katılmayacağı, dahası, garantör ülkelerin ortak rızası olmadan başka bir ülkeyle tatbikat dahi yapamayacağı da kaydedilmişti. Kırım ve Donbass’ın durumunun Ukrayna tarafından tanınması Rusya’nın bu yöndeki talebine rağmen fiilen zamana bırakılmıştı, ancak Rusya nazi propagandasının yasaklanmasında ısrar ediyordu. Rejim Rusçayı resmi dil olarak tanımayı taahhüt etmişti. Rusya, Ukrayna’nın AB’ye girmesine karşı çıkmayacağını da belirtmişti.

BRICS hakkında konuşurken Türkiye’nin bu örgüte üyelik başvurusunda bulunduğu iddiasının hiç geçmemesinin beni şaşırttığını belirtmeliyim. Uşakov bu başvuruyu doğrulamış olsa bile ben Putin’in de bir şeyler diyeceğini bekliyordum ve nedenle konuşmayı daha büyük bir dikkatle dinledim; ancak bu mesele hiç anılmadı. Belki herhangi bir şeye yormak gerekmez, belki (küçük bir ihtimal olsa bile) “aklına gelmemiştir”; ancak gene de dikkat çekici olduğunu belirtmek gerek.

Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1  

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Modi’nin Brunei ve Singapur ziyaretleri – kilit çıkarımlar

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, dünyanın en zengin kişileri listesinde yer alan ve 7 bin şahsi aracının olduğu söylenen Brunei Sultanı Hacı Hassanal Bolkiah’ın daveti üzerine ikili ilişkilerin 40. yıldönümüne denk gelen iki günlük bir ziyaret için 3-4 Eylül’de Brunei’deydi.

Evet, Brunei Darussalam, liderinin ve ailesinin inanılmaz derecede zengin olması ile ünlü… Berberini dahi Londra’daki Dorchester otelinden getirttiği ve dünyanın en büyük sarayında ikamet ettiği söyleniyor…

İkili ilişkilerin “Geliştirilmiş Ortaklık” düzeyine yükseltildiği bu ziyaret, bir Hindistan başbakanının Güneydoğu Asya ülkesi Brunei’e gerçekleştirdiği ilk ikili ziyaret olması bakımından sembolik olarak da önem taşıyor.

Hindistan ile Brunei arasındaki diplomatik ilişkiler, Brunei’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasının ardından 10 Mayıs 1984’te kuruldu. O tarihten bu yana, dünyanın en uzun süre tahtta kalan hükümdarları arasında yer alan, aynı zamanda ülkesi üzerinde mutlak güce sahip ender hükümdarlardan biri olan, Ağustos 1968’de Brunei Darussalam’ın 29. Sultanı ve Yang Di-Pertuan’ı (Devletin Başı) olarak taç giyen 78 yaşındaki Sultan Hacı Hassanal Bolkiah ise ilk resmi ziyaretini Eylül 1992’de Hindistan’a gerçekleştirirken Hindistan’a ikinci resmi ziyaretini Mayıs 2008’de gerçekleştirmişti.

Bu arada 1984’te Sultan Bolkiah kendini başbakan olarak atadı ve 1991’de hükümdarı “inancın savunucusu” olarak tanımlayan Malay Müslüman Monarşisini tanıttı. Ve Brunei, 2014’te Doğu Asya’da şeriat yasalarını benimseyen ilk ülke oldu. Ama Sultan Bolkiah ülkesinde popüler bir isim olmasına karşın Şeriat yasalarını yürürlüğe koyduğu için eleştirilere maruz kalıyor.

Hindistan-Brunei ilişkisi, “geleneksel olarak samimi ancak kapsamı sınırlı” bir ilişki olarak tanımlanabilir…

Buna karşın Brunei Darussalam Hindistan’ın hem ASEAN bölgesindeki hem de Hindistan’ın Hint-Pasifik vizyonundaki kilit ortaklardan biri.

Temmuz 2012’den Haziran 2015’e kadar ASEAN-Hindistan ilişkilerinde Ülke Koordinatörü olarak Brunei, Hindistan’ın ASEAN ile etkileşiminde önemli bir rol oynadı.

Modi’nin ziyaretine ilişkin Hindistan Dışişleri Bakanlığı, bu ziyaretin savunma, ticaret ve yatırım, enerji, uzay teknolojisi, sağlık hizmetleri, kapasite geliştirme, kültür ve halklar arası değişim gibi çeşitli sektörlerdeki işbirliğini artırmayı amaçladığını belirtti.

Ülkeler arasındaki ikili ticaret 2023-24 itibarıyla 286 milyon doların biraz üzerinde kaydedildi; iki ülke arasındaki ikili ticaret hacminin 2023’te 195,2 milyon dolar, 2022’de 382,8 milyon dolar ve 2021’de 522,7 milyon dolar olarak gerçekleştiği görülüyor.

Küçük ama zengin bir Güneydoğu Asya ülkesi olan Brunei, yatırımlarını ve ticaret ortaklıklarını geleneksel petrol ve gaz bağımlılığının ötesine taşımaya istekli. Bu arada büyüyen ekonomisi ile Hindistan değerli bir ortak olarak ortaya çıkıyor. Ve Brunei’in ekonomisini çeşitlendirme konusundaki ilgisi, Hindistan’ın bilgi teknolojisi, yenilenebilir enerji ve altyapı gibi sektörlerdeki uzmanlığı ile örtüşüyor.

Her iki ülke de enerji, tarım ve teknoloji gibi sektörlerde ortak girişimler üzerine yoğunlaşırken özellikle enerji sektörü, Hindistan’ın enerji kaynaklarını güvence altına almaya çalışması ve Brunei’nin hidrokarbonları için yeni pazarlar araması ile ikili ilişkilerde odak noktası haline geldi.

Ayrıca Hindistan, Hint-Pasifik bölgesindeki etkisini genişletmeyi hedeflerken Brunei’in stratejik konumu önemli avantajlar sunuyor.

İki ülke arasında savunma işbirliğinin uygulanmasına yönelik 2016’da imzalanan ve 2021’de yenilenen bir Mutabakat Muhtırası bulunuyor.

Bandar Seri Begawan ile Chennai arasında direkt uçuşların başlayacağı da duyurulan bu ziyaret aynı zamanda savunma ve uzay işbirliğini artırma konusunda anlaşmayı da beraberinde getirdi. İki ülke uydu ve fırlatma aracı operasyonları konusunda bir Mutabakat Zaptı imzaladı. Bu arada Brunei, Hindistan Uzay Araştırma Örgütü’nün Telemetri Takip ve Telekomunikasyon İstasyonu’na ev sahipliği yapıyor.

Modi’nin ziyareti öncesinde Hindistan elçisi Brunei’deki Hindistan Yüksek Komiseri Alok Amitabh Dimri, Modi’nin ülkeye yaptığı ziyareti “tarihi” olarak nitelendirerek, iki ülkenin “uygarlık komşusu” olduğunu söylemişti.

Borneo Adası’nın kuzey kıyısında bulunan Brunei, uzun zamandır kültürlerin ve ticaret yollarının kavşağı konumundaydı. Kuzeyinde Güney Çin Denizi, doğusunda, batısında ve güneyinde ise Malezya’nın Sarawak eyaleti yer alır. 1984’te bağımsızlığını kazanan Brunei 1888’den beri İngiliz himayesi altındaydı. Ve 1963 yılında Malezya haline gelen devlete katılmayan tek Malay devleti oldu.

Brunei’deki Hint etkisi, Hint alt kıtasından tüccarların, bilginlerin ve denizcilerin Güneydoğu Asya’nın deniz yollarını geçtiği antik zamanlara kadar uzanır. Bu erken etkileşimler özellikle dil, din ve kültürel uygulamalar alanlarında bölgede önemli bir etki yaratmış ki Brunei’deki Hint etkisinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak, Brunei’de yaygın olarak konuşulan Malay dilinde Sanskrit kökenli sözcüklerin varlığı gösterilebilir. Veya daha çarpıcı bir örnek olarak, Brunei’in başkenti Bandar Seri Begawan’ın isminin Hint kökenli olduğuna inanılıyor ve “Shri Lord’un Limanı” anlamına geliyor.

Hindistan’ın kültürel diplomasi ve halklar arası bağlara vurgu yapması ekonomik ve stratejik çıkarların ötesine uzanan daha kapsayıcı bir ilişki istediğinin göstergesi.

Brunei genç bir ülke, nüfusun beşte birinden fazlası 15 yaşın altında ve yaklaşık yarısı 30 yaşın altında; doğum oranı dünya ortalaması civarında seyrederken ölüm oranı dünyanın en düşükleri arasında yer alıyor ve ortalama yaşam süresi dünya ortalamasının üzerinde 78 yıl olarak belirtiliyor.

Bugün, Brunei’deki Hint topluluğu ülkenin sosyo-ekonomik manzarasında önemli bir motif. Kabaca 400 bin kişilik bir nüfusa sahip çok küçük bir coğrafyayı temsil eden Brunei Darussalam’da yaklaşık 14 binin biraz üzerinde bir Hint diasporası söz konusu. Hint göçmenlerin yarısından fazlası petrol ve gaz endüstrilerinde, inşaat ve perakende sektöründe çalışan yarı vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşuyor; ayrıca ülkenin doktorlarının çoğu ve önemli sayıdaki öğretmen, mühendis, bankacı ve bilişim uzmanı da Hindistan’dan.

Brunei Darussalam veya Brunei, dünyanın ayakta kalan en eski monarşilerinden biri. Eski ismi “Negara Brunei Darussalam”, “Brunei Devleti – Barış Yurdu” anlamına gelir.

En eski belgelenmiş tarihi, Brunei’nin “Puni” olarak isimlendirildiği 6. yüzyıla dayanır ki bunun, Sanskrit “Baruni” kelimesinin olası bir çarpıtması olduğu düşünülüyor.

Brunei o zamanlar, bölgenin ünlü Sri Vijaya ve Majapahit imparatorluklarının yanı sıra Çin ile bağlantıları olan bir Hindu-Budist krallığıydı.

14. yüzyılın sonlarında Brunei hükümdarı Awang AlakBetatar, Malakka’dan Müslüman bir Johor prensesi ile evlenip ve İslam’ı benimseyerek Muhammed Shah olarak Brunei’in ilk Sultanı olunca, Brunei bir İslam Sultanlığı’na dönüştü…

***

Modi’nin 3 Eylül’de başlayan Brunei ziyaretinin ardından 4 Eylül’de Güneydoğu Asya gezisinin ikinci ayağı Singapur’a geçti. Modi’nin Singapur’a beşinci gidişi ve 2018’den bu yana ilk seyahati.

Modi’nin iki günlük resmi Singapur ziyareti, mayıs ayında Singapur’un dördüncü başbakanı olarak göreve başlayan Lawrence Wong’un daveti üzerine, ülkelerin diplomatik ilişkilerinin 60. yıldönümünde ve ikili stratejik ortaklığın 10. yıldönümü olan 2025’in öncesinde gerçekleşiyor.

Modi’nin ziyareti, Hindistan’ın kritik teknoloji alanında küresel üretim merkezi olma yolunda ilerlemesi hedeflenirken yarı iletken alanında işbirliğine odaklandı.

Amerika-Çin rekabeti döneminde risk azaltma ve tedarik zinciri dayanıklılığını artırma açısından Singapur iyi bir seçenek olarak görülüyor.

Singapur küçük bir şehir devleti olmasına karşın küresel yarı iletken üretiminin yaklaşık yüzde 10’una, küresel çip üretim kapasitesinin yüzde 5’ine ve yarı iletken ekipman üretiminin yüzde 20’sine katkıda bulunuyor.

Hindistan hükümet kaynaklarına göre, dünyanın en büyük 15 yarı iletken firmasından 9’u Singapur’da merkez kurdu.

Singapur’daki iş ortamının hizmet odaklı bir ekonomide imalat sektöründe iyi ücretli işler yaratarak bu tür yatırımları aktif olarak kolaylaştırdığı ifade ediliyor.

Singapur’un altyapısı ve bağlantısı ile beraber istikrarlı iş koşullarının, tasarımdan çip üretimine montajdan teste kadar değer zincirini kapsayan kritik sayıda lider şirketin ve insan sermayesinin sektörün yükselişine katkıda bulunduğu belirtiliyor.

Yeteneği geliştirmek için Singapur üniversiteleri mikroelektronik ve entegre devre tasarımı ana dalları sunuyor. Ayrıca çalışanlarını doktora araştırmaları yapmaya teşvik ederek yarı iletken şirketleri ile işbirliği yapıyorlar.

Ancak cihazlar, arabalar ve endüstriyel ekipmanlarda kullanılan 28 nanometre/nm veya daha fazla işlem düğüm teknolojisi “olgun düğüm çipleri” ile sınırlı olan, yapay zeka sektöründe kullanılanlar gibi üst düzey mantık çipleri üretmek için donanımlı olmayan -yapay zeka çipleri 7 nm ve daha küçük işlem düğümlerine sahip ve bu nedenle özel üretim yöntemleri gerektiriyor- Singapur’un yarı iletken endüstrisi Hindistan için fırsat demek.

Ayrıca, Singapur’da üretim maliyetleri artıyor ve bu durum yarı iletken şirketlerini değer zincirinde daha yukarıya çıkmaya ve düşük-maliyet/yoğun-emek operasyonlarını şehir devletinin dışına taşımaya zorluyor. Ve üretim faktörleri açısından Singapur’un arazi ve işgücü açısından kısıtlı olduğu da dikkate alınırsa, bol miktarda arazi ve kalifiye işgücüne sahip Hindistan’ın, Singapur’un yarı iletken değer zincirinin bir parçası olabileceği ve Singapur’daki yarı iletken şirketlerinin genişleme planları için Hindistan’ı değerlendirmeye teşvik edilebileceği değerlendiriliyor.

Hindistan için önemli olan bir diğer şey de Singapur’un yarı iletken ekipman ve malzeme üreticilerine sahip olması; Hindistan’daki yarı iletken üretim ekosisteminin gelişimi için bu tür şirketler ile etkileşim ve işbirliğinin de faydalı olabileceği değerlendiriliyor.

Hindistan halihazırda Amerika, Tayvan, Avrupa Birliği gibi küresel ortaklar ile yarı iletken sektöründeki işbirliklerini güçlendiriyor.

Ayrıca dayanıklı tedarik zincirleri oluşturmayı hedefleyerek yarı iletkenler gibi teknolojileri ilerletmek için Japonya ile işbirlikleri araştırıyor.

Tayvan ile geliştirdiği ortaklık, Hindistan’ın ilk ticari yarı iletken fabrikasının Gujarat, Dholera’da kurulmasına yol açtı.

Hindistan’ın Avrupa Birliği ile işbirliği, iki tarafın Ticaret ve Teknoloji Konseyi çerçevesinde Yarı iletken Ekosistemleri için Çalışma Düzenlemeleri konusunda bir Mutabakat Muhtırası’nı içerir.

Bağlarını Kapsamlı Stratejik Ortaklığa yükselten Hindistan ve Singapur, yarı iletkenler, dijital teknolojiler, sağlık ve eğitim/yetenek geliştirme üzerine dört Mutabakat Zaptı imzaladı.

Kİ doğrusu Singapur, -BRICS’e katılmak üzere olan- komşusu Malezya ile beraber Hindistan için özellikle yarı iletkenler alanında büyük bir kritik teknoloji ortağı olabilir ki hem Amerika’nın antlaşma müttefiki de değil ve dolayısıyla hem de Japonya’ya çekici bir alternatif…

Singapurlu meslektaşı Wong ile beraber yarı iletken devi Singapur şirketi AEM’i ziyaret eden Modi ayrıca Singapurlu yarı iletken şirketlerini 11-13 Eylül 2024’te Greater Noida’da düzenlenecek SEMICON INDIA fuarına katılmaya davet etti.

Bu arada yarı iletkenler ziyaretin ana odağı iken yatırım ise bir diğer önemli odak noktasıydı.

Singapur, Hindistan’daki en büyük doğrudan yabancı yatırımcı ve 2000’den bu yana Hindistan’a gelen doğrudan yabancı yatırım sermaye akışının neredeyse dörtte birini oluşturuyor. Hindistan’ın Singapur’a yatırımı ise 2004’te 481 milyon dolarken 2022’de yaklaşık 25,3 milyar dolara çıktığı kaydediliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Afrika ile Çin’in kalıcı dostluğunun ve işbirliğinin sırrı

Yayınlanma

Yazar

Üç gün süren 2024 Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi 6 Eylül’de Pekin’de sona erdi. Çin ve 53 Afrika ülkesi ile Afrika Birliği liderleri, “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı’nın Pekin Bildirgesi” ve “Çin-Afrika İşbirliği – Pekin Eylem Planı (2025-2027)” başlıklı iki önemli belgeyi birlikte yayımladılar. Bu iki belge, “Ortak Modernleşmeyi Teşvik Etme ve Yüksek Seviye Çin-Afrika Kader Ortaklığı İnşası” temalı zirveye mükemmel bir son verdi.

Bu zirve, Çin tarafından son yıllarda düzenlenen ve en fazla sayıda yabancı liderin katıldığı en büyük ana diplomatik etkinlik olması, Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kuruluşundan bu yana geçen 24 yıldaki dördüncü zirve ve Pekin’de düzenlenen üçüncü zirve olması ve ayrıca 50’den fazla Çin-Afrika liderinin ve 400 Çin-Afrika girişimcisinin altı yıl sonra ilk kez Pekin’de bir araya gelmesi nedeniyle büyük önem taşımakta ve dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu zirve aynı zamanda FOCAC’ın 24 yıl önce kurulmasından bu yana düzenlenen dördüncü ve Pekin’de gerçekleştirilen üçüncü zirve.

Zirve aynı zamanda Çin’in Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesini ortaya koymasının 70. yıldönümüne, Çin Başbakanı Zhou Enlai’nin Afrika’ya ilk ziyaretinin ve Dış Yardımın Sekiz İlkesini önermesinin 60. yıldönümüne, Başkan Mao Zedong’un “Üç Dünya” teorisini formüle etmesinin 50. yıldönümüne ve dünya manzarasındaki ciddi değişikliklerin, Rusya-Ukrayna çatışmasındaki çıkmazın, Çin-ABD oyununun uzamasının, küresel ekonominin genel bunalımının ve Küresel Güney’in toplu uyanışının ve yükselişinin kritik aşamasına denk gelen önemli bir tarihi kavşakta düzenlendi. Bu nedenle, dünyanın en büyük gelişmekte olan ülkesi olan Çin ile gelişmekte olan ülkelerin en yoğun olduğu kıta olan Afrika’nın ikili liderlerinin bir kez daha yüz yüze gelerek Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın ve dünya nüfusunun üçte birinin kalkınma ve ilerlemesini birlikte ele almaları elbette önemli bir küresel olay ve bir dönüm noktasıdır.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping zirve sırasında, Çin’in tüm Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerini stratejik ilişki düzeyine yükselttiğini ve Çin-Afrika ilişkilerinin genel tanımını “Yeni Çağda Çin-Afrika Kader Ortaklığı” olarak yükselttiğini duyurdu. Xi Jinping, Çin ve Afrika’nın “adil ve makul, açık ve kazançlı, insan odaklı, çok kültürlü, ekoloji dostu ve barışçıl” olmak üzere altı temel özelliğe sahip modernleşmeyi birlikte inşa edeceğini vurguladı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni duyurdu. Bu eylemler, medeniyet alışverişi, ticaretin gelişmesi, sanayi zinciri işbirliği, bağlantılılık, gelişim işbirliği, sağlık, tarım ve refah, kültürel değişim, yeşil gelişim ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmayı kapsıyor.

Xi Jinping, önümüzdeki üç yıl içinde Çin’in “On Büyük Ortaklık Eylemi”ni desteklemek için 360 milyar RMB (yaklaşık 50 milyar ABD Doları) sağlayacağını ve Afrika ülkelerine gıda yardımı ve sıfır vergi uygulaması sunacağını, 30 altyapı bağlantı projesi, 1000 küçük ama etkili yaşam projeleri ve 500 kamu yararına projeyi uygulayacağını açıkladı. Ayrıca, Afrika’ya 2000 sağlık personeli ve 500 tarım uzmanı göndereceğini, Afrikalı kadınlar ve gençler için 60.000 kişiye Çin’de eğitim fırsatı yaratacağını ve Afrika’da 1 milyon istihdam yaratacağını taahhüt etti.

Zirve sırasında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, Afrika Birliği’nin dönem başkanı Moritanya Cumhurbaşkanı Ghazouani ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun ortak başkanı Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall gibi isimler, Çin-Afrika ilişkilerinin gelişimini yüksek takdirle değerlendirdi ve Çin’in “Kuşak ve Yol” girişiminin Afrika’da yarattığı büyük değişiklikleri vurguladılar. Ayrıca, Çin-Afrika ilişkilerinin yeni tanımı ve “On Büyük Ortaklık Eylemi”nin Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nu yeni bir aşamaya taşıyacağına inandılar.

Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun 24 yıllık sürecinde elde edilen başarılar, karşılıklı saygı, karşılıklı yarar ve işbirliğiyle kazan-kazan ilişkilerini örnek alarak uluslararası ilişkilerde bir model oluşturdu. Bu 24 yıl, Afrika’nın “umutsuzluk” dönemlerinden ve “Uzak Doğu hasta adamı” olmasından bağımsız olarak kendini geliştirdiği ve el birliğiyle ilerlediği bir çeyrek yüzyılı içeriyor ve Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun “sokak çetesi toplantısı” olmaktan çıkıp Küresel Güney’in temel taşlarından biri haline geldiği bir tarihsel süreci gösteriyor.

Resmi verilere göre, 24 yıl içinde Çin-Afrika ticareti yaklaşık 26 kat artarak 282,1 milyar dolara ulaştı. Çin’in Afrika’ya yaptığı yatırım 80 kat artarak 40 milyar doları geçti. Çin, 15 yıldır Afrika’nın bir numaralı ticaret ortağı konumunda bulunuyor ve Afrika ülkelerinin neredeyse yarısıyla olan ticaret hacmi yıllık yüzde 10’dan fazla artış gösterdi, ticaret hacmi sürekli olarak rekor kırdı. Son 10 yılda Çinli şirketler Afrika’da 700 milyar RMB değerinde taahhütlü proje imzaladı, 400 milyar RMB ciro elde etti ve yatırım işbirlikleri tarım, işleme, üretim, ticaret ve lojistik gibi birçok alana yayıldı, projeler ulaşım, enerji, elektrik, konut ve sosyal hizmetler gibi çeşitli alanları kapsayarak Afrika’nın ekonomik ve sosyal gelişimini destekledi. Çin’in Afrika’nın borçları içindeki payı ise sadece onda biri oranındadır.

Yarım yüzyıldan fazla süredir devam eden Çin-Afrika ilişkileri, oldukça zorlu bir yolculuk olmasına rağmen olağanüstü başarılar elde etti ve deneyimlerin gözden geçirilmesi ve özetlenmesi gerekmektedir. Çünkü bu, Çin’in büyük bir kıta ile dostane ilişkiler kurduğu büyük bir hikaye, başarılı bir öykü ve eşsiz bir örnektir. Afrika Birliği’nin 54 üye ülkesi, sadece Esvatini hariç, diğer tüm Afrika ülkeleri Çin ile diplomatik ilişkilere sahiptir ve dostane ilişkiler sürdürmektedir. Neredeyse tüm Afrika ülke liderleri düzenli ya da düzensiz olarak Pekin’i ziyaret etmektedir, bu da uluslararası ilişkiler tarihinde büyük bir olaydır. Çin Dışişleri Bakanı’nın her yıl ilk ziyaretini Afrika ülkelerine yapması standart bir model haline gelmiştir ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Afrika’yı beş kez ziyaret etmesi, Çin’in Afrika’ya duyduğu derin ilgiyi göstermektedir.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı gelişimi ve istikrarı, dört genel ülke ilişkisi kuralını doğrulamaktadır ve hatta Batılı ülkelerin geleneksel uluslararası ilişkiler teorilerini, deneyimlerini ve uygulamalarını düzeltmek, tamamlamak veya devirmek için yeni bir ders kitabı niteliğinde ülke ilişkileri modeli olarak kabul edilebilir.

Birincisi, benzer veya aynı tarihi deneyimler empati ve bağlılık oluşturur. Çin ve Afrika ülkeleri, Batılı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş ve işgal edilmiştir ve “geri kalmak, dövülmek demektir” dersini yaşamışlardır, dış müdahaleye karşı nettirler.

İkincisi, benzer veya aynı siyasi hedefler uyum ve destek sağlar. Çin ve Afrika ülkeleri, bağımsızlık, özerklik ve güçlenme arayışı içindedir ve kalkınma, refah ve kapsamlı modernleşme hedefleri doğrultusunda çalışmaktadırlar.

Üçüncüsü, benzer veya aynı ilişkiler anlayışı ortak değerleri güçlendirir. Çin ve Afrika ülkeleri, dostluğa ve güvenilirliğe değer verir, “tek başına hızlı, birlikte uzun yol alınır” ilkesine inanır ve karşılıklı yardımlaşma ve kazanç sağlama ilkelerine bağlıdır.

Dördüncüsü, benzer veya aynı gelişim koşulları ortak bir geleceği ve uzun vadeli bağlılığı getirir. Çin ve Afrika ülkeleri, eskiden ekonomik olarak geri kalmış, temel altyapı açısından zayıf ve eğitim-öğretim alanında geri kalmıştı. Ancak her ikisi de “kalkınmanın zor bir yol olduğu” ve “insanların refahının en büyük insan hakkı olduğu” konusunda hemfikir ve seçtikleri kalkınma yollarına saygı duyuyorlar.

Çin-Afrika ilişkilerinin başarılı ve olağanüstü gelişimi, diplomatik fikir ve kavramlardan diplomatik ilke ve uygulamalara, bu ilke ve uygulamalardan da uluslararası ilişkiler teori ve paradigmasında yeniliklere dönüşen bir Çin deneyimi ve katkısı olan çağdaş Çin diplomasisinin eşsiz cazibesini ve örnek teşkil eden önemini de bünyesinde barındırmaktadır.

Her şeyden önce, farklı medeniyetler ve kültürler tamamen bir arada var olabilir ve birlikte gelişebilir. Çin ve Afrika farklı medeniyetlere aittir, ancak Çin hiçbir zaman medeniyetler arasındaki farklılıkları dost ve düşmanı yargılamak ya da mesafe ve yakınlığı belirlemek için bir temel olarak kullanmamış ve “Her biri kendi tarzında güzeldir, tüm insanlar güzeldir; insanların güzelliği kendi tarzında güzeldir, tüm dünya aynıdır” ve “Yaşasın tüm dünya insanlarının birliği” ilkelerini vurgulamıştır. Medeniyetler çatışması teorisine ya da medeniyetlerin üstünlüğü teorisine kararlılıkla karşı çıkıyoruz.

İkinci olarak, birbirimizden binlerce kilometre uzakta olsak bile komşu kadar yakın olabiliriz. Mesafe sadece güzellik değil, aynı zamanda dostluk ve sevgi de üretir. Çin’in geleneksel dostluk kavramları olan “uzaklardan dostlar edinmek her zaman bir zevktir” ve “dört denizdeki tüm kardeşler” Çin-Afrika dostluğunun coğrafyayı ve mekânı aşmasını ve sabit kalmasını sağlamıştır.

Üçüncüsü, birbirleriyle eşit düzeyde anlaşabilen büyük ve küçük ülkeler vardır. Nesnel olarak konuşmak gerekirse, Çin’in nüfusu, yüzölçümü ve ekonomik hacmi gerçekten de herhangi bir Afrika ülkesinin çok ötesindedir ve hatta tüm Afrika kıtasıyla karşılaştırılabilir, ancak Çin hiçbir zaman orman kanunu ve zorbalık politikaları uygulamadı, sözde “güç statüyü belirler” çarpıtmasını vurgulamaktan bahsetmiyorum bile, aksine, büyüklükleri, güçleri ve zayıflıkları, zenginlikleri ve yoksullukları ne olursa olsun ülkeler arasında eşitlik ilkesi doğrultusunda, çok sayıda “büyük ve küçük” Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik. Aksine, büyüklüklerine, güçlerine, zayıflıklarına, zenginliklerine ve yoksulluklarına bakılmaksızın ülkeler arasında eşitlik ilkesine dayanarak, “doğal dostlar” olan çok sayıda Afrika ülkesi de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde dostlar edindik.

Dördüncü olarak, zengin ve fakirin birlikte ilerleme kaydetmesi tamamen mümkündür. Çin-Afrika ilişkilerinin yarım yüzyılında, özellikle de Çin-Afrika İşbirliği Forumu’nun (FOCAC) kurulmasından bu yana geçen çeyrek yüzyılda, dünya ve Afrika, Çin’in ayakta durmaktan zenginleşmeye ve ardından güçlenmeye doğru hızlı dönüşümüne ve Çin’in diğer gelişmekte olan ülkelere ilerleme kaydetmelerinde yardımcı olmasına tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Dahası Çin, her zaman gelişmekte olan ülkelere ait olacağını ve Afrika ülkeleri de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelerle ve küresel Güney ülkeleriyle her zaman aynı kaderi paylaşacağını ve el ele ilerleme kaydedeceğini vurgulamaktadır.

Çin-Afrika Zirvesi Pekin’de bir kez daha zaferle sonuçlandı, ancak bu sadece bir zirve ama doruk değil. Çünkü Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği bir yolculuk sürecidir ve bu görünürde sonu olmayan uzun bir yürüyüştür. Sonuç en iyisi değil, sadece daha iyi ve daha iyi olma yolunda ilerlemektedir.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English