Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Amerikalılar tek bir BRICS parasından çok korkuyorlar’  

Yayınlanma

Aleksey Maslov, Rusya’daki en tanınmış Çin uzmanıdır. Tarih doktoru, profesör. Moskova Devlet Üniversitesi Asya ve Afrika Ülkeleri Enstitüsü Müdürü. Kuşkusuz, Çin’le ilgili her şeyi doğru bildiği anlamına gelmez bu; ama onun görüşlerini dikkate almadan herhangi bir Çin değerlendirmesi yapmak da güçtür.

Maslov’un aşağıdaki mülakatı, aslında çok daha uzun (burada yayınlanan hacminin en az beş katı daha) 23 Ağustos’ta BiznesOnline ile mülakatından alınma. Göreceğiniz gibi çevirdiğim ilk bölüm ise esasen BRICS ve onun temsil ettiği (Maslov’un çokkutupluluğun iktisadi temeli olarak kabul ettiği) “makroekonomik bölgeler” ile ilgili.

Çeviriye alamadığım bölümlerde ise şu başlıklar var: yeni güç odakları, bu kapsamda esas olarak Suudi Arabistan ve kısmen Türkiye’nin durumu (“Türkiye… etrafına bir dizi ülkeyi toplamaya çalışıyor. Ankara, diğer güç merkezlerine karşı oynuyor. Türkiye Ortadoğu’nun Çin’i olmak istiyor.”); küresel çatışmada Çin’in tutumu (“… Pekin zor bir durumda bulunuyor ve ‘Rusya yanlısı tarafsızlık’ diyebileceğimiz bir tutum takındı.”); Çin’in Ukrayna çatışmasına bakışı (“Ne Güney ne Kuzey Kore birbirlerini tanıyorlar. Ama son on yıllardır aralarında hiçbir askeri eylem olmadı. İnsanlar ölmüyor. … Çin zamanında Kore meselesinin çözümüne katılmıştı ve benzer bir planın Ukrayna çatışmasına da tamamen uygun olduğunu düşünüyor.”); Afrika ülkelerinin inisiyatifi, Suudi Arabistan’ın Çin’in yaklaşımına paralel tutumu, ABD’nin küresel nüfuzunu koruma çabası (“ABD için Ukrayna etrafındaki durum… iki büyük küresel oyuncunun (Çin ve Rusya) bloke edilmesiyle ilişkili bir kombinezon. Bir sonraki adım, Çin oraya dolansın, bu problemi çözmek için uzun uzun, sonu gelmezcesine uğraşmaya başlasın ve neticede, Amerikalılara göre, Çin ekonomisinde geri dönülmez değişiklikler başgöstersin diye Tayvan etrafındaki çatışmanın alevlendirilmesi olacak.”), Ukrayna çatışmasının geleceği (“Yegâne çıkış, ne kadar tuhaf görünse de, Rusya ve Ukrayna arasında arabulucusuz doğrudan görüşmelerdir.” — Maslov bunu gene Çin’in “12 madde beyannamesi” üzerinden kuruyor) vb. (Bu sonuncusuyla ilgili görüşlerimi gene Maslov’un bu yıl şubat ayındaki gözlemlerine dayanarak yazmıştım.)

 * * *

“Amerikalılar tek bir BRICS parasından çok korkuyorlar”

Aleksey Maslov ile mülakat.

Aleksey Aleksandroviç, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde BRICS zirvesi devam ediyor. Kulübe girmek için 23 ülke daha başvuruda bulundu; Çin bunu destekliyor ama Hindistan ve Brezilya karşı çıkıyorlar. BRICS’te bir bölünme mi var? Johannesburg’daki zirvenin sonucunda ne kararlar beklenebilir?

Birincisi, ekonomi gündemi görüşülecek. İkincisi, BRICS’te herhangi bir bölünme yok, çünkü bütün ülkeler iktisadi ilişkilerin normalleştirilmesinden yanalar. Hem Çin hem Güney Afrika çok ciddi bir iktisadi program çıkarıyorlar. Bu, açık pazarları, gümrük bariyerlerinin azaltılmasını, ürün sertifikası problemlerinin ortadan kaldırılmasını vb. kapsıyor. Bu, Pekin için son derece avantajlı. Duruma bakılırsa diğer ülkeleri de memnun ediyor. Diğer birçok önemli nokta da güvenlik, bu bağlamda siber güvenlik. Para işlemleri, mevcut olmakla birlikte henüz dünya mali sisteminde kilit bir rol oynamayan BRICS Yeni Bankası’nın aktive edilmesi. Bu da çok ilginç bir istikamet. Bence küreksel güvenlikte bir takım formülasyonlar çıkacaktır. Bu noktada bütün ülkeler ortak tutum alıyorlar.

Mesela, Çin ve Rusya bir yana, Hindistan’ın bir çokmerkezlilik gerektiği, milli iktisatların gelenek ve standartlarının yıkılmaması gerektiği, stratejilerin tek bir ülkeye bağımlı kılınmaması gerektiği şeklindeki tutumunu görüyoruz. Rusya da dahil bütün ülkelerin bütün çatışmaların bir an önce çözülmesi zaruretinden söz ettiklerini görüyoruz. Bu nedenle BRICS’te herhangi bir bölünme yok. Dahası, bir dizi Afrika ve Latin Amerika ülkesinin bu birliğe artık büyük ihtimal artan bir ilgi gösterdiğine de tanık olacağız. Bir de BRICS+ formatı var. Teşkilat, BRICS+ çerçevesinde Afrika Birliği’yle, Latin Amerika Ülkeleri Birliği’yle, keza Avrasya Ekonomik Birliği’yle, Çin’in “Kuşak Yol” inisiyatifiyle işbirliği geliştiriyor. BRICS+ üzerinden daha büyük bir mesnet ve ileride BRICS’e katılabilecek daha çok sayıda ülke göreceğiz.

BRICS başkanlığı Rusya’ya geçeceğinden iktisadi ve siyasi işbirliğine yönelik çok büyük bir program ortaya koyacağız. Belki (Amerikalılar bundan çok korkuyorlar) BRICS ülkeleri için tek bir para birimi veya ortak bir ödeme biçimi uygulamaya konulması söz konusu olacak. Bu teknik olarak mümkün, çünkü BRICS geçtiğimiz yıl kendi içindeki ticarette fazla verdi. Basit bir ifadeyle, eğer BRICS kapalı bir sistem olarak ortaya konursa kendi içinde ticaret yaparak eksi değil artı kazanmış olacak. Bu elbette birçok açıdan Çin sayesinde; ama her halükârda BRICS çerçevesinde doğrudan ödeme sisteminin uygulamaya sokulmasına imkân verecek. Tek banka işliyor, bunun için teknik vasıtalar da mevcut. Hem Çin hem Rusya tarafından bankalar arası işlemlerde aracı kuruluşları geliştirildi. Burada mesele sadece bir hesap parasının temel alınması. Bu Çin yuanı, uluslararası çekme hakları [Maslov, IMF’nin SDR aracına benzer bir ödeme aracından söz ediyor — H.Y.], BRICS tek hesap birimi, Google Pay veya Apple Pay ilkelerine göre BRICS Pay biçiminde tek bir elektronik ödeme sistemi. Amerikalılar bu tehditleri çok aktif şekilde tartışıyorlar, çünkü BRICS,  dolara alternatif bir ortak ödeme fikrini zevkle kabul edecek yegâne platform.

Ancak dediğinize göre Hindistan ve Çin’le ödemelerimizde sorun var. İhracat-ithalat dengesinde Rusya’da mevduat ihtiyacından daha fazla yuan ve rupi kalıyor. Bu problem nasıl çözülecek?

Genel durum iyi anlaşılmadığı için düzgün çözülemiyor. Biz psikolojik olarak başka ülkelerin Rusya’ya yatırım yapmasına alışkınız, bizse hep batı ülkelerine yatırım yaptık. Çin de Hindistan da uzun süre bizim yatırım ilgimizin merkezi olmadılar. Sistem şöyle işliyordu: Çin’e petrol satışından para kazanılıyordu, sonra da batı ülkelerinde döviz yatırımına çevriliyordu. Eğer bundan uzaklaşmazsak elimizde çok fazla miktarda yuan ve rupi birikecek. Dahası, bütün rupiyi de Hindistan’dan buraya çıkarmıyoruz. Şu anda (eğer gereken hacimde birikirse) Hindistan ve Çin ekonomisine içeriden yatırımda bulunmak en üretken yöntem. Ya M&A olarak, ya sıfırdan inşa etme, bu ülkelerde üretim sahibi olma şeklinde; çünkü pek çok farklı ürün Çin veya Hindistan topraklarında çok daha ucuza üretilebilir. Oradan almak değil, orada üretip Rusya’ya göndermek.

Burada yelpaze çok geniş olabilir: takım tezgâhları ve gaz türbini cihazlarının üretiminden, Çin’de çok talep gören yüksek kaliteli organik kozmetik işletmelerin kurulmasına kadar, vb. Bu durumda bu pazarlarda gerçekten de yerleşebilir ve onların bizde yatırımda bulunmasını beklemeden gelirimizin bir bölümünü Çin ve Hindistan topraklarından temin edebiliriz. İleride de ortak bankaların kurulması söz konusu olabilir. Pek çok Rusya bankasının yaptırım altında olduğunu ve problemsiz havale yapamadıklarını biliyorum. Ama mesela Çin’de, özel olarak İran’la hesaplar için kurulmuş bir banka var. Bu banka pek çok ülkenin yaptırımı altında olsa da bir önemi yok, çünkü bu, doğrudan ödemeler bankası. Çin’de Kuzey Kore ile ödemeler için de aynı türden bir banka var. Yani benzer meselelerin çözümü için muhtelif formatlar mevcut. Ama Rusya, Çin pazarında ciddi bir yatırımcı ve oyuncu olmadan iktisadi anlamda bizimle herhalde hiç kimse eşitler arası bir görüşmeye girişmeyecektir.

Çin’in geleceğinde karbon yakıtlarından vazgeçilmesi planlanıyor.

Çin 2060’a kadar hidrokarbonsuz bir ekonomiye geçme kararı aldı. Pekin, tüketimin en tepe noktasına 2035’te çıkılmasını, daha sonra düşüşe geçilmesini planlıyor. Mesela Çin’de yeni gaz ve petrol üretim yerleri ortaya çıktı. Bunlar aslında epeydir araştırılıyordu ama geliştirilmesi aktive edildi. Çin prensip olarak başka ülkelere bağımlılığını keskin bir eğriyle düşürmeye çalışıyor. Sadece Rusya’ya değil, herkese. Biz, Çin’in bizden ebediyen enerji kaynağı alacağı umudunun yersiz olduğunu bilmeliyiz. Bu geçici bir durum, bundan yararlanmak gerek, ama daha uzun vadeli geleceği düşünmek de şart.

Belli ki Çin en azından iki yıl daha bizden yoğun şekilde kömür almaya devam edecek. Ama bundan da tedricen vazgeçecek. Rusya bu alanda neden bu kadar çok talep gördü? Çünkü Çin daha önce kömürü öncelikle Avustralya’dan alıyordu, ama bu ülkeyle ilişkileri köklü şekilde bozuldu, ek olarak Kuzey Kore’den kömür alımına yasak var, Pekin de yönünü Moğolistan ve Rusya’ya çevirdi. Yani pazar konjonktürü bizim için olumlu şekilde ortaya çıktı. Ama buna ebediyen güvenmemek gerek. Yeni ticaret biçimleri geliştirmeliyiz. Bugün eğer Rusya-Çin ticaret dinamiklerine bakarsak Rusya’nın ihracatının neredeyse yüzde 70’i enerji kaynaklarından oluşuyor. Sadece bu kadar da değil. İhracat yapısı geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarından beri çok az değişti. Tarımsal ürün ihracatını birazcık artırdık. Geçtiğimi yıl bunun tutarı 5,5 milyar dolardı; bu iyi, ama elbette petrol ve gaz satışının hacmiyle karşılaştırılamaz bile.

Dolayısıyla bir dizi ciddi adım atmak zorundayız. Mesela Rusya topraklarındaki katma değeri artırmalıyız. Mesela Çin’e bir zamanlar tomruk da satıyorduk. Sonra bunu yasakladılar, çok da doğruydu. Kereste satmaya başladık. Şimdi bizim için iyi. Ama Çinlilere mobilya panoları satmayı, yani daha derin işçilik yapmayı teklif ettiğimizde bunun kendileri için avantajlı olmadığını söylüyorlar. Ama bence bunda ciddiyetle direnmemiz ve dikey entegrasyon yoluyla daha aktif çalışmaya başlamamız mantıklı olur. Yani Çin’e doğrudan satış şeklindeki basit şemanın yerine daha karmaşık çözümler koymak; mesela şirket hisselerinin değiştokuşu. Rusya topraklarında manüfaktür hisselerinin bir kısmını Çin’e bırakırız, Pekin de perakende satışına katılmamıza, belirli miktarda hisse karşılığında Çin pazarında dağıtım yapmamıza vb. izin verir. Ama bu da Çin pazarı hakkında daha üst düzey bir bilgi birikimi gerektirir.

Peki bizde genelde nasıl oluyor? Tarım veya maden üreticilerinin çoğunluğu iyi üreticiler, ama Çin pazarının yapısını iyi bilmiyorlar. Yurtdışına satışlarda kötüler. Bu yüzden, bizde petrol ve gazda yapıldığı gibi belli bir parti emtiayı Çinli bir arabulucuya veya büyük bir alıcıya satmak daha basit. Ama Çin’e benzin veya motoryağı veya mazot cinsinden işlenmiş yakıt satmak daha zor bir iş. Çin kendi pazarına almak istemez, bizim taraftan da yeni, nitelikli görüşmeciler gerek. Henüz zamanımız var. Mevcut piyasa şartlarında 5-7 yıl daha Çin ile ticarette herhangi bir çöküş olmayacak. Ama arkasından ciddi bir yavaşlama başlayacak. Ne yapacağımızı düşünmeliyiz. Şu anda Rusya-Çin işbirliğinde yüksek teknoloji ürünlerinin payı çok düşük. Teknolojik ürünler geliştirim üçüncü ülkelere satmak için ciddi ortak laboratuvarlarımız yok. Üçüncü ülkelere satabileceğimiz ciddi bir uygulama yok. Aktif şekilde gelişen ortak teknolojik bölgeler yok. Çin’le ticari-iktisadi işbirliğinin yapısı, hacim olarak gelişiyor olsa bile (geçtiğimiz yıl ikili ticaretin hacmi rekor bir artışla 190 milyar dolar oldu) epey ilkel.

ABD’li yetkililer kendileri “sıfırlanmamak” için Çin ve Rusya’yı yönetebileceklerini düşünüyorlar mı gerçekten? Katıldığınız bir programda bundan söz etmiştiniz.

Hayır. ABD bunu çok iyi biliyor. Başlıca amaçları zaman kazanmak. ABD esas olarak bunun üzerine çalışıyor, çünkü pek çok ülkenin, öncelikle de Çin’in pek çok alanda öne fırladığı, ABD’nin yeniden yapılanması gerektiği ortaya çıktı. Mesela Çin bugün dünyada patent ve teknoloji ihracatında birinci sırada. Çin teknolojisi daha ucuza uygulanıyor, Çin’de özgün, işler durumda örnekler var, bilim ve uygulaması orada daha doğru şekilde yapılıyor. Bu nedenle Çin’le ABD arasındaki mesafe pek çok parametrede ya azalıyor ya da artık yok.

Bu yüzden Amerikalıların yeni bir atılıma ihtiyaçları var. ABD içinde bir dizi reform gerekiyor. Washington, Çin ve başka ülkeleri mevcut küresel sistemi yıkmaya girişmekle suçlamak için özel numaralar çeviriyor. ABD siyaseti bugün Rusya ve Çin’in etrafında olumsuz bir imaj yaratmak üzerine temelleniyor.

Ama bu arada dünya da çokkutupluluğa doğru ilerliyor.

Çokkutupluluğu atomizasyon ile karıştırmamak gerek. Atomizasyon, küresel problemleri çözecek gücü olmayan bir grup ülke (esasen bölgeselliğe dayanarak) kendi içlerine kapanmaya başlar ve kendi problemlerini çözerlerse ortaya çıkar. Bu, ASEAN tipi devletler veya mesela islam ülkeleri olabilir. Bu şekilde bölgesel bir gruplaşmanın içine kapanılması belki de bir çıkıştır; ama bütün olarak pek yapıcı değil. Oysa biz, [ülkelerin] karşılıklı rahatça çalışabilecekleri siyasi ve iktisadi makro bölgelerin kurulmasından söz etmeliyiz. Bu, ekonominin bölgeselleştirilmesi demek, bu da normal, çünkü bölgeselleştirme şu yahut bu iktisadi modelin en üretken çizgilerini ortaya çıkarmaya imkân sağlar. Bu da ilk defa olmuyor. Her şeyin işbölümü üzerinde yükseldiği İktisadi İşbirliği Konseyi [COMECON — H.Y.] mevcutken sosyalist bir ekonomik sistem vardı. Bulgaristan bir şeyler yapıyordu, Sovyetler Birliği bir şeyler yapıyordu, Macaristan bir şeyler yapıyordu, vb. 1970-80’li yıllarda bu çok etkili bir şekilde gelişiyordu. Dahası, bu sistem çerçevesinde kliring rublesi, hesap rublesi vardı. Bu, sosyalizmin makroekonomik bölgesiydi ve bu bölgede ülkeler normal bir işbölümüne ulaşmıştı.

Bugün biz esasen aynı noktaya dönüyoruz. Bu, sistemlerin içe kapanık olmasını gerektirmiyor; bunlar birbirini tamamlar nitelikte olmalı. Bu, normal bir “açık bölgeselleşme”. En önemlisi de iktisadi bölgeselleşme herhangi bir şekilde karmaşık kanunlar gerektirmiyor. İkili mutabakatlar yeterli. Sistem, başka ülkelerin varlığının siyasi temellerine dokunmuyor. Ama böyle bir sistemin hasıl olmasına imkân verilmiyor. ABD’nin Çin’i devamlı neyle eleştirdiğine bakın. İddialarına göre orada, Sincan’da, Tibet’te, Hong Kong’da insan haklarının ihlal edildiğiyle, demokrasi olmadığıyla, internetin kapatıldığıyla, devletin pazar üzerinde çok fazla etkisi olduğuyla, vb. Ama bu aslında Çin’in iç meselesi, çünkü eğer birileri Çin’le ticareti avantajlı buluyorsa bunu yapmaya devam ederler zaten. Amerikan şirketlerinin büyük bölümünün Çin’den çıkmadıklarına, orada kaldıklarına dikkat çekmeli; zira orası bunlar için avantajlı. Bu nedenle şunu net şekilde anlamak gerek: dünyadaki gelişmelerin bugünkü aşaması ekonominin bölgeselleştirilmesi ve efektif makroekonomik bölgelerin kurulması aşamasıdır.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English