Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Arktik jeopolitiği: Svalbard takımadaları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Norveç Krallığının NATO’nun Arktik bölgesindeki angajmanının en aktif destekçisi olduğu, son yıllarda Rusya sınırında askeri hareketliliği hızlandırdığı ve silah alımını artırdığı bilinmekte. Baltık ülkelerinin Rus ekslavı Kaliningrad’ı şantaj malzemesi haline getirmesi gibi Norveç de bir süredir Rusya sınırındaki Svalbard’da yaşayan etnik Rusların boğazına çöküyor.

2022’nin haziran ayının sonlarına doğru Norveç hükümeti, Svalbard’da yaşayan etnik Ruslara karşı abluka uygulamaya başladı. Takımadalar resmen Norveç tarafından kontrol ediliyor, fakat özel statüye sahip; toprakları ve kıyıları askerden arındırılmış bölge.

1920’de Norveç ve Sovyetler Birliği arasında bölgeye bugünkü statüsünü kazandıran Svalbard Antlaşması imzalandı. 1925’te Norveç, anlaşma uyarınca takımadalar üzerinde denetimi ele geçirdi ve imzacı ülkelerin Svalbard’a yerleşmek isteyen herkese eşit haklar sunmasında mutabık kalındı. Bölgede Norveç yasaları geçerli ve Rus şirketleri ve araştırma kurumları Sovyet döneminden bu yana burada kömür madenciliği ve bilimsel araştırmalar yürütüyor.

Takım adaların idari merkezi Longyearbyen, dünyanın en kuzeyindeki idari merkez niteliğinde. Barentsburg ve Sovyet döneminde kömürün çıkarıldığı iki kullanılmayan yerleşim yeri Pyramida ve Grumant ayrı bir önemde. Barentsburg’da bir maden, termik santral ve liman mevcut. Burada 500 kişi yaşıyor; tamamı madenciler, öğretmenler; jeofizikçiler, jeologlar, arkeologlar ve biyologlar başta olmak üzere bilim insanlarından oluşuyor.

NATO’nun Baltık’taki hakimiyetini zayıflatan Kaliningrad’ı aylarca rehin alan abluka, yine ittifakın Arktik bölgesindeki hakimiyetini zayıflatan Svalbard’da da uygulanmıştı.

Arktik bölgesi, “uzman değerlendirmelerinde” çoğunlukla es geçilse de burada son yıllarda nükleer silah yığınakları arttı ve potansiyel savaş sahaları arasında.


Arktik jeopolitiği: Svalbard takımadaları

Andreas Østhagen, Otto Svendsen, Max Bergmann

Center for Strategic and International Studies (CSIS)

14 Eylül 2023

Kuzey Kutbu giderek artan bir şekilde güç projeksiyonu ve başka yerlerdeki çatışmaların yayılması bağlamında bir arena olarak görülüyor. Dolayısıyla Svalbard takımadaları önemli bir vaka çalışması, zira Yüksek Kuzey’deki ülkeler, ABD ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ittifakı açısından iktsadi, bilimsel, siyasi ve güvenlik etkileri söz konusu. Svalbard’ın, Norveç’in yabancı uyruklular için hükümler içeren egemen bir bölgesi olarak benzersiz statüsü, Rusya’nın bölgedeki varlığı ve denizdeki çıkarlarının yanı sıra takımadaların Rusya’nın kritik askeri pozisyonlarına yakınlığı Svalbard’ı potansiyel bir jeopolitik parlama noktası haline getiriyor. Bu özet, Svalbard’ın jeopolitiğini ve bunun Norveç, ABD’nin ve NATO açısından güvenlik sonuçlarını inceliyor. Yazarlar, takımadaları yakından inceleyerek Arktik jeopolitiğinin daha detaylı bir şekilde anlaşılmasına ve NATO ile ABD’nin bölgede artan jeopolitik gerilimlere en iyi şekilde nasıl hazırlanabileceğine katkıda bulunmayı amaçlıyor.

Giriş

Uzun zamandır Arktik siyasetini karakterize eden işbirliğine verilen önem azaldı. Soğuk Savaş döneminde, NATO üyesi Norveç ile Sovyetler Birliği arasındaki coğrafi yakınlığa rağmen, jeopolitik denge Kuzey Kutbu’nda devletlerarası çatışmaların neredeyse hiç yaşanmamasını sağladı. Aslında her iki taraf da bölgede kayda değer bilimsel işbirlikleri yürüttü. 2000’li yılların başında, Rusya da dahil olmak üzere Arktik ülkeleri arasında iktisadi kalkınmadan iklim araştırmalarına kadar her konuda bölgeye olan ilgi ve katılımda hızlı bir artış görüldü. Fakat eş zamanlı olarak Rusya da Kuzey’deki askeri varlığını ve faaliyetlerini artırdı. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Kuzey Kutbu’ndaki güvenlik meseleleri daha da gerginleşti ve Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından bölgesel işbirliğinin son kalıntıları da buharlaştı. Dahası, bazıları Rusya’nın Çin ile ilişkilerini derinleştirme girişimlerinin Pekin’in “Kuzey Kutbu’na yakın” bir ülke olma iddiasını güçlendirdiğini ve böylece diğer yedi Kuzey Kutbu devletine (Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, İsveç ve ABD) meydan okuduğunu düşünüyor.

Bölgede artan bu jeopolitik gerilim, Kuzey Avrupa ülkeleri, NATO ittifakı ve ABD tarafından daha yakından incelenmeyi gerektiriyor. Bu gelişmeyi Belçika’nın yaklaşık iki katı büyüklüğünde bir alana sahip olan ve Norveç anakarasının yaklaşık 650 kilometre kuzeyinde ve Kuzey Kutbu’ndan sadece bin kilometre uzaklıkta bulunan Norveç takımadası Svalbard’dan daha iyi somutlaştıran çok az örnek çalışma var. Norveç’in en kuzeyinde yer alan ve benzersiz bir siyasi ve iktisadi statüye sahip olan Svalbard etrafında coğrafya ve güç politikaları arasındaki bağlantıların analizi, Kuzey Kutbu’ndaki jeopolitik rekabetin karmaşıklığını ve çatışma/çatışmasızlık senaryolarının basit tasvirlerinin ne kadar yararsız olabileceğini ortaya koyuyor.

Svalbard’ın eşsiz bölgesel konumu bilhassa önemli. Rusya’nın konumu, stratejik nükleer denizaltılarına ev sahipliği yapan Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna erişimi kontrol etmek açısından son derece önemli olabileceğinden, takımadalar kayda değer bir stratejik öneme sahip. Svalbard etrafındaki sular aynı zamanda morina ve karides gibi bol miktarda balık stokları ve geniş metal mineral yatakları içeriyor. Buzların erimesi bu kaynakların bazılarına erişimi kademeli olarak iyileştirecek ve durum, Kuzey Kutbu’nun bu kısmında gemicilik faaliyetlerinin artmasını kolaylaştırabilir.

Bu bağlamda Rusya, iklim değişikliğinin Avrupa ve Asya arasında seyahat eden gemiler açısından özellikle Rusya’nın Arktik kıyısı boyunca kestirme bir yol sunan Kuzey Denizi Rotası’nın ticari gelişimi üzerindeki etkilerine farklı bir ihtimam gösteriyor. Bununla birlikte, eriyen buzulların ülkelere manevra için yeni fırsatlar sunduğu Arktik’te bile, jeopolitik rekabet teriminin aşırı geniş çerçeveleri genelde son derece basit. Bundan ziyade Kuzey’deki belirli jeopolitik rekabet ve çekişme vakalarını daha yakından incelemek mecburi.

Hem akademik hem de gazetecilik çalışmaları Svalbard’ın egemenliğini ve bununla bağlantılı jeopolitik boyutlarını yanlış anlama eğiliminde. Svalbard Antlaşmasına göre Norveç’in Svalbard üzerinde “tam ve mutlak egemenliği” olmasına rağmen takımadaların “paylaşılan bir alan” olduğu ya da Svalbard’ın hukuki statüsünün belirsiz olduğu gibi yanlış anlamalar yaygın. Bir başka şüpheli iddia da “Svalbard Antlaşmasının Norveç yorumunun diğer imzacılar tarafından tartışılıyor” olması. Dahası, bazıları takımadaların “NATO belirsizliği” ile örtülü olduğunu iddia ediyor ve ittifakın bölgesel güvenlik garantisi kapsamında olup olmadığını sorguluyor.

Bu gibi ifadeler doğru değil ve Svalbard’ı çevreleyen hukuki ve siyasi durumu belirsizleştiriyor. Takımadaların deniz bölgelerine ilişkin belirsizliği, Norveç’in bölge üzerindeki egemenliğine ilişkin daha temel bir anlaşmazlıkla karıştırdıkları ve Svalbard’a ilişkin diğer jeopolitik boyutları —kasıtlı ya da kasıtsız olarak— göz ardı ederken dar kapsamlı bir meseleyi büyüttükleri görülüyor.

Bu yanlışlığın üstesinden gelmenin bir yolu, Svalbard’ın uluslararası politikadaki daha somut jeopolitik boyutlarını incelemek olacaktır. Bunlar arasında; (1) Norveç’in karadaki politikalarına dönük açık meydan okumalar, (2) deniz bölgelerinin yasal statüsü (egemenlik hakları) konusundaki anlaşmazlık ve (3) Rusya ile daha büyük bir çatışmada Svalbard’ın potansiyel askeri kullanımı yer alıyor.

Konu: Svalbard’ın siyasi tarihi

Svalbard’ın benzersiz hukuki statüsünün kökeni, yüzyıllar önce ticaret ve ticaret merkezi olarak oynadığı role dayandırılabilir. İlk olarak on altıncı yüzyılda Hollandalı kâşif Willem Barentsz tarafından Spitsbergen olarak adlandırılan takımadalar, 1925 yılında Norveç tarafından Svalbard olarak yeniden adlandırılırken, Spitsbergen artık takımadaların en büyük adasının adı. Fakat yirminci yüzyılın başlarında, umut vaat eden kömür keşifleri yapıldığında ve madenler kurulduğunda, ilk başta Norveç’in 1905’te İsveç ile olan birliğinin dağılmasından sonra bölgenin yasal statüsünü tanımlama isteğiyle Svalbard takımadalarının bir yönetimini kurmak için müzakereler başlatıldı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce çeşitli modeller tartışılmış olsa da, 1920’deki savaş sonrası müzakereler, Norveç’in bölge üzerindeki egemenliğini doğrulayan Spitsbergen Antlaşması (burada Svalbard Antlaşması olarak anılacaktır) ile sonuçlandı.

Norveç’in adaların yönetiminde tam ve mutlak egemenliğini ve sorumluluğunu teyit ettikten sonra, anlaşma yabancı uyrukluların iktisadi çıkarlarını temel bir hedef olarak güvence altına almaya çalışıyor. Bu, o dönemde en ilgili iktisadi faaliyetlerde eşit haklar ve ayrımcılık yapılmamasına ilişkin hükümler dahil edilerek yapıldı. Örneğin, Norveç belirli alanlarda diğer ülke vatandaşlarına kendi vatandaşlarından daha az imtiyazlı davranamaz ve madencilikle ilgili olarak Svalbard’dan alınan vergiler yalnızca yerel amaçlar için kullanılabilir. Ayrıca, adalar “savaş amaçlı” kullanılamaz ve adalarda askeri tahkimat yapılamaz.

Sovyetler Birliği, devam eden iç savaşı nedeniyle antlaşma müzakereleri sırasında hazır bulunmadığından, o dönemdeki tek kaygı, bölgeye coğrafi yakınlıkları ve tarihi kullanım iddiaları göz önüne alındığında Sovyetlerin antlaşmaya itiraz edip etmeyeceğiydi. Ancak 1924 yılında Sovyet yönetimi, takımadalar üzerindeki Norveç egemenliğini koşulsuz ve tek taraflı olarak tanıdı ve 1935 yılında antlaşmaya katıldı. Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve daha sonra 1944 yılında Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un Norveç Dışişleri Bakanı Trygve Lie’ye antlaşmanın iki taraflı bir düzenleme lehine hurdaya çıkarılması önerisiyle Svalbard üzerinde özel statü kazanma yönünde birkaç girişimde bulundu.

Dünya Savaşı öncesinde iktisadi açıdan Svalbard’a olan uluslararası ilgi azaldı ve kısa süre içinde adada sadece Norveçli ve Sovyet madencilik şirketleri ekonomik faaliyetlerde bulundu. Birbirini izleyen Norveç hükümetleri, ağırlıklı olarak devlete ait Store Norske şirketiyle kömür madenciliğine teşvik sunarak ve adaların en büyük topluluğu olan Longyearbyen’i destekleyerek adalardaki Norveç nüfusunu korumaya çalıştı. Benzer şekilde, Moskova’daki birbirini izleyen yönetimler de devlete ait Arktikugol madencilik şirketi aracılığıyla, bugün sadece Barentsburg’un aktif olduğu Barentsburg, Pyramiden ve Grumant banliyölerinde oldukça büyük bir Sovyet nüfusunu korumaya çalıştı.

Değişen manzara: Svalbard’ın jeopolitik önemi

Son yıllarda Arktik meselelerine olan ilgi arttıkça, Svalbard ve onun özel yasal hükümleri, iktisadi tarihi ve jeostratejik konumu büyük ilgi gördü. Üç spesifik jeopolitik boyut hem Norveçli hem de Transatlantik gözlemciler tarafından daha fazla incelenmeyi gerektiriyor.

1. Norveç’in Svalbard politikalarını bağlayan zorluklar

Norveç’in Svalbard üzerindeki egemenliği tartışmasız olmakla birlikte, 1920’den bu yana Norveç’in anlaşmaya nasıl bağlı kaldığı ve hükümlerini nasıl uyguladığı konusunda tartışmalar yaşanıyor. Egemen ülke olarak Norveç, takımadalardaki tüm faaliyetleri düzenliyor, ancak bir dizi başka ülkenin vatandaşları ve şirketleri de burada faaliyet gösteriyor. Zaman içinde, Norveç’in daha sıkı çevre düzenlemeleri uygulaması, araştırma faaliyetlerinin koordinasyonunu artırması ve özellikle takımadalardaki kırılgan çevreye dönük kaygılarla belirli faaliyet türlerini sınırlandırması nedeniyle, bazı antlaşma imzacılarının iddia edilen antlaşma ihlallerine yönelik eleştirileri arttı.

Şikâyetler öncelikle Sovyetler Birliği’nden ve daha sonra da takımadalarda azalan da olsa büyük bir nüfusa ve farklı topluluklara sahip tek ülke olan Rusya’dan geldi. Bu şikâyetler, Rus şirketlerinin madencilik faaliyetlerinin ötesinde helikopter kullanmalarına izin verilmemesi, çevre düzenlemelerinin genişletilmesi, ulusal parkların oluşturulması ve bir uydu istasyonunun askeri amaçlarla kullanılmasına ilişkin sorulara odaklandı. Çin’in Svalbard’a ilgisini çeken bir diğer konu da Norveç’in Norveç Kutup Enstitüsü aracılığıyla Spitsbergen adasındaki küçük bir araştırma yerleşimi olan Ny-Ålesund’daki araştırmaları daha iyi koordine etme çabaları oldu. Burada Çin, Norveç’in yabancı kuruluşlara karşı antlaşma yükümlülüklerini aşıp aşmadığına dair endişelerini dile getirdi. Çin, Arktik siyaseti ve yönetimiyle giderek daha fazla ilgilenirken, Svalbard üzerindeki “hakları” ve “çıkarları” konusunda da giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Bu durum, Kuzey Kutbu’na yakın bir ülke olmasına rağmen bölgedeki bazı haklarını meşrulaştırmak için altı kez Svalbard Antlaşması hükümlerine başvuran Çin’in 2018 Arktik politikasına da yansıdı.

Bir diğer zorluk da Rusya’nın Norveç’in Svalbard’ı antlaşmanın 9. Maddesini ihlal ederek askeri amaçlarla kullandığına dair şikayetleri oldu: “Norveç, 1. Maddede belirtilen topraklarda herhangi bir deniz üssü kurmamayı veya kurulmasına izin vermemeyi ve söz konusu topraklarda asla savaş amaçlı kullanılamayacak herhangi bir tahkimat inşa etmemeyi taahhüt eder.” Norveç sahil güvenliği ikmal için Longyearbyen’e yanaşıyor ve Norveç Donanması, bölgedeki Norveç egemenliğini ve kabiliyetini vurgulamak adına düzenli olarak Svalbard’a bir firkateyn gönderiyor. Rusya ise bunun Svalbard Antlaşması’na bir meydan okuma olduğunu savunuyor, fakat antlaşma Norveç’in takımadalar üzerinde ya da etrafında askeri varlık bulundurmasını “savaş amaçlı” olmadığı sürece engellemiyor. Rusya’nın Svalbard’daki askeri faaliyetlere dair hassasiyetleri sadece antlaşmayla değil, öncelikle Svalbard’ın Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna yakınlığı ve Arktik topraklarını savunmak ve Grönland, İzlanda ve Birleşik Krallık-Norveç boşluğuna güç yansıtma konusundaki stratejik konumuyla ilgili.

Svalbard’da bulunan ve dünyanın en büyüklerinden biri olan Norveç uydu istasyonu ile ilgili olarak Rusya’dan da benzer şikâyetler geldi ve Rusya toplanan verilerin savaş amaçlı kullanılıp kullanılmadığını sorgulamaya başladı. Norveç’in Svalbard’daki antlaşma yükümlülükleri ve Arktik bölgesinde uzun süredir var olan ancak kırılgan olan sükûnet göz önüne alındığında bu tür protestolara karşı hassas olduğu aşikâr. Ancak Norveç, Svalbard’da savaş amaçlı askeri faaliyetleri sınırlandırmaya yönelik antlaşma yükümlülüklerini daima yerine getirdi.

Rusya veya Çin’den gelen bu gibi şikayetler Norveç’in egemenliğini doğrudan aşındırmasa da şikayetlerin toplamı Oslo’nun anlaşmaya bağlılığına dönük daha büyük bir meydan okuma anlamına gelebilir. Buna ek olarak, Rusya —eğer bir çatışmayı tırmandırmak isterse ve bunu bir şekilde makul bir şekilde inkâr edebilirse— bu şikayetleri gerekçe göstererek Norveç egemenliğini zayıflatacak eylemler başlatabilir. Özellikle, Rusya’nın Barentsburg Başkonsolosu kısa süre önce Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasının yıldönümü münasebetiyle bir helikopter ve Rus bayrakları sallayan onlarca aracın yer aldığı askeri tarzda sembolik bir geçit törenine öncülük etmişti. Her ne kadar öncelikle Rusya devletine ait madencilik şirketi Trust Arktikugol’un yeni yöneticisi İldar Neverov tarafından dikkat çekmenin bir yolu olarak yapılmış olsa da bu hadise, Svalbard’da giderek gerginleşen ilişkileri vurguluyor.

Rusya’nın Svalbard’a ilişkin açıklamaları hem Norveç’in Svalbard’a ilişkin kural ve düzenlemelerine yönelik meydan okumalar hem de Svalbard etrafındaki deniz bölgeleri söz konusu olduğunda Rusya’nın hukuki pozisyonuna ilişkin stratejik belirsizlik politikasını sürekli olarak destekliyor gibi görünüyor. Aynı zamanda, genel olarak Svalbard rejiminin altını oymanın ya da anlaşmanın kendisini ortadan kaldırmanın Rusya’nın çıkarına olması pek mümkün değil. Rus şirketleri ve aktörleri uygulamada Norveç’in egemenliğine ve otoritesine saygı duyuyor. Svalbard’da önemli bir nüfusa sahip olan ve kömür madenciliğinden turizm ve balıkçılığa kadar çeşitli ekonomik faaliyetlerde çıkarları olan diğer tek ülke olarak statüko, Rusya’nın Barents Denizi bölgesinin siyasi olarak istikrarlı kalmasını sağlama arzusunun yanı sıra Rus ekonomik çıkarlarına da uygun.

2. Svalbard etrafında Norveç’in yargı yetkisine yönelik zorluklar

İkinci olarak, takımadaların kıyılarından 12 deniz mili ötesindeki bölgenin etrafındaki deniz bölgelerinin statüsü konusunda devam eden bir anlaşmazlık söz konusu. Sorun, Svalbard etrafındaki 200 deniz millik deniz yetki alanının ve kıta sahanlığının 1920 Svalbard Antlaşması’ndaki hükümler kapsamında olup olmadığı.

Son yıllarda, özellikle Avrupa Birliği, balıkçılık koruma alanı ve sahanlığın Norveç’in yargı yetkisine tabi olduğu ancak Norveç’in Svalbard Antlaşması’nın hükümlerine uyması gerektiği şeklindeki ilk görüşün savunucusu oldu. Bu mesele, Norveç ile Avrupa Birliği arasında 2015’ten bu yana kar yengeci avlama hakkı konusunda yaşanan, Brexit’in bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 2020’den itibaren morina kotaları konusunda bir anlaşmazlığa daha yol açan bir ihtilaf nedeniyle ortaya çıktı. Rusya, Norveç’in tek taraflı olarak herhangi bir bölge oluşturamayacağını ve bu nedenle yalnızca bölgede söz hakkı olan ülkelerin balıkçılık koruma alanındaki balıkçı gemileri üzerinde yargı yetkisine sahip olduğunu savunurken, tutumuna ilişkin bir tür stratejik belirsizlik veya muğlaklığı sürdürerek farklı bir yaklaşım benimsedi. Sahanlıkla ilgili olarak ise Rusya, bunun antlaşma hükümleri kapsamında olduğunu savunuyor.

Bu anlaşmazlığın bölgedeki jeopolitik rekabeti daha da yoğunlaştırma potansiyeli taşıyan iki yönü bulunuyor. Bunlardan ilki kaynaklara erişim ve Avrupa Birliği’nin kar yengeci meselesinde örneklendiği gibi çeşitli ülkelerden balıkçı gemilerinin antlaşmalarla korunan haklarını talep etme girişimleriyle ilgili. Dünyanın en büyük balıkçılık filosuna sahip olan Çin de şu ana dek resmi bir girişimde bulunmamış olsa da balıkçılık haklarına eşit erişim için olası iddialarıyla varsayımsal olarak bu konuda kendini gösterebilir.

İkinci mesele ise Rus gemileri ile Norveç sahil güvenliği arasında balıkçılık koruma alanındaki etkileşimlerin olası tırmanışı. Rus balıkçı gemileriyle etkileşimde tırmanış birincil endişe kaynağı olsa da Rus gemilerinin Norveç sularındaki faaliyetleri hakkında giderek daha fazla soru soruluyor. Örneğin, Ocak 2022’de Svalbard’daki bilişim teknolojisi açısından son derece önemli olan iki denizaltı kablosundan biri, Rus balıkçı gemilerinin bölgede yoğun bir şekilde faaliyet göstermesinin ardından kesildi. Norveçli yetkililer failin kimliğini kamuoyuna açıklamamış olsa de pek çok kişi, hadisenin Rus istihbaratının Norveç Kuzey Kutbu’ndaki hibrit faaliyetleriyle ilgili olduğunu düşünüyor. Eylül 2022’de Baltık Denizi’ndeki Kuzey Akım doğalgaz boru hatlarına yapılan sabotajla birlikte bu konu, Norveç’in güvenlik ve savunma tartışmalarında giderek daha önemli hale geldi.

Rusya’dan gelen hem balıkçı hem de araştırma gemilerinin Norveç sularına erişim haklarının kısıtlanmasının zor olması meseleyi daha da karmaşık hale getiriyor. Balıkçı gemilerinin bölgesel sınırlara bakılmaksızın Barents Denizi’nin tamamında balıkçılık yapabilmesi, Norveç ile Rusya arasındaki başarılı balıkçılık işbirliği ortak yönetim planının temel dayanaklarından birini oluşturuyor. Araştırma gemilerinin Norveç’in münhasır ekonomik bölgesine (MEB), balıkçılık koruma alanına ve sahanlığa erişimi Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 246. Maddesine dayanıyor; bu maddeye göre birkaç özel durum dışında “Kıyı ülkesi normalde rızasını vermelidir.” Başka bir deyişle, balıkçılık koruma alanı da dahil olmak üzere Norveç sularında yasa dışı faaliyetler yürüten Rus gemileriyle ilgili ispat yükümlülüğü Norveç makamlarına ait. Bu durum, Norveç kolluk kuvvetleri açısından kayda değer bir operasyonel ve bürokratik engel oluşturuyor ve Norveç’in Rusya’nın örtülü operasyonlarına dönük caydırıcılığını sınırlıyor.

Svalbard sularında denetimleri ve olası tutuklamaları özellikle hassas kılan, Rusya’nın münhasır ekonomik bölgeyi Norveç’in denetleme ve tutuklama yetkisine sahip olduğu sular olarak —her ne kadar uygulamada Rus balıkçılar genellikle Norveç sahil güvenliğinin denetimlerini kabul etse de— kabul etmemesi. Yine de gergin güvenlik ortamında, Norveç makamlarının bir Rus gemisini denetlemesi ve tutuklaması halinde Rusya’nın Norveç’in yetki alanını aştığını iddia edebileceğinden endişe ediliyor. Buna Rusya da, daha önce 2000’li yılların başında Rus balıkçı gemilerinin Norveç sahil güvenliği tarafından balıkçılık koruma alanında alıkonması sırasında ima ettiği gibi, askeri güç kullanma tehdidiyle karşılık verebilir.

3. Doğu-Batı çatışmasında Svalbard’ın askeri amaçlı kullanımı

Son olarak, Svalbard’ın Kuzey Kutbu’nu ilgilendiren büyük ölçekli bir çatışmada oynayabileceği rol göz ardı edilemez. Her ne kadar Svalbard Antlaşması’nın 9. Maddesi bölgenin “savaş amaçlı” kullanılmaması gerektiğini belirtse de —ki bu askerden arındırılmış bölge ile aynı şey değil— takımadaların askeri amaçlarla kullanılabileceğine dair kaygıların derecesi tarihsel olarak Doğu-Batı gerginliğinin derecesine göre dalgalandı.

Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği takımadaların askeri amaçlı kullanılma riskinden özellikle endişe duymuş ve antlaşmanın adaların tahkimat veya deniz üsleri kurulması da dahil olmak üzere savaş amaçlı kullanımına ilişkin yasağına sıkı sıkıya bağlı kalınmasını talep etmişti. Savaş çıkarsa, Svalbard’ın kontrolü Sovyetler için hem NATO komutasını sınırlamak hem de stratejik denizaltıları nükleer balistik füzelerle korumak amacıyla Rus askeri kuvvetleri için bir üs olarak kullanma konusunda birincil motivasyon olacaktı. Bu, Sovyetler Birliği’nin kale savunma konseptinin merkezi bileşeniydi.

Rusya’nın 2005’ten bu yana Avrupa Arktik bölgesinde artan askeri faaliyetleri Svalbard’ın jeostratejik konumunun altını çizdi. Her ne kadar Svalbard Antlaşması uyarınca takımadalarda askeri tahkimat bulunmasa da Norveç’in endişesi, NATO ile Rusya arasında topyekûn bir savaş çıkması halinde Rusya’nın burayı kontrol etme teşebbüslerine hızla maruz kalması. Takımadaların Kola Yarımadası’ndaki Severomorsk’ta bulunan Rus Kuzey Filosuna yakınlığı ve Svalbard’ın Barents Denizi ve Kuzey Atlantik’teki sözüm ona erişim ve alan engelleme operasyonları açısından potansiyel bir üs olarak stratejik konumu, Rusya’nın bölgedeki güvenlik çıkarlarının hala başlıca itici güçleri. Bazıları, Rusya’nın uzun menzilli balistik füzelerindeki teknolojik gelişmeler ve Kuzey’deki savunma konseptlerindeki değişim göz önüne alındığında, Svalbard’ın gerçekten böyle bir stratejik konuma sahip olup olmadığını sorguluyor. Her şeye rağmen, Rusya’nın Ukrayna’da ve İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine yanıt olarak yıpranan Arktik kuvvet duruşunu ve kabiliyetlerini yeniden inşa etmeye niyetli olması muhtemel olduğundan, Svalbard’ın Rusya’nın güç projeksiyonu açısından potansiyel bir alan olmaya devam etmesi muhtemel görünüyor.

Tehdit ortamı: Norveç ve NATO, Rusya’ya karşı

Norveçli bir savunma planlamacısı veya karar alıcı açısından bakıldığında, Svalbard ile ilgili temel güvenlik endişesi kuşkusuz Rusya olmaya devam edecektir. Yukarıda vurgulanan tüm jeopolitik boyutlarda, takımadaların askeri kullanımı yalnızca bir NATO-Rusya çatışmasında söz konusu olabileceğinden, Rusya’nın yarattığı tehdit büyük önem taşıyor. Diğer AB ya da NATO ülkelerinin Norveç’in bölgedeki egemenliğini örtülü ya da askeri eylemlerle önemli ölçüde engellemesi düşünülemez. Dahası, büyük ölçekli bir çatışmada diğer potansiyel düşmanlar (örneğin Çin) Svalbard’dan kısa ve orta vadede herhangi bir tehdit oluşturamayacak kadar uzakta.

Fakat Norveç’in karadaki politikasına ya da denizdeki yetki alanına yönelik küçük ölçekli meydan okumalar, yalnızca Rusya’yı değil, meydan okuyabilecek bir dizi aktörü de içeriyor. Daha önce de belirtildiği gibi, son yıllarda Norveç’in deniz alanlarına ilişkin tutumuna yönelik en aktif meydan okuma Avrupa Birliği ve bazı üye ülkelerden geldi: birincisi, kar yengeci balıkçılığına erişim ve ikincisi, Brexit’ten sonra balıkçılık koruma alanındaki morina kotalarının payı konusunda. Rusya ve AB üyesi ülkeler dışında Çin gibi ülkelerin de Norveç’in tutumuna meydan okumak için harekete geçtiğini ya da su sütununda veya sahanlıkta ekonomik faaliyetler konusunda eşit haklar talep ettiğini düşünmek mümkün.

Yine de jeopolitik açıdan bakıldığında, Barents Denizi’ndeki ortak balık stoklarının ortak yönetim rejimi uyarınca her yıl bölgede faaliyet gösteren çok sayıda Rus balıkçı gemisi nedeniyle Rusya, birincil güvenlik kaygısı olmaya devam ediyor. Çin’in araştırmalarla ilgili protestolarına ilişkin bir kerelik soruna rağmen, aynı sonuç Norveç politikaları ve Rus yetkililerin Svalbard Antlaşması’nı ihlal ettiği iddiaları üzerine karadaki olası anlaşmazlıklar için de geçerli.

Rusya’nın jeopolitik tehdidi önemini korurken tecrit edilen Rusya’nın kolaylaştırdığı Çin tecavüzleri, uzun vadede Arktik’teki güvenlik ortamını karmaşıklaştırabilir. Rusya ile Çin, sahil güvenlik teşkilatları kısa bir süre önce Rusya’nın batı kanadında Norveç’e yakın bir kent olan Murmansk’ta büyük bir tantanayla deniz hukuku uygulamalarının güçlendirilmesine yönelik bir işbirliği anlaşması imzaladı. Dahası, diğer tüm Arktik sahil güvenlik kurumları Arktik Sahil Güvenlik Forumu’na katılımlarını askıya aldıklarında Rusya, Çin’i foruma katılmaya davet etti; bunlar, Çin’in Yüksek Kuzey’de genişleyen varlığının açık işaretleri. ABD’nin Arktik ve Küresel Dirençten Sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Iris A. Ferguson’un ifadesiyle, Çin’in çabaları “varlığını normalleştirmeyi ve Arktik bölgesel yönetişim ve güvenlik meselelerinin şekillendirilmesinde daha büyük bir rol oynamayı” amaçlıyor.

ABD’ye politika önerileri

ABD Başkanı Joseph Biden yönetimindeki idare, 2022 Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisi ile bölgeye öncelik vereceğine dair güçlü ve açıklayıcı bir sinyal gönderdi. Strateji, 2013 tarihli Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisini etkin bir şekilde güncelliyor ve dört eylem sütunu etrafında düzenleniyor: güvenlik, iklim değişikliği ve çevrenin korunması, sürdürülebilir iktisadi kalkınma ve uluslararası işbirliği ve yönetişim. Güvenlik sütunuyla ilgili olarak strateji, ABD’nin Kuzey Kutbu’ndaki çıkarlarını korumak için gerekli askeri ve sivil kabiliyetleri genişletmeyi amaçlıyor. Strateji, “ABD’nin barışçıl, istikrarlı, müreffeh ve işbirliğine dayalı bir Arktik bölgesi istediğini” belirtirken, özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından artan jeopolitik gerilimin gelecekte Arktik’e jeopolitik rekabet getirebileceğini de kabul ediyor.

Bu hususlar göz önünde bulundurularak ABD, aşağıdaki hareket tarzını izlemeli.

  1. Svalbard’ı özel olarak dikkate alan koordineli bir NATO yaklaşımı konusunda baskı yapılmalı.

Daha önce de belirtildiği gibi, Svalbard’ın coğrafi konumu, Rusya’nın nükleer denizaltı filosunu barındıran ve Washington’un, Rusya’nın Yüksek Kuzey’deki birincil odak noktası olan Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna erişimin kontrolünde merkezi bir rol oynayabilir. Bu nedenle, Washington’un Svalbard’ın yaklaşan Arktik güç mücadelesinde potansiyel bir parlama noktası olduğunu kabul etmesi ve caydırıcılığı takımadaların benzersiz hukuki statüsü üzerindeki etkiyi en aza indirecek şekilde uyarlamak için Norveç ile birlikte çalışması gerekiyor. Bu yaklaşım, daha fazla askeri gerilim riskini en aza indirmek için Svalbard’ın statüsünü dikkate alırken güçlü bir savunma duruşunu dikkatlice dengelemeli.

Kremlin’in Svalbard Antlaşması’nın 9. Maddesini genişletilmiş bir NATO varlığını tırmandırmak için bahane olarak kullanma riski göz önüne alındığında, ittifak Svalbard’da veya etrafında kabiliyet geliştirme ve askeri tatbikatları en aza indirme niyetini inandırıcı bir şekilde belirtmeli. Genel caydırıcılıktan ödün vermemek adına bu kısıtlama, Norveç anakarasında güçlü bir amfibi kuvvetle tamamlanmalı ve Rusya’nın Svalbard veya etrafındaki konvansiyonel tırmanışına yanıt verecek askeri tatbikatlar yapılmalı. Bu çabanın bir kısmı NATO’nun Norveç’in müttefik birliklerin Arktik ortamda savaşma ve hayatta kalma yeteneklerini test etmek için ev sahipliği yaptığı iki yılda bir gerçekleştirilen Cold Response tatbikatlarına dahil edilebilir. Aynı zamanda, NATO’nun 5. Maddesinin Svalbard’ı Norveç topraklarının bir parçası olarak kapsadığının açıklığa kavuşturulması herhangi bir stratejik belirsizlikten kaçınmak için önemli.

Svalbard Antlaşması’nın takımadaların deniz alanlarına uygulanabilirliği konusunda ittifak çapında bir uzlaşı sağlanması da önemli bir diplomatik çaba hattı olabilir. Bu da Norveç ile Avrupa Birliği arasında devam eden anlaşmazlığın çözülmesi ve Rusya’nın muhtemelen Norveç’in tutumu lehine bir müttefik çatlağını istismar etmesinin önüne geçilmesi anlamına geliyor.

  1. Arktik deniz tabanındaki fiber optik kablolar gibi kritik altyapıların dayanıklılığını güçlendirmek için bölgesel müttefiklerle birlikte çalışılmalı.

CSIS’in Kremlin’in Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki tehdidini inceleyen yakın tarihli bir özeti, Rusya’nın bölgede hibrit taktikler kullanmasının “hem sıklık hem de şiddet bakımından artıyor gibi göründüğünü” belirtiyordu. Bu korkular belki de ilk olarak, Rus balıkçı gemileri yakınlarda yoğun bir şekilde faaliyet gösterirken Svalbard’a hizmet veren kritik bir deniz altı bilişim teknolojisi kablosunun kopmasıyla en iyi şekilde örneklendi. Norveçli yetkililer ayrıca birkaç Rusya vatandaşını ülke genelinde yasa dışı fotoğraf çektikleri Svalbard üzerinde habersiz drone gözlemleri yaptıkları için gözaltına almıştı. Batılı paydaşlar, özellikle Norveç’in Avrupa’nın ana boru hattı gaz tedarikçisi olarak önemi göz önüne alındığında, Kuzey Akım 1 ve 2 boru hatlarına yapılan sabotajın ardından bu kırılganlığı kabul etmiş görünüyor. Norveç, 2022 sonbaharında kritik denizcilik altyapısını korumak üzere İç Güvenlik Güçlerini görevlendirmiş ve bu hamle Kuzey Denizi’ndeki NATO gemi devriyeleri tarafından desteklenmişti. ABD’nin Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisi de bu riski ele alma ihtiyacını kabul ediyor ve Washington’un “hem iklim değişikliğine hem de siber saldırılara karşı korunmak için kritik altyapının dayanıklılığını artırırken, bu amaçları mümkün kılmak için gereken güvenlik altyapısını stratejik olarak geliştirmek üzere hedefli yatırımlar yapma” niyetini belirtiyor.

Batı’nın yaptırımlarının tükenmekte olan etkileri ve Rusya’nın Arktik kuvvetlerinin zayıflamış durumu göz önüne alındığında, NATO ile Rusya arasındaki gerilim tırmanmaya devam ederse, Kremlin’in en azından kısa ve orta vadede Svalbard etrafında hibrit taktikler kullanmasını beklemek makul olacaktır. Bu nedenle Rusya’nın hibrit tehditlerine karşı koymaya yönelik geçici girişimler yetersiz kalabilir ve daha yapılandırılmış bir NATO yaklaşımından fayda sağlayabilir. Örneğin, NATO’nun hibrit unsurları konvansiyonel askeri senaryolara dahil eden, siyasi ve askeri yelpazeyi kapsayan bölgesel masa başı tatbikatlarını kolaylaştırabilir. Diğer alternatifler arasında müttefikler, kamu kurumları ve özel sektör arasında istişare ve bilgi paylaşım kanallarının geliştirilerek ortaya çıkan hibrit krizlerin ilk tespit ve müdahalesinin güçlendirilmesi de yer alıyor.

  1. Bölgesel yönetişimin kabul edilebilir kapsamını, özellikle de Çin’in rolünü belirlenmeli.

Son olarak ABD, Kuzey Kutbu’nun jeopolitik istisnacılığından geriye kalanları —tarihsel olarak sert güvenlik konularını bölgesel yönetişimin dışında bırakan ve giderek zayıflayan statükoyu— korumaya çalışmalı. Bu, Haziran 2023’te konseyin sekiz üye ülkesinden yedisi —Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, İsveç ve ABD— tarafından ilan edilen Arktik Konseyi’ndeki sınırlı çalışmanın yeniden başlatılmasını da içermeli. Bu çabanın bir parçası da Çin’in Arktik’teki artan hırslarını ve bunların Svalbard üzerindeki etkilerini ele almalı. ABD, Kuzey Kutbu’na yakın bir ülke olarak Çin’in Svalbard’daki meşru araştırma faaliyetleri de dâhil olmak üzere, Kuzey Kutbu’ndaki çevresel meseleler ve sürdürülebilir iktisadi kalkınma konularında bölgesel paydaşlarla ilişki kurmaya açık olduğunu vurgulamalı.

Fakat ABD ve Norveç, Çin’in Avrupa’nın Kuzey Kutbu’nun yönetim ve güvenlik işlerine yersiz müdahalesine müsamaha gösterilmeyeceği mesajını açıkça vermeli. Kuzey Kutbu’ndaki jeopolitik gerilimin tüm kutup bölgesinde aynı şekilde tezahür etmediği unutulmamalı. Daha ziyade, Kuzey Kutbu’ndaki askeri faaliyetler çeşitli alt bölgelerle sınırlı; bunların en önemlileri Yüksek Kuzey/Kuzey Atlantik bölgesi ve Kuzey Pasifik/Bering Denizi bölgesi. İlk bölgede, Rusya’nın Kuzey Filosu ve etrafındaki güçlere yönelik askeri yığınağı Kremlin’in Batı ile olan daha büyük jeostratejik rekabetini etkiliyor ve nükleer caydırıcılık kabiliyetleri ve Atlantik’e erişim ile ilgili. İkinci bölgede ise Rusya’nın askeri yığınağı Çin ile ikili işbirliğinin artmasına katkıda bulunuyor ve ABD’nin Kuzey Kutbu güvenliği ve kuzeybatı etrafındaki jeopolitik meselelere geç de olsa uyanışını vurguluyor.

Çinli aktörlerin Kuzey Kutbu’ndaki eylemleri ve ilgili etkileri şimdiye dek oldukça sınırlı olsa da Çin, Kuzey Kutbu’nun çeşitli bölgelerinde ve buradaki iktisadi faaliyetlerin farklı dallarında giderek daha fazla yer edinmeye ve etkili olmaya çalışıyor. Çin’in çıkarları, Batılı Kuzey Kutbu ülkelerinin çıkarlarıyla mutlaka örtüşmek zorunda değil ama Kuzey Kutbu’ndaki belirli ekonomik projeler söz konusu olduğunda, Çin yatırımları ve sermayesi hala talep edilebilir ve garanti edilebilir. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin etkileri, Kuzey Kutbu’nda Çin ile Rusya arasındaki ilişkilerin artmasını teşvik edebilir.

Çin’in Avrupa’nın Yüksek Kuzey bölgesine haksız yere tecavüz etme riski, Çin ve Rusya sahil güvenlik birimleri arasında ilan edilen yakın işbirliği bağlamında özellikle ciddi bir hal alıyor. Çin sahil güvenliği, yakın zamanda Çin gemilerinin Güney Çin Denizi’nde bir Filipin devriye gemisini engellemesi ve tehdit etmesiyle örneklenen saldırgan bir davranış eğilimi sergiledi. Çin, Güney Çin Denizi üzerinde geniş egemenlik iddiaları geliştirdi ve bunların çoğu 2016 yılında Lahey’deki Daimî Tahkim Mahkemesinde Filipinler tarafından UNCLOS kapsamında Çin’e karşı açılan bir davada reddedildi. Çin gemilerinden oluşan bir filo da kısa süre önce Vietnam’ın MEB’inde Vietnam ve Rus devlet şirketleri tarafından işletilen bir gaz sahasına girmişti. Denizcilik alanındaki benzer Çin-Rus işbirliği, ABD Sahil Güvenliğinin son yıllarda birkaç kez Alaska yakınlarında birlikte çalışan Çin ve Rus savaş gemileriyle karşılaşmasıyla Arktik bölgesinde başka yerlerde de kendini gösterdi.

Kısa vadede pek olası olmasa da Çin ve Rus sahil güvenlik güçleri uzun vadede Barents Denizi’ndeki varlıklarını artırabilir ve muhtemelen Svalbard’da ya da etrafında Çin ve Rus vatandaşlarının ve kuruluşlarının meşru varlığını bahane olarak kullanabilirler. Bu yaklaşım, Rusya’nın Güney Osetya ve Kırım’daki Rusya vatandaşlarını korumak için yürüttüğü operasyonlardan farklı olmayacaktır. ABD ve Norveç, bu şaibeli sicilin farkında olmalı ve Svalbard etrafındaki sularda benzer tecavüzlere müsamaha gösterilmeyeceğini açıkça belirtmeli.

Kapanış

Kuzey Kutbu güvenliği tartışmaları, Svalbard takımadalarını tartışmak için kullanılan ve genelde ters etki yaratan çerçeveleme ile örneklenen belirli endişe konularını incelemekte genelde başarısız oluyor. Özellikle egemenliğin yanı sıra egemenlik haklarının anlaşılmasının dışında farklı güvenlik tehditleri ve potansiyel çatışmalar arasında ayrım yapılması söz konusu olduğunda, bu tür potansiyel parlama noktaları ve bunlarla ilgili meseleler hakkında araştırma ve tartışmaların yaygın yanlış anlamaları ortadan kaldırması gerekiyor.

Rusya’nın da taraf olduğu ve itiraz etmediği 1920 Svalbard Antlaşması uyarınca, bölge üzerindeki egemenlik tartışmasız. Norveç topraklarının bir parçası olan Svalbard, aynı zamanda NATO’nun 5. Maddesi kapsamında. Rusya ile Batı arasında artan gerilim göz önüne alındığında Norveç, takımadalar konusunda NATO’nun belirsizliğine ilişkin yanlış anlamaları açıkça çürütmek için ABD ve diğer müttefikleriyle birlikte çalışmalı. Bu çalışma, ittifak içinde Svalbard meselesinin hukuki ve siyasi karmaşıklığı konusunda ortak bir anlayış geliştirerek başlamalı.

Kuzey Kutbu güvenlik çalışmaları genellikle genelleme yaparak, Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyindeki bölgesel karmaşıklığı ve farklı güvenlik sorunlarını dikkate almayan kapsamlı sonuçlara varıyor. Bölgesel jeopolitiğin ve olası çatışma senaryolarının Kuzey’de nasıl ortaya çıkabileceğinin daha detaylı bir şekilde anlaşılması için Svalbard gibi belirli Arktik ortamların yakından incelenmesi gerekli.

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English