Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Arktik jeopolitiği: Svalbard takımadaları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Norveç Krallığının NATO’nun Arktik bölgesindeki angajmanının en aktif destekçisi olduğu, son yıllarda Rusya sınırında askeri hareketliliği hızlandırdığı ve silah alımını artırdığı bilinmekte. Baltık ülkelerinin Rus ekslavı Kaliningrad’ı şantaj malzemesi haline getirmesi gibi Norveç de bir süredir Rusya sınırındaki Svalbard’da yaşayan etnik Rusların boğazına çöküyor.

2022’nin haziran ayının sonlarına doğru Norveç hükümeti, Svalbard’da yaşayan etnik Ruslara karşı abluka uygulamaya başladı. Takımadalar resmen Norveç tarafından kontrol ediliyor, fakat özel statüye sahip; toprakları ve kıyıları askerden arındırılmış bölge.

1920’de Norveç ve Sovyetler Birliği arasında bölgeye bugünkü statüsünü kazandıran Svalbard Antlaşması imzalandı. 1925’te Norveç, anlaşma uyarınca takımadalar üzerinde denetimi ele geçirdi ve imzacı ülkelerin Svalbard’a yerleşmek isteyen herkese eşit haklar sunmasında mutabık kalındı. Bölgede Norveç yasaları geçerli ve Rus şirketleri ve araştırma kurumları Sovyet döneminden bu yana burada kömür madenciliği ve bilimsel araştırmalar yürütüyor.

Takım adaların idari merkezi Longyearbyen, dünyanın en kuzeyindeki idari merkez niteliğinde. Barentsburg ve Sovyet döneminde kömürün çıkarıldığı iki kullanılmayan yerleşim yeri Pyramida ve Grumant ayrı bir önemde. Barentsburg’da bir maden, termik santral ve liman mevcut. Burada 500 kişi yaşıyor; tamamı madenciler, öğretmenler; jeofizikçiler, jeologlar, arkeologlar ve biyologlar başta olmak üzere bilim insanlarından oluşuyor.

NATO’nun Baltık’taki hakimiyetini zayıflatan Kaliningrad’ı aylarca rehin alan abluka, yine ittifakın Arktik bölgesindeki hakimiyetini zayıflatan Svalbard’da da uygulanmıştı.

Arktik bölgesi, “uzman değerlendirmelerinde” çoğunlukla es geçilse de burada son yıllarda nükleer silah yığınakları arttı ve potansiyel savaş sahaları arasında.


Arktik jeopolitiği: Svalbard takımadaları

Andreas Østhagen, Otto Svendsen, Max Bergmann

Center for Strategic and International Studies (CSIS)

14 Eylül 2023

Kuzey Kutbu giderek artan bir şekilde güç projeksiyonu ve başka yerlerdeki çatışmaların yayılması bağlamında bir arena olarak görülüyor. Dolayısıyla Svalbard takımadaları önemli bir vaka çalışması, zira Yüksek Kuzey’deki ülkeler, ABD ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ittifakı açısından iktsadi, bilimsel, siyasi ve güvenlik etkileri söz konusu. Svalbard’ın, Norveç’in yabancı uyruklular için hükümler içeren egemen bir bölgesi olarak benzersiz statüsü, Rusya’nın bölgedeki varlığı ve denizdeki çıkarlarının yanı sıra takımadaların Rusya’nın kritik askeri pozisyonlarına yakınlığı Svalbard’ı potansiyel bir jeopolitik parlama noktası haline getiriyor. Bu özet, Svalbard’ın jeopolitiğini ve bunun Norveç, ABD’nin ve NATO açısından güvenlik sonuçlarını inceliyor. Yazarlar, takımadaları yakından inceleyerek Arktik jeopolitiğinin daha detaylı bir şekilde anlaşılmasına ve NATO ile ABD’nin bölgede artan jeopolitik gerilimlere en iyi şekilde nasıl hazırlanabileceğine katkıda bulunmayı amaçlıyor.

Giriş

Uzun zamandır Arktik siyasetini karakterize eden işbirliğine verilen önem azaldı. Soğuk Savaş döneminde, NATO üyesi Norveç ile Sovyetler Birliği arasındaki coğrafi yakınlığa rağmen, jeopolitik denge Kuzey Kutbu’nda devletlerarası çatışmaların neredeyse hiç yaşanmamasını sağladı. Aslında her iki taraf da bölgede kayda değer bilimsel işbirlikleri yürüttü. 2000’li yılların başında, Rusya da dahil olmak üzere Arktik ülkeleri arasında iktisadi kalkınmadan iklim araştırmalarına kadar her konuda bölgeye olan ilgi ve katılımda hızlı bir artış görüldü. Fakat eş zamanlı olarak Rusya da Kuzey’deki askeri varlığını ve faaliyetlerini artırdı. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Kuzey Kutbu’ndaki güvenlik meseleleri daha da gerginleşti ve Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından bölgesel işbirliğinin son kalıntıları da buharlaştı. Dahası, bazıları Rusya’nın Çin ile ilişkilerini derinleştirme girişimlerinin Pekin’in “Kuzey Kutbu’na yakın” bir ülke olma iddiasını güçlendirdiğini ve böylece diğer yedi Kuzey Kutbu devletine (Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, İsveç ve ABD) meydan okuduğunu düşünüyor.

Bölgede artan bu jeopolitik gerilim, Kuzey Avrupa ülkeleri, NATO ittifakı ve ABD tarafından daha yakından incelenmeyi gerektiriyor. Bu gelişmeyi Belçika’nın yaklaşık iki katı büyüklüğünde bir alana sahip olan ve Norveç anakarasının yaklaşık 650 kilometre kuzeyinde ve Kuzey Kutbu’ndan sadece bin kilometre uzaklıkta bulunan Norveç takımadası Svalbard’dan daha iyi somutlaştıran çok az örnek çalışma var. Norveç’in en kuzeyinde yer alan ve benzersiz bir siyasi ve iktisadi statüye sahip olan Svalbard etrafında coğrafya ve güç politikaları arasındaki bağlantıların analizi, Kuzey Kutbu’ndaki jeopolitik rekabetin karmaşıklığını ve çatışma/çatışmasızlık senaryolarının basit tasvirlerinin ne kadar yararsız olabileceğini ortaya koyuyor.

Svalbard’ın eşsiz bölgesel konumu bilhassa önemli. Rusya’nın konumu, stratejik nükleer denizaltılarına ev sahipliği yapan Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna erişimi kontrol etmek açısından son derece önemli olabileceğinden, takımadalar kayda değer bir stratejik öneme sahip. Svalbard etrafındaki sular aynı zamanda morina ve karides gibi bol miktarda balık stokları ve geniş metal mineral yatakları içeriyor. Buzların erimesi bu kaynakların bazılarına erişimi kademeli olarak iyileştirecek ve durum, Kuzey Kutbu’nun bu kısmında gemicilik faaliyetlerinin artmasını kolaylaştırabilir.

Bu bağlamda Rusya, iklim değişikliğinin Avrupa ve Asya arasında seyahat eden gemiler açısından özellikle Rusya’nın Arktik kıyısı boyunca kestirme bir yol sunan Kuzey Denizi Rotası’nın ticari gelişimi üzerindeki etkilerine farklı bir ihtimam gösteriyor. Bununla birlikte, eriyen buzulların ülkelere manevra için yeni fırsatlar sunduğu Arktik’te bile, jeopolitik rekabet teriminin aşırı geniş çerçeveleri genelde son derece basit. Bundan ziyade Kuzey’deki belirli jeopolitik rekabet ve çekişme vakalarını daha yakından incelemek mecburi.

Hem akademik hem de gazetecilik çalışmaları Svalbard’ın egemenliğini ve bununla bağlantılı jeopolitik boyutlarını yanlış anlama eğiliminde. Svalbard Antlaşmasına göre Norveç’in Svalbard üzerinde “tam ve mutlak egemenliği” olmasına rağmen takımadaların “paylaşılan bir alan” olduğu ya da Svalbard’ın hukuki statüsünün belirsiz olduğu gibi yanlış anlamalar yaygın. Bir başka şüpheli iddia da “Svalbard Antlaşmasının Norveç yorumunun diğer imzacılar tarafından tartışılıyor” olması. Dahası, bazıları takımadaların “NATO belirsizliği” ile örtülü olduğunu iddia ediyor ve ittifakın bölgesel güvenlik garantisi kapsamında olup olmadığını sorguluyor.

Bu gibi ifadeler doğru değil ve Svalbard’ı çevreleyen hukuki ve siyasi durumu belirsizleştiriyor. Takımadaların deniz bölgelerine ilişkin belirsizliği, Norveç’in bölge üzerindeki egemenliğine ilişkin daha temel bir anlaşmazlıkla karıştırdıkları ve Svalbard’a ilişkin diğer jeopolitik boyutları —kasıtlı ya da kasıtsız olarak— göz ardı ederken dar kapsamlı bir meseleyi büyüttükleri görülüyor.

Bu yanlışlığın üstesinden gelmenin bir yolu, Svalbard’ın uluslararası politikadaki daha somut jeopolitik boyutlarını incelemek olacaktır. Bunlar arasında; (1) Norveç’in karadaki politikalarına dönük açık meydan okumalar, (2) deniz bölgelerinin yasal statüsü (egemenlik hakları) konusundaki anlaşmazlık ve (3) Rusya ile daha büyük bir çatışmada Svalbard’ın potansiyel askeri kullanımı yer alıyor.

Konu: Svalbard’ın siyasi tarihi

Svalbard’ın benzersiz hukuki statüsünün kökeni, yüzyıllar önce ticaret ve ticaret merkezi olarak oynadığı role dayandırılabilir. İlk olarak on altıncı yüzyılda Hollandalı kâşif Willem Barentsz tarafından Spitsbergen olarak adlandırılan takımadalar, 1925 yılında Norveç tarafından Svalbard olarak yeniden adlandırılırken, Spitsbergen artık takımadaların en büyük adasının adı. Fakat yirminci yüzyılın başlarında, umut vaat eden kömür keşifleri yapıldığında ve madenler kurulduğunda, ilk başta Norveç’in 1905’te İsveç ile olan birliğinin dağılmasından sonra bölgenin yasal statüsünü tanımlama isteğiyle Svalbard takımadalarının bir yönetimini kurmak için müzakereler başlatıldı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce çeşitli modeller tartışılmış olsa da, 1920’deki savaş sonrası müzakereler, Norveç’in bölge üzerindeki egemenliğini doğrulayan Spitsbergen Antlaşması (burada Svalbard Antlaşması olarak anılacaktır) ile sonuçlandı.

Norveç’in adaların yönetiminde tam ve mutlak egemenliğini ve sorumluluğunu teyit ettikten sonra, anlaşma yabancı uyrukluların iktisadi çıkarlarını temel bir hedef olarak güvence altına almaya çalışıyor. Bu, o dönemde en ilgili iktisadi faaliyetlerde eşit haklar ve ayrımcılık yapılmamasına ilişkin hükümler dahil edilerek yapıldı. Örneğin, Norveç belirli alanlarda diğer ülke vatandaşlarına kendi vatandaşlarından daha az imtiyazlı davranamaz ve madencilikle ilgili olarak Svalbard’dan alınan vergiler yalnızca yerel amaçlar için kullanılabilir. Ayrıca, adalar “savaş amaçlı” kullanılamaz ve adalarda askeri tahkimat yapılamaz.

Sovyetler Birliği, devam eden iç savaşı nedeniyle antlaşma müzakereleri sırasında hazır bulunmadığından, o dönemdeki tek kaygı, bölgeye coğrafi yakınlıkları ve tarihi kullanım iddiaları göz önüne alındığında Sovyetlerin antlaşmaya itiraz edip etmeyeceğiydi. Ancak 1924 yılında Sovyet yönetimi, takımadalar üzerindeki Norveç egemenliğini koşulsuz ve tek taraflı olarak tanıdı ve 1935 yılında antlaşmaya katıldı. Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve daha sonra 1944 yılında Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un Norveç Dışişleri Bakanı Trygve Lie’ye antlaşmanın iki taraflı bir düzenleme lehine hurdaya çıkarılması önerisiyle Svalbard üzerinde özel statü kazanma yönünde birkaç girişimde bulundu.

Dünya Savaşı öncesinde iktisadi açıdan Svalbard’a olan uluslararası ilgi azaldı ve kısa süre içinde adada sadece Norveçli ve Sovyet madencilik şirketleri ekonomik faaliyetlerde bulundu. Birbirini izleyen Norveç hükümetleri, ağırlıklı olarak devlete ait Store Norske şirketiyle kömür madenciliğine teşvik sunarak ve adaların en büyük topluluğu olan Longyearbyen’i destekleyerek adalardaki Norveç nüfusunu korumaya çalıştı. Benzer şekilde, Moskova’daki birbirini izleyen yönetimler de devlete ait Arktikugol madencilik şirketi aracılığıyla, bugün sadece Barentsburg’un aktif olduğu Barentsburg, Pyramiden ve Grumant banliyölerinde oldukça büyük bir Sovyet nüfusunu korumaya çalıştı.

Değişen manzara: Svalbard’ın jeopolitik önemi

Son yıllarda Arktik meselelerine olan ilgi arttıkça, Svalbard ve onun özel yasal hükümleri, iktisadi tarihi ve jeostratejik konumu büyük ilgi gördü. Üç spesifik jeopolitik boyut hem Norveçli hem de Transatlantik gözlemciler tarafından daha fazla incelenmeyi gerektiriyor.

1. Norveç’in Svalbard politikalarını bağlayan zorluklar

Norveç’in Svalbard üzerindeki egemenliği tartışmasız olmakla birlikte, 1920’den bu yana Norveç’in anlaşmaya nasıl bağlı kaldığı ve hükümlerini nasıl uyguladığı konusunda tartışmalar yaşanıyor. Egemen ülke olarak Norveç, takımadalardaki tüm faaliyetleri düzenliyor, ancak bir dizi başka ülkenin vatandaşları ve şirketleri de burada faaliyet gösteriyor. Zaman içinde, Norveç’in daha sıkı çevre düzenlemeleri uygulaması, araştırma faaliyetlerinin koordinasyonunu artırması ve özellikle takımadalardaki kırılgan çevreye dönük kaygılarla belirli faaliyet türlerini sınırlandırması nedeniyle, bazı antlaşma imzacılarının iddia edilen antlaşma ihlallerine yönelik eleştirileri arttı.

Şikâyetler öncelikle Sovyetler Birliği’nden ve daha sonra da takımadalarda azalan da olsa büyük bir nüfusa ve farklı topluluklara sahip tek ülke olan Rusya’dan geldi. Bu şikâyetler, Rus şirketlerinin madencilik faaliyetlerinin ötesinde helikopter kullanmalarına izin verilmemesi, çevre düzenlemelerinin genişletilmesi, ulusal parkların oluşturulması ve bir uydu istasyonunun askeri amaçlarla kullanılmasına ilişkin sorulara odaklandı. Çin’in Svalbard’a ilgisini çeken bir diğer konu da Norveç’in Norveç Kutup Enstitüsü aracılığıyla Spitsbergen adasındaki küçük bir araştırma yerleşimi olan Ny-Ålesund’daki araştırmaları daha iyi koordine etme çabaları oldu. Burada Çin, Norveç’in yabancı kuruluşlara karşı antlaşma yükümlülüklerini aşıp aşmadığına dair endişelerini dile getirdi. Çin, Arktik siyaseti ve yönetimiyle giderek daha fazla ilgilenirken, Svalbard üzerindeki “hakları” ve “çıkarları” konusunda da giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Bu durum, Kuzey Kutbu’na yakın bir ülke olmasına rağmen bölgedeki bazı haklarını meşrulaştırmak için altı kez Svalbard Antlaşması hükümlerine başvuran Çin’in 2018 Arktik politikasına da yansıdı.

Bir diğer zorluk da Rusya’nın Norveç’in Svalbard’ı antlaşmanın 9. Maddesini ihlal ederek askeri amaçlarla kullandığına dair şikayetleri oldu: “Norveç, 1. Maddede belirtilen topraklarda herhangi bir deniz üssü kurmamayı veya kurulmasına izin vermemeyi ve söz konusu topraklarda asla savaş amaçlı kullanılamayacak herhangi bir tahkimat inşa etmemeyi taahhüt eder.” Norveç sahil güvenliği ikmal için Longyearbyen’e yanaşıyor ve Norveç Donanması, bölgedeki Norveç egemenliğini ve kabiliyetini vurgulamak adına düzenli olarak Svalbard’a bir firkateyn gönderiyor. Rusya ise bunun Svalbard Antlaşması’na bir meydan okuma olduğunu savunuyor, fakat antlaşma Norveç’in takımadalar üzerinde ya da etrafında askeri varlık bulundurmasını “savaş amaçlı” olmadığı sürece engellemiyor. Rusya’nın Svalbard’daki askeri faaliyetlere dair hassasiyetleri sadece antlaşmayla değil, öncelikle Svalbard’ın Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna yakınlığı ve Arktik topraklarını savunmak ve Grönland, İzlanda ve Birleşik Krallık-Norveç boşluğuna güç yansıtma konusundaki stratejik konumuyla ilgili.

Svalbard’da bulunan ve dünyanın en büyüklerinden biri olan Norveç uydu istasyonu ile ilgili olarak Rusya’dan da benzer şikâyetler geldi ve Rusya toplanan verilerin savaş amaçlı kullanılıp kullanılmadığını sorgulamaya başladı. Norveç’in Svalbard’daki antlaşma yükümlülükleri ve Arktik bölgesinde uzun süredir var olan ancak kırılgan olan sükûnet göz önüne alındığında bu tür protestolara karşı hassas olduğu aşikâr. Ancak Norveç, Svalbard’da savaş amaçlı askeri faaliyetleri sınırlandırmaya yönelik antlaşma yükümlülüklerini daima yerine getirdi.

Rusya veya Çin’den gelen bu gibi şikayetler Norveç’in egemenliğini doğrudan aşındırmasa da şikayetlerin toplamı Oslo’nun anlaşmaya bağlılığına dönük daha büyük bir meydan okuma anlamına gelebilir. Buna ek olarak, Rusya —eğer bir çatışmayı tırmandırmak isterse ve bunu bir şekilde makul bir şekilde inkâr edebilirse— bu şikayetleri gerekçe göstererek Norveç egemenliğini zayıflatacak eylemler başlatabilir. Özellikle, Rusya’nın Barentsburg Başkonsolosu kısa süre önce Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasının yıldönümü münasebetiyle bir helikopter ve Rus bayrakları sallayan onlarca aracın yer aldığı askeri tarzda sembolik bir geçit törenine öncülük etmişti. Her ne kadar öncelikle Rusya devletine ait madencilik şirketi Trust Arktikugol’un yeni yöneticisi İldar Neverov tarafından dikkat çekmenin bir yolu olarak yapılmış olsa da bu hadise, Svalbard’da giderek gerginleşen ilişkileri vurguluyor.

Rusya’nın Svalbard’a ilişkin açıklamaları hem Norveç’in Svalbard’a ilişkin kural ve düzenlemelerine yönelik meydan okumalar hem de Svalbard etrafındaki deniz bölgeleri söz konusu olduğunda Rusya’nın hukuki pozisyonuna ilişkin stratejik belirsizlik politikasını sürekli olarak destekliyor gibi görünüyor. Aynı zamanda, genel olarak Svalbard rejiminin altını oymanın ya da anlaşmanın kendisini ortadan kaldırmanın Rusya’nın çıkarına olması pek mümkün değil. Rus şirketleri ve aktörleri uygulamada Norveç’in egemenliğine ve otoritesine saygı duyuyor. Svalbard’da önemli bir nüfusa sahip olan ve kömür madenciliğinden turizm ve balıkçılığa kadar çeşitli ekonomik faaliyetlerde çıkarları olan diğer tek ülke olarak statüko, Rusya’nın Barents Denizi bölgesinin siyasi olarak istikrarlı kalmasını sağlama arzusunun yanı sıra Rus ekonomik çıkarlarına da uygun.

2. Svalbard etrafında Norveç’in yargı yetkisine yönelik zorluklar

İkinci olarak, takımadaların kıyılarından 12 deniz mili ötesindeki bölgenin etrafındaki deniz bölgelerinin statüsü konusunda devam eden bir anlaşmazlık söz konusu. Sorun, Svalbard etrafındaki 200 deniz millik deniz yetki alanının ve kıta sahanlığının 1920 Svalbard Antlaşması’ndaki hükümler kapsamında olup olmadığı.

Son yıllarda, özellikle Avrupa Birliği, balıkçılık koruma alanı ve sahanlığın Norveç’in yargı yetkisine tabi olduğu ancak Norveç’in Svalbard Antlaşması’nın hükümlerine uyması gerektiği şeklindeki ilk görüşün savunucusu oldu. Bu mesele, Norveç ile Avrupa Birliği arasında 2015’ten bu yana kar yengeci avlama hakkı konusunda yaşanan, Brexit’in bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 2020’den itibaren morina kotaları konusunda bir anlaşmazlığa daha yol açan bir ihtilaf nedeniyle ortaya çıktı. Rusya, Norveç’in tek taraflı olarak herhangi bir bölge oluşturamayacağını ve bu nedenle yalnızca bölgede söz hakkı olan ülkelerin balıkçılık koruma alanındaki balıkçı gemileri üzerinde yargı yetkisine sahip olduğunu savunurken, tutumuna ilişkin bir tür stratejik belirsizlik veya muğlaklığı sürdürerek farklı bir yaklaşım benimsedi. Sahanlıkla ilgili olarak ise Rusya, bunun antlaşma hükümleri kapsamında olduğunu savunuyor.

Bu anlaşmazlığın bölgedeki jeopolitik rekabeti daha da yoğunlaştırma potansiyeli taşıyan iki yönü bulunuyor. Bunlardan ilki kaynaklara erişim ve Avrupa Birliği’nin kar yengeci meselesinde örneklendiği gibi çeşitli ülkelerden balıkçı gemilerinin antlaşmalarla korunan haklarını talep etme girişimleriyle ilgili. Dünyanın en büyük balıkçılık filosuna sahip olan Çin de şu ana dek resmi bir girişimde bulunmamış olsa da balıkçılık haklarına eşit erişim için olası iddialarıyla varsayımsal olarak bu konuda kendini gösterebilir.

İkinci mesele ise Rus gemileri ile Norveç sahil güvenliği arasında balıkçılık koruma alanındaki etkileşimlerin olası tırmanışı. Rus balıkçı gemileriyle etkileşimde tırmanış birincil endişe kaynağı olsa da Rus gemilerinin Norveç sularındaki faaliyetleri hakkında giderek daha fazla soru soruluyor. Örneğin, Ocak 2022’de Svalbard’daki bilişim teknolojisi açısından son derece önemli olan iki denizaltı kablosundan biri, Rus balıkçı gemilerinin bölgede yoğun bir şekilde faaliyet göstermesinin ardından kesildi. Norveçli yetkililer failin kimliğini kamuoyuna açıklamamış olsa de pek çok kişi, hadisenin Rus istihbaratının Norveç Kuzey Kutbu’ndaki hibrit faaliyetleriyle ilgili olduğunu düşünüyor. Eylül 2022’de Baltık Denizi’ndeki Kuzey Akım doğalgaz boru hatlarına yapılan sabotajla birlikte bu konu, Norveç’in güvenlik ve savunma tartışmalarında giderek daha önemli hale geldi.

Rusya’dan gelen hem balıkçı hem de araştırma gemilerinin Norveç sularına erişim haklarının kısıtlanmasının zor olması meseleyi daha da karmaşık hale getiriyor. Balıkçı gemilerinin bölgesel sınırlara bakılmaksızın Barents Denizi’nin tamamında balıkçılık yapabilmesi, Norveç ile Rusya arasındaki başarılı balıkçılık işbirliği ortak yönetim planının temel dayanaklarından birini oluşturuyor. Araştırma gemilerinin Norveç’in münhasır ekonomik bölgesine (MEB), balıkçılık koruma alanına ve sahanlığa erişimi Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 246. Maddesine dayanıyor; bu maddeye göre birkaç özel durum dışında “Kıyı ülkesi normalde rızasını vermelidir.” Başka bir deyişle, balıkçılık koruma alanı da dahil olmak üzere Norveç sularında yasa dışı faaliyetler yürüten Rus gemileriyle ilgili ispat yükümlülüğü Norveç makamlarına ait. Bu durum, Norveç kolluk kuvvetleri açısından kayda değer bir operasyonel ve bürokratik engel oluşturuyor ve Norveç’in Rusya’nın örtülü operasyonlarına dönük caydırıcılığını sınırlıyor.

Svalbard sularında denetimleri ve olası tutuklamaları özellikle hassas kılan, Rusya’nın münhasır ekonomik bölgeyi Norveç’in denetleme ve tutuklama yetkisine sahip olduğu sular olarak —her ne kadar uygulamada Rus balıkçılar genellikle Norveç sahil güvenliğinin denetimlerini kabul etse de— kabul etmemesi. Yine de gergin güvenlik ortamında, Norveç makamlarının bir Rus gemisini denetlemesi ve tutuklaması halinde Rusya’nın Norveç’in yetki alanını aştığını iddia edebileceğinden endişe ediliyor. Buna Rusya da, daha önce 2000’li yılların başında Rus balıkçı gemilerinin Norveç sahil güvenliği tarafından balıkçılık koruma alanında alıkonması sırasında ima ettiği gibi, askeri güç kullanma tehdidiyle karşılık verebilir.

3. Doğu-Batı çatışmasında Svalbard’ın askeri amaçlı kullanımı

Son olarak, Svalbard’ın Kuzey Kutbu’nu ilgilendiren büyük ölçekli bir çatışmada oynayabileceği rol göz ardı edilemez. Her ne kadar Svalbard Antlaşması’nın 9. Maddesi bölgenin “savaş amaçlı” kullanılmaması gerektiğini belirtse de —ki bu askerden arındırılmış bölge ile aynı şey değil— takımadaların askeri amaçlarla kullanılabileceğine dair kaygıların derecesi tarihsel olarak Doğu-Batı gerginliğinin derecesine göre dalgalandı.

Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği takımadaların askeri amaçlı kullanılma riskinden özellikle endişe duymuş ve antlaşmanın adaların tahkimat veya deniz üsleri kurulması da dahil olmak üzere savaş amaçlı kullanımına ilişkin yasağına sıkı sıkıya bağlı kalınmasını talep etmişti. Savaş çıkarsa, Svalbard’ın kontrolü Sovyetler için hem NATO komutasını sınırlamak hem de stratejik denizaltıları nükleer balistik füzelerle korumak amacıyla Rus askeri kuvvetleri için bir üs olarak kullanma konusunda birincil motivasyon olacaktı. Bu, Sovyetler Birliği’nin kale savunma konseptinin merkezi bileşeniydi.

Rusya’nın 2005’ten bu yana Avrupa Arktik bölgesinde artan askeri faaliyetleri Svalbard’ın jeostratejik konumunun altını çizdi. Her ne kadar Svalbard Antlaşması uyarınca takımadalarda askeri tahkimat bulunmasa da Norveç’in endişesi, NATO ile Rusya arasında topyekûn bir savaş çıkması halinde Rusya’nın burayı kontrol etme teşebbüslerine hızla maruz kalması. Takımadaların Kola Yarımadası’ndaki Severomorsk’ta bulunan Rus Kuzey Filosuna yakınlığı ve Svalbard’ın Barents Denizi ve Kuzey Atlantik’teki sözüm ona erişim ve alan engelleme operasyonları açısından potansiyel bir üs olarak stratejik konumu, Rusya’nın bölgedeki güvenlik çıkarlarının hala başlıca itici güçleri. Bazıları, Rusya’nın uzun menzilli balistik füzelerindeki teknolojik gelişmeler ve Kuzey’deki savunma konseptlerindeki değişim göz önüne alındığında, Svalbard’ın gerçekten böyle bir stratejik konuma sahip olup olmadığını sorguluyor. Her şeye rağmen, Rusya’nın Ukrayna’da ve İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine yanıt olarak yıpranan Arktik kuvvet duruşunu ve kabiliyetlerini yeniden inşa etmeye niyetli olması muhtemel olduğundan, Svalbard’ın Rusya’nın güç projeksiyonu açısından potansiyel bir alan olmaya devam etmesi muhtemel görünüyor.

Tehdit ortamı: Norveç ve NATO, Rusya’ya karşı

Norveçli bir savunma planlamacısı veya karar alıcı açısından bakıldığında, Svalbard ile ilgili temel güvenlik endişesi kuşkusuz Rusya olmaya devam edecektir. Yukarıda vurgulanan tüm jeopolitik boyutlarda, takımadaların askeri kullanımı yalnızca bir NATO-Rusya çatışmasında söz konusu olabileceğinden, Rusya’nın yarattığı tehdit büyük önem taşıyor. Diğer AB ya da NATO ülkelerinin Norveç’in bölgedeki egemenliğini örtülü ya da askeri eylemlerle önemli ölçüde engellemesi düşünülemez. Dahası, büyük ölçekli bir çatışmada diğer potansiyel düşmanlar (örneğin Çin) Svalbard’dan kısa ve orta vadede herhangi bir tehdit oluşturamayacak kadar uzakta.

Fakat Norveç’in karadaki politikasına ya da denizdeki yetki alanına yönelik küçük ölçekli meydan okumalar, yalnızca Rusya’yı değil, meydan okuyabilecek bir dizi aktörü de içeriyor. Daha önce de belirtildiği gibi, son yıllarda Norveç’in deniz alanlarına ilişkin tutumuna yönelik en aktif meydan okuma Avrupa Birliği ve bazı üye ülkelerden geldi: birincisi, kar yengeci balıkçılığına erişim ve ikincisi, Brexit’ten sonra balıkçılık koruma alanındaki morina kotalarının payı konusunda. Rusya ve AB üyesi ülkeler dışında Çin gibi ülkelerin de Norveç’in tutumuna meydan okumak için harekete geçtiğini ya da su sütununda veya sahanlıkta ekonomik faaliyetler konusunda eşit haklar talep ettiğini düşünmek mümkün.

Yine de jeopolitik açıdan bakıldığında, Barents Denizi’ndeki ortak balık stoklarının ortak yönetim rejimi uyarınca her yıl bölgede faaliyet gösteren çok sayıda Rus balıkçı gemisi nedeniyle Rusya, birincil güvenlik kaygısı olmaya devam ediyor. Çin’in araştırmalarla ilgili protestolarına ilişkin bir kerelik soruna rağmen, aynı sonuç Norveç politikaları ve Rus yetkililerin Svalbard Antlaşması’nı ihlal ettiği iddiaları üzerine karadaki olası anlaşmazlıklar için de geçerli.

Rusya’nın jeopolitik tehdidi önemini korurken tecrit edilen Rusya’nın kolaylaştırdığı Çin tecavüzleri, uzun vadede Arktik’teki güvenlik ortamını karmaşıklaştırabilir. Rusya ile Çin, sahil güvenlik teşkilatları kısa bir süre önce Rusya’nın batı kanadında Norveç’e yakın bir kent olan Murmansk’ta büyük bir tantanayla deniz hukuku uygulamalarının güçlendirilmesine yönelik bir işbirliği anlaşması imzaladı. Dahası, diğer tüm Arktik sahil güvenlik kurumları Arktik Sahil Güvenlik Forumu’na katılımlarını askıya aldıklarında Rusya, Çin’i foruma katılmaya davet etti; bunlar, Çin’in Yüksek Kuzey’de genişleyen varlığının açık işaretleri. ABD’nin Arktik ve Küresel Dirençten Sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Iris A. Ferguson’un ifadesiyle, Çin’in çabaları “varlığını normalleştirmeyi ve Arktik bölgesel yönetişim ve güvenlik meselelerinin şekillendirilmesinde daha büyük bir rol oynamayı” amaçlıyor.

ABD’ye politika önerileri

ABD Başkanı Joseph Biden yönetimindeki idare, 2022 Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisi ile bölgeye öncelik vereceğine dair güçlü ve açıklayıcı bir sinyal gönderdi. Strateji, 2013 tarihli Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisini etkin bir şekilde güncelliyor ve dört eylem sütunu etrafında düzenleniyor: güvenlik, iklim değişikliği ve çevrenin korunması, sürdürülebilir iktisadi kalkınma ve uluslararası işbirliği ve yönetişim. Güvenlik sütunuyla ilgili olarak strateji, ABD’nin Kuzey Kutbu’ndaki çıkarlarını korumak için gerekli askeri ve sivil kabiliyetleri genişletmeyi amaçlıyor. Strateji, “ABD’nin barışçıl, istikrarlı, müreffeh ve işbirliğine dayalı bir Arktik bölgesi istediğini” belirtirken, özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından artan jeopolitik gerilimin gelecekte Arktik’e jeopolitik rekabet getirebileceğini de kabul ediyor.

Bu hususlar göz önünde bulundurularak ABD, aşağıdaki hareket tarzını izlemeli.

  1. Svalbard’ı özel olarak dikkate alan koordineli bir NATO yaklaşımı konusunda baskı yapılmalı.

Daha önce de belirtildiği gibi, Svalbard’ın coğrafi konumu, Rusya’nın nükleer denizaltı filosunu barındıran ve Washington’un, Rusya’nın Yüksek Kuzey’deki birincil odak noktası olan Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosuna erişimin kontrolünde merkezi bir rol oynayabilir. Bu nedenle, Washington’un Svalbard’ın yaklaşan Arktik güç mücadelesinde potansiyel bir parlama noktası olduğunu kabul etmesi ve caydırıcılığı takımadaların benzersiz hukuki statüsü üzerindeki etkiyi en aza indirecek şekilde uyarlamak için Norveç ile birlikte çalışması gerekiyor. Bu yaklaşım, daha fazla askeri gerilim riskini en aza indirmek için Svalbard’ın statüsünü dikkate alırken güçlü bir savunma duruşunu dikkatlice dengelemeli.

Kremlin’in Svalbard Antlaşması’nın 9. Maddesini genişletilmiş bir NATO varlığını tırmandırmak için bahane olarak kullanma riski göz önüne alındığında, ittifak Svalbard’da veya etrafında kabiliyet geliştirme ve askeri tatbikatları en aza indirme niyetini inandırıcı bir şekilde belirtmeli. Genel caydırıcılıktan ödün vermemek adına bu kısıtlama, Norveç anakarasında güçlü bir amfibi kuvvetle tamamlanmalı ve Rusya’nın Svalbard veya etrafındaki konvansiyonel tırmanışına yanıt verecek askeri tatbikatlar yapılmalı. Bu çabanın bir kısmı NATO’nun Norveç’in müttefik birliklerin Arktik ortamda savaşma ve hayatta kalma yeteneklerini test etmek için ev sahipliği yaptığı iki yılda bir gerçekleştirilen Cold Response tatbikatlarına dahil edilebilir. Aynı zamanda, NATO’nun 5. Maddesinin Svalbard’ı Norveç topraklarının bir parçası olarak kapsadığının açıklığa kavuşturulması herhangi bir stratejik belirsizlikten kaçınmak için önemli.

Svalbard Antlaşması’nın takımadaların deniz alanlarına uygulanabilirliği konusunda ittifak çapında bir uzlaşı sağlanması da önemli bir diplomatik çaba hattı olabilir. Bu da Norveç ile Avrupa Birliği arasında devam eden anlaşmazlığın çözülmesi ve Rusya’nın muhtemelen Norveç’in tutumu lehine bir müttefik çatlağını istismar etmesinin önüne geçilmesi anlamına geliyor.

  1. Arktik deniz tabanındaki fiber optik kablolar gibi kritik altyapıların dayanıklılığını güçlendirmek için bölgesel müttefiklerle birlikte çalışılmalı.

CSIS’in Kremlin’in Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki tehdidini inceleyen yakın tarihli bir özeti, Rusya’nın bölgede hibrit taktikler kullanmasının “hem sıklık hem de şiddet bakımından artıyor gibi göründüğünü” belirtiyordu. Bu korkular belki de ilk olarak, Rus balıkçı gemileri yakınlarda yoğun bir şekilde faaliyet gösterirken Svalbard’a hizmet veren kritik bir deniz altı bilişim teknolojisi kablosunun kopmasıyla en iyi şekilde örneklendi. Norveçli yetkililer ayrıca birkaç Rusya vatandaşını ülke genelinde yasa dışı fotoğraf çektikleri Svalbard üzerinde habersiz drone gözlemleri yaptıkları için gözaltına almıştı. Batılı paydaşlar, özellikle Norveç’in Avrupa’nın ana boru hattı gaz tedarikçisi olarak önemi göz önüne alındığında, Kuzey Akım 1 ve 2 boru hatlarına yapılan sabotajın ardından bu kırılganlığı kabul etmiş görünüyor. Norveç, 2022 sonbaharında kritik denizcilik altyapısını korumak üzere İç Güvenlik Güçlerini görevlendirmiş ve bu hamle Kuzey Denizi’ndeki NATO gemi devriyeleri tarafından desteklenmişti. ABD’nin Arktik Bölgesi Ulusal Stratejisi de bu riski ele alma ihtiyacını kabul ediyor ve Washington’un “hem iklim değişikliğine hem de siber saldırılara karşı korunmak için kritik altyapının dayanıklılığını artırırken, bu amaçları mümkün kılmak için gereken güvenlik altyapısını stratejik olarak geliştirmek üzere hedefli yatırımlar yapma” niyetini belirtiyor.

Batı’nın yaptırımlarının tükenmekte olan etkileri ve Rusya’nın Arktik kuvvetlerinin zayıflamış durumu göz önüne alındığında, NATO ile Rusya arasındaki gerilim tırmanmaya devam ederse, Kremlin’in en azından kısa ve orta vadede Svalbard etrafında hibrit taktikler kullanmasını beklemek makul olacaktır. Bu nedenle Rusya’nın hibrit tehditlerine karşı koymaya yönelik geçici girişimler yetersiz kalabilir ve daha yapılandırılmış bir NATO yaklaşımından fayda sağlayabilir. Örneğin, NATO’nun hibrit unsurları konvansiyonel askeri senaryolara dahil eden, siyasi ve askeri yelpazeyi kapsayan bölgesel masa başı tatbikatlarını kolaylaştırabilir. Diğer alternatifler arasında müttefikler, kamu kurumları ve özel sektör arasında istişare ve bilgi paylaşım kanallarının geliştirilerek ortaya çıkan hibrit krizlerin ilk tespit ve müdahalesinin güçlendirilmesi de yer alıyor.

  1. Bölgesel yönetişimin kabul edilebilir kapsamını, özellikle de Çin’in rolünü belirlenmeli.

Son olarak ABD, Kuzey Kutbu’nun jeopolitik istisnacılığından geriye kalanları —tarihsel olarak sert güvenlik konularını bölgesel yönetişimin dışında bırakan ve giderek zayıflayan statükoyu— korumaya çalışmalı. Bu, Haziran 2023’te konseyin sekiz üye ülkesinden yedisi —Kanada, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Norveç, İsveç ve ABD— tarafından ilan edilen Arktik Konseyi’ndeki sınırlı çalışmanın yeniden başlatılmasını da içermeli. Bu çabanın bir parçası da Çin’in Arktik’teki artan hırslarını ve bunların Svalbard üzerindeki etkilerini ele almalı. ABD, Kuzey Kutbu’na yakın bir ülke olarak Çin’in Svalbard’daki meşru araştırma faaliyetleri de dâhil olmak üzere, Kuzey Kutbu’ndaki çevresel meseleler ve sürdürülebilir iktisadi kalkınma konularında bölgesel paydaşlarla ilişki kurmaya açık olduğunu vurgulamalı.

Fakat ABD ve Norveç, Çin’in Avrupa’nın Kuzey Kutbu’nun yönetim ve güvenlik işlerine yersiz müdahalesine müsamaha gösterilmeyeceği mesajını açıkça vermeli. Kuzey Kutbu’ndaki jeopolitik gerilimin tüm kutup bölgesinde aynı şekilde tezahür etmediği unutulmamalı. Daha ziyade, Kuzey Kutbu’ndaki askeri faaliyetler çeşitli alt bölgelerle sınırlı; bunların en önemlileri Yüksek Kuzey/Kuzey Atlantik bölgesi ve Kuzey Pasifik/Bering Denizi bölgesi. İlk bölgede, Rusya’nın Kuzey Filosu ve etrafındaki güçlere yönelik askeri yığınağı Kremlin’in Batı ile olan daha büyük jeostratejik rekabetini etkiliyor ve nükleer caydırıcılık kabiliyetleri ve Atlantik’e erişim ile ilgili. İkinci bölgede ise Rusya’nın askeri yığınağı Çin ile ikili işbirliğinin artmasına katkıda bulunuyor ve ABD’nin Kuzey Kutbu güvenliği ve kuzeybatı etrafındaki jeopolitik meselelere geç de olsa uyanışını vurguluyor.

Çinli aktörlerin Kuzey Kutbu’ndaki eylemleri ve ilgili etkileri şimdiye dek oldukça sınırlı olsa da Çin, Kuzey Kutbu’nun çeşitli bölgelerinde ve buradaki iktisadi faaliyetlerin farklı dallarında giderek daha fazla yer edinmeye ve etkili olmaya çalışıyor. Çin’in çıkarları, Batılı Kuzey Kutbu ülkelerinin çıkarlarıyla mutlaka örtüşmek zorunda değil ama Kuzey Kutbu’ndaki belirli ekonomik projeler söz konusu olduğunda, Çin yatırımları ve sermayesi hala talep edilebilir ve garanti edilebilir. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin etkileri, Kuzey Kutbu’nda Çin ile Rusya arasındaki ilişkilerin artmasını teşvik edebilir.

Çin’in Avrupa’nın Yüksek Kuzey bölgesine haksız yere tecavüz etme riski, Çin ve Rusya sahil güvenlik birimleri arasında ilan edilen yakın işbirliği bağlamında özellikle ciddi bir hal alıyor. Çin sahil güvenliği, yakın zamanda Çin gemilerinin Güney Çin Denizi’nde bir Filipin devriye gemisini engellemesi ve tehdit etmesiyle örneklenen saldırgan bir davranış eğilimi sergiledi. Çin, Güney Çin Denizi üzerinde geniş egemenlik iddiaları geliştirdi ve bunların çoğu 2016 yılında Lahey’deki Daimî Tahkim Mahkemesinde Filipinler tarafından UNCLOS kapsamında Çin’e karşı açılan bir davada reddedildi. Çin gemilerinden oluşan bir filo da kısa süre önce Vietnam’ın MEB’inde Vietnam ve Rus devlet şirketleri tarafından işletilen bir gaz sahasına girmişti. Denizcilik alanındaki benzer Çin-Rus işbirliği, ABD Sahil Güvenliğinin son yıllarda birkaç kez Alaska yakınlarında birlikte çalışan Çin ve Rus savaş gemileriyle karşılaşmasıyla Arktik bölgesinde başka yerlerde de kendini gösterdi.

Kısa vadede pek olası olmasa da Çin ve Rus sahil güvenlik güçleri uzun vadede Barents Denizi’ndeki varlıklarını artırabilir ve muhtemelen Svalbard’da ya da etrafında Çin ve Rus vatandaşlarının ve kuruluşlarının meşru varlığını bahane olarak kullanabilirler. Bu yaklaşım, Rusya’nın Güney Osetya ve Kırım’daki Rusya vatandaşlarını korumak için yürüttüğü operasyonlardan farklı olmayacaktır. ABD ve Norveç, bu şaibeli sicilin farkında olmalı ve Svalbard etrafındaki sularda benzer tecavüzlere müsamaha gösterilmeyeceğini açıkça belirtmeli.

Kapanış

Kuzey Kutbu güvenliği tartışmaları, Svalbard takımadalarını tartışmak için kullanılan ve genelde ters etki yaratan çerçeveleme ile örneklenen belirli endişe konularını incelemekte genelde başarısız oluyor. Özellikle egemenliğin yanı sıra egemenlik haklarının anlaşılmasının dışında farklı güvenlik tehditleri ve potansiyel çatışmalar arasında ayrım yapılması söz konusu olduğunda, bu tür potansiyel parlama noktaları ve bunlarla ilgili meseleler hakkında araştırma ve tartışmaların yaygın yanlış anlamaları ortadan kaldırması gerekiyor.

Rusya’nın da taraf olduğu ve itiraz etmediği 1920 Svalbard Antlaşması uyarınca, bölge üzerindeki egemenlik tartışmasız. Norveç topraklarının bir parçası olan Svalbard, aynı zamanda NATO’nun 5. Maddesi kapsamında. Rusya ile Batı arasında artan gerilim göz önüne alındığında Norveç, takımadalar konusunda NATO’nun belirsizliğine ilişkin yanlış anlamaları açıkça çürütmek için ABD ve diğer müttefikleriyle birlikte çalışmalı. Bu çalışma, ittifak içinde Svalbard meselesinin hukuki ve siyasi karmaşıklığı konusunda ortak bir anlayış geliştirerek başlamalı.

Kuzey Kutbu güvenlik çalışmaları genellikle genelleme yaparak, Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyindeki bölgesel karmaşıklığı ve farklı güvenlik sorunlarını dikkate almayan kapsamlı sonuçlara varıyor. Bölgesel jeopolitiğin ve olası çatışma senaryolarının Kuzey’de nasıl ortaya çıkabileceğinin daha detaylı bir şekilde anlaşılması için Svalbard gibi belirli Arktik ortamların yakından incelenmesi gerekli.

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Yayınlanma

Editorün notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalenin yazarı Dieter Stein, Almanya ve Avrupa’daki “Yeni Sağ” diye anılan çevrelerde iyi bilinen Junge Freiheit‘ın [Genç Özgürlük] kurucusu ve genel yayın yönetmeni. Stein’ın yazısı, Avrupa’daki sağ çevrelerin yeni Donald Trump iktidarından beklentilerini yansıtması açısından önemli. Bu çevreler, Trump’ın Amerika’sının Avrupa’da da bir tür “ulusal egemenlik” çağını yeniden başlatacağına inanıyorlar. Almanya özelinde ise, anketlerde birinci sırada görünen ana muhalefetteki CDU’nun ve lideri Friedrich Merz’in AfD’ye yönelik mesafeli yaklaşımını kırmak için özel bir çaba sarf ediyorlar. Özetle “liberal kurumların” çöküşü ve “ulusal egemenliğin” yükselişi teması baskın. Öte yandan Trump’ın olası ticaret savaşlarının bir ihracat devi olarak Almanya için yaratacağı “nazik” durumun da farkındalar. Tüm bunlara rağmen, Trump’lı bir ABD’nin Avrupa için yaratacağı fırsatların daha baskın olduğunu düşünüyorlar; Elon Musk gibi isimlere yönelik ölçüsüz hayranlıkları da cabası. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Dieter Stein
European Conservative
15 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Hem Amerika’da hem de Avrupa’da güncel siyasetin köklü bir değişim geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Donald Trump’ın ezici seçim zaferi, Atlantik’in her iki yakasındaki liberal kurumlarda şok etkisi yarattı. Ancak bu müspet sayılabilecek bir şoktu.

Yaşananlar, Avrupa siyasi sınıfını, özellikle de Almanları; bazı yanılsamalarını terk etmeye ve ekonomi ve güvenlik politikası konularında daha olgun ve özgüvenli olmaya zorluyor. Trump’ın Amerikan ulusal çıkarlarını ifade ederken kullandığı hoyrat üslup, siyasal arenaya taze bir soluk getirecek gibi. Tüm bunlar, hakikati ve küresel güç ilişkilerinin ardını görmemizi engelleyen sahte ahlakçılığı ve ucuz ideolojik perdeyi yırtıp atacak belki de.

Tarihin bir cilvesi olsa gerek, Trump’ın ezici seçim zaferinin ilan edildiği gün, [Almanya Şansölyesi] Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve liberal FDP’den oluşan ve kendini “ilerleme koalisyonu” olarak tanımlayan koalisyon hükümeti çöktü. Scholz, yüksek kamu açıklarına direnen ve ülkedeki düşüşü tersine çevirmek için ekonomi politikasında değişiklik çağrısında bulunan liberal maliye bakanı Christian Lindner’i görevden aldı.

Scholz “Trafik lambası koalisyonu”nun sona erdiğini açıkladığında Almanya, derin bir nefes almış gibiydi. Sefil dönemin artık geride kaldığına bir işaretti bu. Scholz iktidarı, ülkeyi boğan ve bunaltan bir yönetimdi gerçekten de. “Trafik lambası” kelimenin gerçek anlamında bir felaketti ve savaş sonrası Almanya’sının “en sevilmeyen hükümeti” ödülünü haklı olarak kazandı; halkın sadece yüzde 14’ü hâlâ onu destekliyordu. SPD-Yeşiller ekseni, yıkıcı bir miras bırakan Angela Merkel’in 16 yılının ardından gerekli olan rota değişikliğini uygulamaya ne istekliydi ne de başarabilecek kudretteydi. Bunun yerine, Scholz, SPD ve Yeşiller -ve tabii Liberaller- yönetiminde, göndere çekilmiş gökkuşağı bayrakları eşliğinde ülkeyi uçuruma doğru son sürat götürüyorlardı.

Neredeyse yüz gün var, 23 Şubat 2025’te yeni seçimler yapılacak. Seçimlerin muhtemel galibi, yani bir sonraki dönemin Alman Şansölyesi, Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz olacağa benziyor. Merz pek çok seçmen için en acil konu olarak masada duran yasadışı göç dalgası başta olmak üzere önemli bir siyasal rota değişikliğine gidebilir. Hatta bunu hemen gerçekleştirebilir. Federal Meclis’te çoğunluk, merkez sağ partiler CDU/CSU, FDP ve Almanya için Alternatif’in (AfD) elinde. Ancak Merz, CDU’nun önerdiği herhangi bir yasa tasarısı için AfD’den oy kabul etmeyeceğini açıkça ilan etmişti. Hatta AfD’nin desteği sayesinde elde edilebilecek “şans eseri” bir çoğunluk yaratabilecek bu türden tasarıları sunmaktan kaçınmaya dahi söz verdi.

Merz, en güçlü ikinci parti olan AfD’yi hükümetten kalıcı olarak dışlamayı hedefleyen “güvenlik duvarının” adet cisimleşmiş bir hali gibi. Ancak antidemokratik güvenlik duvarı politikalarındaki bu ısrarı (ya da Belçika ve Fransa’daki adıyla cordon sanitaire) Merz’i gelecekteki koalisyonlar için sürekli olarak sol partilere bağımlı kılıyor. Merkez sağda net bir çoğunluğu reddeden Merz’in önünde soldaki partilerle işbirliği hariç pek de yol yok. Bu da CDU’nun muhafazakâr seçmen tabanını hayal kırıklığına uğratmasının etkisiyle AfD’ye geniş bir siyasal alan açmış/açacak olduğu anlamına geliyor. Nitekim hükümetin çökmesinin ardından yapılan ilk anketlerde AfD’nin hızla yükselişe geçtiği görülmüş, parti lideri Alice Weidel de trafik lambası koalisyonunun bozulmasını Almanya için bir kurtuluş anı olarak nitelendirmişti.

Merz’in Almanya’nın gerilemesine neden olan politikalarda köklü bir manevra yapabileceğine ilişkin şüphelerim var. Partisi, Başbakan Angela Merkel döneminde pek çoğu Orta Doğu ve Afrika’dan olmak üzere iki milyondan fazla göçmenin ülkeye kontrolsüz girişine izin veren ve tam anlamıyla bir felaket olan “açık kapı mülteci politikası”ndan sorumluydu. O vakitten bu yana suç oranı arttı. Kamu güvenliğindeki bozulmayı kentlerin yanı sıra küçük kasabalarda da izlemek olası hale geldi.

Merz, Yeşiller ideolojisinin etkisiyle şekillenen ve Merkel tarafından uygulamaya geçirilen büyük maliyetli “enerji dönüşümü” politikalarının artık geri döndürülemez olduğunu ifade etmişti. CDU’nun Yeşiller ile arasındaki belki de tek büyük anlaşmazlık, Merkel hükümetinin devre dışı bırakmaya karar verdiği nükleer enerjiyi desteklemeye geri dönmesi gibi görünüyor. Ne var ki, Almanya’daki nükleer santrallerinin hepsi kapatıldığı ve yıkımına başlandığı için artık çok geç. Merz, Yeşiller ile hâlâ flört eden güçlü bölgesel liderler varken Sosyal Demokratlarla bir koalisyona girmeyi tercih edecektir. Almanya için büyük bir siyasal rota değişikliği bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyor.

Bir de şu var tabii: Almanya’nın bir sonraki hükümeti Atlantik’in öte yakasında tamamen farklı bir yönetimle karşı karşıya kalacak. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşü Avrupa’da büyük bir şok etkisi yarattı. Trump’ın ezici seçim zaferi, Amerika’da “faşizmin” yükselişinden yakınan ilerici elitler ve aktivistler arasında derin bir endişeye yol açtı. Almanya’nın Greta Thunberg’i sayılabilecek ünlü bir iklim aktivisti, X’te İngilizce çevirisiyle birlikte sadece tek bir kelime ile içinde bulunulan durumu anlattı:  “Weltschmerz” [dünya ağrısı]. Yine haftalık Die Zeit gazetesinin genel yayın yönetmeni Trump’ın seçilmiş olmasını “bir kâbus” olarak değerlendirirken, Der Spiegel ise “Batı’nın sonu” diye yakındı. Nitekim bu durum, sol-ilerici politikaların ve dış politikamızın artık sorgulanmaya başlanacağı anlamına geliyor.

Yeşiller üyesi dışişleri bakanımız Annalena Baerbock tarafından savunulan ilerici “değerlere dayalı dış politika” kurgusu çöküyor. Pasifizm ve savaşçılık arasında gidip gelen, ancak güç politikalarına ilişkin temel bilgilerden yoksun olan bu naif dış politika, ülkesini ilk sıraya koyan [America first] bir Amerikan başkanıyla karşı karşıya kaldığında artık iyiden iyiye çöküşe geçmiş olacak. İşaretler sert bir Realpolitik’e geri dönüşün sinyallerini veriyor.

Trump’ın iktidara geri dönüşüyle birlikte dünyanın dört bir yanında kazananlar ve kaybedenler de netleşmeye başlıyor. Trump yönetimi Pekin’in aleyhine döner ve ekonomik, askeri ve diplomatik cephede koordineli bir geri püskürtme girişimi başlatırsa Çin büyük bir kaybeden olabilir mesela. Yine Trump’ın zaferinin en önemli faydalanıcılarından biri, Trump ve bazı kilit danışmanlarıyla yakından ilişkili olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olabilir. Avrupa’da Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, anketlerin Trump’ın zaferine işaret etmesinin ardından Trump’a sıcak bir kutlama mesajı gönderen ilk isim oldu. Ancak kıtamızdaki merkezci ve liberal siyasi liderler arasında, Avrupa’daki Amerikan askeri varlığının geri çekilmesinden ve Ukrayna’ya yönelik (mali) desteğin radikal şekilde azalmasından endişe edenler de mevcut.

Trump’ın dönüşü kesinlikle Batı’nın ya da Batı siyasal ittifakının sonu anlamına gelmiyor. Aksine, ulusal çıkarlara dayanan ve bu çıkarları gözeten ulus devletlerin temel siyasi özüne geri dönüş demek belki de. Avrupa genelinde duyulan derin korkuya rağmen, Trump yönetimindeki ABD’nin Ukrayna’yı Putin’in kaderine teslim edeceği yönünde kesin veriler yok elimizde. Ancak, Washington ve Moskova arasındaki ilişkilerde barış müzakerelerini kolaylaştırabilecek yeni bir başlangıç olacaktır; olmalıdır da. Böylesi bir gelişme, memnuniyetle karşılanacaktır.

İlginç ve şaşırtıcı bir şekilde, İngiliz The Economist dergisinin yakın tarihli bir makalesinde (“Volodimir Zelensky neden Donald Trump’ın zaferini memnuniyetle karşılayabilir?”) altının çizildiği gibi, Ukrayna hükümetindeki birçok üst düzey yetkili aslında (gizli saklı da olsa) Trump’ın zaferini ümit ediyordu. Zayıf Biden yönetimi ile “kuralları yerle yeksan edecek joker başkan” arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında, ikincisini seçeceklerdi; öyle de yaptılar.

Başkan Zelensky, Trump’ın “küresel meselelerde güç yoluyla barış yaklaşımını” övmekte gecikmedi ve ülkesi için “adil bir barış” sağlamak üzere yeni başkanla birlikte çalışmaya istekli olduğunu ifade etmiş oldu. Zelenskiy seçim sonrası seçilmiş başkanla yaptığı ilk telefon görüşmesinin ardından Trump’tan övgüyle bahsetti. Nitekim, The Economist bunu şöyle değerlendirecekti:

“Amerika’nın Ukrayna’ya Rusya topraklarına saldırı için uzun menzilli füzelerini kullanma izni vermemesi, zaten onaylanmış olan askeri yardım tedarikinde yaşanan ve artık kronikleşmiş gecikmeler ve sağlam güvenlik garantileri sunamaması [Ukrayna’da] her geçen gün daha fazla zayıflık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor. Ancak Bay Trump’ın zaferi, Bay Zelenskiy’e en iyi ihtimalle kanlı bir çıkmazdan, en kötü ihtimalle ise bir yenilgiden çıkış yolu sunabilir.”

Avrupa medyasının ekseriyeti, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan Amerikalı seçmen davranışını anlamakta ve öngörmekte bütünüyle başarısız oldu. Amerikan halkının, ekonomi, enflasyon ve kitlesel göç gibi konularda büyük endişesi var. Amerika “küresel iklim hükümeti” ya da dünya demokrasisi hayalleri uğruna dünyanın süper gücü olmaktan feragat etmeye hazır değil. Seçim sonuçlarından bir kez daha öğreniyoruz ki, sıradan işçi sınıfı Amerikalılar, vergilerinin wokeness¹, sol tandanslı kimlik siyaseti, DEI ideolojisi [çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık], iklim yanılsaması ve göçmenlere yönelik yaygın sosyal harcamalar için kullanılmasından bıktı usandı. Güvenliklerini ve kimliklerini intihar niteliğindeki bir açık sınır politikasına feda etmeyeceklerdi. Bu durum Almanya için de geçerli. Nitekim AfD’nin anketlerde yükselmesinin nedeni de budur.

Trump’ın korumacılığı ve getirilmesi muhtemel yeni gümrük tarifeleri Avrupa’nın ve Almanya’nın ihracata dayalı üretimine zarar verecektir. Otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok endüstrinin çeşitli endişeleri olduğu bir sır değil. Tarifelerin mütevazı bir sınırda tutulmasını ve zararın minimumda kalmasını umuyorum. Tüm bunlara karşın, mevcut vahametin, özellikle de Almanya’nın geleneksel endüstrilerindeki ekonomik rahatsızlığın Amerikan politikasından kaynaklanmadığını, tamamen içeriden kaynaklı olduğunu da kabul etmeliyiz: Yeşil enerjiye geçiş politikaları sebebiyle yaşanan artan enerji maliyetleri, yüksek vergi oranları ve işgücü maliyetleri ve aşırılaşmış bürokratik formaliteler rekabet gücünde sürekli bir kayba yol açtı.

19. yüzyılda Almanya sanayide lider ve ekonomik bir güç merkezi haline gelerek İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarından kurtulmuştu. Ancak bir süredir geriye düşüyor. ABD’nin bazı bölgelerine hâkim olan inovasyon düzeyinden bir hayli yoksun. Trump’ın yanında Elon Musk gibi çağımızın en başarılı girişimcisi ve yenilikçisinin olması da vizyoner bir çıkış anlamına geliyor. Amerika kelimenin gerçek anlamıyla yeniden yıldızlara ulaşıyor. Musk uzaya roketler gönderip parlak siber kamyonlar inşa ederken, Almanya’nın yeşil ilerici-aptalları arabaların yerine hantal kargo bisikletlerini koymanın hayalinde.

Almanya’da Musk’ın coşkulu iyimserliğini ve önlenemez başarı arzusunu bulmak pek mümkün değil. Aksine, Tesla ve X’in sahibi mütemadiyen yeriliyor. Der Spiegel dergisi geçtiğimiz günlerde Musk hakkında “İki Numaralı Halk Düşmanı” başlıklı bir haber yayımladı ve onu son derece absürt şekilde demokrasiyi yok etmekle suçladı.

Avrupalı solcu elitler Elon Musk’tan nefret ediyor çünkü o Twitter/X’i kısıtlardan kurtardı ve daha önce solcuların hakimiyetinde olan platformdaki güç dengesini yeniden tesis etti. Musk, en üst düzeyde fikir özgürlüğünü ve demokratik tartışmayı savunuyor. Bu da ülkedeki yerleşik söylemi kontrol etmeye ve hoşlarına gitmeyen görüşleri sansürlemeye alışkın kurulu düzen muhafızları için kâbus demek. Hoşlanmadıkları her şeye dezenformasyon diyerek görmezden geldikleri düşünüldüğünde Trump’ın zaferi, sol-kanat iptal kültürüne karşı kültür savaşında bir dönüm noktası olacak!

Trump’ın zaferini Avrupalılar ve Almanlar için daha da acı verici kılan şey, güvenlik politikası konusundaki zaaflarımızı ve yanılsamalarımızı gözler önüne sermesidir. Eski başkan, Almanya’nın yetersiz silahlı kuvvetlerini ve ABD’nin güvenlik garantilerine bel bağlamasını eleştirirken oldukça haklıydı. Son otuz yıldır, bilhassa da Merkel döneminde, Almanya’nın askeri harcamaları son derece yetersiz kaldı. Öyle ki, NATO’nun yüzde 2 olan gayrisafi yurtiçi hasıla hedefi de sürekli olarak ıskalandı.

Senatör J.D. Vance şubat ayında Financial Times için yazdığı makalede öne sürdüğü taleplerinde haklıydı: “Avrupa savunma konusunda kendi ayakları üzerinde durmalıdır”. Şu anda Almanya’nın Bundeswehr’i² tek bacaklı bir asker gibi adeta. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Baltık ülkelerine tek bir tugay göndermek için dahi yeterli kaynakları denkleştirmekte zorlanıyor. Şubat 2022’nin sonlarında, Rusya’nın Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından, Şansölye Olaf Scholz Zeitenwende [dönüm noktası] ilan etti. Gerçekte ise Scholz’un sözlerinin arkası boştu, ardından dişe dokunur bir eylem gelmedi. Bundeswehr için borçla finanse edilen 100 milyar avroluk ek kaynak, somut ve kayda değer bir değişime yol açmadı. Almanya bugün hâlâ NATO’nun yüzde 2’lik harcama hedefinin çok çok gerisinde.

Trump, Schröder’den Merkel’e (ve Merkel’in eski maliye bakanı olan Scholz’a) kadar Alman hükümetlerinin bir biçimde kaçabileceklerine inandıkları faturayı bir kez daha önümüze koyacak. Komünist Sovyet imparatorluğunun çöküşünden sonra Almanlar, ulusal savunma harcamalarını kısmak, NATO’nun gölgesinde ve ABD’nin nükleer kalkanının koruması altında neredeyse bedavaya “barış getirisinden” yararlanabilmeyi umdular. Ama nihayet Trump bizi artık kendi silahlı kuvvetlerimize çok daha fazla yatırım yapmaya zorlayacak. Daha bağımsız ve egemen olmak istiyorsak önkoşul budur.

Trump’ın “Önce Amerika” politikaları, yasadışı göçe ve sol esintili çeşitlilik gündemlerine karşı çıkışı, Avrupa’daki sağcı partiler ya da sağcı hükümetler için ideolojik bir destek sağlayabilir. Ve evet, onun korumacılığı bizim işimizi zorlaştıracaktır. Fakat, ülkelerimize, uluslarımıza sahip çıkmalıyız. Kim bilir belki de yeni Trump hükümeti, transatlantik ilişkilerde Avrupalıların vasal devletler yerine gerçek birer siyasal ortak haline geldiği yeni bir aşama için bir fırsat açıyordur.


¹ ABD’de ortaya çıkan ve sosyal adalet ile etnik-ırksal eşitliği önceliklendiren hareketleri, kimlik temelli eşitsizliklere karşı duyarlılığı ve bu konulara yönelik aktif farkındalığı tanımlamak için kullanılan bir tür şemsiye kavram, “duyarcılık.” (ç.n.)
² Alman Silahlı Kuvvetleri. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kara, deniz ve hava kuvvetlerini kapsayan, ülkenin savunma politikalarını icra eden temel askeri organ. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English