SÖYLEŞİ
‘Avrupa tamamen ABD’ye bağımlı hale gelecek’
Yayınlanma
2008-9 mali krizi, aşırı finansallaşma, Ukrayna Savaşı, Rusya’ya karşı uygulanan iktisadi yaptırımlar, BRICS’in yükselişi ve Batı medeniyetinin ‘gerilediğine’ ilişkin düşünceler… Tüm bunların birbirleriyle bağlantılı olduğu, ABD ve Avrupa’da yükselen neomerkantilist eğilimlerin de tüm bu süreçlere hem bir tepki olarak gündeme geliyor, hem de bir sonuç.
Norveçli siyaset bilimci ve yorumcu Glenn Diesen, gerek kitaplarında, gerekse de konuşmalarında Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği siyasi ve iktisadi liberal fikirlerin, aynı medeniyetin altını oyduğunu ileri sürüyor. Ona göre geleneksel değerler ve toplumsal fikirler ile modern toplumun gerektirdikleri arasında bir denge kurulması elzem ve günümüz Rusya’sı, tam da bu yönde ilerliyor ve ‘Avrupa medeniyetinin’ koruyucusu olarak öne çıkıyor. Rusya’yı bu mücadelede doğal müttefik olarak gören Batılı muhafazakârlar da, düşüşteki liberalizme karşı geleneksel Avrupa’ya dönerek kendilerini var etmek istiyorlar.
The Decay of Western Civilisation and Resurgence of Russia [Batı Uygarlığının Çöküşü ve Rusya’nın Dirilişi] adlı kitabınızda liberal demokrasi ve laissez-faire kapitalizmindeki iç çelişkilerin Batı uygarlığının temelini sarstığını iddia ediyorsunuz. Kulağa biraz Spengler’ci ‘Batının çöküşü’ gibi geliyor. Spengler’ci Batı medeniyeti analizi ile sizinki arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor musunuz? Yine iki savaş arası dönem benzeri bir durum mu yaşıyoruz?
Hem evet hem hayır. Aslında Spengler’in tarafındayım, ancak bu anlamda Spengler benzersiz değil. Uygarlıkları inceleyen akademisyenlerin çoğuna değinecek olursak, hepsi aşağı yukarı aynı sonuca varma eğilimindedir; yani uygarlıklar, genellikle aşırılıkları nedeniyle kendilerini yok ederler. Çekirdeklerindeki temel kültürü tüketirler. Aslında Spengler’in tarafındayım, fakat Batının çöküşü belki de çok abartılı. Bununla birlikte Batının etrafında inşa edilen dünya düzeninden sonra, bence pek çok temel fikir kendini tüketmeye başladı.
Örneğin, kökeni Fransız Devrimine dayanan siyasi liberalizme bakalım. Hatırlayın, üç slogan vardı: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Şimdi, neredeyse radikal bireycilik anlamında siyasi liberalizm etrafında çok şey inşa etme eğilimindeyiz. Ancak unuttuğumuz şey, sloganın üçüncü kısmı olan Kardeşliktir. Bunun toplumun birliğine bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu, birey ve grup arasında bir denge bulmamız gerektiği şeklindeki sosyolojinin bir tür temelidir. Radikal bir bireyciliğe sahip olduğunuzda, bu ortak grup kimliğini parçalamaya başlar ve sonunda grubu parçalar.
Sadece siyasi liberalizmde değil, iktisadi liberalizmde de bazı zayıflıklar görüyorum. Bu da kapitalizmin ortaya çıktığı sanayi devriminden bu yana karşılaşılan bir zorluktur. Sınırsız piyasaların son derece sorunlu olduğunun her zaman farkındayız çünkü toplum, geleneksel cemiyetin ciddi şekilde zayıfladığı piyasanın bir uzantısı haline geliyor. 1945’ten beri bunun ele alınması ve kapitalizmin bazı çirkin yanlarının kontrol altına alınması gerektiği kabul edilmektedir. 1970’ler ve 1980’lere kadar farklı bir kapitalizm biçimimiz vardı. 70’lerdeki durgunluğa tepki olarak sınırsız piyasalara geri dönüldü. Ayrıca bunların çoğunun Soğuk Savaş’tan sonra tersine döndüğüne de işaret ediyorum. Ama bence ideolojik bir kibir, piyasaların her şeyi yapabileceği varsayımı vardı. Bunlar liberalizmin aşırılıklarıydı ve hem iktisadi hem de siyasi açıdan toplumsal uyumu göz ardı ediyordu. Ve bence medeniyette pek çok çürümeyi yaratan da budur.
Medeniyetler üzerine çalışan akademisyenlerin bir diğer ortak noktası da medeniyetlerin yıldızlara benzediğine işaret etmeleridir. En parlak oldukları zaman, ölmekte oldukları zamandır. Roma İmparatorluğu’ndan da bunu öğreniyoruz. Zirvede olduğu zamanlarda, çoktan başlamış olan çöküşün üstünü örten pek çok aşırılık, pek çok kendini beğenmişlik vardı. Yani evet, kitabın temalarından biri de bu. Bunun önemli bir sorun olduğunu görüyorum.
Bir devletin diğerleriyle rekabet edebilmek için Gemeinschaft ve Gesellschaft arasında denge kurması gereken bir uluslararası sistem tasvir ediyorsunuz. Piyasalar küreselleştikçe ve devlet küçüldükçe, daha geniş bir devlet müdahalesine acil ihtiyaç duyuluyor. Sizce ABD’de son dönemde yeniden sanayileşme ve neo-merkantilizm tartışmaları ve Batıya yönelik sözde Çin ve Rusya tehdidinin kullanılması bu salınımın örnekleri mi?
Bence neomerkantilizme dönüş, iktisadi gücün uluslararası dağılımının bir yansımasıdır. Çünkü tarihsel olarak liberal iktisadi sistemlerin, 19. yüzyılda Britanya ya da 20. yüzyılda ABD gibi açık bir hegemonya olduğunda evrimleştiğini ya da geliştiğini görüyoruz. Bu koşullar altında hegemonun güven yaratmak gibi bir çıkarı vardır. Çünkü uluslararası sisteme güven duyulduğunda ülkeler her şeyi kendileri kontrol etmek istemeyecek, daha fazla entegrasyon, daha açık sınırlar bekleyeceklerdir. İktisadi hegemonun da en güçlü olduğu dönemde bunu desteklemekte çıkarı vardır.
Dolayısıyla, yine Britanya ve ABD ile birlikte, önde gelen teknolojileri kontrol ettiklerinde liberal ekonomiyi benimsediler. Bu önemlidir çünkü eğer iktisadi olarak baskın bir güçseniz serbest piyasalara sahip olmak çok idealdir. Çünkü düşük maliyet ve yüksek kalite ile tanımlanan olgun endüstrilere sahipsinizdir. Ve düşük kalite ve yüksek fiyatlarla tanımlanan dünyanın geri kalanı olan yeni doğan pazarlarla rekabet ediyorsanız, açık pazarlar ya da sınırsız pazarlar ve serbest ticaret diğer ülkelerdeki talebi karşılayacaktır.
Örneğin, İngilizler Tahıl Yasalarını yürürlükten kaldırarak serbest piyasayı benimsediklerinde, parlamentoda çok açık bir şekilde, “Dinleyin, bu harika. Dünyanın geri kalanı bizim için sömürge gibi olacak, çünkü serbest piyasalarda bize karşı rekabet edemezler, mamul mallar için bize bağımlılar ve gerisini onlar halledebilir,” diyorlardı. Aynı şey Amerika Birleşik Devletleri için de geçerliydi.
Dolayısıyla, hegemon olduğunuzda serbest ticareti benimsemek için bir gerekçe vardır. Sizin teknolojilerinizi kullanacaklar, deniz koridorları üzerindeki kontrolünüze güvenecekler, bankalarınızı ve para biriminizi kullanacaklar, dolayısıyla güvende bir çıkarınız var.
Bununla birlikte, her zaman gördüğümüz şey yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada hegemon bir ikileme düşer. ABD olsaydınız, Çin gibi otoriteye meydan okuyabilecek yeni güçlerin yükselmesine izin verir miydiniz? Hayır. Bu noktada, rakiplerin yükselişini zayıflatmak zorundasınız. Teknolojik özerkliğini geliştirme yeteneğini baltalamalısınız. Ulaştırma koridorlarına olan güvenini tehdit etmek, uluslararası rezerv para birimine, bankalara vs. erişimini baltalamak istiyorsunuz. Sadece Çin değil, tabii ki Rusya da bunun için önemli.
Fakat sorun şu ki, ABD bir kez uluslararası ekonomi üzerindeki idari kontrolünü silah haline getirmeye başladığında, diğer ülkelerin ayrışması için teşvikleri de artırıyor. Ve sanırım şu anda gördüğümüz de bu. Türkiye ya da Hindistan gibi Amerika’nın dostları bile onun tek taraflı yaptırımlarına uymazlarsa ABD tarafından cezalandırılacaklar. ABD bu kontrolünü ne kadar silah haline getirirse, ülkelerin ondan uzaklaşmak için o kadar teşvik edildiğini göreceksiniz. Ve bence bu konuda gerçekten gördüğümüz şeylerden biri de bu, örneğin sadece Rusya’ya yaptırım uygulanmıyor, herkesin banka hesapları ve parası elinden alınabilir.
Dolayısıyla liberal ekonominin düşüşte olduğunu görüyorum ve hegemon gittiğinde başkalarına bağımlılığımızı azalttığımız, kendi para birimlerimizi, kendi teknolojik egemenliğimizi aradığımız neomerkantilizme dönme eğilimindeyiz. Bu ille de olumlu bir şey değildir, zira pek çok çatışma ortaya çıkabilir. Fakat devletlerin çıkarları bu noktada kesişir.
Yani Biden yönetiminin ya da bir sonraki yönetimin Çin ve Rusya’ya karşı aynı politikaları izleyeceğini düşünüyorsunuz.
Evet, Beyaz Saray’da kimin oturduğunun önemli olduğunu düşünmüyorum. Trump Çin’e karşı tüm bu ticaret savaşlarını başlattığında, Biden, Clinton, hepsi, “Ne yapıyor? Bu bir Soğuk Savaş,” diyordu. Fakat Trump gittikten sonra Hillary Clinton Foreign Affairs’de makaleler yazarak, “Güçlü sanayi politikalarına ihtiyacımız var,” dedi ki bu neomerkantilizmdir. Teknolojik ilerlemelerinizi finanse etmek için devleti yanınıza alırsınız, iktisadi kaynaklarınızı kullanırsınız, düşmanlarınızı zayıflatmak için bunu devlet gücüyle uyumlu hale getirirsiniz. Yani tamamen aynı politikaları izliyorlar. Biden’dan sonra kim gelirse gelsin, aynı şeyi yapacaklar.
Bu durum Amerika’nın çıkarına olmayabilir. Çünkü şu anda bir ikilem içindeler: ya bu tek kutuplu düzene tutunmaya çalışacaklar, her ne kadar artık ele almaları gereken çok kutuplu gerçekler olsa da; ya da buna tutunmaya çalışırlarsa, diğer güçlerin yükselişini engelleyerek, o kadar istismarcı olacaklar ki, dünyanın geri kalanını daha fazlasını yapmaya, kendi ilişkilerini daha hızlı çeşitlendirmeye teşvik edecekler.
Bana göre ABD için en iyi politika, savaşmaya çalışmak yerine ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu çok kutuplu bir sistemi kolaylaştırmaya yardımcı olmaktır. Çünkü bir kez savaşırlarsa, ABD’ye karşı çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıktığını göreceklerdir. Bunu şimdi BRICS ile görüyorsunuz. Onlar çok netler. ABD dolarına bağımlılığı durdurmak istiyorlar. Hepsi Amerika’dan gelen ortak bir tehdit görüyor. Sizin istediğiniz bu değil. Diğer aktörlerin birbirini dengeleyebileceği ve sizi, yani ABD’yi yalnız bırakabileceği çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkmasını istersiniz. Şu anda bunu yapmıyorlar. Bana göre ABD için ideal bir politika izlemiyorlar.
BRICS zirvesi hakkında bir soru sormak istiyorum. Genişleyen bir BRICS bloğu G7 ve NATO ile başa çıkabilir mi?
Evet, bence öyle. Çünkü Amerikalıların İngiliz hegemonyasını zayıflatmak için denedikleri politikaların aynısını izleme eğilimindeler. Unutmayın ki İngilizler baskınken, özellikle de 1800’lerin başında, Amerikalılar Amerikan sistemi adını verdikleri bir sistem geliştirdiler. Üç ana sütunları vardı: Bir imalat sanayine ihtiyacımız var dediler; kendi daha verimli ulaşım koridorlarımıza, yollarımıza ve limanlarımıza ihtiyacımız var; ve tabii ki ulusal bankanıza sahip olmalısınız.
Aynı şeylerin şu anda açık bir şekilde lider olan Çin’den geldiğini görüyoruz. İlk olarak, dördüncü sanayi devrimiyle ilişkili yeni teknolojilerin çoğunda teknolojik liderliği ele geçirmek için çok iddialı bir sanayi politikası izliyorlar. Ayrıca fiziksel bağlantı için Kuşak ve Yol Girişimine, ABD baskısına karşı savunmasız olmayan yeni ulaşım koridorlarına trilyonlarca dolar akıttıklarını görüyoruz. Üçüncüsü ise, yeni ulusal bankaların ya da yeni kalkınma bankalarının geliştirilmesi, para birimi olarak ABD dolarından uzaklaşılması ve aynı zamanda yeni ödeme sistemlerinin kurulması, ABD tarafından bir silah olarak kullanılabilecek SWIFT’e bağımlı olunmaması gibi finansal boyutlardır. Yani bunu zaten yapıyorlar.
Bence BRICS bu fikirleri daha da geliştirecek bir kurum haline geliyor, yani dünyanın ulusal kaynaklarının çoğunu, dünya nüfusunun çoğunu ve ticaretin çoğunu kontrol eden çok sayıda ülkeyi bir araya getiriyor. Birbirleriyle işbirliği yapmak için kendi ulaşım koridorlarını, kendi bankalarını ve yeni teknolojik merkezlerini kurabilirler. Çok fazla potansiyel var. Bence amaç da bu.
Ben bunu G7 ile aynı şekilde bir ittifak olarak görmüyorum çünkü G7, ABD liderliğinde Batının kolektif hegemonyası için birlikte çalışıyor. BRICS’in farklı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok kutupluluğu kolaylaştırıyorlar ki bu da tek bir baskın gücün olması gerekmediği anlamına geliyor. Aldıkları üyeler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Suudiler ve İran çok iyi dost değiller. Fakat bu, üçüncü bir tarafa bağımlı olmak yerine farklılıkları çözmenin bir yoludur.
Dolayısıyla BRICS’in gerçek bir talebi karşılama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum ki, bu gerçek talep, son 30 yılda geliştirilen ve artık dünyanın çok kutuplu hale geldiği gerçeğini yansıtmayan tek kutuplu bir dünya düzenine sahip olmak yerine çok kutupluluktur. Dolayısıyla bu mevcut gerçekliği yansıtan kurumlara ihtiyacımız var. Amerikalılar reform yapmayacaklar, dolayısıyla bu geçişi kolaylaştırmak için paralel kurumların ortaya çıktığını görüyorsunuz.
Size Ukrayna Savaşı hakkında da bir soru sorayım. Avrupa’nın endüstriyel çıkarları Rusya’dan kopmakla çeliştiği halde Avrupa hükümetleri Ukrayna konusunda neden ABD’nin yanında yer alıyor? Bu savaş nasıl sona erebilir? Ukrayna ordusunun bu savaşı kazanma şansı var mı?
Hayır, zannetmiyorum. Cephe hattına bakacak olursak, bu bir yıpratma savaşıdır, ki bu yanlış bir şekilde toprak savaşı olarak yorumlanmaktadır, fakat bu bir yıpratma savaşıdır, yani düşmanı tüketmeye çalışırsınız. Cephe hattındaki zaiyat oranlarına bakarsanız, Ukrayna tarafı büyük acı çekiyor.
Şu anda gördüğümüz şey, Ukrayna ordusunun kendini tükettiği ve Rusların cephe gerisinde güçlü bir kuvvet oluşturduğudur. Fakat Ukrayna, savaşa doğrudan girmesi halinde NATO ile birlikte olası bir savaşa da hazırlanıyor. Birçok husus var. Ama bu nedenle Rusların da biraz geri çekilme zorunluluğu var.
İşin matematiğine, zayiat oranlarına bakacak olursanız, yaralanan ya da ölen her Rus askerine karşılık Ukrayna tarafında sekiz asker var. Bu savaştaki kayıpların çoğu topçu ateşinden kaynaklanıyor. Rusların sekiz ila on kat daha fazla topçusu var, şimdi sekiz ila on yıpranma oranı görüyoruz. Bu yüzden Ukraynalılaırn kazanacağını düşünmüyorum. Ayrıca Batının silah depolarının tükendiğini görüyorum. Ayrıca savaş yorgunluğu da baş göstermeye başladı. İnsanlar savaşa daha az ilgi duymaya başladı.
Bence Avrupa tek kutupluluğa ve Amerikan hegemonyasının devamlılığına dayalı bu dünya düzenine tamamen güveniyor. Bence bu işin başında Amerikalılar Avrupalılara şunu sattılar: “Ukraynalılara silah vereceğiz, Ruslara yaptırım uygulayacağız, hafta sonuna kadar Rus ekonomisi çökecek ve uluslararası sistemde otoritemizi yeniden tesis edeceğiz, çok kutupluluk olmayacak.” Bence Avrupalılar başlangıçta neye bulaştığımızı bilselerdi, daha temkinli olurduk. Çünkü şu anda Avrupa’da büyük iktisadi sorunlar, Almanya’nın sanayisizleşmesini görüyoruz.
Sanırım Avrupa’da ne olacağı çok önceden tahmin edilebilirdi çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’daki bu ayrım çizgilerini korumaya ve onları Rusya’ya yaklaştırmaya karar verdik ve bu da savaşı tetikledi. Sorun şu ki Avrupa zayıflayacak, kendini daha fazla yoracak ve bu hem Avrupalılar hem de Ruslar için kötü olacak. Çünkü artık Avrupalılar biraz daha ABD koruması altına çekilmek zorunda kalacaklar ve bunun olduğunu zaten gördük, ABD güvenliğine daha bağımlı hale geldiler. Bu da Amerikalıların Avrupalılar üzerinde daha fazla güce sahip olduğu anlamına geliyor. Şimdi bu güvenlik bağımlılığını iktisadi bağlılığa dönüştürüyorlar. Avrupalılara Ruslarla ilişkilerini kesmelerini söylediler. Şimdi de Avrupalılara Çinlilerle ilişkilerini kesmeleri için baskı yapıyorlar.
Avrupa’ya ne olacak? Tamamen ABD’ye bağımlı olacaklar ki bu da özerklik ya da Avrupa’nın bağımsızlığı ile ilgili tüm hayallerin yok olması anlamına geliyor.
Bu arada Rusya’nın başka sorunları da var. İdeal olarak ortaklıklarını çeşitlendirmek istiyor, mümkün olduğunca çok ortağa sahip olmak istiyor ki kimseye aşırı bağımlı olmasın. Fakat şimdi, Çin’e başlangıçta umduklarından çok daha fazla bağımlı olacaklar. Yine de Çin, Rusya’nın en önemli ortağı, dolayısıyla bunu çözmeye çalışacaklar.
Genel olarak, bölünmüş Avrupa zayıfladı, ya ABD’ye ya da Çin’e daha bağımlı olacak.
Size göre Rusya şu anda birbiriyle çelişen iki gerekliliği, yani ‘irrasyonel’ geleneksel toplum ile ‘rasyonel’ karmaşık toplumu dengeliyor ve devrimci Sovyet deneyinin aksine kendisini Avrupa medeniyetinin savunucusu olarak konumlandırıyor. Avrupa’daki ‘popülizm’ ile Rusya arasında kurulacak bir ittifakın Batının çöküşünü tersine çevirebileceğini düşünüyor musunuz?
Bence Avrupa’da askerileştirilmiş bir bölünme çizgisine sahip olmak onu kesinlikle zayıflatacak, bu kıtayı büyük güçlerin kullandığı yeni bir Ortadoğu haline getirecek ve fiilen bir satranç tahtasına dönüştürecektir. Ukrayna’da zaten bunu gördük. Ve Ukrayna’daki bu sorun tüm Avrupa’ya yayılacaktır.
Rusya’nın kendi toplumsal sorunları var. Rusya birçok nedenden ötürü kesinlikle daha muhafazakâr bir çizgiye doğru ilerliyor. Rus tarihinin en önemli sorunu çok bölünmüş bir ülke olması. Yüzlerce yıl Moğol boyunduruğu altında yaşadı. Ve sonra Moskova knezliği. 1700’lerde Rusya’yı bir Avrupa ülkesi olarak yeniden keşfettiler. Kendi geçmişlerinden koptular, alfabeyi, giyimlerini, görünüşlerini, konuşmalarını, her şeyi değiştirdiler. Bu Rusya’yı ikiye böldü. Rusya’nın ne olduğu hakkında iki fikriniz vardı. Ve Bolşevik Devrimi. Şimdi komünist bir Rusya fikriniz var. Bir de 1990’larda liberal bir Rusya fikri var.
Sorun şu ki, bu kadar bölünmüş bir ülkeye sahip olduğunuzda, muhaliflerinizle birlikte çalışmaz, onları ezmeye çalışırsınız. Bu demokrasi için iyi değildir, iç bütünlük için de iyi değildir. Ve dış güçlerin iç bölünmeleri istismar etmesine karşı çok savunmasızsınız, açıkçası Batıda biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Rusya, Rus tarihinin son 1000 yılını birleştirmeye çalıştığı bu yeni muhafazakâr yolu izliyor.
Yani Dostoyevski’nin 1800’lerde savunduğu şeyi etkili bir şekilde yaparak: Rus tarihinin tüm bu farklı parçaları aynı Rusya’nın parçalarıdır. Rusya Avrupalı olacak, Avrasyalı olacak, sosyalist bir geçmişe sahip olacak, bir miktar liberalizme sahip olacak. Dolayısıyla Rusya, Batıdaki liberalizmin aşırılıkları olarak gördükleri şeyleri büyük ölçüde reddedecektir. Çünkü Batıda bizim farklı bir sorunumuz var ve bu yüzden Ruslar bunu bir şekilde Bolşevik Devrimi ile kıyaslıyorlar, ki biz de kendi geçmişimizden uzaklaşıyoruz.
Liberal ulus-devlet çok güçlü bir araçtı. Gruba dayanıyordu. Kültür, dil, tüm bunlar açıkça grup içinde bir iç bütünlük yaratıyordu. Ama aynı zamanda bunun üzerine bireyciliği, bireysel özgürlüğü, çok istikrarlı ve aynı zamanda ilerici olan bir şeyi inşa ediyorsunuz. Bununla birlikte, son birkaç yıldır Batıda pek çok kişi bireyciliğin ya da liberalizmin ulus-devletlerden etkin bir şekilde ayrıştığından endişe ediyor. “Ulusal kültüre ihtiyacımız yok, biz çok kültürlüyüz. Laikliğe ihtiyacımız yok, devlet ve kiliseyi birbirinden ayırmak yeterli değil, kiliseyi toplumun tamamen dışına itecek radikal bir laikliğe ihtiyacımız var.” Dolayısıyla, bu tür pek çok şey bölünmeye neden oluyor.
Rusya ile Batılı muhafazakârlar arasındaki olası yakınlaşma hakkında söylediklerim, ki bence özellikle Trump ya da Tucker Carlson gibi Amerikalı muhafazakârlara bakarsanız bunu zaten görebilirsiniz. Belki daha az ölçüde Macaristan’dan [Viktor] Orban’a da. Bu muhafazakâr Rusya’nın da bizim gibi benzer sorunlarla uğraştığını düşünüyorlar. Çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’yı birleştirmek yerine yeniden bölmeye karar verdik. Yeni ayrım çizgisi komünizme karşı kapitalizm değil, liberalizme karşı otoriterlik. Bu da Rusya’yı baş düşmanımız haline getirdi.
Muhafazakârlar Rusya’yı etkin bir şekilde muhafazakâr bir devlet olarak görüyor. Bu da bölünmeleri tamamen değiştiriyor. Çünkü eğer çatışma liberalizm ve muhafazakârlık arasındaysa, Rusya başlıca düşmanımız olmaktan çıkıp önemli bir müttefikimiz haline geliyor. Dolayısıyla ideolojik temelde pek çok muhafazakârın artık Ruslarla ortak bir davaya sahip olduğunu görüyorsunuz.
Ancak bunun da ötesinde, 1990’ların sona erdiğine dair sağduyu var. Her türlü hegemonya arzusu tükendi. Gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğine dair bir kabul var. Ve bu gerçeklik, NATO’yu Rusya sınırına kadar genişletebileceğiniz ve bunun istikrar için bir reçete olacağı fikrinin gerçekleşmeyeceğidir. Dolayısıyla şu anda Batıyı bu açıdan bölen pek çok şey olduğunu düşünüyorum.
İlginizi Çekebilir
-
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
-
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
-
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
-
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
-
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
-
QUAD ocak ayında ilk ortak sahil güvenlik eğitimini gerçekleştirecek
SÖYLEŞİ
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
Yayınlanma
4 gün önce18/12/2024
Yazar
Esra KarahindibaTrump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”
Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.
Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’
Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?
Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.
‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’
Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?
Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.
Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?
Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.
Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?
Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.
Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.
‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’
Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?
Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.
Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?
Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.
Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.
Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?
Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.
Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.
Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.
Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?
Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.
İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.
Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.
Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.
Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?
Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.
‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’
Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?
Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.
Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.
Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.
SÖYLEŞİ
‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’
Yayınlanma
2 hafta önce10/12/2024
Yazar
Micaela OvelarVenezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.
Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.
Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.
Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.
Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.
Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?
Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.
Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.
Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.
Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?
Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.
Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:
Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.
Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?
Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.
Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.
ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı
Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.
Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.
Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.
ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!
Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor
Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.
Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.
Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım
Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.
Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.
Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?
Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.
Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!
Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?
Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.
Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.
Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.
Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.
SÖYLEŞİ
‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’
Yayınlanma
3 hafta önce03/12/2024
Yazar
Esra KarahindibaMacaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”
Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.
Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?
Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.
Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?
Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.
Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.
Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır.
Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?
Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.
Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?
Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz.
Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?
Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.
Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?
Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda