Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Avrupa tamamen ABD’ye bağımlı hale gelecek’

Yayınlanma

2008-9 mali krizi, aşırı finansallaşma, Ukrayna Savaşı, Rusya’ya karşı uygulanan iktisadi yaptırımlar, BRICS’in yükselişi ve Batı medeniyetinin ‘gerilediğine’ ilişkin düşünceler… Tüm bunların birbirleriyle bağlantılı olduğu, ABD ve Avrupa’da yükselen neomerkantilist eğilimlerin de tüm bu süreçlere hem bir tepki olarak gündeme geliyor, hem de bir sonuç.

Norveçli siyaset bilimci ve yorumcu Glenn Diesen, gerek kitaplarında, gerekse de konuşmalarında Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği siyasi ve iktisadi liberal fikirlerin, aynı medeniyetin altını oyduğunu ileri sürüyor. Ona göre geleneksel değerler ve toplumsal fikirler ile modern toplumun gerektirdikleri arasında bir denge kurulması elzem ve günümüz Rusya’sı, tam da bu yönde ilerliyor ve ‘Avrupa medeniyetinin’ koruyucusu olarak öne çıkıyor. Rusya’yı bu mücadelede doğal müttefik olarak gören Batılı muhafazakârlar da, düşüşteki liberalizme karşı geleneksel Avrupa’ya dönerek kendilerini var etmek istiyorlar.

The Decay of Western Civilisation and Resurgence of Russia [Batı Uygarlığının Çöküşü ve Rusya’nın Dirilişi] adlı kitabınızda liberal demokrasi ve laissez-faire kapitalizmindeki iç çelişkilerin Batı uygarlığının temelini sarstığını iddia ediyorsunuz. Kulağa biraz Spengler’ci ‘Batının çöküşü’ gibi geliyor. Spengler’ci Batı medeniyeti analizi ile sizinki arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor musunuz? Yine iki savaş arası dönem benzeri bir durum mu yaşıyoruz?

Hem evet hem hayır. Aslında Spengler’in tarafındayım, ancak bu anlamda Spengler benzersiz değil. Uygarlıkları inceleyen akademisyenlerin çoğuna değinecek olursak, hepsi aşağı yukarı aynı sonuca varma eğilimindedir; yani uygarlıklar, genellikle aşırılıkları nedeniyle kendilerini yok ederler. Çekirdeklerindeki temel kültürü tüketirler. Aslında Spengler’in tarafındayım, fakat Batının çöküşü belki de çok abartılı. Bununla birlikte Batının etrafında inşa edilen dünya düzeninden sonra, bence pek çok temel fikir kendini tüketmeye başladı.

Örneğin, kökeni Fransız Devrimine dayanan siyasi liberalizme bakalım. Hatırlayın, üç slogan vardı: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Şimdi, neredeyse radikal bireycilik anlamında siyasi liberalizm etrafında çok şey inşa etme eğilimindeyiz. Ancak unuttuğumuz şey, sloganın üçüncü kısmı olan Kardeşliktir. Bunun toplumun birliğine bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu, birey ve grup arasında bir denge bulmamız gerektiği şeklindeki sosyolojinin bir tür temelidir. Radikal bir bireyciliğe sahip olduğunuzda, bu ortak grup kimliğini parçalamaya başlar ve sonunda grubu parçalar.

Sadece siyasi liberalizmde değil, iktisadi liberalizmde de bazı zayıflıklar görüyorum. Bu da kapitalizmin ortaya çıktığı sanayi devriminden bu yana karşılaşılan bir zorluktur. Sınırsız piyasaların son derece sorunlu olduğunun her zaman farkındayız çünkü toplum, geleneksel cemiyetin ciddi şekilde zayıfladığı piyasanın bir uzantısı haline geliyor. 1945’ten beri bunun ele alınması ve kapitalizmin bazı çirkin yanlarının kontrol altına alınması gerektiği kabul edilmektedir. 1970’ler ve 1980’lere kadar farklı bir kapitalizm biçimimiz vardı. 70’lerdeki durgunluğa tepki olarak sınırsız piyasalara geri dönüldü. Ayrıca bunların çoğunun Soğuk Savaş’tan sonra tersine döndüğüne de işaret ediyorum. Ama bence ideolojik bir kibir, piyasaların her şeyi yapabileceği varsayımı vardı. Bunlar liberalizmin aşırılıklarıydı ve hem iktisadi hem de siyasi açıdan toplumsal uyumu göz ardı ediyordu. Ve bence medeniyette pek çok çürümeyi yaratan da budur.

Medeniyetler üzerine çalışan akademisyenlerin bir diğer ortak noktası da medeniyetlerin yıldızlara benzediğine işaret etmeleridir. En parlak oldukları zaman, ölmekte oldukları zamandır. Roma İmparatorluğu’ndan da bunu öğreniyoruz. Zirvede olduğu zamanlarda, çoktan başlamış olan çöküşün üstünü örten pek çok aşırılık, pek çok kendini beğenmişlik vardı. Yani evet, kitabın temalarından biri de bu. Bunun önemli bir sorun olduğunu görüyorum.

Bir devletin diğerleriyle rekabet edebilmek için Gemeinschaft ve Gesellschaft arasında denge kurması gereken bir uluslararası sistem tasvir ediyorsunuz. Piyasalar küreselleştikçe ve devlet küçüldükçe, daha geniş bir devlet müdahalesine acil ihtiyaç duyuluyor. Sizce ABD’de son dönemde yeniden sanayileşme ve neo-merkantilizm tartışmaları ve Batıya yönelik sözde Çin ve Rusya tehdidinin kullanılması bu salınımın örnekleri mi?

Bence neomerkantilizme dönüş, iktisadi gücün uluslararası dağılımının bir yansımasıdır. Çünkü tarihsel olarak liberal iktisadi sistemlerin, 19. yüzyılda Britanya ya da 20. yüzyılda ABD gibi açık bir hegemonya olduğunda evrimleştiğini ya da geliştiğini görüyoruz. Bu koşullar altında hegemonun güven yaratmak gibi bir çıkarı vardır. Çünkü uluslararası sisteme güven duyulduğunda ülkeler her şeyi kendileri kontrol etmek istemeyecek, daha fazla entegrasyon, daha açık sınırlar bekleyeceklerdir. İktisadi hegemonun da en güçlü olduğu dönemde bunu desteklemekte çıkarı vardır.

Dolayısıyla, yine Britanya ve ABD ile birlikte, önde gelen teknolojileri kontrol ettiklerinde liberal ekonomiyi benimsediler. Bu önemlidir çünkü eğer iktisadi olarak baskın bir güçseniz serbest piyasalara sahip olmak çok idealdir. Çünkü düşük maliyet ve yüksek kalite ile tanımlanan olgun endüstrilere sahipsinizdir. Ve düşük kalite ve yüksek fiyatlarla tanımlanan dünyanın geri kalanı olan yeni doğan pazarlarla rekabet ediyorsanız, açık pazarlar ya da sınırsız pazarlar ve serbest ticaret diğer ülkelerdeki talebi karşılayacaktır.

Örneğin, İngilizler Tahıl Yasalarını yürürlükten kaldırarak serbest piyasayı benimsediklerinde, parlamentoda çok açık bir şekilde, “Dinleyin, bu harika. Dünyanın geri kalanı bizim için sömürge gibi olacak, çünkü serbest piyasalarda bize karşı rekabet edemezler, mamul mallar için bize bağımlılar ve gerisini onlar halledebilir,” diyorlardı. Aynı şey Amerika Birleşik Devletleri için de geçerliydi.

Dolayısıyla, hegemon olduğunuzda serbest ticareti benimsemek için bir gerekçe vardır. Sizin teknolojilerinizi kullanacaklar, deniz koridorları üzerindeki kontrolünüze güvenecekler, bankalarınızı ve para biriminizi kullanacaklar, dolayısıyla güvende bir çıkarınız var.

Bununla birlikte, her zaman gördüğümüz şey yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada hegemon bir ikileme düşer. ABD olsaydınız, Çin gibi otoriteye meydan okuyabilecek yeni güçlerin yükselmesine izin verir miydiniz? Hayır. Bu noktada, rakiplerin yükselişini zayıflatmak zorundasınız. Teknolojik özerkliğini geliştirme yeteneğini baltalamalısınız. Ulaştırma koridorlarına olan güvenini tehdit etmek, uluslararası rezerv para birimine, bankalara vs. erişimini baltalamak istiyorsunuz. Sadece Çin değil, tabii ki Rusya da bunun için önemli.

Fakat sorun şu ki, ABD bir kez uluslararası ekonomi üzerindeki idari kontrolünü silah haline getirmeye başladığında, diğer ülkelerin ayrışması için teşvikleri de artırıyor. Ve sanırım şu anda gördüğümüz de bu. Türkiye ya da Hindistan gibi Amerika’nın dostları bile onun tek taraflı yaptırımlarına uymazlarsa ABD tarafından cezalandırılacaklar. ABD bu kontrolünü ne kadar silah haline getirirse, ülkelerin ondan uzaklaşmak için o kadar teşvik edildiğini göreceksiniz. Ve bence bu konuda gerçekten gördüğümüz şeylerden biri de bu, örneğin sadece Rusya’ya yaptırım uygulanmıyor, herkesin banka hesapları ve parası elinden alınabilir.

Dolayısıyla liberal ekonominin düşüşte olduğunu görüyorum ve hegemon gittiğinde başkalarına bağımlılığımızı azalttığımız, kendi para birimlerimizi, kendi teknolojik egemenliğimizi aradığımız neomerkantilizme dönme eğilimindeyiz. Bu ille de olumlu bir şey değildir, zira pek çok çatışma ortaya çıkabilir. Fakat devletlerin çıkarları bu noktada kesişir.

Yani Biden yönetiminin ya da bir sonraki yönetimin Çin ve Rusya’ya karşı aynı politikaları izleyeceğini düşünüyorsunuz.

Evet, Beyaz Saray’da kimin oturduğunun önemli olduğunu düşünmüyorum. Trump Çin’e karşı tüm bu ticaret savaşlarını başlattığında, Biden, Clinton, hepsi, “Ne yapıyor? Bu bir Soğuk Savaş,” diyordu. Fakat Trump gittikten sonra Hillary Clinton Foreign Affairs’de makaleler yazarak, “Güçlü sanayi politikalarına ihtiyacımız var,” dedi ki bu neomerkantilizmdir. Teknolojik ilerlemelerinizi finanse etmek için devleti yanınıza alırsınız, iktisadi kaynaklarınızı kullanırsınız, düşmanlarınızı zayıflatmak için bunu devlet gücüyle uyumlu hale getirirsiniz. Yani tamamen aynı politikaları izliyorlar. Biden’dan sonra kim gelirse gelsin, aynı şeyi yapacaklar.

Bu durum Amerika’nın çıkarına olmayabilir. Çünkü şu anda bir ikilem içindeler: ya bu tek kutuplu düzene tutunmaya çalışacaklar, her ne kadar artık ele almaları gereken çok kutuplu gerçekler olsa da; ya da buna tutunmaya çalışırlarsa, diğer güçlerin yükselişini engelleyerek, o kadar istismarcı olacaklar ki, dünyanın geri kalanını daha fazlasını yapmaya, kendi ilişkilerini daha hızlı çeşitlendirmeye teşvik edecekler.

Bana göre ABD için en iyi politika, savaşmaya çalışmak yerine ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu çok kutuplu bir sistemi kolaylaştırmaya yardımcı olmaktır. Çünkü bir kez savaşırlarsa, ABD’ye karşı çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıktığını göreceklerdir. Bunu şimdi BRICS ile görüyorsunuz. Onlar çok netler. ABD dolarına bağımlılığı durdurmak istiyorlar. Hepsi Amerika’dan gelen ortak bir tehdit görüyor. Sizin istediğiniz bu değil. Diğer aktörlerin birbirini dengeleyebileceği ve sizi, yani ABD’yi yalnız bırakabileceği çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkmasını istersiniz. Şu anda bunu yapmıyorlar. Bana göre ABD için ideal bir politika izlemiyorlar.

BRICS zirvesi hakkında bir soru sormak istiyorum. Genişleyen bir BRICS bloğu G7 ve NATO ile başa çıkabilir mi?

Evet, bence öyle. Çünkü Amerikalıların İngiliz hegemonyasını zayıflatmak için denedikleri politikaların aynısını izleme eğilimindeler. Unutmayın ki İngilizler baskınken, özellikle de 1800’lerin başında, Amerikalılar Amerikan sistemi adını verdikleri bir sistem geliştirdiler. Üç ana sütunları vardı: Bir imalat sanayine ihtiyacımız var dediler; kendi daha verimli ulaşım koridorlarımıza, yollarımıza ve limanlarımıza ihtiyacımız var; ve tabii ki ulusal bankanıza sahip olmalısınız.

Aynı şeylerin şu anda açık bir şekilde lider olan Çin’den geldiğini görüyoruz. İlk olarak, dördüncü sanayi devrimiyle ilişkili yeni teknolojilerin çoğunda teknolojik liderliği ele geçirmek için çok iddialı bir sanayi politikası izliyorlar. Ayrıca fiziksel bağlantı için Kuşak ve Yol Girişimine, ABD baskısına karşı savunmasız olmayan yeni ulaşım koridorlarına trilyonlarca dolar akıttıklarını görüyoruz. Üçüncüsü ise, yeni ulusal bankaların ya da yeni kalkınma bankalarının geliştirilmesi, para birimi olarak ABD dolarından uzaklaşılması ve aynı zamanda yeni ödeme sistemlerinin kurulması, ABD tarafından bir silah olarak kullanılabilecek SWIFT’e bağımlı olunmaması gibi finansal boyutlardır. Yani bunu zaten yapıyorlar.

Bence BRICS bu fikirleri daha da geliştirecek bir kurum haline geliyor, yani dünyanın ulusal kaynaklarının çoğunu, dünya nüfusunun çoğunu ve ticaretin çoğunu kontrol eden çok sayıda ülkeyi bir araya getiriyor. Birbirleriyle işbirliği yapmak için kendi ulaşım koridorlarını, kendi bankalarını ve yeni teknolojik merkezlerini kurabilirler. Çok fazla potansiyel var. Bence amaç da bu.

Ben bunu G7 ile aynı şekilde bir ittifak olarak görmüyorum çünkü G7, ABD liderliğinde Batının kolektif hegemonyası için birlikte çalışıyor. BRICS’in farklı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok kutupluluğu kolaylaştırıyorlar ki bu da tek bir baskın gücün olması gerekmediği anlamına geliyor. Aldıkları üyeler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Suudiler ve İran çok iyi dost değiller. Fakat bu, üçüncü bir tarafa bağımlı olmak yerine farklılıkları çözmenin bir yoludur.

Dolayısıyla BRICS’in gerçek bir talebi karşılama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum ki, bu gerçek talep, son 30 yılda geliştirilen ve artık dünyanın çok kutuplu hale geldiği gerçeğini yansıtmayan tek kutuplu bir dünya düzenine sahip olmak yerine çok kutupluluktur. Dolayısıyla bu mevcut gerçekliği yansıtan kurumlara ihtiyacımız var. Amerikalılar reform yapmayacaklar, dolayısıyla bu geçişi kolaylaştırmak için paralel kurumların ortaya çıktığını görüyorsunuz.

Size Ukrayna Savaşı hakkında da bir soru sorayım. Avrupa’nın endüstriyel çıkarları Rusya’dan kopmakla çeliştiği halde Avrupa hükümetleri Ukrayna konusunda neden ABD’nin yanında yer alıyor? Bu savaş nasıl sona erebilir? Ukrayna ordusunun bu savaşı kazanma şansı var mı?

Hayır, zannetmiyorum. Cephe hattına bakacak olursak, bu bir yıpratma savaşıdır, ki bu yanlış bir şekilde toprak savaşı olarak yorumlanmaktadır, fakat bu bir yıpratma savaşıdır, yani düşmanı tüketmeye çalışırsınız. Cephe hattındaki zaiyat oranlarına bakarsanız, Ukrayna tarafı büyük acı çekiyor.

Şu anda gördüğümüz şey, Ukrayna ordusunun kendini tükettiği ve Rusların cephe gerisinde güçlü bir kuvvet oluşturduğudur. Fakat Ukrayna, savaşa doğrudan girmesi halinde NATO ile birlikte olası bir savaşa da hazırlanıyor. Birçok husus var. Ama bu nedenle Rusların da biraz geri çekilme zorunluluğu var.

İşin matematiğine, zayiat oranlarına bakacak olursanız, yaralanan ya da ölen her Rus askerine karşılık Ukrayna tarafında sekiz asker var. Bu savaştaki kayıpların çoğu topçu ateşinden kaynaklanıyor. Rusların sekiz ila on kat daha fazla topçusu var, şimdi sekiz ila on yıpranma oranı görüyoruz. Bu yüzden Ukraynalılaırn kazanacağını düşünmüyorum. Ayrıca Batının silah depolarının tükendiğini görüyorum. Ayrıca savaş yorgunluğu da baş göstermeye başladı. İnsanlar savaşa daha az ilgi duymaya başladı.

Bence Avrupa tek kutupluluğa ve Amerikan hegemonyasının devamlılığına dayalı bu dünya düzenine tamamen güveniyor. Bence bu işin başında Amerikalılar Avrupalılara şunu sattılar: “Ukraynalılara silah vereceğiz, Ruslara yaptırım uygulayacağız, hafta sonuna kadar Rus ekonomisi çökecek ve uluslararası sistemde otoritemizi yeniden tesis edeceğiz, çok kutupluluk olmayacak.” Bence Avrupalılar başlangıçta neye bulaştığımızı bilselerdi, daha temkinli olurduk. Çünkü şu anda Avrupa’da büyük iktisadi sorunlar, Almanya’nın sanayisizleşmesini görüyoruz.

Sanırım Avrupa’da ne olacağı çok önceden tahmin edilebilirdi çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’daki bu ayrım çizgilerini korumaya ve onları Rusya’ya yaklaştırmaya karar verdik ve bu da savaşı tetikledi. Sorun şu ki Avrupa zayıflayacak, kendini daha fazla yoracak ve bu hem Avrupalılar hem de Ruslar için kötü olacak. Çünkü artık Avrupalılar biraz daha ABD koruması altına çekilmek zorunda kalacaklar ve bunun olduğunu zaten gördük, ABD güvenliğine daha bağımlı hale geldiler. Bu da Amerikalıların Avrupalılar üzerinde daha fazla güce sahip olduğu anlamına geliyor. Şimdi bu güvenlik bağımlılığını iktisadi bağlılığa dönüştürüyorlar. Avrupalılara Ruslarla ilişkilerini kesmelerini söylediler. Şimdi de Avrupalılara Çinlilerle ilişkilerini kesmeleri için baskı yapıyorlar.

Avrupa’ya ne olacak? Tamamen ABD’ye bağımlı olacaklar ki bu da özerklik ya da Avrupa’nın bağımsızlığı ile ilgili tüm hayallerin yok olması anlamına geliyor.

Bu arada Rusya’nın başka sorunları da var. İdeal olarak ortaklıklarını çeşitlendirmek istiyor, mümkün olduğunca çok ortağa sahip olmak istiyor ki kimseye aşırı bağımlı olmasın. Fakat şimdi, Çin’e başlangıçta umduklarından çok daha fazla bağımlı olacaklar. Yine de Çin, Rusya’nın en önemli ortağı, dolayısıyla bunu çözmeye çalışacaklar.

Genel olarak, bölünmüş Avrupa zayıfladı, ya ABD’ye ya da Çin’e daha bağımlı olacak.

Size göre Rusya şu anda birbiriyle çelişen iki gerekliliği, yani ‘irrasyonel’ geleneksel toplum ile ‘rasyonel’ karmaşık toplumu dengeliyor ve devrimci Sovyet deneyinin aksine kendisini Avrupa medeniyetinin savunucusu olarak konumlandırıyor. Avrupa’daki ‘popülizm’ ile Rusya arasında kurulacak bir ittifakın Batının çöküşünü tersine çevirebileceğini düşünüyor musunuz?

Bence Avrupa’da askerileştirilmiş bir bölünme çizgisine sahip olmak onu kesinlikle zayıflatacak, bu kıtayı büyük güçlerin kullandığı yeni bir Ortadoğu haline getirecek ve fiilen bir satranç tahtasına dönüştürecektir. Ukrayna’da zaten bunu gördük. Ve Ukrayna’daki bu sorun tüm Avrupa’ya yayılacaktır.

Rusya’nın kendi toplumsal sorunları var. Rusya birçok nedenden ötürü kesinlikle daha muhafazakâr bir çizgiye doğru ilerliyor. Rus tarihinin en önemli sorunu çok bölünmüş bir ülke olması. Yüzlerce yıl Moğol boyunduruğu altında yaşadı. Ve sonra Moskova knezliği. 1700’lerde Rusya’yı bir Avrupa ülkesi olarak yeniden keşfettiler. Kendi geçmişlerinden koptular, alfabeyi, giyimlerini, görünüşlerini, konuşmalarını, her şeyi değiştirdiler. Bu Rusya’yı ikiye böldü. Rusya’nın ne olduğu hakkında iki fikriniz vardı. Ve Bolşevik Devrimi. Şimdi komünist bir Rusya fikriniz var. Bir de 1990’larda liberal bir Rusya fikri var.

Sorun şu ki, bu kadar bölünmüş bir ülkeye sahip olduğunuzda, muhaliflerinizle birlikte çalışmaz, onları ezmeye çalışırsınız. Bu demokrasi için iyi değildir, iç bütünlük için de iyi değildir. Ve dış güçlerin iç bölünmeleri istismar etmesine karşı çok savunmasızsınız, açıkçası Batıda biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Rusya, Rus tarihinin son 1000 yılını birleştirmeye çalıştığı bu yeni muhafazakâr yolu izliyor.

Yani Dostoyevski’nin 1800’lerde savunduğu şeyi etkili bir şekilde yaparak: Rus tarihinin tüm bu farklı parçaları aynı Rusya’nın parçalarıdır. Rusya Avrupalı olacak, Avrasyalı olacak, sosyalist bir geçmişe sahip olacak, bir miktar liberalizme sahip olacak. Dolayısıyla Rusya, Batıdaki liberalizmin aşırılıkları olarak gördükleri şeyleri büyük ölçüde reddedecektir. Çünkü Batıda bizim farklı bir sorunumuz var ve bu yüzden Ruslar bunu bir şekilde Bolşevik Devrimi ile kıyaslıyorlar, ki biz de kendi geçmişimizden uzaklaşıyoruz.

Liberal ulus-devlet çok güçlü bir araçtı. Gruba dayanıyordu. Kültür, dil, tüm bunlar açıkça grup içinde bir iç bütünlük yaratıyordu. Ama aynı zamanda bunun üzerine bireyciliği, bireysel özgürlüğü, çok istikrarlı ve aynı zamanda ilerici olan bir şeyi inşa ediyorsunuz. Bununla birlikte, son birkaç yıldır Batıda pek çok kişi bireyciliğin ya da liberalizmin ulus-devletlerden etkin bir şekilde ayrıştığından endişe ediyor. “Ulusal kültüre ihtiyacımız yok, biz çok kültürlüyüz. Laikliğe ihtiyacımız yok, devlet ve kiliseyi birbirinden ayırmak yeterli değil, kiliseyi toplumun tamamen dışına itecek radikal bir laikliğe ihtiyacımız var.” Dolayısıyla, bu tür pek çok şey bölünmeye neden oluyor.

Rusya ile Batılı muhafazakârlar arasındaki olası yakınlaşma hakkında söylediklerim, ki bence özellikle Trump ya da Tucker Carlson gibi Amerikalı muhafazakârlara bakarsanız bunu zaten görebilirsiniz. Belki daha az ölçüde Macaristan’dan [Viktor] Orban’a da. Bu muhafazakâr Rusya’nın da bizim gibi benzer sorunlarla uğraştığını düşünüyorlar. Çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’yı birleştirmek yerine yeniden bölmeye karar verdik. Yeni ayrım çizgisi komünizme karşı kapitalizm değil, liberalizme karşı otoriterlik. Bu da Rusya’yı baş düşmanımız haline getirdi.

Muhafazakârlar Rusya’yı etkin bir şekilde muhafazakâr bir devlet olarak görüyor. Bu da bölünmeleri tamamen değiştiriyor. Çünkü eğer çatışma liberalizm ve muhafazakârlık arasındaysa, Rusya başlıca düşmanımız olmaktan çıkıp önemli bir müttefikimiz haline geliyor. Dolayısıyla ideolojik temelde pek çok muhafazakârın artık Ruslarla ortak bir davaya sahip olduğunu görüyorsunuz.

Ancak bunun da ötesinde, 1990’ların sona erdiğine dair sağduyu var. Her türlü hegemonya arzusu tükendi. Gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğine dair bir kabul var. Ve bu gerçeklik, NATO’yu Rusya sınırına kadar genişletebileceğiniz ve bunun istikrar için bir reçete olacağı fikrinin gerçekleşmeyeceğidir. Dolayısıyla şu anda Batıyı bu açıdan bölen pek çok şey olduğunu düşünüyorum.

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English