Söyleşi
‘Avrupa tamamen ABD’ye bağımlı hale gelecek’

2008-9 mali krizi, aşırı finansallaşma, Ukrayna Savaşı, Rusya’ya karşı uygulanan iktisadi yaptırımlar, BRICS’in yükselişi ve Batı medeniyetinin ‘gerilediğine’ ilişkin düşünceler… Tüm bunların birbirleriyle bağlantılı olduğu, ABD ve Avrupa’da yükselen neomerkantilist eğilimlerin de tüm bu süreçlere hem bir tepki olarak gündeme geliyor, hem de bir sonuç.
Norveçli siyaset bilimci ve yorumcu Glenn Diesen, gerek kitaplarında, gerekse de konuşmalarında Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği siyasi ve iktisadi liberal fikirlerin, aynı medeniyetin altını oyduğunu ileri sürüyor. Ona göre geleneksel değerler ve toplumsal fikirler ile modern toplumun gerektirdikleri arasında bir denge kurulması elzem ve günümüz Rusya’sı, tam da bu yönde ilerliyor ve ‘Avrupa medeniyetinin’ koruyucusu olarak öne çıkıyor. Rusya’yı bu mücadelede doğal müttefik olarak gören Batılı muhafazakârlar da, düşüşteki liberalizme karşı geleneksel Avrupa’ya dönerek kendilerini var etmek istiyorlar.
The Decay of Western Civilisation and Resurgence of Russia [Batı Uygarlığının Çöküşü ve Rusya’nın Dirilişi] adlı kitabınızda liberal demokrasi ve laissez-faire kapitalizmindeki iç çelişkilerin Batı uygarlığının temelini sarstığını iddia ediyorsunuz. Kulağa biraz Spengler’ci ‘Batının çöküşü’ gibi geliyor. Spengler’ci Batı medeniyeti analizi ile sizinki arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor musunuz? Yine iki savaş arası dönem benzeri bir durum mu yaşıyoruz?
Hem evet hem hayır. Aslında Spengler’in tarafındayım, ancak bu anlamda Spengler benzersiz değil. Uygarlıkları inceleyen akademisyenlerin çoğuna değinecek olursak, hepsi aşağı yukarı aynı sonuca varma eğilimindedir; yani uygarlıklar, genellikle aşırılıkları nedeniyle kendilerini yok ederler. Çekirdeklerindeki temel kültürü tüketirler. Aslında Spengler’in tarafındayım, fakat Batının çöküşü belki de çok abartılı. Bununla birlikte Batının etrafında inşa edilen dünya düzeninden sonra, bence pek çok temel fikir kendini tüketmeye başladı.
Örneğin, kökeni Fransız Devrimine dayanan siyasi liberalizme bakalım. Hatırlayın, üç slogan vardı: Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Şimdi, neredeyse radikal bireycilik anlamında siyasi liberalizm etrafında çok şey inşa etme eğilimindeyiz. Ancak unuttuğumuz şey, sloganın üçüncü kısmı olan Kardeşliktir. Bunun toplumun birliğine bir gönderme olduğunu düşünüyorum. Bu, birey ve grup arasında bir denge bulmamız gerektiği şeklindeki sosyolojinin bir tür temelidir. Radikal bir bireyciliğe sahip olduğunuzda, bu ortak grup kimliğini parçalamaya başlar ve sonunda grubu parçalar.
Sadece siyasi liberalizmde değil, iktisadi liberalizmde de bazı zayıflıklar görüyorum. Bu da kapitalizmin ortaya çıktığı sanayi devriminden bu yana karşılaşılan bir zorluktur. Sınırsız piyasaların son derece sorunlu olduğunun her zaman farkındayız çünkü toplum, geleneksel cemiyetin ciddi şekilde zayıfladığı piyasanın bir uzantısı haline geliyor. 1945’ten beri bunun ele alınması ve kapitalizmin bazı çirkin yanlarının kontrol altına alınması gerektiği kabul edilmektedir. 1970’ler ve 1980’lere kadar farklı bir kapitalizm biçimimiz vardı. 70’lerdeki durgunluğa tepki olarak sınırsız piyasalara geri dönüldü. Ayrıca bunların çoğunun Soğuk Savaş’tan sonra tersine döndüğüne de işaret ediyorum. Ama bence ideolojik bir kibir, piyasaların her şeyi yapabileceği varsayımı vardı. Bunlar liberalizmin aşırılıklarıydı ve hem iktisadi hem de siyasi açıdan toplumsal uyumu göz ardı ediyordu. Ve bence medeniyette pek çok çürümeyi yaratan da budur.
Medeniyetler üzerine çalışan akademisyenlerin bir diğer ortak noktası da medeniyetlerin yıldızlara benzediğine işaret etmeleridir. En parlak oldukları zaman, ölmekte oldukları zamandır. Roma İmparatorluğu’ndan da bunu öğreniyoruz. Zirvede olduğu zamanlarda, çoktan başlamış olan çöküşün üstünü örten pek çok aşırılık, pek çok kendini beğenmişlik vardı. Yani evet, kitabın temalarından biri de bu. Bunun önemli bir sorun olduğunu görüyorum.
Bir devletin diğerleriyle rekabet edebilmek için Gemeinschaft ve Gesellschaft arasında denge kurması gereken bir uluslararası sistem tasvir ediyorsunuz. Piyasalar küreselleştikçe ve devlet küçüldükçe, daha geniş bir devlet müdahalesine acil ihtiyaç duyuluyor. Sizce ABD’de son dönemde yeniden sanayileşme ve neo-merkantilizm tartışmaları ve Batıya yönelik sözde Çin ve Rusya tehdidinin kullanılması bu salınımın örnekleri mi?
Bence neomerkantilizme dönüş, iktisadi gücün uluslararası dağılımının bir yansımasıdır. Çünkü tarihsel olarak liberal iktisadi sistemlerin, 19. yüzyılda Britanya ya da 20. yüzyılda ABD gibi açık bir hegemonya olduğunda evrimleştiğini ya da geliştiğini görüyoruz. Bu koşullar altında hegemonun güven yaratmak gibi bir çıkarı vardır. Çünkü uluslararası sisteme güven duyulduğunda ülkeler her şeyi kendileri kontrol etmek istemeyecek, daha fazla entegrasyon, daha açık sınırlar bekleyeceklerdir. İktisadi hegemonun da en güçlü olduğu dönemde bunu desteklemekte çıkarı vardır.
Dolayısıyla, yine Britanya ve ABD ile birlikte, önde gelen teknolojileri kontrol ettiklerinde liberal ekonomiyi benimsediler. Bu önemlidir çünkü eğer iktisadi olarak baskın bir güçseniz serbest piyasalara sahip olmak çok idealdir. Çünkü düşük maliyet ve yüksek kalite ile tanımlanan olgun endüstrilere sahipsinizdir. Ve düşük kalite ve yüksek fiyatlarla tanımlanan dünyanın geri kalanı olan yeni doğan pazarlarla rekabet ediyorsanız, açık pazarlar ya da sınırsız pazarlar ve serbest ticaret diğer ülkelerdeki talebi karşılayacaktır.
Örneğin, İngilizler Tahıl Yasalarını yürürlükten kaldırarak serbest piyasayı benimsediklerinde, parlamentoda çok açık bir şekilde, “Dinleyin, bu harika. Dünyanın geri kalanı bizim için sömürge gibi olacak, çünkü serbest piyasalarda bize karşı rekabet edemezler, mamul mallar için bize bağımlılar ve gerisini onlar halledebilir,” diyorlardı. Aynı şey Amerika Birleşik Devletleri için de geçerliydi.
Dolayısıyla, hegemon olduğunuzda serbest ticareti benimsemek için bir gerekçe vardır. Sizin teknolojilerinizi kullanacaklar, deniz koridorları üzerindeki kontrolünüze güvenecekler, bankalarınızı ve para biriminizi kullanacaklar, dolayısıyla güvende bir çıkarınız var.
Bununla birlikte, her zaman gördüğümüz şey yeni güç merkezlerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu noktada hegemon bir ikileme düşer. ABD olsaydınız, Çin gibi otoriteye meydan okuyabilecek yeni güçlerin yükselmesine izin verir miydiniz? Hayır. Bu noktada, rakiplerin yükselişini zayıflatmak zorundasınız. Teknolojik özerkliğini geliştirme yeteneğini baltalamalısınız. Ulaştırma koridorlarına olan güvenini tehdit etmek, uluslararası rezerv para birimine, bankalara vs. erişimini baltalamak istiyorsunuz. Sadece Çin değil, tabii ki Rusya da bunun için önemli.
Fakat sorun şu ki, ABD bir kez uluslararası ekonomi üzerindeki idari kontrolünü silah haline getirmeye başladığında, diğer ülkelerin ayrışması için teşvikleri de artırıyor. Ve sanırım şu anda gördüğümüz de bu. Türkiye ya da Hindistan gibi Amerika’nın dostları bile onun tek taraflı yaptırımlarına uymazlarsa ABD tarafından cezalandırılacaklar. ABD bu kontrolünü ne kadar silah haline getirirse, ülkelerin ondan uzaklaşmak için o kadar teşvik edildiğini göreceksiniz. Ve bence bu konuda gerçekten gördüğümüz şeylerden biri de bu, örneğin sadece Rusya’ya yaptırım uygulanmıyor, herkesin banka hesapları ve parası elinden alınabilir.
Dolayısıyla liberal ekonominin düşüşte olduğunu görüyorum ve hegemon gittiğinde başkalarına bağımlılığımızı azalttığımız, kendi para birimlerimizi, kendi teknolojik egemenliğimizi aradığımız neomerkantilizme dönme eğilimindeyiz. Bu ille de olumlu bir şey değildir, zira pek çok çatışma ortaya çıkabilir. Fakat devletlerin çıkarları bu noktada kesişir.
Yani Biden yönetiminin ya da bir sonraki yönetimin Çin ve Rusya’ya karşı aynı politikaları izleyeceğini düşünüyorsunuz.
Evet, Beyaz Saray’da kimin oturduğunun önemli olduğunu düşünmüyorum. Trump Çin’e karşı tüm bu ticaret savaşlarını başlattığında, Biden, Clinton, hepsi, “Ne yapıyor? Bu bir Soğuk Savaş,” diyordu. Fakat Trump gittikten sonra Hillary Clinton Foreign Affairs’de makaleler yazarak, “Güçlü sanayi politikalarına ihtiyacımız var,” dedi ki bu neomerkantilizmdir. Teknolojik ilerlemelerinizi finanse etmek için devleti yanınıza alırsınız, iktisadi kaynaklarınızı kullanırsınız, düşmanlarınızı zayıflatmak için bunu devlet gücüyle uyumlu hale getirirsiniz. Yani tamamen aynı politikaları izliyorlar. Biden’dan sonra kim gelirse gelsin, aynı şeyi yapacaklar.
Bu durum Amerika’nın çıkarına olmayabilir. Çünkü şu anda bir ikilem içindeler: ya bu tek kutuplu düzene tutunmaya çalışacaklar, her ne kadar artık ele almaları gereken çok kutuplu gerçekler olsa da; ya da buna tutunmaya çalışırlarsa, diğer güçlerin yükselişini engelleyerek, o kadar istismarcı olacaklar ki, dünyanın geri kalanını daha fazlasını yapmaya, kendi ilişkilerini daha hızlı çeşitlendirmeye teşvik edecekler.
Bana göre ABD için en iyi politika, savaşmaya çalışmak yerine ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu çok kutuplu bir sistemi kolaylaştırmaya yardımcı olmaktır. Çünkü bir kez savaşırlarsa, ABD’ye karşı çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıktığını göreceklerdir. Bunu şimdi BRICS ile görüyorsunuz. Onlar çok netler. ABD dolarına bağımlılığı durdurmak istiyorlar. Hepsi Amerika’dan gelen ortak bir tehdit görüyor. Sizin istediğiniz bu değil. Diğer aktörlerin birbirini dengeleyebileceği ve sizi, yani ABD’yi yalnız bırakabileceği çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkmasını istersiniz. Şu anda bunu yapmıyorlar. Bana göre ABD için ideal bir politika izlemiyorlar.
BRICS zirvesi hakkında bir soru sormak istiyorum. Genişleyen bir BRICS bloğu G7 ve NATO ile başa çıkabilir mi?
Evet, bence öyle. Çünkü Amerikalıların İngiliz hegemonyasını zayıflatmak için denedikleri politikaların aynısını izleme eğilimindeler. Unutmayın ki İngilizler baskınken, özellikle de 1800’lerin başında, Amerikalılar Amerikan sistemi adını verdikleri bir sistem geliştirdiler. Üç ana sütunları vardı: Bir imalat sanayine ihtiyacımız var dediler; kendi daha verimli ulaşım koridorlarımıza, yollarımıza ve limanlarımıza ihtiyacımız var; ve tabii ki ulusal bankanıza sahip olmalısınız.
Aynı şeylerin şu anda açık bir şekilde lider olan Çin’den geldiğini görüyoruz. İlk olarak, dördüncü sanayi devrimiyle ilişkili yeni teknolojilerin çoğunda teknolojik liderliği ele geçirmek için çok iddialı bir sanayi politikası izliyorlar. Ayrıca fiziksel bağlantı için Kuşak ve Yol Girişimine, ABD baskısına karşı savunmasız olmayan yeni ulaşım koridorlarına trilyonlarca dolar akıttıklarını görüyoruz. Üçüncüsü ise, yeni ulusal bankaların ya da yeni kalkınma bankalarının geliştirilmesi, para birimi olarak ABD dolarından uzaklaşılması ve aynı zamanda yeni ödeme sistemlerinin kurulması, ABD tarafından bir silah olarak kullanılabilecek SWIFT’e bağımlı olunmaması gibi finansal boyutlardır. Yani bunu zaten yapıyorlar.
Bence BRICS bu fikirleri daha da geliştirecek bir kurum haline geliyor, yani dünyanın ulusal kaynaklarının çoğunu, dünya nüfusunun çoğunu ve ticaretin çoğunu kontrol eden çok sayıda ülkeyi bir araya getiriyor. Birbirleriyle işbirliği yapmak için kendi ulaşım koridorlarını, kendi bankalarını ve yeni teknolojik merkezlerini kurabilirler. Çok fazla potansiyel var. Bence amaç da bu.
Ben bunu G7 ile aynı şekilde bir ittifak olarak görmüyorum çünkü G7, ABD liderliğinde Batının kolektif hegemonyası için birlikte çalışıyor. BRICS’in farklı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok kutupluluğu kolaylaştırıyorlar ki bu da tek bir baskın gücün olması gerekmediği anlamına geliyor. Aldıkları üyeler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Suudiler ve İran çok iyi dost değiller. Fakat bu, üçüncü bir tarafa bağımlı olmak yerine farklılıkları çözmenin bir yoludur.
Dolayısıyla BRICS’in gerçek bir talebi karşılama potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum ki, bu gerçek talep, son 30 yılda geliştirilen ve artık dünyanın çok kutuplu hale geldiği gerçeğini yansıtmayan tek kutuplu bir dünya düzenine sahip olmak yerine çok kutupluluktur. Dolayısıyla bu mevcut gerçekliği yansıtan kurumlara ihtiyacımız var. Amerikalılar reform yapmayacaklar, dolayısıyla bu geçişi kolaylaştırmak için paralel kurumların ortaya çıktığını görüyorsunuz.
Size Ukrayna Savaşı hakkında da bir soru sorayım. Avrupa’nın endüstriyel çıkarları Rusya’dan kopmakla çeliştiği halde Avrupa hükümetleri Ukrayna konusunda neden ABD’nin yanında yer alıyor? Bu savaş nasıl sona erebilir? Ukrayna ordusunun bu savaşı kazanma şansı var mı?
Hayır, zannetmiyorum. Cephe hattına bakacak olursak, bu bir yıpratma savaşıdır, ki bu yanlış bir şekilde toprak savaşı olarak yorumlanmaktadır, fakat bu bir yıpratma savaşıdır, yani düşmanı tüketmeye çalışırsınız. Cephe hattındaki zaiyat oranlarına bakarsanız, Ukrayna tarafı büyük acı çekiyor.
Şu anda gördüğümüz şey, Ukrayna ordusunun kendini tükettiği ve Rusların cephe gerisinde güçlü bir kuvvet oluşturduğudur. Fakat Ukrayna, savaşa doğrudan girmesi halinde NATO ile birlikte olası bir savaşa da hazırlanıyor. Birçok husus var. Ama bu nedenle Rusların da biraz geri çekilme zorunluluğu var.
İşin matematiğine, zayiat oranlarına bakacak olursanız, yaralanan ya da ölen her Rus askerine karşılık Ukrayna tarafında sekiz asker var. Bu savaştaki kayıpların çoğu topçu ateşinden kaynaklanıyor. Rusların sekiz ila on kat daha fazla topçusu var, şimdi sekiz ila on yıpranma oranı görüyoruz. Bu yüzden Ukraynalılaırn kazanacağını düşünmüyorum. Ayrıca Batının silah depolarının tükendiğini görüyorum. Ayrıca savaş yorgunluğu da baş göstermeye başladı. İnsanlar savaşa daha az ilgi duymaya başladı.
Bence Avrupa tek kutupluluğa ve Amerikan hegemonyasının devamlılığına dayalı bu dünya düzenine tamamen güveniyor. Bence bu işin başında Amerikalılar Avrupalılara şunu sattılar: “Ukraynalılara silah vereceğiz, Ruslara yaptırım uygulayacağız, hafta sonuna kadar Rus ekonomisi çökecek ve uluslararası sistemde otoritemizi yeniden tesis edeceğiz, çok kutupluluk olmayacak.” Bence Avrupalılar başlangıçta neye bulaştığımızı bilselerdi, daha temkinli olurduk. Çünkü şu anda Avrupa’da büyük iktisadi sorunlar, Almanya’nın sanayisizleşmesini görüyoruz.
Sanırım Avrupa’da ne olacağı çok önceden tahmin edilebilirdi çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’daki bu ayrım çizgilerini korumaya ve onları Rusya’ya yaklaştırmaya karar verdik ve bu da savaşı tetikledi. Sorun şu ki Avrupa zayıflayacak, kendini daha fazla yoracak ve bu hem Avrupalılar hem de Ruslar için kötü olacak. Çünkü artık Avrupalılar biraz daha ABD koruması altına çekilmek zorunda kalacaklar ve bunun olduğunu zaten gördük, ABD güvenliğine daha bağımlı hale geldiler. Bu da Amerikalıların Avrupalılar üzerinde daha fazla güce sahip olduğu anlamına geliyor. Şimdi bu güvenlik bağımlılığını iktisadi bağlılığa dönüştürüyorlar. Avrupalılara Ruslarla ilişkilerini kesmelerini söylediler. Şimdi de Avrupalılara Çinlilerle ilişkilerini kesmeleri için baskı yapıyorlar.
Avrupa’ya ne olacak? Tamamen ABD’ye bağımlı olacaklar ki bu da özerklik ya da Avrupa’nın bağımsızlığı ile ilgili tüm hayallerin yok olması anlamına geliyor.
Bu arada Rusya’nın başka sorunları da var. İdeal olarak ortaklıklarını çeşitlendirmek istiyor, mümkün olduğunca çok ortağa sahip olmak istiyor ki kimseye aşırı bağımlı olmasın. Fakat şimdi, Çin’e başlangıçta umduklarından çok daha fazla bağımlı olacaklar. Yine de Çin, Rusya’nın en önemli ortağı, dolayısıyla bunu çözmeye çalışacaklar.
Genel olarak, bölünmüş Avrupa zayıfladı, ya ABD’ye ya da Çin’e daha bağımlı olacak.
Size göre Rusya şu anda birbiriyle çelişen iki gerekliliği, yani ‘irrasyonel’ geleneksel toplum ile ‘rasyonel’ karmaşık toplumu dengeliyor ve devrimci Sovyet deneyinin aksine kendisini Avrupa medeniyetinin savunucusu olarak konumlandırıyor. Avrupa’daki ‘popülizm’ ile Rusya arasında kurulacak bir ittifakın Batının çöküşünü tersine çevirebileceğini düşünüyor musunuz?
Bence Avrupa’da askerileştirilmiş bir bölünme çizgisine sahip olmak onu kesinlikle zayıflatacak, bu kıtayı büyük güçlerin kullandığı yeni bir Ortadoğu haline getirecek ve fiilen bir satranç tahtasına dönüştürecektir. Ukrayna’da zaten bunu gördük. Ve Ukrayna’daki bu sorun tüm Avrupa’ya yayılacaktır.
Rusya’nın kendi toplumsal sorunları var. Rusya birçok nedenden ötürü kesinlikle daha muhafazakâr bir çizgiye doğru ilerliyor. Rus tarihinin en önemli sorunu çok bölünmüş bir ülke olması. Yüzlerce yıl Moğol boyunduruğu altında yaşadı. Ve sonra Moskova knezliği. 1700’lerde Rusya’yı bir Avrupa ülkesi olarak yeniden keşfettiler. Kendi geçmişlerinden koptular, alfabeyi, giyimlerini, görünüşlerini, konuşmalarını, her şeyi değiştirdiler. Bu Rusya’yı ikiye böldü. Rusya’nın ne olduğu hakkında iki fikriniz vardı. Ve Bolşevik Devrimi. Şimdi komünist bir Rusya fikriniz var. Bir de 1990’larda liberal bir Rusya fikri var.
Sorun şu ki, bu kadar bölünmüş bir ülkeye sahip olduğunuzda, muhaliflerinizle birlikte çalışmaz, onları ezmeye çalışırsınız. Bu demokrasi için iyi değildir, iç bütünlük için de iyi değildir. Ve dış güçlerin iç bölünmeleri istismar etmesine karşı çok savunmasızsınız, açıkçası Batıda biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Rusya, Rus tarihinin son 1000 yılını birleştirmeye çalıştığı bu yeni muhafazakâr yolu izliyor.
Yani Dostoyevski’nin 1800’lerde savunduğu şeyi etkili bir şekilde yaparak: Rus tarihinin tüm bu farklı parçaları aynı Rusya’nın parçalarıdır. Rusya Avrupalı olacak, Avrasyalı olacak, sosyalist bir geçmişe sahip olacak, bir miktar liberalizme sahip olacak. Dolayısıyla Rusya, Batıdaki liberalizmin aşırılıkları olarak gördükleri şeyleri büyük ölçüde reddedecektir. Çünkü Batıda bizim farklı bir sorunumuz var ve bu yüzden Ruslar bunu bir şekilde Bolşevik Devrimi ile kıyaslıyorlar, ki biz de kendi geçmişimizden uzaklaşıyoruz.
Liberal ulus-devlet çok güçlü bir araçtı. Gruba dayanıyordu. Kültür, dil, tüm bunlar açıkça grup içinde bir iç bütünlük yaratıyordu. Ama aynı zamanda bunun üzerine bireyciliği, bireysel özgürlüğü, çok istikrarlı ve aynı zamanda ilerici olan bir şeyi inşa ediyorsunuz. Bununla birlikte, son birkaç yıldır Batıda pek çok kişi bireyciliğin ya da liberalizmin ulus-devletlerden etkin bir şekilde ayrıştığından endişe ediyor. “Ulusal kültüre ihtiyacımız yok, biz çok kültürlüyüz. Laikliğe ihtiyacımız yok, devlet ve kiliseyi birbirinden ayırmak yeterli değil, kiliseyi toplumun tamamen dışına itecek radikal bir laikliğe ihtiyacımız var.” Dolayısıyla, bu tür pek çok şey bölünmeye neden oluyor.
Rusya ile Batılı muhafazakârlar arasındaki olası yakınlaşma hakkında söylediklerim, ki bence özellikle Trump ya da Tucker Carlson gibi Amerikalı muhafazakârlara bakarsanız bunu zaten görebilirsiniz. Belki daha az ölçüde Macaristan’dan [Viktor] Orban’a da. Bu muhafazakâr Rusya’nın da bizim gibi benzer sorunlarla uğraştığını düşünüyorlar. Çünkü Soğuk Savaş’tan sonra Avrupa’yı birleştirmek yerine yeniden bölmeye karar verdik. Yeni ayrım çizgisi komünizme karşı kapitalizm değil, liberalizme karşı otoriterlik. Bu da Rusya’yı baş düşmanımız haline getirdi.
Muhafazakârlar Rusya’yı etkin bir şekilde muhafazakâr bir devlet olarak görüyor. Bu da bölünmeleri tamamen değiştiriyor. Çünkü eğer çatışma liberalizm ve muhafazakârlık arasındaysa, Rusya başlıca düşmanımız olmaktan çıkıp önemli bir müttefikimiz haline geliyor. Dolayısıyla ideolojik temelde pek çok muhafazakârın artık Ruslarla ortak bir davaya sahip olduğunu görüyorsunuz.
Ancak bunun da ötesinde, 1990’ların sona erdiğine dair sağduyu var. Her türlü hegemonya arzusu tükendi. Gerçeklerle yüzleşmemiz gerektiğine dair bir kabul var. Ve bu gerçeklik, NATO’yu Rusya sınırına kadar genişletebileceğiniz ve bunun istikrar için bir reçete olacağı fikrinin gerçekleşmeyeceğidir. Dolayısıyla şu anda Batıyı bu açıdan bölen pek çok şey olduğunu düşünüyorum.
Diplomasi
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için diplomatik kanallara dönülmesi” çağrısı yaptı.
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.
Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.
‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’
Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.
Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.
‘Çin İran’da istikrardan yana’
Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.
Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:
- Ekonomik durgunluk
“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”
- Nükleer pazarlık
“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”
- Ulusal güvenlik
“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”
İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.
Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.
Görüş
Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.
Nikola Mikovic, gazeteci-yazar
Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.
Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.
Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.
Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.
Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.
Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.
Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.
Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.
Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.
Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.
Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.
Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.
Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.
Söyleşi
Ulrike Guerot: Avrupalılar olarak bu küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz?

Alman siyaset bilimci ve yazar Ulrike Guerot ile son yıllarda genel olarak Avrupa’da ve özel olarak Almanya’da nelerin değiştiğini anlattığı yeni kitabını konuştuk. Kitabın adı Değişen Zamanlar [ZeitenWenden]. Guerot bu kitapta ayrıca Batı ve Doğu‘nun yeni şartlar altında nasıl yeniden işbirliği yapabileceğini de ele alıyor.
Kitabınız, Ukrayna savaşının başlamasından sonra, Almanya’nın ve Avrupa’nın dönüşümünün olağanüstü bir örneği olarak kişisel deneyiminizle başlıyor. Bonn Üniversitesi’ndeki görevinizden istifa etmek zorunda kaldınız. Bu sürecin nasıl başladığını ve geliştiğini anlatır mısınız?
Evet, doğru. Ben bir Alman profesörüm, Bonn Üniversitesi’ne gelmeden önce başka ülkelerde, Avusturya’da da ders veriyordum. Temel olarak, Avrupa entegrasyon çalışmalarına, özellikle Avrupa entegrasyonunun tarihine ve Almanya‘nın bu süreçteki rolüne odaklandım.
1990’lardan beri Avrupa Birliği içinde çalışmış olmaktan dolayı uzun yıllara dayanan bir deneyime sahibim ve bu sayede AB’nin iç işleyişini ilk elden tanıma fırsatı buldum. Yıllar geçtikçe, özellikle bankacılık krizi gibi olaylar sırasında, AB’nin yönetim yapılarındaki ciddi kusurları ortaya çıkardığı için, AB’ye karşı giderek daha eleştirel bir tavır benimsedim. Reformların acilen gerekli olduğu bana açıkça göründü, fakat AB anlamlı değişikliklere sürekli direndi; her zaman bu reformları reddetti. Türkiye’nin olası üyeliği ve ortaklık anlaşmalarına ilişkin tartışmalar da dahil olmak üzere, AB’de kurumsal reformları savunan birkaç kitap yazmıştım.
Ve sonra savaş geldi. Durum daha da karmaşık hale büründü. Savaş benim için bir şeylerin temelden değişmesi gerektiğini gösteren son unsurdu. Bunu, Avrupa’nın transatlantik ayrılıkçılığa daha da sürüklendiğinin bir işareti olarak gördüm ve büyük ölçüde Maidan’a kadar uzanan ABD’nin stratejik planlamasının etkisiyle bir vekalet savaşı olarak yorumladım.
Son kitabımda, Halford MacKinder’in Kara Hâkimiyet Teorisi teorisini ele alıyorum ve birçok gözlemcinin mevcut çatışmanın doruk noktası olarak gördüğü, NATO‘nun Avrasya‘ya doğru genişlemesine değiniyorum. Bana göre bu strateji, Avrupa için sosyal, ekonomik ve özellikle jeostratejik açıdan, intihar anlamına geliyor.
Tarihsel olarak, Willy Brandt, Olof Palme ve Bruno Kreisky gibi isimlerin temsil ettiği Almanya‘nın yaklaşımı, Rusya‘ya karşı değil, Rusya ile barış arayışıydı. 1989‘da Berlin Duvarı‘nın yıkılmasından sonra, Rusya ile işbirliği içinde özgür ve güvenli bir Avrupa inşa etme vizyonu ortaya çıktı ve bu vizyon 1990‘daki Paris Şartı gibi anlaşmalarla resmileşti.
1990’ların başında Avrupa’nın iki ana hedefi vardı: Hedefimiz siyasi bir Avrupa yaratmaktı. Bu Avrupa Birliği Maastricht Anlaşması olarak adlandırılır. Diğeri de, Rusya ile bir barış mimarisi.
Benim temel iddiam, 30 yıl sonra, Bu iki hedefin de tamamen çökmekte olduğu yönündedir. Avrupa gerçek bir siyasi birlik kurmayı başaramadı. Vatandaşlar, AB yönetiminin şeffaflık eksikliğinden dolayı, kendilerini ihanete uğramış hissediyor ve Birlik ciddi bir baskı altında.
Barış cephesinde ise, ortaklık yerine Avrupa şimdi, çatışma yoluyla birlik kurmaya çalışıyor, Rusya‘ya karşı bir biçimde barış sağlamaya ve savaş yoluyla Avrupa’yı birleştirmeye çalışıyor.
Benim için bu yalnızca tamamen absürt değil, aynı zamanda çılgınlık çünkü Avrupa bir barış tarihi üzerine inşa edildi.
Yıllarca vatandaşlara şunu söyledik Avrupa artık savaş demek değildir ve şimdi şunu deniyoruz: Bayan [Ursula] von der Leyen’in kitabına bakın. Avrupa’yı Rusya’ya karşı birleştirmeye çalışıyor. Bunun halihazırda işe yaramadığını görebilirsiniz. Sadece Macaristan‘da [Viktor] Orban, Slovakya’da [Robert] Fico karşı olduğu için değil, aynı zamanda Romanya ve diğer birçok ülkede buna itirazlar olduğunu için.
Güney ülkelerini de görüyorsunuz Yunanistan, İtalya ya da İspanya gibi. Bu savaşı istemeyen büyük bir nüfus. Özünde, savaş Baltık’a özgü bir şey. Çoğunlukla Baltık ülkeleri istiyor. Sonra Kaja Kallas’ımız var. Estonyalı Dış Politika Yüksek Temsilcisi ve büyük bir kurumsal etkiye sahip.
Kitaptaki argüman şudur: Eğer Avrupa, şimdi Rusya ile değil, Rusya‘ya karşı barış yapmak istiyorsa, tarihine ihanet ediyor. Başarılı olamayacak. Savaş yapamaz, savaşı kazanamaz. Bu, bir tür transatlantik çerçeve içinde, elit çıkarların öncülüğünde yürütülen ve nihayetinde Avrupa için intihar anlamına gelen, bir süreç olarak sonsuza kadar devam edecek.
Bu yüzden kitabım BRICS ülkelerine bir teklif niteliğinde. Türkiye, Rusya, Çin ve Arap dünyasına. Bugün sizinle nerede konuşmaktan mutluluk duyuyorum. Ama aynı zamanda Rusya‘ya, Çinlilere de, Arap dünyasına şunu söylemek istiyorum: Avrupa hayatta kalmak istiyorsa, doğuya dönmesi gerekiyor. Avrupa‘nın güneye dönmesi gerekiyor. Dolayısıyla BRICS dinamiklerine bakması gerekiyor, Doğu ve Arap dinamikleriyle ilişki kurması gerekiyor.
Bu, geliştirmeye çalıştığım ana fikir ve bu kitabı tartışma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu bir uzlaşma teklifi. Ben gerçekten Avrupa’nın rotasını temelden değiştirmesi gerektiğine inanıyorum.
O halde gelin, kitabınızı derinlemesine inceleyelim. Kitabınızdaki bölümlere baktığımızda, Avrupa ile genellikle ilişkilendirdiğimiz demokrasi, insan hakları, siyasi katılım ve benzerleri gibi değerlere elveda dediğinizi görüyoruz. Elbette kimileri Avrupa’nın hiçbir zaman gerçek anlamda, bu değerlerin olmadığını söylese de, bir değişimin yaşanmakta olduğu açık. Bu nasıl oldu?
Öncelikle şunu söylemeliyim, Belki de bu benim kişisel hayatımla da ilgili. 1990’larda Jacques Delors’un başkanlığında Avrupa Komisyonu’nda çalıştım. 60 yaşındayım. Ben Almanya’da doğdum, Batı Almanya’da, 64 yılında. Türkiye’nin AB üyeliğine ilk başvurduğu yıl. Kuzey Ren-Vestfalya’da doğdum, ki bu bölge de doğası gereği Hıristiyan ve Avrupa liberalizmine yakın.
Hayatım boyunca, Avrupa’nın yaptığı tüm değişiklikleri gördüm. Avrupa Anayasası 2003’te başarısız oldu. Sonra bankacılık krizi geldi, sonra kemer sıkma politikaları geldi ve bu böyle devam etti. Yani ben, 20 yıldan beri, tüm değişimleri gözlemliyorum. Ve itiraf etmeliyim ki, 2003’teki Anayasa başarısızlığından önce gerçekten başarabileceğimizi düşünmüştüm. Demokratik bir hukuk devleti, sosyal, barışçıl bir Avrupa kurabiliriz. Rüya buydu.
O zamanlar kitaplarımız vardı, Jeremy’nin Rifkin’in Avrupa Rüyası gibi kitapları, Amerikan Rüyasını gölgede bırakacağımızı savunuyordu. Yani, yüzyılın başlangıcını hatırlayın. Avrupa oradaydı. 2000‘lerin başında, ABD Irak Savaşı‘na saplanmışken, dünya sosyal adalet ve uluslararası hukukun geleceği olarak Avrupa‘ya bakıyordu. Tamam, ABD artık dışarda kalmıştı. Pax Americana bitmişti, Avrupa artık yeni bir tür entiteydi; hukukun üstünlüğünü, sosyal adalet ve her şey.
Bir Avrupalı olarak benim için de, 20 yılın ardından Avrupa’nın vaatlerini yerine getirmemesini analiz etmek kolay değil. Bunun yerine Avrupa dijital kredisi yapıyoruz. Her zamankinden daha fazla gözetim ve kontrol yapıyoruz. Şeffaflığımız her zamankinden daha az, vatandaşların siyasete katılımı hangi Avrupa demokrasisinde olursa olsun ortada yok.
Ama AB gitgide NATO ile uyumlu hale geliyor. Avrupa’da bir yeniden silahlanma var. Şimdi Avrupa savaş istiyor. Yani, Avrupa tamamen, olacağını söylediği şeye ihanet ediyor.
Örneğin şunu gözlemliyorum, Ukrayna ve Minsk anlaşmaları hakkında ve başarısız olan her şey hakkında söylenecek çok şey var. Ama Avrupa’nın şimdi „kurallara dayalı düzen“ dediğimiz şey hakkında konuşuyor olduğunu görüyoruz. Çünkü BM Şartı olarak bilinen, uluslararası ortak hukuk olan, bizi küresel olarak birleştiren şeyden konuşmaktan kaçınmamız gerekiyor. Çünkü Avrupa, AB, birçok Avrupa ülkesi, kendileri de BM Şartı’nı ihlal ediyor.
Evet, UCM ile ilgili olarak da aynısı geçerli. Netanyahu’ya ve tüm bu düzenlemelere bakın ve Avrupa ülkeleri ile AB’nin uluslararası hukuku çiğneyerek, artık BM Şartı’na dayanmamak için bunu kural temelli düzen olarak adlandırdıklarını görün.
Kurala dayalı düzen… Ki bu bir çeşit, daha güçlü olanların hakkı olarak icat ettiğimiz bir düzen. Bunu nasıl farklı bir şekilde açıklamak istersiniz? Bu beni utandırıyor. Ben bir Avrupalıyım ve ben Avrupa ülkelerinin olmak istedikleri şeye, yani makul, insani, hümanist ideolojiye bağlı kalacaklarını düşünüyordum. Hümanist düzen ve bu tür bir güce.
Ve Avrupa’nın, tüm bunların sapmakta olduğunu görüyorum ve Avrupa’nın dünyadaki rolünün ne olabileceği ve olması gerektiği ve ne sunduğumuz ve bunlardan herhangi birini sunup sunmadığımız konusunda endişeliyim. Bu beni utandırıyor. Bence bu birçok Avrupalı için utanç verici.
İşte bu yüzden kitabımı yazdım. Kitap, bir bakıma, bir yardım çığlığıdır. Avrupa’ya bakın, bilirsiniz, sıkışmış ve NATO kontrolündeki bir zımbırtı gibi.
Benim argümanım şu ki, Atlantik sonrası bir Avrupa yaratmalıyız. Bu Atlantik sonrası Avrupa’nın, Doğu-Batı ilişkisinde çıpa atması gerekiyor. BRICS topluluğu ile birlikte çıpa atması gerekiyor. Biz bu “Batı” denen şeyden çıkan ahlaki üstünlüğümüzden geliyoruz. Batı ölüdür, Batı’nın başarısız olduğu şey budur.
Bence Avrupa’nın yapması gereken çok iş var, kendimizi, kim olduğumuzu düşünmek, Ne vaat ettik, neyi yerine getiremedik ve anı nasıl yakalayabileceğiz… Kitabın adı da bu yüzden ZeitenWenden. Tamamen değişmekte olan bir dünyayı nasıl yakalayabileceğimizle ilgili.
İç içe geçmiş birkaç soru sormak istiyorum. Platon ve Antik Yunan’dan beri Avrupa’nın bir cumhuriyet olduğunu tartışıyorsunuz. Ama bugün, sizin görüşünüze göre, Avrupa, ABD‘nin , İsrail ve Siyonizm’in yanında ve kapitalizmin, ya da kapitalizmin neoliberal biçiminin içinde. Sizce Avrupa’nın bu üç zincirden özgür kalmadan tekrar kendi ayakları üzerinde durması mümkün mü? Ve akla başka bir soru geliyor. Avrupa tasvir ettiğiniz kadar birlik içinde mi? Yani, mesela, Yunan halkı ve Alman halkının çıkarları nasıl aynı olabilir?
Zeitenwenden, değişim rüzgarı, değişim zamanı. Almanya’da yayımlandı ve aslında yeni çeviriler yapacağını umuyorum. Çünkü bu uluslararası diyaloğa dair ipuçları vermek istiyorum: Avrupa’nın ne olduğunu, dünyadaki rolünün ne olabileceğini.
Diğer ülkeler ise, kabul edelim, Avrupa’ya çok fazla kızgın. Evet, çünkü anladığım bu. Anladığım kadarıyla birçok Rus ya da İran ya da Türkiye’den ya da Latin Amerika‘dan insanlar, Avrupa’ya bakıyorlar ve şunu hissediyorlar: „Ne yapıyorsun?“ Biliyorsunuz, Ukrayna’daki savaş vesaire, vesaire.
Hepimizin içinde yer aldığımız bu anda küresel bir değişimi deneyimliyoruz. Bir tartışma yapabiliriz. Avrupa’ya hâlâ bir yer var mı? Ve bu yer nerede?
Kitap esasen üç bölümden oluşuyor. Şunu söylemem önemli: Bu bilimsel bir kitap değil. Bu bir deneme. Deneme içinde bulunduğumuz anı yakalamaya çalışıyor. Benim için temel olarak baskı altındaki üç şeyi yakalamaya çalışıyor. İlki akıl. İlk bölüm sadece, gözlemlediklerime ilişkin bazı açıklamalar; dijitalleşmeyle, bürokrasiyle ilgili. Biz neden artık dünyayı anlamıyoruz? Çünkü her şeyi bilişsel olarak öğrenmeye çalışıyoruz. Artık birbirimize dokunmuyoruz. Dokunsal becerilerimizi kaybediyoruz. Biliyorsunuz, dijitalleşmenin zihnimize ne yaptığı ve nasıl düşündüğümüzü belirlediği hakkında büyük bir literatür var; ayrıca bilimin matematikleştirilmesi hakkında. Dünyanın bir model ve her şey bir simülasyon olduğunu düşünmek hakkında. İklim tartışmalarına bakın, Covid tartışmalarna: Her şey modellenebilir. Ben sadece modern epistemolojinin kavrayışına, dünyayı nasıl anladığımıza bir çeşit eleştiri yapıyorum.
İkincisi, demokrasi üzerine bir tefekkür. Bize demokrasinin ne olduğu hakkında ne söylendi ve demokrasi bugün nerede duruyor? Hâlâ demokrasinin içinde miyiz? İşte bu konuyu burada tartışıyorum. Eğer eski metinlere bakarsanız, özellikle Antik Yunan’da Platon’un yazılarına, üslüpların şahı Cumhuriyettir. Düşünce tarihinde Yunan sözcükleri res publica ve Agora vardır. Örneğin Aristoteles’i okursanız, Cumhuriyetin ne olduğu konusunda net bir ayrım vardır. Bu da vatandaşların katılımıdır, Az çok kendi kaderini tayin eden bir yerleşimdir. Ayrıca vatandaşlar için eşit haklar da vardır. Demokrasi bir bakıma formel bir şeydir. Her beş yılda bir ya da dört yılda bir oy kullanırsınız ve böylece demokrasi vardır. Dolayısıyla, Cumhuriyetin normatif olarak daha yüksek bir nosyon olduğuna dair geniş bir literatür var. Kamusal varlığın normatif düzeni Cumhuriyettir. Bunu Aristoteles’ten kalkarak söyleyebilirsiniz; de la République‘ten, Kant’tan Hannah Arendt’ten kalkarak.
Bu yüzden şunu da söylemek istiyorum: Bugün herkes demokrasiden bahsediyor. Peki Cumhuriyet’i geliştirebilir miyiz? Ve biz de bu farklı normatif Cumhuriyet’in üstünlüğünü açıklayabilir miyiz? İkinci bölümde statis nosyonunu kullandım. Statis normalde Yunanca’da şu anlama gelir: Eğer bir şey engellenmişse, bazen bu iç savaş olarak tercüme edilir. Ama temel olarak şunu söylüyorum: En azından Almanya’da, ama sanırım diğer ülkelerde de, herkes demokrasiyi kurtarmak istiyor. Yeni ifade bu. Şimdi demokrasiyi kurtarmamız gerekiyor. Ben de tamam dedim, Cumhuriyetin ne olduğuna bakalım. Ama ikincisi, iç savaşa çok yakınız, çünkü temelde şöyle bir karşılaşmamız var: liberal toplumlar ve popülist toplumlar. Ve bu bir çeşit, bilirsiniz, çatışma… Medeniyetler çatışması demezdim; o kitap çoktan yazıldı. Evet, ama toplumun iki kesiminin çatışmasıdır. Ve bu Atlantik’in her iki yakasında böyle.
Bugün Avrupa’nın yalnız olmadığını söylüyoruz. Trump yönetimindeki ABD, Avrupa’yı yalnız bırakıyor. İimdi Avrupa’nın yeniden silahlanması gerekiyor vesaire. Ben de diyorum ki, hayır, bu doğru değil. Gerçekten doğru olan şey, ki ben buna transatlantik iç savaş diyorum. Modern ülkelerin çoğu kısmen öyledir, popülist, sözümona popülist ve kısmen liberal-woke’çu diyelim. Bu çakışmayı her yerde görebilirsiniz. Bunu Türkiye’de Erdoğan, Rusya’da Putin ile küresel prizmadan görüyorsunuz. Ama bunu Fransa’da görüyorsunuz, Macron’un arşı tarafında, Marine Le Pen’i seçimlerden uzaklaştırmada görüyorsunuz. Amerika’daki liberaller de Donald Trump’ı dava etmek istedi. Bu yüzden ben buna hukuk savaşı diyorum. Siyasi çatışmalarımızı, artık seçimlerle veya politik olarak yapmıyoruz. Hukuk savaşı yapıyoruz ve siyasi rakipler hapse atılıyor. Ya da artık seçim yapılamıyor; Fransa’daki gibi. Ayrıca Romanya seçimleri gibi konulara da bakmamız gerekir. Aralık ayında orada gerçekte ne oldu?
Yani hukuk savaşı yapıyoruz, Çünkü artık siyaset yapamıyoruz. Çünkü liberalizm ile popülizm arasında bu karşı karşıya geliş var. Bunu, transatlantik iç savaş çerçevesi içinde, açıkça ifade ediyorum.
Bir de üçüncü bölüm var ve sanırım üçüncü bölüm, Türkçe, Hintçe, Rusça veya Farsça okurlar için, en ilginç olanı olabilir. Zaten söylediğim gibi, Avrupa bugün Batı’nın bir parçası olarak yoluna devam edemez. Avrupa’yı, bundan Batı Avrupa’yı anlıyoruz, her zaman Batı’nın bir parçası olduğumuzu söyleriz, ama bence belirgin bir şekilde farklı bir Avrupa uygarlığı keşfetmemiz gerekiyor.
Bu uygarlık aynı zamanda bir değer. Evet, burası Batı değil, ABD değil. Biz Starbucks değiliz. Gazlı Freddo kahvemiz var ve bu daha da iyi. Biz Hollywood değiliz; Chabrol ve Pasolini var. Çok farklı bir sinema kültürü var. Bizde neoliberalizm yok, bilirsiniz, antik çağın, Avrupa kültürünün yazılarında. Çünkü biz Cumhuriyetçiyiz. Bu aynı zamanda sosyal bir bileşen.
Avrupa’da çok şey var, devrimler. Daha çok yoksullarla ilgili. Yani, Hristiyan geleneğini kastediyorum, sosyalist geleneği, emekçi halk, işçi sınıfı geleneği burada çok güçlüdür. İdam cezamız yok çünkü Biz Hıristiyanız, vesaire.
Bu yüzden medenileştirici Avrupa kültürünün unsurlarını, farklı bir şekilde yeniden keşfetmeye çalışıyorum. Bence bu kültür, bu özellikler, Batı ile uyumlu değildir. Yani Avrupa’nın Batı’dan gizlice kaçması gerekiyor. Avrupa’yı rafine etmesi ve sonra Avrupa’nın ne olduğuna bakması gerekiyor.
Avrupa bir Cumhuriyettir. Respublica, kapitalizmden farklı bir normatif düzen. Cumhuriyetin bir refah düzeni vardır. Bu kapitalist, yani senin milyonlar kazandığın bir düzen değil. Evet. Cumhuriyet normatif olarak farklı bir şeydir.
Ayrıca Doğu olmadan Avrupa bir hiçtir. Ayaklarıyla Avrasya topraklarında durur. Bunu Avrupa’nın bugün ne yapması gerektiği konusuna tercüme edersek, bu sadece, Avrupa Rusya ve Avrasya ile yeniden bağlanmalı demektir, çünkü o topraklarda duruyor. Buna ihtiyacı var. Arap dünyasına bakıyor ve bir ayna pozisyonunda olduğumuzu anlıyor. Homeros‘tan, İlyada‘dan beri: Doğu-Batı ile ilişkilerimiz nedir? 2000 yıllık Truva savaşından beri.
Biliyorum ki, göç konusunda büyük bir çatışma var. Avrupa‘ya gelen bu Müslümanlar, vesaire. Bu da Avrupa’da popülizm yaratıyor. Hristiyanlık tarafındaki ülkelerde. Bir diyalog öneriyorum, göç yaratan cihatçılığın ve popülizmin kökenlerine bakmayı öneriyorum.
Böylece şunu tartışabiliriz: Popülizmin sosyal bir argümanı vardır. Popülizm bir sonuçtur. Avrupa’da çok fazla sosyal yoksunluk var. Yani popülizm var. Cihatçılık ABD’nin bölgeye demokrasi götrümesinden gelir. Yani temelde savunduğum, argüman olarak sunduğum şey her iki şey de bir şekilde ABD’den geliyor. Kapitalizm ve cihatçılık.
Sorumu çaldınız. Avrupa’daki Amerikan hegemonyasından ve Atlantik sonrası bir dönemden bahsediyorsunuz. Kitabınızda bu yükselişlerin, yani Avrupa’da popülizm ve cihatçılığın, Bu ucubelerin, neoliberal dönem ve Amerikan işgali tarafından oluşturulduğunu, ABD’nin Ortadoğu’daki işgalleri ve demokrasi götürmesi ile ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Ayrıca, bu bağlamda, siz de işaret ediyorsunuz ki bu fenomen Almanya’da da var. Yani popülist fenomenler, Avrupa’da da genel olarak var. Peki sizce bu da, Yani Almanya’daki fenomen, yani Amerikanlaşmanın bu sürecin bir sonucu olarak, Özellikle Avrupa ve Almanya’da ortaya çıkmış olabilir mi? Ayrıca ilginç bir şeye işaret ediyorsunuz. Sözümona liberteryen politikanın, ABD’de ortaya çıktığını ve ayrıca Avrupa’da, liberteryenliğin siyasi gelenek olmadığını söylüyorsunuz. Ama şimdi öyle görünüyor ki, AfD, Özellikle Elon Musk ve diğer teknoloji devleri ile olan ilişkileri nedeniyle bu görüşü yayıyor. Şimdi eğer liberteryen politikanın bir çeşit taşıyıcı varsa bu da refah devletlerini parçalamak demek, eğer hâlâ biraz kaldıysa tabii. Peki sizce, Avrupa bir çeşit yeni transatlantik sisteme doğru mu itiliyor?
Şu köşedeki sevgili kafem. Berlin’de oturuyorum. Onu bir Türk işletiyor. O bir Türk sosyalisti ve onda tüm bu Türk sosyalistlerinin sahip olduğu güçlü bir şey var. Belli ki, Türkiye’nin bir emek geleneği var, sosyalist bir geleneği var ve bunu görmek çok ilginç, Bu insanlarla bağlantı kurabilirim. Burada güçlü bir bağlantı olduğunu, bir çeşit düşünce, teori olduğunu görüyorum. Bunu söylemek benim için önemli çünkü o zaman eğer Türkiye‘de buna sahip olduğunuz konusunda anlaşırsak, „Sizin böyle bir geleneğiniz var ve biz Avrupa’da aynı geleneğe sahibiz,“ o zaman bunu yapabiliriz. Fikir, yani kitabımın argümanı budur.
Şu konuda hemfikir olabiliriz: Kapitalizm Cumhuriyeti yok etti. Yani, bu özünde tartıştığım şey. Evet, Cumhuriyet kapitalizm değildir ve siz de Türkiye Cumhuriyeti’siniz. Yani temelde kapitalizm toplumu yok eder. Ama her bakımdan: cinsiyet ilişkilerinde onu yok eder. Tüm bu söylemleri, wokçuluğu, transgender vesaireyi söylüyorum. Vatandaşların atomize olması söz konusu.
Fransa’da olanlara bakın. Sarı Yelekliler yok edildi. Yani toplumsal protesto, az ya da çok bugün, yapılamaz. Böylece protestonun yönü değiştirildi. Sosyal protestolardan sağa doğru kayış oldu. Toplumsal protesto daha sonra sağcı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğradı. Temel değişim budur: Toplumu yok eden şeyin kökenlerini; tüm toplumları, Arap toplumlarını, Avrupalıları, Türk toplumunu neyin yok ettiğinin kökenlerini göremezden gelmek.
Şimdi bu dünyada, popülistler buna karşı çıkıyor çünkü sol başarısız oldu. Ayrıca kitabımda uzun bir yolculuk var. Sol bu yıkıma karşı çıktı. Kapitalizme karşı çıktılar ama başarısız oldular ve sonra protesto popülistlere yöneldi.
Ama popülistler devrim yapmazlar. Popülist direnişin gerici bir tarafı vardır. Bu yüzden de gerici olarak suçlanabilir. İşte sorun da bu. Fransa’da ya da Hollanda’da ya da İtalya’da ya da İspanya ve Almanya’da bunu söyleyebilirim.
Her zaman aynı fenomen görünüyor. Toplumsal protesto, soldan radikal sağa gitti. Ama sağcı siyasete de izin verilmiyor. Ve sonra liberaller bağırıyor, „Ah, demokrasi tehdit altında, popülizm ve aşırı sağcılık geliyor,“ vesaire. İşte olan bu.
Açıkçası AfD yıllardır sağcı, aşırılıkçı, antisemitik, vesaire olarak suçlanıyor. Sağ-sol siyasi yelpazesi, artık açık biçimde, yukarıdakiler-aşağıdakiler yelpazesine dönüştü. Yani kendini merkeze koyan bir oligarşi var, yönetici pozisyonlardalar ve halk aşağıda bir yerde. Fakat siyasi bölünmeler artık sağ veya sol değil çünkü şimdi liberaller diyor ki, „Bu popülistlere karşı demokrasi̇yi̇ savunmak i̇çi̇n si̇ze i̇hti̇yacımiz var.“
Yani siyasi tartışma tamamen bozulmuş durumda. Şimdi, AfD’ye bakıyorum, sadece AfD‘ye değil, ayrıca Marine Le Pen’e ve Georgia Meloni’ye ne oldu diye bakıyorum. Benim iddiam, tüm bu partilerin başlangıçta halk partileri olarak başladığı yönünde. Gerçekten toplumsal çıkarları savunmak içinlerdi. Düşük enerji fiyatları, Rusya ile barış; yani, iyi şeyler.
Ama sonra görüyorsun ki; değişim Fransa‘da başladı. Bu partiler torpilleniyor mu? Çünkü artık görebilirsiniz ki AfD, yavaş yavaş Rusa ile bir anlayıştan yana olan partiden uzaklaşıyor ve, %5 savunma harcamasını savunan NATO hedefini savunan bir partiye dönüşüyor. Sosyal içgüdüleri olan bir partiden, oligarkların izlerinin bulunduğu bir partiye dönüşüyor. Alice Weidel’in Elon Musk ile görüşmesi; orada „Biz Hitler gibi değiliz, Hitler sosyalistti, biz liberteryeniz,“ demesi… Bir bakıma şunu iddia edebilirsiniz: Bu halka ihanettir. Bir zamanlar halktan yana durduğunu söyleyen bir partinin ihanetidir.
Toplumsal bir krize, savaşa tepki olarak olarak ortaya çıkan, iyi hedeflerle başlayan bu partiler, altları oyulmuş ve Atlantikçi, her ne pahasına olursa olsun NATO yanlısı, İsrail yanlısı hale geliyor ki bunlar Avrupa ve halklar için iyi şeyler değil.
Avrupa, Ruslara el uzatsa, Kuzey Akım boru hattını yeniden inşa etse, Doğu ile iyi bir ilişkisi olsa, ABD ve NATO ile, Silikon Vadisi balonu ile ilişkisini kesse çok daha iyi durumda olurdu çünkü bu bizim kültürümüzde yok. Bunlar bizim ekonomik geleneğimiz değil ama bunun yerine bu yöne gidiyoruz.
Benim argümanım yönetime gelmeden önce popülislerin aşındığı yönünde. Programatik ideolojilerinden sapıyorlar ve insanların ilgisi uzaklaşıyor. Yani alternatif artık bir alternatif değil. Mesele de bu zaten.
Aslında, Avrupa’yı, anı yakalamaya çağırıyorsunuz. çoklu kutupluluk anını. Avrupa Batı’ya bakmamalı, Güneydoğu‘ya bakmalı. Yani, Rusya, Türkiye vs gibi yerlere, Arap dünyasına. Belki Avrupa Atlantik sonrası dünyaya liderlik edebilir. Tüm bunların mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
Diyebilirim ki bu kitap bir yardım çığlığı. Benden, bir insan olarak, ama aynı zamanda tüm Avrupalılardan.
Birçok eleştirel Avrupalı var; Fransa’da, Hollanda’da, İtalya’da. Bu Avrupalılar temelde, böyle giderse, Avrupa’nın intihara meyilli olduğunu düşünüyor. Bu yüzden, Avrupa için, intihara meyilli olmak, Rusya ile barış yapmak değil, yaptırımların sonuna kadar gitmek demek.
Tam bir ihlal durumundayız. Bilirsiniz, istediğimiz zaman Rus parasına el koymak filan. Bu tamamen küresel uluslararası hukukun ihlali. Yani bu kibirli Avrupa, “Biz bu Rusun parasını kapabiliriz,” diyor. Bu çok saçma.
Bir yardım çığlığı, çünkü bence sayımız çok. Ben çok konferans veriyorum. Neredeyse her gün insanlar konuşuyorum. Avrupa’daki elitlerin çoğu Atlantikçi, NATO yanlısı ya da İsrail yanlısı. Bunu söylediğim için İsrail karşıtı diyorlar, ben İsrail karşıtı değilim. Ama eğer istiyorsanız, kendime anti-Siyonist derim. Gazze‘de neler olduğuna girmeye istekli değilim. İsrail‘in de insan hakları hukukuna saygı göstermesi gerekiyor. Gazze halkının açlıktan ölmesin, vesaire. Her şeyin İsrail’e bırakılmasına izin veremezsiniz. Buna yasal olarak izin verilemez. Bu yüzden Yanis Varoufakis’in ve diğerlerinin pozisyonu savunuyorum. Gazze’de olanlar iyi değil ve Avrupa bunu durdurmak için her şeyi yapmalı. Ama yapmıyoruz, dahası tam tersi oluyor.
Avrupa’da değiştirilecek çok şey var. Tekrar söyleyeyim, bir yardım çığlığı, Avrupa’nın yeniden düzenlemeye ihtiyacı olduğunu savunuyor; BRICS dünyası ile ilişkilerini açıklığa kavuşturmak, onlara bakmak, Arap dünyası ile, Rusya ile olan ilişkileri açıklığa kavuşturmak için.
Sorun şu ki, Avrupa’da hepimiz Putinci, Putin’in kuklaları, sağcı, Yahudi karşıtı, aşırı sağcı olarak damgalanıyoruz, ki bu da neden üniversiteden atıldığım hakkındaki ilk sorunuza getiriyor. Esasen sebepler bunlar. Çünkü tüm bu konularda çok eleştirel oldum. Ve sonra kitabımda bazı küçük hatalar buldular ve buna intihal dediler. Bu tamamen saçma bir şey.
Ama Avrupa’daki eleştirel kitle, tüm Avrupa ülkelerinde savaşa karşı olan vatandaşların oranı çoğunluk. İlk olarak bu savaşı isteyenler sadece elitler. İkincisi, eleştirel düşünürlerden oluşan kritik bir kitleye sahibiz. Tüm Avrupa ülkelerinde, ve Almanya’da eleştirel dergiler çıkarıyoruz.
Eğer kitap, etkileşim için bir başlangıç noktası olursa, BRICS topluluğunun temsilcileri ile etkileşim olursa ve sonra bunun ötesine geçip Kazakistan ile, Hindistan’la, Çin’le, İranlılarla etkileşim olursa ne mutlu.
Sanırım, Avrupa bunu yapabilir, çünkü şimdi kendi kendimizi düşünmeye ihtiyacımız var. Eğer dışarda Avrupa‘ya ayna tutacak bir dünya varsa, sizi bekliyoruz. Yeni bir dünyayı sizinle şekillendirmeyi bekliyoruz, ki bu da Pax Americana sonrasıdır, ki bu da oligarşi sonrasıdır, Amerikan egemenliği sonrasıdır.
Avrupa için seçim şudur: Bu Batı’da, küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz? ABD ve belki Kanada ve belki de Yeni Zelanda’da ve sonra bu küçük Avrupa ülkelerinde. Yoksa Avrupalılar olarak, çok kutuplu dünyayı şekillendiren bir role sahip bir parça mı olmak istiyoruz? Ben açıkça ikincisini umuyorum.
-
Görüş7 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta