Bizi Takip Edin

AVRUPA

Berlusconi’nin mirası: Serbest piyasa ruhuyla birleşmiş Hıristiyan Avrupa

Yayınlanma

Resmi düzeyde de kalsa İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ‘antifaşist konsensüs’ün kurulduğu en önemli ülkeydi İtalya. Genel oy hakkının kabulü, Kurucu Meclis’in oluşturulması ve Anayasa’nın yazım sürecine, antifaşist kurtuluş savaşında yer alan tüm güçler katılıyordu. İtalya’da antifaşist mücadele, Nazi Almanya’sının işgali ve işbirlikçi ‘Salo Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte kurtuluş savaşına da dönüşmüştü. 

“Resmi düzeyde de kalsa…” demiştik. Her ne kadar, antifaşist direnişin öncüsü partizanların esas örgütü İtalyan Komünist Partisi (CPI) de bu konsensüse dahil olsa da, İtalya’da rejim ABD ve NATO’nun emriyle Hıristiyan Demokratlar’ın (DC) merkezinde durduğu bir düzen partisinin kontrolündeydi. Bu düzen partisi, Gladio ve mafya eliyle vurucu gücünü komünistlere karşı kullanmaktan da çekinmiyordu. PCI ise, iktidara yönelmese de, ülke içinde başka bir ülke, İtalyan toplumu içinde başka bir toplumdu. Direnişteki fedakârlıklarından dolayı prestiji yüksekti. İşçi sınıfı içerisinde örgütlüydü. 1976 seçimlerinde yüzde 34,4 oy almış ve düzende belirgin bir korku yaratmıştı.

İşte bu tablo, kabaca, İtalyan Birinci Cumhuriyeti’ndeki güçler dengesini yansıtıyordu. 1980’lerde iki önemli değişim yaşanmaya başladı: Birincisi, İtalyan düzeni, Avrupa’daki ortak pazara tam entegrasyon planıyla yüksek faiz-liret devalüasyonu stratejisine geçti. Bu, bizim de çok aşina olduğumuz bir stratejiydi: ‘Rekabetçilik’ adına, işçi maliyetlerini düşürme, emekçilerin tüketimini kısma, küçük üreticinin krediye ulaşım imkânlarını daraltma, yoğun bir finansallaşma ve egemenliğin kısmen Brüksel’e devri. İkinci ve belki de daha şaşırtıcı olan gelişme, bu kemer sıkma politikalarına PCI’nın hızla gösterdiği uyumdu. İtalyan komünizmi, kendini zehirlemeye belki daha önce başlamıştı; ama bu, kritik bir eşiğin aşıldığı anlamına geliyordu. PCI’nın parti olarak katıldığı 1987’deki son seçimlerde oyunu 20 yılın en düşük seviyesine düşürmesi birçok şeyi anlatıyordu.

Bu tablo, Birinci Cumhuriyet’in üzerinde yükseldiği güçler dengesinin bozulması anlamına geldi. DC ile birlikte düzen partisinin kollarından biri olan İtalyan Sosyalist Partisi’nin (PSI) yolsuzluk, adam kayırma, nepotizme dayalı devlet içi mafyöz birlikteliği, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte teşhir ediliyordu. Bizde ‘Temiz Eller’ operasyonu olarak bilinen bu dönem, İtalya’da ilk cumhuriyetin sonunu ilan ediyor ve ‘magistrate’ (yargıç) yönetimini başlatıyordu.

İşte bu sıralarda, magistrate yönetiminin barutu tükenirken, adı sanı pek duyulmadık bir patron, ‘komünizmle mücadele’ için sahaya ineceğini ilan etti. 

Ama komünizm mi kalmıştı?

PCI deri değiştirmiş ve adını Demokratik Sol Parti (PDS) yapmıştı. PDS’yi reformist bulan devrimciler ise Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’ni kurmuşlardı. İkinci grup da eski PCI seçmenlerinden fena olmayan oylar alıyordu. 1993 yerel seçimleri, DC’nin kesin yenilgisi ile sonuçlanmış, PDS ise bir ölçüde zafer elde etmişti.

İşte Silvio Berlusconi, komünizmle mücadelesine, aslında ölmüş atı kırbaçlayan kıravatlı düzen adamlarının yerel seçim zaferi ile başlamıştı. İtalya için ‘parti siyasetinin’ bittiğini ilan ediyor, ülkenin yeni dönemde ‘tamamen yeni insanlarla’ yönetileceğini söylüyordu. Artık ‘popolo’ (halk) yoktu, ‘gente comune’ (sıradan insanlar) vardı. İtalya’nın kaderini bundan böyle halk değil, ‘seçmenlerin özgür birlikteliği’ belirleyecekti. ‘Sol güçler karteline’ karşı, hür teşebbüsü ve çalışma sevgisini Katolik İtalya’nın aile değerleriyle birleştirecek bir ‘özgürlükler kutbuna’ çağrı yapıyordu.

Berlusconi hem ‘geleneksel elitlere’ (yani, Birinci Cumhuriyet’in güç dengesine yerleşmiş olanlara) karşı savaş açıyordu, hem de Temiz Eller operasyonlarının durdurulmasını istiyordu.

Berlusconi, siyasete ve siyasetçiye meydan okuyarak, devletin ancak işletme ruhuyla tekrar işler hale gelebileceğini savunuyordu.

Bu ‘hantal devlet-işletme ruhu’ eleştirisini yapanlardan Lega’nın bugün Berlusconi’nin partisi ile koalisyon kurması şaşırtıcı olmasa gerek. Yine Birinci Cumhuriyet’te DC seçmenlerinin büyük oranda Forza Italia’ya oy veriyor olmaları da sürpriz sayılmamalı. Zira 1993’te değiştirilen seçim yasası ile birlikte, Amerikan usulü iki parti yönetimine doğru bir kayış başlamıştı. İşte Berlusconi, eski DC kitlesini yeni döneme taşıyan ana unsur olarak İtalyan siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kitle tabanının marjinalleştiği, örgüt siyasetinin gereksizleştiğinin ilan edildiği İkinci Cumhuriyet’te, kişilikler ön plana çıkıyor, ‘seçmen’ ile temas eden lider figürü örgüt adamlığının yerini alıyordu. Müteveffa Berlusconi, bu düzeni oturtmak için de çabalıyordu. Medya imparatorluğu, ‘karizmatik’ figür yaratmada en önemli araçtı. İtalyan Sağını, kendi suretinde yeniden yaratacaktı.

Ölümünün ardından kendisinden ‘ulusal egemenlik sevdalısı’ olarak bahsedenlerin düşündüğünün aksine, 1990’lı ve 2000’li yıllarda bütün İtalyan partilerinde olduğu gibi, AB’yi İtalya’yı ‘normalleştirecek’ bir dış unsur, mali disiplini sağlayarak devleti hantallıktan kurtaracak bir manivela olarak görüyordu.

İttifak kurduğu İtalya’nın Kardeşleri ve Lega ile birlikte, şimdilerde ‘postfaşist konsensüs’ olarak adlandırılan ‘siyaset karşıtı’ sağcı söylemi yerleştirmek için çok uğraştı. Veciz sözü, “Mussolini iyi huylu bir diktatördü,” bu konsensüsü iyi anlatır: Birinci Cumhuriyet’in esas motoru antifaşist direnişçiler, artık faşistler kadar gaddar, zalim ve şiddet yanlısı olarak resmedilmektedir. Faşist şok birlikleri ile antifaşist partizanlar, ‘bu toprakların çocukları’ olarak ortak anılmayı hak etmektedirler. Öyle bir komedidir ki bu, İtalyan Anayasasında antifaşizm olmadığını söyleyen İtalya’nın Kardeşleri’nden Senato Başkanı Ignazio La Russa, birkaç gün sonra ‘Kurtuluş Günü’ etkinliklerine katılabilmektedir. Daha da fenası, aynı Russa’nın evinde baba yadigarı Mussolini büstü hâlâ durmaktadır!

PDS’nin ‘merkez’e kayması ile birlikte de tahkim edilen bu konsensüsün 2008 krizi ile birlikte sarsılmaması düşünülemezdi. Bu krize bulunan ilk çözüm, teknokrat hükümetlerin egemenliği, Bürksel’e bağlılık ve özelleştirme manyaklığı idi. Teknokrat hükümetler, Berlusconi’nin bile yapmaktan zaman zaman çekindiği bir piyasalaşma dalgasını İtalya’ya dayattı. Bu dönem, sağda ve solda yer alan partilerin dağıldığına şahitlik edildi: Demokratik Parti ile Berlusconi yeniliyordu. Mafyöz lider bu sırada (İtalyan siyasetinde adi vaka sayılan) yolsuzluk soruşturmasına uğruyor ve kenara ittiriliyordu. 2018 genel seçimlerine gelindiğinde, Demokratik Parti ile Forza Italia’nın toplam oyu yüzde 33’ü bile bulmuyordu. Bundan böyle bir internet fenomeni komedyen Beppe Grillo’nun 5 Yıldız Hareketi (M5S) ile kendisini kuzeyli olmaktan çıkarmaya çalışarak ‘İtalyan milliyetçisi’ bir pozisyon alan Lega tahterevallinin iki ucuna yerleşmişti. O dönemki M5S lideri Luigi Di Maio malumu ilan etmekten çekinmiyordu: Berlusconi ile ‘merkez sol’un domine ettiği İkinci Cumhuriyet ölüyordu.

İkinci Cumhuriyet’in sembol ismi olması kimseyi yanıltmasın. Birinci Cumhuriyet’te de dostları her zaman vardı. Hiçbir zaman üye olmasa da, ilk cumhuriyetin düzen partisi PSI ile ilişkileri çok iyiydi. İkinci Cumhuriyet’in çöküşü ile birlikte kendisini yeniden var edip sağcı koalisyona da atmayı başarmış olması başarı sayılmalıdır.

Bundan sonra ise Forza Italia’nın diğer koalisyon ortaklarınca yutulması kaçınılmaz görünüyor. Karizmaysa karizma: Meloni ile Salvini’nin eksiği yok görünüyor. Üstelik zaman zaman Brüksel’le girdiği polemikleri de aşmış gibiydi: Hasta yatağından bağlandığı parti kongresinde, ‘Çin emperyalizmine’ karşı Avrupa’nın birliğine vurgu yapmış, kendi partisini Marine Le Pen türünden siyasetçilerden ayrıştırmış, Avrupa Parlamentosu’nda ‘merkez sağ’ Avrupa Halk Partisi’ndeki (EPP) yerini sağlamlaştırmıştı. İkinci Cumhuriyet’in ve Berlusconi’nin ölümlerinden geriye de bu ‘miras’ kaldı: Serbest piyasa ruhuyla birleşmiş Hıristiyan Avrupa ve İtalya’nın değerleri. 

AVRUPA

Orbán FT’ye yazdı: Avrupa’yı yeniden rekabetçi yapmak istiyoruz

Yayınlanma

Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, ülkesinin Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi dönem başkanlığını üstlenmesinin ardından Financial Times (FT) için bir yazı kaleme aldı.

“İki dönem başkanlığımız arasında üstlendiğim başbakanlık görevim sırasında, Avrupa’nın rekabet gücünün erozyonuna tanıklık etmek için eşsiz bir bakış açısına sahip oldum,” diyen Macar lider, 1990’larda “Avrupa entegrasyonu”nun mimarlarından Alman lider Helmut Kohl’ün, Avrupa’nın siyasi hayatta kalmasının iktisadi rekabet gücünü korumasına bağlı olduğuna yönelik düşüncesini hatırlattı.

AB’nin rekabet gücünü kaybetmesinin son yıllarda giderek artan bir eğilim haline geldiğini savunan Orbán, bu düşüşü, Brüksel’in “dünya ekonomisinin gerçeklerine ters düşen yanlış yönlendirilmiş kararlarına” bağladı.

Brüksel’in, ilgili sanayilere yeterince danışmadan “kendi ideolojik hedeflerini” dayattığı yeşil dönüşümün bunun başlıca örneği olduğunu öne süren Macar lider, “Enerji fiyatlarının ABD’dekinden üç ila beş kat daha yüksek olması nedeniyle Avrupalı şirketler rekabet güçlerini kaybetmekte ve fonlarını inovasyon yerine elektrik faturalarına ayırmak zorunda kalmaktadır,” dedi.

Macaristan Başbakanı, Avrupa’nın özellikle elektrikli araç geliştirme ve üretimine vurgu yaparak, yeşil endüstride liderliği hedeflemesi gerektiğinin açık olduğunun altını çizdi. Fakat Orbán’a göre, “endüstriyel paydaşları engelleyen ve vatandaşlara yük getiren düzenlemelerin dayatılması artık sürdürülebilir değildir.”

Macar lider, çiftçiler için de üretim maliyetlerinin önemli ölçüde arttığına ve giderek daha karmaşık hale gelen yeşil yükümlülükleri yerine getirmek zorunda olduklarına işaret etti.

İşletmelerin de giderek ağırlaşan vergi yükleriyle karşı karşıya kaldığını savunan Macar lider, OECD’nin küresel asgari kurumlar vergisinin ocak ayında yürürlüğe girmesinin “feci bir başarısızlık” olduğunu, tüm AB üye ülkeleri de dahil olmak üzere yaklaşık 140 ülkenin bu anlaşmaya katılmış olmasına rağmen, ABD, Çin ve Hindistan gibi önemli rakiplerin henüz bu anlaşmayı kabul etmediğini vurguladı.

Orbán, “Avrupa çok daha az cazip bir yatırım yeri haline geldi, hatta Avrupalı şirketleri başka pazarlara taşınmayı düşünmeye sevk etti. Başlıca AB ülkelerindeki ekonomik büyüme bu yıl ancak %1’e ulaşırken, ABD’nin yaklaşık %3, Çin’in %5’e yakın ve Hindistan’ın neredeyse %7 oranında büyümesi bekleniyor. Zaman içinde daha da geride kalacağız,” diyerek “acil bir rota düzeltmesi” çağrısında bulundu.

Macaristan’daki kendi deneyimlerine göre, ekonomik başarının “rekabet ve iş dostu bir ortam” gerektirdiğini savunan Başbakan, hükümetinin yaptıklarını şöyle sıraladı: düz oranlı kişisel gelir vergisi; AB ülkeleri arasında en düşük kurumlar vergisi; ticaret ve yatırım ilişkilerini çeşitlendirerek Asya-Pasifik’teki ortaklar ile teknoloji ve inovasyon işbirliği. Orbán, bu sayede geçtiğimiz yıl Macaristan’a rekor düzeyde doğrudan yabancı yatırım girişi olduğunu yazdı.

Avrupalı mevkidaşlarını, sağlıklı rekabetin yanı sıra en iyi teknolojilerle işbirliğinin daha fazla büyümeye yol açacağına ikna etmeyi amaçladıklarını söyleyen Orbán, “Özellikle de başlıca sanayi paydaşlarıyla işbirliği içinde yeni bir yeşil sanayi stratejisi öneriyoruz,” dedi.

Avrupa ekonomisinin ana oyuncularının ticaret savaşı yoluyla rekabetten korunmak istemediklerini bildiklerini de söyleyen Macar lider, amaçlarının şirketlerin uygun fiyatlı, güvenli enerjiye erişimini ve asgari idari yüklerle rekabete girebilmelerini sağlayarak “iş dostu bir ortam” oluşturmak olduğuna işaret etti.

Orbán makalesini şöyle bitirdi:

“Açık bir ekonomi ve uluslararası işbirliğini teşvik ederken Avrupa’nın ekonomik genişlemesini yeniden başlatacak yeni bir rekabetçilik anlaşmasını müzakere etmeyi hedefliyoruz. Dış sınırların korunmasının önemini ve bu amaçla AB fonlarının gerekliliğini vurgulayarak, başlıca menşe ve transit ülkelerle yakın bir şekilde çalışarak yasadışı göçü engellemek istiyoruz. Ayrıca, bölgeler arasında daha fazla yakınlaşma sağlamak üzere uyum politikasının geleceğini şekillendirmeye çalışıyoruz. Son olarak, çiftçi odaklı bir AB tarım politikasının temellerini oluşturmayı hedefliyoruz.

Macaristan’ın rekabetçilik stratejisinin Alman-Fransız büyüme ve rekabetçilik gündeminden ilham aldığı bir sır değil. Dolayısıyla Berlin ve Paris’in Roma ile birlikte Macaristan dönem başkanlığının girişimlerini desteklemesi şaşırtıcı değildir. Rekabetçi bir Avrupa’nın tüm üye devletlerin çıkarlarına hizmet edeceğine inanıyoruz. Macaristan son derece aktif bir AB dönem başkanlığı için hazırlanıyor. İdeolojik anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp Avrupa’nın motorunu çalıştırmanın zamanı geldi. Gelin Avrupa’yı yeniden rekabetçi hale getirelim.”

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Alman sanayisi silah sektörüne yöneliyor

Yayınlanma

Ukrayna savaşının ardından silah endüstrisine tedarik sağlama konusundaki yaygın tabuyu yıkarak askeri teçhizat ve hizmet sektörüne giren Alman şirketlerinin sayısı giderek artıyor.

Financial Times’ta (FT) yer alan haberde, askeri ekipman ve hizmetine yönelik üretim ve yatırımda yaşanan artışa işaret ediliyor. Örneğin motor üreticisi Deutz geçen hafta motosiklet operasyonlarının yanı sıra tank motorları da üretmeyi planladığını açıkladıktan sonra hisseleri yüzde 20’den fazla artış gösterdi.

Mühendislik grubu, Alman ekonomisinin bel kemiği olarak nitelendirilen Mittelstand şirketleri arasında savunma sözleşmeleri yasağını yeniden gözden geçiren ya da sona erdirenler arasında yer alıyor.

Nazi rejimi ile endüstriyel işbirliğinin mirası nedeniyle Alman iş dünyasının bir bölümü uzun süredir savunma sektörüyle ilişki kurmaktan kaçınıyor. Fakat Şubat 2022’den bu yana, lazer üreticisi Trumpf ve bileşen firması Hawe Hydraulik gibi ülkenin mühendislik tedarik zincirindeki bazı kilit oyuncular askeri sözleşmeleri hedeflerine koydu.

Alman ekonomisi: Avrupa’nın iktisadi motoru dağılıyor mu?

“Özgürlüğün gerekirse askeri yollardan savunulması…”

FT’ye konuşan siyaset bilimci ve Alman Dış İlişkiler Konseyi’nin eski direktörü Cathryn Clüver Ashbrook, savunma sektörüne ilişkin uzun süredir devam eden tutumların hızla değiştiğini söyledi ve “Avrupa kıtasında üç yıl süren savaşın ve ağır ekonomik kayıpların ardından Almanya tarihi bir değişim geçirmeye hazır görünüyor,” dedi.

Geçtiğimiz ay Kanada ordusuna 1.500 kamyon sevk etmek üzere yeni bir sözleşme imzaladığını duyuran Daimler, “Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırı savaşı, toplumumuzda özgürlüğün gerekirse askeri yollarla savunulması gerektiği konusundaki farkındalığı kesinlikle artırdı,” dedi.

Alman hükümeti ekonomide zorlanıyor: Hem Berlin’de, hem Brüksel’de gerilim

Savaş sanayisi artık “damgalanmıyor”

Savunma siparişleri üzerindeki yasağını 2022 yılında sona erdiren mühendislik şirketi Hawe Hydraulik’in başkanı Karl Haeusgen, Ukrayna savaşı ve ardından Avrupa’nın askeri harcamalarını artırma yönündeki baskısının savunma sektörü etrafındaki “damgalamayı” azalttığını söyledi.

Haeusgen, “Savunma tedarik zincirinin büyük bir kısmı üç ya da dört yıl öncesine göre tamamen farklı bir imaja sahip,” dedi.

Şirketin eskiden savunma sektörüne tedarik yapmama kuralı vardı, fakat şimdi yönetim kurulu düzeyindeki komitesi, araçlar ve gemiler de dahil olmak üzere askeri ekipmanlarda kullanılabilen valfleri ve pompaları için siparişleri değerlendiriyor.

FT: Alman KOBİ’leri alarm veriyor

“Sivil” üretim askeri üretim ile uyumlulaşıyor

Bu değişim aynı zamanda Alman endüstrisinin Çin’den gelen zayıf talep karşısında toparlanmaya çalıştığı bir döneme de denk geliyor. Gelişen savunma sektörünün aksine, ülkenin otomotiv endüstrisi elektrikli araçlara geçişin zor olduğu bir dönemde büyük çaplı işten çıkarmalar ilan etmek zorunda kaldı.

Alman Dış İlişkiler Konseyi’nden Christian Mölling, Almanya’nın, şirketlerin askeri üretim operasyonlarını sivil üretime dönüştürme ihtiyacıyla karşı karşıya kaldığı soğuk savaşın hemen ardından Avrupa’nın tersi bir durumla karşı karşıya olduğunu savundu.

Mölling, “Askeri dünyada daha verimli olmak için [sivil] üretim kapasitesini, teknolojiyi ve prosedürleri nasıl kullanabileceğinizi yeniden düşünüyorsunuz,” dedi.

AfD ve Almanya: Avrupa İhracatçılar Federasyonu mu?

İşgücü otomotivden savunmaya kayıyor

Dünyanın önde gelen otomotiv tedarikçilerinden biri olan ve 200.000 çalışanı bulunan Continental, kısa bir süre önce yüzlerce çalışanını Alman savunma şirketi Rheinmetall’e transfer etmek üzere bir plan başlatmıştı.

Rheinmetall yöneticilerinden Peter Sebastian Krause o dönemde yaptığı açıklamada Continental çalışanlarının şirkete “son derece değerli” beceriler kazandıracağını söylemişti.

Müşterileri arasında çip üretim ekipmanı şirketi ASML de dahil olmak üzere yarı iletken endüstrisi bulunan lazer üreticisi Trumpf, savunma sektörüne tedarik yasağını kaldırmayı düşünen bir başka şirket. 

Şirketin lazerleri Çin de dahil olmak üzere ihracat kısıtlamalarına tabi çünkü Alman hükümeti bunları hem sivil hem de askeri uygulamaları olan “çift kullanımlı” olarak değerlendiriyor.

Şirketin lazer operasyonları başkanı Hagen Zimer, savunma şirketlerinin şirketin lazerlerinin insansız hava araçlarını düşürmek gibi askeri kullanımlarına ilgi gösterdiğini söyledi. FT’ye verdiği demeçte lazerin güçlü bir savunma aracı olabileceğini belirten Zimer, bu teknoloji olmadan “savaş bölgelerinde 200 insansız hava aracından oluşan çok yönlü bir saldırıya karşı savunma yapmanın mümkün olmadığını” sözlerine ekledi.

Almanya’da sanayisizleşme tartışmaları üzerine bir değerlendirme

Lufthansa da askeri sanayiye adım attı

Havayolu grubunun yüzde yüz iştiraki olan ve aktif küresel filonun yaklaşık beşte birine hizmet veren Lufthansa Technik, geçen yıl resmi olarak bir askeri uçak servis bölümü kurdu. Hızla büyüyen bir iş kolu haline gelen birim, Almanya’nın Chinook helikopterlerinin ve F-35 savaş uçaklarının bakımına yardımcı olacak.

Lufthansa Technik yöneticisi Michael von Puttkamer, “Alman hükümetiyle olan ilişkimize dayanarak 2019’da savunmaya daha büyük bir adım atmaya karar verdik,” dedi ve askeri yeniden yapılandırılmaya ayrılan 100 milyar avroluk fonun “sektöre daha fazla adım atmak için bir fırsat olduğunu” sözlerine ekledi.

Puttkamer, “Savunmaya adım atmanın sadece büyük bir iş fırsatı değil, aynı zamanda Alman silahlı kuvvetlerimizin ülkemizi savunabilmesini desteklemek olduğunu düşünüyoruz,” dedi.

Tank parçaları üreticisi Renk’in CEO’su Susanne Wiegand, Almanya’da sivil ve savunma imalat sektörleri arasında artan “sinerjinin” her iki tarafa da fayda sağlayabileceğini söyledi.

Wiegand, “Bu, teknolojiyi daha da geliştirmenin harika bir yolu. Yenilikler askeri dünyadan geliyor ve sivil uygulamalara doğru yol alıyor ve bunun tersi de geçerli,” ifadelerini kullandı.

BASF CEO’su: Sanayinin AB ekonomisindeki payı küçülecek

Okumaya Devam Et

AVRUPA

AfD kongresi Essen’de toplandı: “Önce doğuda, sonra tüm ülkede yöneteceğiz”

Yayınlanma

Almanya’nın batı eyaletlerinden Essen’de toplanan Almanya için Alternatif (AfD), başya doğu eyaletleri olmak üzere federal düzeyde de iktidara hazırlandığına ilan etti.

AfD eş başkanı Tino Chrupalla, solcu grupların karşı eylemleri nedeniyle yapılan sokak blokajları nedeniyle yarım saat geç başlayan iki günlük toplantının yaklaşık 600 delegesine, “Önce (Almanya’nın) doğusunda, sonra batısında, daha sonra da federal düzeyde yönetmek istiyoruz,” dedi.

AfD kongresi, bir zamanlar sosyalist Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) bir parçasını oluşturan ve AfD’nin kamuoyu yoklamalarında üst sıralarda yer aldığı eyaletlerde eylül ayında yapılacak üç önemli seçimin öncesinde gerçekleşti.

Partinin eş başkanı Alice Weidel kongrenin açılışında yaptığı konuşmada, “Buradayız ve burada kalacağız,” dedi ve sürekli alkış aldı.

Weidel, “İşler bazen istediğinizden farklı sonuçlanmasaydı hayat olmazdı. Darbeler ve çürükler oldu ama mükemmel bir sonuç elde etmeyi başardık,” dedi.

Parti konferansına katılmayan devrik liste başı adayları Maximilian Krah ve Petr Bystron’un isimleri ne Weidel’in ne de Chrupalla’nın ağzından hafta sonu boyunca çıkmadı. Sadece şu kadarını söylüyor: Sadece Chrupalla, “Bazıları dikkatsiz ve profesyonel olmayan davranışlarıyla gereksiz bir hedef haline geldiler (…) Gelecekte adaylarımıza daha yakından bakmamız gerekiyor,” diyerek uyarılarda bulundu.

Krah’ı bir karalama kampanyasının kurbanı olarak gören Bavyera Bölge Birliği’nden gelen bir önerge ise daha fazla tartışmaya mahal vermeden kısa sürede geri çekildi.

Hem Weidel hem de Chrupalla partiyi iki yıl daha yönetmek üzere yeniden seçildi.

Büyük ölçüde değişmeyen federal yönetim kurulunda göze çarpan şeylerden biri, Federal Anayasa Koruma Teşkilatı tarafından “kesinlikle aşırı sağcı” olarak listelenen partinin gençlik örgütü Junge Alternative’in (JA) federal başkanı Hannes Gnauck yeni üye oldu.

Bunun yanı sıra Weidel dışında yeni federal yönetimde hiç kadın yok.

Göçmen sayısındaki artış ve Avrupa’nın en büyük ekonomisinin zayıf performansından güç alan parti, ocak ayında kamuoyu yoklamalarında yüzde 22’ye kadar yükselmişti.

Fakat AP seçimlerinin baş adayı Maximilian Krah’ın adının karıştığı bir dizi skandal nedeniyle partiye destek azaldı. Weidel perşembe günü Politico’ya verdiği demeçte, “Partinin son aylarda çok şey öğrendiğine ve gelecekte lider adayları ortaya koyarken çok dikkatli olacağına inanıyorum,” dedi.

Eylül ayında Thüringen, Saksonya ve Brandenburg’da yapılacak eyalet seçimlerinde AfD zafere en yakın parti gibi görünüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English