Bizi Takip Edin

AVRUPA

Berlusconi’nin mirası: Serbest piyasa ruhuyla birleşmiş Hıristiyan Avrupa

Yayınlanma

Resmi düzeyde de kalsa İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ‘antifaşist konsensüs’ün kurulduğu en önemli ülkeydi İtalya. Genel oy hakkının kabulü, Kurucu Meclis’in oluşturulması ve Anayasa’nın yazım sürecine, antifaşist kurtuluş savaşında yer alan tüm güçler katılıyordu. İtalya’da antifaşist mücadele, Nazi Almanya’sının işgali ve işbirlikçi ‘Salo Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte kurtuluş savaşına da dönüşmüştü. 

“Resmi düzeyde de kalsa…” demiştik. Her ne kadar, antifaşist direnişin öncüsü partizanların esas örgütü İtalyan Komünist Partisi (CPI) de bu konsensüse dahil olsa da, İtalya’da rejim ABD ve NATO’nun emriyle Hıristiyan Demokratlar’ın (DC) merkezinde durduğu bir düzen partisinin kontrolündeydi. Bu düzen partisi, Gladio ve mafya eliyle vurucu gücünü komünistlere karşı kullanmaktan da çekinmiyordu. PCI ise, iktidara yönelmese de, ülke içinde başka bir ülke, İtalyan toplumu içinde başka bir toplumdu. Direnişteki fedakârlıklarından dolayı prestiji yüksekti. İşçi sınıfı içerisinde örgütlüydü. 1976 seçimlerinde yüzde 34,4 oy almış ve düzende belirgin bir korku yaratmıştı.

İşte bu tablo, kabaca, İtalyan Birinci Cumhuriyeti’ndeki güçler dengesini yansıtıyordu. 1980’lerde iki önemli değişim yaşanmaya başladı: Birincisi, İtalyan düzeni, Avrupa’daki ortak pazara tam entegrasyon planıyla yüksek faiz-liret devalüasyonu stratejisine geçti. Bu, bizim de çok aşina olduğumuz bir stratejiydi: ‘Rekabetçilik’ adına, işçi maliyetlerini düşürme, emekçilerin tüketimini kısma, küçük üreticinin krediye ulaşım imkânlarını daraltma, yoğun bir finansallaşma ve egemenliğin kısmen Brüksel’e devri. İkinci ve belki de daha şaşırtıcı olan gelişme, bu kemer sıkma politikalarına PCI’nın hızla gösterdiği uyumdu. İtalyan komünizmi, kendini zehirlemeye belki daha önce başlamıştı; ama bu, kritik bir eşiğin aşıldığı anlamına geliyordu. PCI’nın parti olarak katıldığı 1987’deki son seçimlerde oyunu 20 yılın en düşük seviyesine düşürmesi birçok şeyi anlatıyordu.

Bu tablo, Birinci Cumhuriyet’in üzerinde yükseldiği güçler dengesinin bozulması anlamına geldi. DC ile birlikte düzen partisinin kollarından biri olan İtalyan Sosyalist Partisi’nin (PSI) yolsuzluk, adam kayırma, nepotizme dayalı devlet içi mafyöz birlikteliği, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte teşhir ediliyordu. Bizde ‘Temiz Eller’ operasyonu olarak bilinen bu dönem, İtalya’da ilk cumhuriyetin sonunu ilan ediyor ve ‘magistrate’ (yargıç) yönetimini başlatıyordu.

İşte bu sıralarda, magistrate yönetiminin barutu tükenirken, adı sanı pek duyulmadık bir patron, ‘komünizmle mücadele’ için sahaya ineceğini ilan etti. 

Ama komünizm mi kalmıştı?

PCI deri değiştirmiş ve adını Demokratik Sol Parti (PDS) yapmıştı. PDS’yi reformist bulan devrimciler ise Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’ni kurmuşlardı. İkinci grup da eski PCI seçmenlerinden fena olmayan oylar alıyordu. 1993 yerel seçimleri, DC’nin kesin yenilgisi ile sonuçlanmış, PDS ise bir ölçüde zafer elde etmişti.

İşte Silvio Berlusconi, komünizmle mücadelesine, aslında ölmüş atı kırbaçlayan kıravatlı düzen adamlarının yerel seçim zaferi ile başlamıştı. İtalya için ‘parti siyasetinin’ bittiğini ilan ediyor, ülkenin yeni dönemde ‘tamamen yeni insanlarla’ yönetileceğini söylüyordu. Artık ‘popolo’ (halk) yoktu, ‘gente comune’ (sıradan insanlar) vardı. İtalya’nın kaderini bundan böyle halk değil, ‘seçmenlerin özgür birlikteliği’ belirleyecekti. ‘Sol güçler karteline’ karşı, hür teşebbüsü ve çalışma sevgisini Katolik İtalya’nın aile değerleriyle birleştirecek bir ‘özgürlükler kutbuna’ çağrı yapıyordu.

Berlusconi hem ‘geleneksel elitlere’ (yani, Birinci Cumhuriyet’in güç dengesine yerleşmiş olanlara) karşı savaş açıyordu, hem de Temiz Eller operasyonlarının durdurulmasını istiyordu.

Berlusconi, siyasete ve siyasetçiye meydan okuyarak, devletin ancak işletme ruhuyla tekrar işler hale gelebileceğini savunuyordu.

Bu ‘hantal devlet-işletme ruhu’ eleştirisini yapanlardan Lega’nın bugün Berlusconi’nin partisi ile koalisyon kurması şaşırtıcı olmasa gerek. Yine Birinci Cumhuriyet’te DC seçmenlerinin büyük oranda Forza Italia’ya oy veriyor olmaları da sürpriz sayılmamalı. Zira 1993’te değiştirilen seçim yasası ile birlikte, Amerikan usulü iki parti yönetimine doğru bir kayış başlamıştı. İşte Berlusconi, eski DC kitlesini yeni döneme taşıyan ana unsur olarak İtalyan siyaset sahnesindeki yerini aldı. Kitle tabanının marjinalleştiği, örgüt siyasetinin gereksizleştiğinin ilan edildiği İkinci Cumhuriyet’te, kişilikler ön plana çıkıyor, ‘seçmen’ ile temas eden lider figürü örgüt adamlığının yerini alıyordu. Müteveffa Berlusconi, bu düzeni oturtmak için de çabalıyordu. Medya imparatorluğu, ‘karizmatik’ figür yaratmada en önemli araçtı. İtalyan Sağını, kendi suretinde yeniden yaratacaktı.

Ölümünün ardından kendisinden ‘ulusal egemenlik sevdalısı’ olarak bahsedenlerin düşündüğünün aksine, 1990’lı ve 2000’li yıllarda bütün İtalyan partilerinde olduğu gibi, AB’yi İtalya’yı ‘normalleştirecek’ bir dış unsur, mali disiplini sağlayarak devleti hantallıktan kurtaracak bir manivela olarak görüyordu.

İttifak kurduğu İtalya’nın Kardeşleri ve Lega ile birlikte, şimdilerde ‘postfaşist konsensüs’ olarak adlandırılan ‘siyaset karşıtı’ sağcı söylemi yerleştirmek için çok uğraştı. Veciz sözü, “Mussolini iyi huylu bir diktatördü,” bu konsensüsü iyi anlatır: Birinci Cumhuriyet’in esas motoru antifaşist direnişçiler, artık faşistler kadar gaddar, zalim ve şiddet yanlısı olarak resmedilmektedir. Faşist şok birlikleri ile antifaşist partizanlar, ‘bu toprakların çocukları’ olarak ortak anılmayı hak etmektedirler. Öyle bir komedidir ki bu, İtalyan Anayasasında antifaşizm olmadığını söyleyen İtalya’nın Kardeşleri’nden Senato Başkanı Ignazio La Russa, birkaç gün sonra ‘Kurtuluş Günü’ etkinliklerine katılabilmektedir. Daha da fenası, aynı Russa’nın evinde baba yadigarı Mussolini büstü hâlâ durmaktadır!

PDS’nin ‘merkez’e kayması ile birlikte de tahkim edilen bu konsensüsün 2008 krizi ile birlikte sarsılmaması düşünülemezdi. Bu krize bulunan ilk çözüm, teknokrat hükümetlerin egemenliği, Bürksel’e bağlılık ve özelleştirme manyaklığı idi. Teknokrat hükümetler, Berlusconi’nin bile yapmaktan zaman zaman çekindiği bir piyasalaşma dalgasını İtalya’ya dayattı. Bu dönem, sağda ve solda yer alan partilerin dağıldığına şahitlik edildi: Demokratik Parti ile Berlusconi yeniliyordu. Mafyöz lider bu sırada (İtalyan siyasetinde adi vaka sayılan) yolsuzluk soruşturmasına uğruyor ve kenara ittiriliyordu. 2018 genel seçimlerine gelindiğinde, Demokratik Parti ile Forza Italia’nın toplam oyu yüzde 33’ü bile bulmuyordu. Bundan böyle bir internet fenomeni komedyen Beppe Grillo’nun 5 Yıldız Hareketi (M5S) ile kendisini kuzeyli olmaktan çıkarmaya çalışarak ‘İtalyan milliyetçisi’ bir pozisyon alan Lega tahterevallinin iki ucuna yerleşmişti. O dönemki M5S lideri Luigi Di Maio malumu ilan etmekten çekinmiyordu: Berlusconi ile ‘merkez sol’un domine ettiği İkinci Cumhuriyet ölüyordu.

İkinci Cumhuriyet’in sembol ismi olması kimseyi yanıltmasın. Birinci Cumhuriyet’te de dostları her zaman vardı. Hiçbir zaman üye olmasa da, ilk cumhuriyetin düzen partisi PSI ile ilişkileri çok iyiydi. İkinci Cumhuriyet’in çöküşü ile birlikte kendisini yeniden var edip sağcı koalisyona da atmayı başarmış olması başarı sayılmalıdır.

Bundan sonra ise Forza Italia’nın diğer koalisyon ortaklarınca yutulması kaçınılmaz görünüyor. Karizmaysa karizma: Meloni ile Salvini’nin eksiği yok görünüyor. Üstelik zaman zaman Brüksel’le girdiği polemikleri de aşmış gibiydi: Hasta yatağından bağlandığı parti kongresinde, ‘Çin emperyalizmine’ karşı Avrupa’nın birliğine vurgu yapmış, kendi partisini Marine Le Pen türünden siyasetçilerden ayrıştırmış, Avrupa Parlamentosu’nda ‘merkez sağ’ Avrupa Halk Partisi’ndeki (EPP) yerini sağlamlaştırmıştı. İkinci Cumhuriyet’in ve Berlusconi’nin ölümlerinden geriye de bu ‘miras’ kaldı: Serbest piyasa ruhuyla birleşmiş Hıristiyan Avrupa ve İtalya’nın değerleri. 

AVRUPA

Ukrayna’da zorlu kış: Günlük elektrik kesintileri 20 saati bulabilir

Yayınlanma

Yaklaşan kış, Rusya’nın enerji altyapısına saldırılarının ardından Ukrayna için oldukça zorlu geçecek. Elektrik kesintilerinin günde 20 saate kadar ulaşabileceği, doğalgaz rezervlerinin talebi karşılamakta yetersiz kalabileceği ve santrallere yönelik tehditlerin nükleer felakete yol açabileceği öngörülüyor.

Yaklaşan kış, Ukraynalılar için bu savaşın en zorlu dönemlerinden biri olmaya aday.

Ülkenin pek çok bölgesinde günün büyük bir kısmında elektrik kesintileri yaşanacak; sadece bölge halkı değil, ekonomi ve sanayi de bu durumdan ciddi şekilde etkilenecek. Özellikle silah üretimi gibi kritik sektörlerin de elektriksiz kalması ihtimal dahilinde.

Rusya, Ukrayna’nın termik santrallerinin neredeyse tamamını ve hidroelektrik kapasitesinin önemli bir kısmını yok etti.

Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, eylül ayı sonunda BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Putin, milyonlarca Ukraynalıya eziyet çektirmeyi umarak kışa bu şekilde hazırlanıyor,” ifadesini kullanmıştı.

Ukrayna hükümetine enerji konusunda danışmanlık yapan Enerji Araştırmaları Merkezi Direktörü Aleksandr Harçenko, Politico‘ya yaptığı açıklamada, “Havanın çok soğuk olması ve Rusya’nın nükleer santralleri devre dışı bırakmayı başarması durumunda, elektrik kesintilerinin günlük 20 saate kadar çıkabileceğini” belirtti.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminlerine göre, Ukrayna’nın enerji kapasitesi savaş öncesinde 37.6 GW iken, ikinci kışa girerken Mart 2024’te bu rakam 21.3 GW’a, yaz aylarında ise sadece 12.1 GW’a düştü.

Bu düşüş, ağustos ayı sonunda enerji tesislerine yapılan 200’den fazla füze ve insansız hava aracı saldırısıyla yaşanan kayıpları tam olarak yansıtmıyor.

Ukrayna Ulusal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde baş uzman olan enerji piyasası uzmanı Gennadiy Ryabtsev, “[Bu kış] en gerçekçi senaryo, sanayi ve hanelere elektrik arzının günde 8 ila 14 saatle sınırlanmasıdır,” değerlendirmesini yaptı.

Gas Infrastructure Europe’un verilerine göre Ukrayna’nın doğalgaz depolama tesislerinin yalnızca yüzde 27,1’i dolu.

ICIS danışmanlık şirketinde Doğu Avrupa enerji piyasaları uzmanı olan Aura Sabadus, gaz rezervlerinin bu kış talebi karşılamakta yetersiz kalabileceğini kaydetti.

Sabadus, Ukrayna’nın Batılı şirketlere ek rezervler için depolama tesislerini sunduğu geçen kıştan farklı olarak, bu yıl “Rusya’nın saldırıları ve daha düşük kar marjları” nedeniyle şirketlerin depoları kullanma konusunda isteksiz olduklarını ifade etti.

Bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’nın kalan üç nükleer santralini devre dışı bırakma girişimleri son derece ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Zelenskiy, BM’de yaptığı konuşmada, bu tür bir saldırının “nükleer felakete” yol açabileceği uyarısında bulunmuştu. Şu anda nükleer enerji santralleri, Ukrayna’nın elektriğinin yaklaşık yüzde 60’ını sağlıyor.

Uluslararası Enerji Topluluğu örgütü, yıl sonuna kadar Batılı hükümetlerden ve özel bağışçılardan yaklaşık 1 milyar avro toplamayı hedefliyor ve Ukrayna’nın kışa kadar 3 GW kapasitesini geri kazanmasına yardımcı oluyor.

AB şebeke operatörü ENTSO-E ise geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, 1 Aralık itibarıyla Ukrayna’ya sağladığı enerjiyi 400 MW artıracağını belirtti; ancak bu miktar, toplam tüketim karşısında oldukça sınırlı bir katkı sağlıyor.

Ukrayna, termik santrallerinin neredeyse tamamını kaybetti

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Almanya, Rus milyarder Usmanov’a dönük kara para aklama davasını kapattı

Yayınlanma

Bloomberg’in Frankfurt am Main Başsavcılığı’na dayandırdığı haberine göre, Rus milyarder Alişer Usmanov, Almanya’daki bir kara para aklama soruşturmasının sona erdirilmesi karşılığında 4 milyon avro (4,4 milyon dolar) ödemeyi kabul etti.

71 yaşındaki iş insanı hakkındaki dava, Almanya’nın Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 153a paragrafına göre, 11 Ekim’de kapatıldı. Bu madde, sanığın belirli koşulları yerine getirmesi durumunda, soruşturmanın sonlandırılmasına olanak tanıyor.

Savcılık, Usmanov’a yöneltilen suçlamaların yıllar önce gerçekleşmiş olması ve Almanya’da maddi bir zarara yol açmaması nedeniyle bu yöntemi tercih etti.

Usmanov, çeşitli kâr amacı gütmeyen kuruluşlara 1,5 milyon avro ve Alman devlet bütçesine 2,5 milyon avro bağışta bulunmayı taahhüt etti.

Ancak bu ödeme, suçu kabul ettiği anlamına gelmiyor. Usmanov’un avukatları Uwe Lembruck ve Markus Gotzen, 2,5 yılı aşkın bir sürenin ardından, “Usmanov’a atfedilen suçların ya da kara para aklama da dahil olmak üzere savcılığın ana tezlerinin kanıtlanamadığını” belirtti.

Avukatlar, davanın sona ermesinin, “nihai ve geri dönülemez bir usul engeli” oluşturduğunu ve dolayısıyla Usmanov’un yargılanmasına devam edilemeyeceğini ifade etti.

Avukatlar, Usmanov’un bu ödemeyi kabul etmesini “usul ekonomisi” düşüncesine, özellikle de milyarderin bu “asılsız davayı” uzatmak istememesine bağladılar.

Ayrıca Usmanov’un Başsavcılığa ve “yetkilerini kötüye kullanan” birim yetkililerine karşı açtığı davalardan ve Hessen eyaletine karşı “haksız soruşturma” nedeniyle açtığı tazminat davasından da vazgeçtiğini belirttiler.

Frankfurt am Main Başsavcılığı, Haziran 2022’de Usmanov hakkında bir soruşturma başlatmış ve ülke genelinde kapsamlı aramalar gerçekleştirmişti.

Bu aramalar, Bavyera, Baden-Württemberg, Schleswig-Holstein ve Hamburg’da toplam 24 tesiste yapıldı. Mahkeme daha sonra bu aramaların yasadışı olduğuna hükmetmiş ve el konulan tüm malların sahiplerine iade edilmesine karar vermişti.

Usmanov hakkında Almanya’da açılan tek dava bu değil. Alman makamları, Usmanov’un Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinin ardından uygulanan AB yaptırımlarını ihlal ettiğinden şüpheleniyor.

Soruşturmacılara göre, milyarder, dondurulmuş varlıkları kullanması yasak olmasına rağmen Almanya’daki mülklerinin korunması için ödeme yaptı.

Alişer Usmanov, Metalloinvest, MegaFon ve Udokan Copper’ı bünyesinde barındıran USM Holding’in kurucusu.

Forbes’a göre, 13,4 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zenginleri arasında 9. sırada yer alıyor ve AB, İngiltere, ABD ile Kanada yaptırımları altında. Usmanov, Avrupa’nın getirdiği kısıtlamalara itiraz etmeye çalışmış, ancak mahkemede başarısız olmuştu.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Almanya’da kritik gün: SPD’den FDP’ye “sorumlu davranma” çağrısı

Yayınlanma

SPD’li Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, Yeşil Ekonomi Bakanı Robert Habeck ve Hür Demokratlardan (FDP) Maliye Bakanı Christian Lindner ile salı ve çarşamba günleri bir araya gelerek, üç partili iktidar koalisyonundaki (“trafik lambası”) gerilimi tırmandıran bütçe anlaşmazlığının önüne geçmeyi amaçlayan kriz görüşmelerinde bulunacak.

Scholz’un Sosyal Demokrat Partisinin (SPD) lideri Saskia Esken pazartesi günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “ABD seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, bu ülkenin sorumlu bir şekilde yönetilmeyi hak ettiğine inanıyorum ve önümüzdeki birkaç gün içinde herkesin bunu gerçekten yapacak gücü toplayıp toplayamayacağını göreceğiz,” dedi.

Geçen cuma, aynı zamanda FDP lideri olan Lindner’in vergi indirimleri ve halihazırda benimsenmiş olan iklim politikalarının gevşetilmesine yönelik bir plan ortaya koyduğu bir politika belgesi sızdırıldı.

FDP’nin “denk bütçe” yaklaşımıyla uyumlu olan önerileri, partinin koalisyon ortakları SPD ve Yeşiller’in vizyonlarıyla taban tabana zıt.

Sızdırılan 18 sayfalık belge, 1982 yılında dönemin Ekonomi Bakanı Otto Graf Lambsdorff (yine FDP’li) tarafından hazırlanan ve SPD liderliğindeki hükümetin düşmesine neden olan bir belgeyle kıyaslanıyor. Lambsdorff belgesinin ardından Hıristiyan Demokratların (CDU/CSU) iktidarı devralmasının ve Helmut Kohl’ün 16 yıl boyunca Almanya’yı yönetmesinin yolu açılmış oldu.

Ya erken seçim, ya azınlık hükümeti

Scholz, Lindner ve Habeck arasında birçok kriz toplantısı planlandı ve sonuncusu çarşamba günü (6 Kasım) gerçekleşecek. Yarın akşam hükümetin en üst düzey konseyi olan koalisyon komitesi toplanarak ortakların ortak bir plana imza atıp atmayacaklarına ya da yollarını ayırıp ayırmayacaklarına karar verecek.

İkinci durum ya iktidar koalisyonunun çökmesi ve dolayısıyla muhtemelen ilkbaharda erken seçime gidilmesi anlamına gelecek ya da FDP’nin iktidar koalisyonundan ayrılması ve SPD ile Yeşiller’in azınlık hükümetinde yönetime devam etmesi demek olacak.

FDP Genel Sekreteri Bijan Djir-Sarai pazartesi günü Berlin’de gazetecilere yaptığı açıklamada, “Şansölye ve Maliye Bakanı Çarşamba gününe kadar kendiliğinden bir karar alınmayacağı konusunda birbirlerine güvence verdiler,” dedi.

Müzakerelerin merkezinde, en az 2,4 milyar avroluk ve potansiyel olarak daha da genişleyebilecek bir boşluğun doldurulması gereken 2025 bütçesinin parlamento tarafından kabul edilmesi ve ülkenin zor durumdaki ekonomisini canlandırmaya yönelik tedbirler üzerinde anlaşmaya varılması yer alıyor.

Her iki Almandan biri erken seçim istiyor

“Bütçe başarısız olursa, Almanya’da uzun bir belirsizlik dönemine gireceğiz. Mümkün olan en kötü zamanda bir çıkmaza gireceğiz,” diyen Habeck, pazartesi günü Ukrayna’daki durum, ABD başkanlık seçimleri ve ülkedeki iktisadi durumu göz önünde bulundurdu.

Kamu yayıncısı ARD’nin geçen hafta sonunda yayınladığı bir ankete göre her dört Almandan yaklaşık üçü ülkenin iktisadi durumundan endişe duyarken, ankete katılan her iki kişiden biri erken seçimden yana olduğunu ve iktidardaki koalisyondan memnuniyetin yüzde 14 ile yeni bir dip seviyeye ulaştığını gösterdi.

ABD seçimlerini Donald Trump’ın kazanması da siyasi hesapları değiştirebilir ve Almanya’daki koalisyon liderlerinin önüne yeni bir zorluk çıkarabilir.

Yeşiller’in görevden ayrılan liderlerinden Omid Nouripour çarşamba akşamı yapılacak önemli koalisyon toplantısıyla ilgili olarak, “Zamanlamaya bakarsanız en önemli konu ABD seçimlerinin sonuçlarıyla nasıl başa çıkacağımızı konuşmak. Bunun ekonomimiz, güvenliğimiz ve Avrupa’daki askeri durum açısından ciddi sonuçları olacaktır,” dedi.

Scholz şimdilik geri adım atmıyor

Pazartesi günü hükümet sözcüsü Steffen Hebestreit önümüzdeki birkaç gün içinde Scholz, Habeck ve Lindner arasında üçlü görüşmelerin planlandığını açıklamıştı.

Hebestreit, “Şu anda yüksek baskı altında çok şey oluyor,” diye vurguladı ve amacın iktisat politikasına ilişkin çeşitli önerilere dayanarak “genel bir konsept” geliştirmek olduğunu söyledi.

Pazartesi günü Berlin’de NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ile bir araya gelen Scholz’a gazeteciler tarafından hükümetinin istikrarsız olup olmadığı sorulduğunda Scholz, “Hükümet işini yapacaktır,” dedi ve daha sonra sert bir şekilde “kendisinin Şansölye olduğunu ve bunun ideolojiyle değil, pragmatizmle ilgili olduğunu” ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English