Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English