Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın demografik yönü: Avantaj mı yoksa dezavantaj mı?

Yayınlanma

Dünya çapında 8 milyardan fazla insan var ve her geçen gün bu sayı daha da artıyor. Dünya nüfusunun üçte birinden fazlası Hindistan ve Çin’de yaşıyor. Birleşmiş Milletler’in 1950’lerde küresel demografik verileri izlemeye başlamasından bu yana Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını elinde tutarken bunu Nisan 2023’te Hindistan devraldı. 2064 yılında nüfusunun zirveye ulaşması öngörülen Hindistan’ın, o zamana kadar aradaki farkı açmaya devam etmesi bekleniyor. Ayrıca, Çin’in nüfus artışı yalnızca durmakla kalmıyor, aynı zamanda yaşlanıyor. Ortalama yaş şu anda Çin’de 39 iken Hindistan da 28.

Hindistan nüfusunun yüzde 40’ından fazlası 25 yaşın altında. Doğru şekilde ele alınırsa bu, Hindistan için büyük bir avantaj olabilir çünkü bu, ülkede çeşitli sanayi, iş ve eğitim sektörlerine giren bir sürü yeni beyin, Hindistan’a yirmi ile otuz yıl kadar dayanabilecek devasa bir işgücü tabanı anlamına geliyor. Önümüzdeki yıllarda dünyanın bazı güçlü uluslarının nüfuslarında ve dolayısıyla işgücünde azalma yaşanırken Hindistan’da böyle bir sorun yaşanmayacak. Ve bu büyük nüfusun İngilizce konuşan nüfus olması da ek bir avantaj.

Ancak bu, Hindistan için hem heyecan verici hem de göz korkutucu bir manzara. Evet, bir yandan genç nüfusu büyük bir potansiyel iş gücü sağlıyor. Bu demografik kazanç, -eğer kullanılırsa- Hindistan’ı dünyadaki en güçlü uluslardan biri haline getirebilir. Ama bu, Hindistan’ın tüm bu gençlere iş sağlaması gerektiği anlamına da geliyor. Ve eğer bunu başaramazsa, daha da yoksulluğa düşme riski var. Büyümeyi kontrol altına almak amacıyla Hindistan’ın Çin ile aynı hataları yapabileceği veya geçmişindeki karanlık bir dönemi yeniden ziyaret edebileceği yönünde kaygılar da var.

Nüfusun büyümesine yardımcı olan üç faktör var: doğum oranları, yaşam beklentisi ve göç. Hindistan ve Çin için temel unsur her yıl doğan bebek sayısıdır. Her iki ülkede de bu sayı düşüyor; kadınlar geçmiş yıllara göre daha az bebek sahibi oluyor. Yalnızca Hindistan’ın doğurganlık oranı Çin’inkinden daha yavaş düşüyor. Nüfus patlaması, insanların daha zengin ve daha eğitimli olduğu güney ve batı bölgelerine göre daha fazla bebek sahibi olduğu iki kuzey devleti Bihar ve Uttar Pradesh’ten kaynaklanıyor. Hindistan devleti Bihar, kadın başına 2,98 doğum oranıyla ülkenin en yüksek doğurganlık oranına sahip. Doğurganlık oranları genellikle kuzey Hindistan’da güneye kıyasla daha yüksek. Demograflar, güney devletlerinde aile planlaması ve doğum kontrolünün yaygınlaşmasının doğurganlık oranlarındaki düşüşün ana nedeni olduğunu söylüyor.

Hindistan genelindeki kadınların üçte biri herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmıyor. Ancak bunu yapanların yüzde 60’ı cerrahi prosedürü tercih ediyor. Enteresan bir biçimde, Hindistan’da kadınlar arasında en yaygın doğum kontrol yöntemi kısırlaştırmadır. Ve daha da ilginç olanı, bu kadınların yüzde 70’e yakını hiçbir zaman geçici bir doğum kontrol yöntemi dahi yaşamamıştır. Hindistan Nüfus Kurumu Genel Müdürü Poonam Muttreja, “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yüksek kısırlaştırma oranlarına sahip değilsiniz” diyor. Peki neden bu kadar çok kadın kısırlaştırma ameliyatlarını seçiyor? Birçoğu Hindistan hükümeti tarafından istihdam edilen bölgesel sağlık çalışanları tarafından teşvik ediliyor ve nakit teşviklerle ikna ediliyor. Hindistan Ulusal Kırsal Sağlık Misyonu’nun bir parçası olarak Sağlık ve Aile Refahı Bakanlığı tarafından istihdam edilen toplum sağlığı çalışanları olan Akredite Sosyal Sağlık Aktivistleri (ASHA’lar), bölgesel alanları veya köyleri ziyaret ediyor ve yerel halkı bu konuda eğitiyor. Bir veya iki çocuğun yeterli olduğu ve hayat pahalılığı nedeniyle daha fazla çocuk yetiştirmenin çok zor olduğu fikri aşılanıyor ve kalıcı kısırlaştırmayı tercih etmeleri için motive ediliyor. Sağlık departmanı, sağlık çalışanlarının tavsiyesine uyarak operasyonu tercih eden kadınların banka hesap numarasını alıyor ve genellikle cüzi bir miktar olmak üzere bir miktar nakit aktarıyor. Ancak bu tazminatı almayanlar da oluyor. Yani, operasyonu kabul eden her kadına kesin olarak bir ödeme yapılıyor değil. Ayrıca, araştırmacılar, çoğunlukla yoksul toplulukları hedef alan teşvik odaklı aile planlamasının eğitim temelli modeller kadar güvenli veya etkili olmadığı konusunda uyarıyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’ndan bazı araştırmacılar, bunun tek yöntem olmadığına ve en iyi yöntem de olmadığına vurgu yapıyor. Bu arada, hükümet programından fayda görecek olanlar yalnızca ameliyatları seçenler değil. Kendilerini yönlendiren sağlık çalışanları da maddi ikramiye alıyor. Hükümet, ameliyatları seçenlere kabaca 60 dolar tutarında bir tazminat verirken ASHA çalışanlarına aylık kabaca 100 dolar tutarında bir ücret ödüyor. Tabii bu ödemeler değişken. Örneğin, Haryana’da ASHA çalışanları, üçten az çocuğu olan ve ameliyat olan her kadın için yaklaşık 45 dolar alıyor. Üçten fazla çocuğu olan kadınlar için sağlık çalışanı komisyonu yaklaşık 15 dolara düşüyor. Bir de kaçınılmaz olarak, sağlık çalışanlarına yönelik hükümet teşviklerinin, onları diğer, çok daha güvenli doğum kontrol yöntemleri yerine, kadınları ameliyata itmeye teşvik ettiği ve onların, kadınların geçici yöntemlerden elde edebileceği faydalar konusunda danışmanlık yapmaya, motive etmeye veya daha fazla bilgi paylaşmaya yatırım yapmadığı gerçeğini doğuruyor.

Hindistan hükümeti aile planlaması programının “hedefsiz ve gönüllü” olduğunu söylerken Hint uzmanlar, Hindistan’ın, erkeklerin doğum kontrolüne daha fazla katılmasına ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ancak şu ana kadar bu konuda herhangi bir eylem yapılmadı. Ve Hindistan’ın nüfus kontrolü geçmişi, politikacıların neden erkekleri hedef alma konusunda kaygı duyduğunu açıklıyor.

1960’ların sonunda henüz başbakan olan -Hindistan’ın henüz ilk ve tek kadın başbakanı ve daha da önemlisi Hindistan’ın Demir Leydisi- Indira Gandhi, Hindistan parlamentosu üzerinde neredeyse tam kontrol elde etti ve sosyalist ve laik politikaları nedeniyle özellikle ‘marjinal’ gruplar (kadınlar, yoksullar ve alt kastlar) arasında oldukça popülerdi. O dönemki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Lyndon B Johnson’ın yönetimi altında, Rockefeller Vakfı gibi büyük Amerikan şirketleri nüfus kontrolü için lobi faaliyetleri yürütüyordu. Johnson, 1966’da Washington DC’ye yaptığı ziyaret sırasında Gandhi’ye Hindistan’ın artan nüfusuyla mücadele etmesi için baskı yaptı. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) gibi güçlü kurumlar da Hindistan hükümetine kısırlaştırma politikaları uygulamaya koyması için baskı yapıyordu.

1975’te Indira Gandhi ülke çapında acil durum ilan etti. Hindistan’ın nüfus artışından kaynaklanan baskıya yanıt olarak erkekleri hedef alan yaygın bir zorunlu kısırlaştırma programı başlattı. Çoğunlukla yoksul veya Müslüman bölgelerdeki köyler güvenlik çemberine alındı ve polisin erkekleri ameliyata götürmek için zor kullandığı kaydedildi. Bazı erkeklere arsa gibi teşvikler teklif edildi ya da bunu yerine getirmemeleri halinde para cezası ya da iş kaybıyla tehdit edildi. Yalnızca 1976’da 6 milyondan fazla erkeğe cerrahi doğum kontrol yöntemi uygulandığı tahmin ediliyor ve çoğunun prosedüre zorlandığı belirtiliyor.

Gandhi’nin partisi, muhalefetinin destek kazanmak için acil duruma ve kısırlaştırma politikasına karşı yaygın tepkiyi kullanmasının ardından ertesi yıl iktidardan düşürüldü. Hindistan, dünyada aile planlaması ve nüfus kontrolü yöntemlerini uygulamaya koyan ilk ülkeydi, ancak zorla kısırlaştırma planı artık Indira Gandhi hükümetinin karanlık bir mirası olarak görülüyor. Tıpkı komünist Çin’in tek çocuk politikasının 1980’de yürürlüğe girmesinden bu yana yaptığı gibi, Hindistan’ın zorla kısırlaştırma politikası da gelecekteki hükümetlerin peşini bırakmadı ve odak noktasını erkeklerden uzaklaştırdı. Aile planlamasının gerekliliği kabul edilse de bu, politik açıdan sakıncalı hale geldi, Hindistan’da hükümet kısmen zorunlu aile planlaması nedeniyle seçimleri kaybetti.

Buna karşın hükümetler yıllar içinde teşvike dayalı kısırlaştırma programları da dahil olmak üzere ölçülü bir biçimde nüfus kontrol politikalarını hayata geçirdi. Bu politikalar da benzer şekilde zorlayıcı olarak tanımlandı ve hükümet bunları ülkenin dini yapısını kontrol etmek için kullanmakla suçlandı. Hindistan’ın Müslüman nüfusu, dini gruplar arasında en yüksek doğurganlık oranına sahip ve onu Hindu çoğunluk takip ediyor, ancak Müslümanlar aynı zamanda doğumlarda en hızlı düşüşü de yaşıyor.

Ulusal hükümet, Hindistan devletlerinin kendi aile planlaması politikalarını benimsemelerine izin veriyor. Çeşitli siyasi partilerin liderliğindeki birçok devlet, iki çocuk politikası uyguladı. Bu, insanların daha fazla çocukları varsa devlet işlerine başvurmalarını veya yerel seçimlere katılmalarını kısıtlıyor anlamına gelir.

Narendra Modi’nin Bharatiya Janata Partisi’nden politikacılar sıklıkla nüfus artışının sorumlusu olarak Müslüman azınlığı suçladılar. Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Assam devletinde Başbakan Himanta Biswa Sarmam, Müslüman halk arasında “yoksulluğu ve cehaleti ortadan kaldırmanın” tek yolunun nüfus kontrolünün olduğunu iddia ederek iki çocuk politikasını duyurdu. Eleştirmenler bunun, Hindu milliyetçi hükümetinin Müslüman azınlığı hedef almak için nüfus artışını bir bahane olarak kullanmasının bir örneği olduğunu söylüyor.

Hindistan’ın nüfusu önümüzdeki 20 yıl içinde 1,6 milyara ve 2064’te neredeyse 1,7 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Ancak bir sonraki küresel süper güç olmak istiyorsa kartlarını doğru oynamak zorunda. Her yıl yaklaşık 8 milyon genç iş piyasasına giriyor. Ancak Hint yetişkinlerin yarısından azı çalışıyor, Çin’de ise bu oran üçte iki. Hindistan’daki iş gücünün yüzde 90’ı, düzenli maaşı, sabit çalışma saatleri ve sosyal yardımları olmayan, güvencesiz çalışan iş gücü. Hindistan’ın işsizlik sorunuyla karşı karşıya olduğu ve gençlerine yeterli iş imkanı sağlayamadığı gerçeği var. Yalnızca bir önceki yıl Hindistan’ın en büyük işverenlerinden biri olan demiryollarındaki 35 binlik istihdam duyurusu 10 milyondan fazla başvuru aldı. Bu, devamında, Bihar ve Telangana devletlerinde başvuru sahiplerinin şeffaf olmayan işe alım süreci iddiasıyla şiddetli protestoları getirdi.

Ayrıca konu yalnızca gençler değil; Hindistan’ın belki de en büyük kullanılmayan varlığı kadınlardır. Yetişkin kadınların yalnız yüzde 10’u Hindistan’da bir işe sahipken bu oran Çin’de yüzde 69.

GÖRÜŞ

‘Made in Turan’: Neydi, ne oldu?

Yayınlanma

Yazar

Son dönemde, sosyal medya başta olmak üzere, Türk devletlerinin ‘Made in Turan’ markası altında birleşeceğine ilişkin bir iddia dolaşıma girdi.

İddia şu: Türk devletleri, bundan sonra ‘Made in Turan’ markası altında birleşecek…

Peki, Azerbaycan’ın girişimiyle ortaya çıktığı ve 2-3 Mayıs’ta Bakü’de düzenlenen Türk Devletleri Ekonomik Forumu’nda tanıtıldığı belirtilen bu markayla ilgili ne biliniyor?

‘Marka, Azerbaycan’ın girişimiyle ortaya çıkarıldı’ iddiası

Konuyla ilgili dolaşıma sokulan haberlerde, markanın ‘Azerbaycan’ın girişimiyle’ ortaya çıktığı ve 2-3 Mayıs’ta Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen Türk Devletleri Ekonomik Forumu’nda tanıtıldığı ifade edildi.

Evet, marka, Türk Devletleri Ekonomik Forumu’nda tanıtıldı. Medyaya yansıyan “Azerbaycan’ın girişimiyle” ifadeleri ise, markanın ‘Bakü yönetiminin resmi bir girişimi’ olduğu yönünde bir algı yaratıyor. Ancak, Bakü yönetiminin bu markayla herhangi bir resmi ilişkisi yok. Azerbaycan’ın konuyla ilgili resmi kurumlarının hiçbirinde bu markadan bahsedilmiyor.

Aynı şekilde, markayla ilgili dolaşıma giren haberlerin çoğunda, markanın ‘Türk Devletleri Teşkilatı’nın bir ürünü’ olduğu yönünde ifadeler yer alıyor. Ancak, söz konusu markanın ilan edildiği, 2-3 Mayıs’ta Bakü’de düzenlenen Türk Devletleri Ekonomik Forumu Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) organizatörü olduğu bir etkinlik değildi.

Bu algı da muhtemelen, ‘Türk devletleri’ tanımı kullanılan her etkinliğin Türk basınında Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) bünyesinde gerçekleştirildiği yönündeki aktarımından kaynaklanıyor.

Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) işin neresinde?

Afişten de gördüğümüz üzere, etkinliğin organizatörleri arasında, Azerbaycan merkezli iki kuruluş bulunuyor: Kiçik və Orta Biznes Subyektləri və Klublarının Assosiasiyası (KOBİA) – (Azerbaycan Küçük ve Orta Ölçekli İşletmelerin Geliştirilmesi Ajansı) ve yukarıda bahsettiğimiz, ‘Made in Turan’ markasını piyasaya süren Azərbaycan Françayzinq Assosiasiyası…

Yani, bu etkinliğin ve ilan edilen markanın Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ile doğrudan, organik bir ilişkisi de bulunmuyor…

Öyle ki, Türk Devletleri Ekonomik Forumu’na dair TDT’nin kendi sitesinde yayınlanan haberde de, ne ilan edilen bu markadan, ne de Türk devletlerinin ‘artık tek bir marka altında birleştiğinden’ tek kelime bahsedilmiyor.2

Azerbaycan Franchise Derneği (AFA) nedir?

Azerbaycan Franchising Derneği (AFA), kendini “Azerbaycan da franchising alanında gelişmeleri duyurmak, markaların gelişmesine katkı sağlamak için kurulan ilk kuruluş” ifadeleriyle tanıtıyor ve franchising ile ilgilenen yabancı franchise şirketlerine ve girişimcilere iş kurma konusunda yardım sağlıyor.3

Yani, Azerbaycan merkezli bir franchising şirketi olan AFA, ‘Made in Turan’ ismiyle duyurduğu markasını Bakü’de kendi düzenlediği etkinlikte tanıtıyor. Bu, Türk devletlerini hedef alan ve TDT’nin bağlantılarını kullanmaya çalışan ticari bir girişim.

Made in Turan’ın ne olduğunu ise, aslında AFA Yönetim Kurulu Başkanı Jamid Movsumov defalarca ve açıkça anlatmış.

Movsumov’un da kendine ait bir internet sitesi var, ancak belli ki kurulumu yarım bırakılmış. Azerbaycan dilinde atılan başlıkları, site şablonlarında otomatik bir şekilde yer alan standart yazılar takip ediyor.

Movsumov, ‘Made in Turan’ ile ilgili olarak Mayıs başından bu yana çeşitli basın kuruluşlarına açıklamalarda bulunmuş.

‘Hedefimiz özel avantajlar sağlamak’

Örneğin, 1 Mayıs’ta Azerbaycan merkezli Trend’e konuşan Movsumov, “Hedefimiz, ilgili devletlerin gümrük teşkilatlarıyla işbirliği yaparak ‘Made in Turan’ markasına özel avantajlar sağlamak ve özel ihracat fırsatları yaratmak” ifadelerini kullanıyor.5

Movsumov’un ‘Turan’ fikri ise yeni değil. 2023 yılındaki bir başka açıklamasında, ‘Turan forumu’ düzenlemek istediğini kaydetmiş.6

Bu yıl başında ise, Çinli ve Türk şirketleri Nahçivan’da bir araya getirmiş.7

Özetle Movsumov, çeşitli ekonomik fırsatları değerlendiren, klasik anlamda bir işadamı. ‘Made in Turan’ markası ise, TDT üzerinden yaygınlık kazandırmaya çalıştığı kendi girişimi.

TDT ülkelerinden bu markaya dahil olmak isteyen şirketlere, TDT ülkelerinden özel gümrük ayrıcalıkları sağlayıp büyük karlar elde etmek… Bu açıdan bakıldığında, söz konusu marka, an klasik anlamıyla bir ticari hamle.

Ayrıca, markaya ‘made in…’ kalıbının yapıştırılması ve bu işin doğrudan bir franchising şirketi tarafından yapılması, asıl hedefin Turan’dan ziyade ‘Turan bölgesinde’ iş yapmaya hevesli Avrupalı şirketler olduğu yönünde işaretler de barındırıyor.

Markayı kim kabul etti?

Söz konusu markaya ilişkin tek katılım imzası ise Kazakistan’da atıldı. Bu imza da Türk basınında “Made in Turan’a Kazakistan da katıldı” ifadeleriyle yansıdı. Ancak Kazakistan’da bu markaya dahil olan ise devlet değil, Kazakistan’daki ‘Orta Asya Franchising Derneği’ydi.

Söz konusu katılım, ‘Uluslararası Türk Franchising Dernekleri Kongresi: Türk dünyasında franchising’in gelişimi için beklentiler ve fırsatlar’ başlıklı, Orta Asya Franchise Derneği tarafından ve Kazakistan Ulusal Girişimciler Odası ‘Atameken’ işbirliğiyle düzenlenen yuvarlak masa etkinliği sırasında gerçekleşti.

Made in Turan’ın seçenekleri

Bütün bunlar alt alta konduğunda, ‘Made in Turan’ markasının önünde Avrupalı şirketlerin Rus karşıtı yaptırımları delme konusundaki yeni aracı, ya da Rus karşıtı yaptırımlardan yararlanıp markaya bağlı şirketlerin Avrupa ile ticaretini artırması gibi seçenekler bulunuyor.

Ya da Movsumov bu markayla bölgeyle derin ticari bağları bulunan Çinli şirketlerin tek elden mihmandarlığını yapmayı hedefleyecek. Belki de hepsi birden…

Öte yandan, Türkiye ve Azerbaycan’da bu markanın başarılı olacağını söylemek mümkün. İdeolojik arka planı düşünüldüğünde, özellikle Türk büyük sermaye çevrelerinin milliyetçi/muhafazakar kesimlerinde bu markanın alıcısının çok olması bekleniyor.

Ancak, Movsumov’un gümrük ayrıcalığı elde etmeye çalıştığı TDT ülkelerinden üçü, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan, aynı zamanda Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyesi. Dolayısıyla Movsumov’un işi hiç kolay değil. Hatta, bu koşullarda Made in Turan markasını Türk devletlerinin ‘tek ve en büyük markası’ haline getirmesi mümkün de değil. Gerçekten öyle bir amacı olup olmadığı ise muamma…

Görünüşe göre, Movsumov tarafından başlatılan bu girişim, Çin ve Rusya’yı ürkütmeden ve son yıllarda öne çıkarılan ‘Turan’ modasını takip ederek Türkçe konuşan ülkelerdeki anlaşmalı şirketlerin katılımıyla planlanan bir ticari hamleden fazlası olamayacak. Zira, Made in Turan markası, gündeme geldiği hızla gündemden düştü.

Azerbaycan basınında bile, hem marka hem de Jamid Movsumov’la ilgili en son haberler mayıs ayında yayınlanmış.

Özetle, kendi koşulları içinde karlı görünen bu ticari hamlenin henüz Türklükle veya Turan’la herhangi bir ilgisi bulunmadığını söylemek mümkün.

Markanın önümüzdeki dönemdeki faaliyetlerini yakından takip etmeye devam edeceğiz. Başarısı ise, ‘Türk dünyasının Turan hayaliyle’ değil, Movsumov’un ticari zekası ve ikna gücüyle doğru orantılı olacak.

1. https://www.turkicstates.org/tr/haberler/turk-devletleri-ekonomik-forumu-2024-2-3-mayis-2024-tarihinde-bakude-duzenleniyor_3255

2. https://www.turkicstates.org/tr/haberler/turk-devletleri-ekonomik-forumu-2024-bakude-gerceklestirildi_3273

3. https://franchise.org.az/az/afa-haqqinda#

4. https://jamidmovsumov.com

5. https://www.trend.az/business/3893239.html

6. https://www.trend.az/business/3692931.html

7. https://report.az/ru/biznes/v-nahchyvane-v-kachestve-rezidentov-zaregistrirovany-dve-tureckie-kompanii/

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yabba-Dabba-Doo!

Yayınlanma

Yazar

Dünya liderleri 3. Dünya Savaşı’nın kapıda olduğu tehlikesinden bahsederken gözler yine İsrail-Lübnan sınırına çevrildi.

Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bu yana gerek yazılarımda gerek ekranlarda yaptığım değerlendirmelerde bölgesel savaşın tetiklenme ihtimalinin çok yüksek olduğunu belirttim. Şimdi de Beyrut’taki evimde bu yazıyı kaleme alırken aynı hissiyat içerisindeyim. Operasyonun ertesi günü 8 Ekim’den bu yana İsrail ile Hizbullah arasında karşılıklı saldırılarla devam eden kontrollü gerginliğin asılı olduğu ip her an kopabilir ve işler çığırından çıkabilir.

Sınır Bölgesinde Neler Oluyor?

İsrail, Gazze Şeridi’nin güneyinde yer alan Refah’taki operasyonlarını bitirdikten sonra hala Hizbullah ile diplomatik bir anlaşma sağlanamazsa kuzeyde yeni bir cephe açabilir.

İsrail Savunma eski Bakanı ve savaş kabinesi eski üyesi Benny Gantz kuzeydeki savaşı eylül ayından yani akademik yılın başlangıcından önce bitirememesi durumunda hükümetten ayrılacağına söz vermişti.

Aylardır sınırda devam eden savaşta Hizbullah için İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Amir Abdullahiyan’ın helikopter kazasında hayatlarını kaybetmeleri bir kırılma noktası olmuş gibi gözüküyor. Zira bu olaydan sonra Hizbullah’ın İsrail’e saldırılarında fark edilir bir yoğunluk başladı.

Diplomatik Anlaşma Olur mu?

Taraflar arasında artan kavgacı söylemlerin karşıdakini caydırmak için gövde gösterisi mi yoksa savaşın ayak sesleri mi olduğunu kestirmek zor. Blöf bile olsa taraflardan birinin tek bir yanlış hamlesinin büyük bir savaşa dönüşme riski var.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1701 sayılı kararına göre sınırdaki Mavi Hat ile Litani Nehri’nin güneyindeki bölgede silahlı personel olarak sadece Lübnan Ordusu askerleri ve Birleşmiş Milletler Barış Koruma Gücü UNIFIL olabilecek. Yani bu bölgedeki Hizbullah askerlerinin çekilmesi isteniyor.

Temmuz 2006’daki savaşı bitiren bu karar yıllardır uygulanmıyor. Her iki taraf da BMGK’nın 1701 sayılı kararına ihlallerde bulunuyor. Hizbullah saldırılarını durdurmak için İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki saldırılarına son vermesini şart koşuyor.

Lübnan Başbakanı Necib Mikati, “Biz her zaman barışın savunucusuyuz” açıklamasında bulundu ve İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını durdurması ve Lübnan’da Hizbullah’a saldırmayı bırakması gerektiğini söyledi. Mikati, “Halkımızın yanındayız. Direniş görevini yapıyor, Lübnan hükümeti görevini yapıyor ve amacımız ülkeyi kelimenin tam anlamıyla korumaktır” dedi.

Olası bir İsrail-Hizbullah savaşında, İran ve Irak’taki bazı gruplar da Hizbullah’a desteklerini açıkladılar. Arap Birliği, Hizbullah’ı terörist örgüt listesinden çıkardı. Gazze’ye destek için Şii bir örgüt olan Hizbullah İsrail Ordusu’nu karşısına aldı. Dolayısıyla Lübnanlılar, Gazze’de olup bitene kınamadan öte tepki veremeyen Arap ülkelerine kızgınlar.

Ülkedeki Tek Havaalanı Hedef mi?

Lübnan’da sivillerin kullandığı ülkenin tek havaalanı olan Beyrut Refik Hariri Uluslararası Havaalanı Temmuz 2006’daki savaşta İsrail’in ilk hedeflerinden biriydi. İngiliz The Telegraph gazetesinde yayımlanan bir makalede havaalanı, Hizbullah’ın füze ve patlayıcı stokladığı iddia edilerek hedef gösterildi. Bu iddialar üzerine Lübnan Ulaştırma Bakanı Ali Hamieh, havaalanında herkese açık bir inceleme turu gerçekleştirdi. İsrail, ülkenin tek havaalanını bombalarsa, ülke dışına tahliyeler ancak deniz yoluyla gerçekleşebilecek.

Olası bir savaşta her iki tarafta da yıkım dehşet verici boyutlara kısa sürede erişecektir. Hizbullah, İsrail’e henüz hiç kullanmadığı ekipmanlarla saldıracağını açıkladı ve stratejik hedef konumundaki yerlerin koordinatlarını gösteren bir video yayınladı. Lübnan’dan atılan füzelerle şimdi bile satüre olan demir kubbe İsrail’i korumaya yetmeyecek. ABD’nin sağlayacağı hava savunma sistemleri ise Lübnan topraklarından gelecek olan füzeleri ve sihaları karşılamada etkin olamayacak.

İsrail ise kısa sürede Lübnan’ın alt yapısını ve ülkedeki tek havalimanını bombalayarak büyük zarar verebilir. Litani Nehir’ine kadar Lübnan topraklarına karadan çıkartma yapma olasılığı yüksek. Savaş yorgunu İsrail bunu başarabilir mi?

Silahların susmadığı Ortadoğu’da bölgesel bir savaş riskinin gerçekliği ve yakınlığı ürpertici boyutlara geldi. Sözde kimse büyük bir savaş istemiyor. Karşılıklı tehditlerin ve günlük saldırıların ise neredeyse rutin haline geldiği Hizbullah-İsrail ilişkisinde gövde gösterileri büyük bir savaşı önlemede caydırıcı olabilecek mi?

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Lübnan’da savaş istemediklerini ancak Lübnan’ı taş devrine geri gönderebileceklerini söyledi. Bunun üzerine Lübnanlılar aralarında Taş Devri çizgi filmindeki Fred Çakmaktaş gibi şakalaşmaya başladılar Yabba-Dabba-Doo!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Modi’nin Moskova ziyareti: İkili ilişkilerden çok, küresel belirsizliğe hazırlık

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin 8 Temmuz’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile ikili zirve için Moskova’ya bir ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor. Martta beşinci dönemine başlayan Putin’in ardından haziranda üçüncü dönem hükümetini kuran Modi’nin ilk ikili dış ziyareti. Ayrıca Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Rusya’ya yapacağı ilk ziyaret. Her iki ülke de küresel belirsizliğin ortasında yeni ortaklıklar ararken Modi’nin gezisi iki ülke arasındaki güçlü bağların yeniden teyididir. Aynı zamanda Hindistan’ın bağlarını “dengelemeye” devam etme niyetinde olduğunun bir işareti. Dolayısıyla iki ülke arasındaki zayıflayan siyasi bağlar üzerine bazı kaygıları ortadan kaldırmakta önemli bir yol kat edeceği, daha açık bir biçimde Rusya’nın ilişkilerde “sapma” kaygılarını gidereceği beklentisi ile ayrıca önem kazanıyor. Ve Batı’nın Putin’i dışlanmış olarak gösterme çabalarını zayıflatması anlamında da önemli görülebilir.

Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) Kazakistan’daki zirvesini atlayan Modi’nin bu ziyareti aynı zamanda son iki döneminde seçimlerden sonra ilk dış seyahatlerinde mahalleye odaklandığı geçmiş gelenekten önemli bir sapma anlamına da geliyor. 2014’te ilk ikili dış ziyaretini Himalayalar’da Bhutan ve Nepal ve 2019’da Hint Okyanusu’nda Maldivler ve Sri Lanka’ya yapmayı seçen Modi, son on yılda Rusya’yı beş kez ziyaret etti ancak 2019’dan bu yana Moskova’ya ikili bir gezi yapmadı. Moskova’ya ilk ziyareti BRICS zirvesi için Haziran 2015’te, son ziyareti ise Eylül 2019’da Vladivostok’ta düzenlenen Doğu Ekonomik Forumu içindi.

Hindistan, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna müdahalesini “işgal” olarak nitelendirmedi ancak genel olarak barışçıl bir çözüm ve anlaşmazlıklarda sivillerin korunması çağrısında bulundu. Modi, İsviçre’de Ukrayna savaşı ile ilgili düzenlenen küresel barış zirvesine katılmadı ve Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili tarafından temsil edildi. Rusya’nın davet edilmediği zirvenin ardından yayınlanan ortak bildiriye mesafeli yaklaşan Hindistan çatışmanın her iki tarafı olan Rusya ve Ukrayna’nın masada olması gerektiğini vurguladı.

Ukrayna savaşı, daha önce durgun olan Hindistan-Rusya ticaretinde önemli bir artışa yol açtı. Son iki yılda iki ülke arasındaki ticaret neredeyse üç katına çıkarak yaklaşık 66 milyar dolara ulaştı. Bu artışın başlıca nedeni Hindistan’ın büyük miktarlarda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Batı tarafından yaptırım uygulanan Rus ham petrolü satın almasıdır. Hükümet verilerine göre Hindistan’ın Rusya’dan ham petrol ithalatı 2022’de 2 milyar dolar iken 2024’te 46,5 milyar dolara yükseldi. İronik bir şekilde, Batı’nın Rus petrolüne uyguladığı yaptırımların tetiklediği bir petrol krizi sırasında Hindistan, Rusya’dan aynı petrolün ithalatını indirimli olarak artırdı ve bu da onu Hindistan’ın en büyük petrol ihracatçılarından biri yaptı.

Göreve başlamasından sonraki bir hafta içinde Modi, Küresel Güney’den büyük uluslar ile bir sosyal yardım oturumuna katılmak üzere G-7 zirvesi için İtalya’ya gitti. Ancak ŞİÖ zirvesine katılmadı; Hindistan’ı Dışişleri Bakanı Jaishankar temsil etti. Bu, Batı’ya Delhi’nin Batı ile bağlarını geliştirmeye devam edeceği yönünde bir işaret. Grubun Batı karşıtı yönelimi, Modi’nin dış politikasındaki incelikli Batı yanlısı eğilimler ile giderek daha fazla çeliştiğinden Hindistan ŞİÖ’ye ilgisini kaybediyor gibi. Putin ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in zirveye katılmayı planlaması nedeni ile son dakika iptali özellikle anlamlıydı. Gerçi resmi olarak Modi’nin katılım sağlayacağına yönelik bir bilgilendirme yapılmadığı için pek de iptal denemez ama… Delhi, Moskova’ya ikili bir ziyaret düzenleyerek yokluğunu telafi edecek olsa da Modi-Xi görüşmesi için bir aciliyetin olmadığı açık. Ve bu ziyaret, Hindistan dış politikasının tanımlayıcı bir özelliği olan stratejik özerkliğe güçlü eğilimini yansıtmaktadır ve bu, Moskova ile güçlendirilmiş bağların devam etmesi anlamına gelir. Bu arada Çin’in varlığı dikkate alınırsa, çok taraflı zirvelerde Hindistan pozisyonunu sürdürmeye pek istekli değil gibi.

Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov salı günü yaptığı açıklamada, Putin ile Modi arasındaki ilişkinin “son derece güvenilir doğası” göz önüne alındığında, iki liderin yakında Moskova’da bir araya gelmeleri durumunda her başlığın konuşmaya açık olacağını, diğer deyişle hiçbir konunun yasaklanmayacağını söyledi. Bununla beraber Modi-Putin görüşmelerinin ilk etapta Hindistan’ın petrol ithalatı nedeni ile Hindistan-Rusya ticaretindeki artışa, özellikle Delhi aleyhine gelişen geniş ticaret açığına, Batı yaptırımlarından kaynaklanan ödeme sorunlarının yumuşatılmasına, Chennai-Vladivostok deniz koridoruna ilişkin daha önceki görüşmelere ve daha fazla savunma değişiminin önünü açacak Karşılıklı Lojistik Değişim (RELOS) anlaşmasının sonuçlanmasına odaklanması bekleniyor. Ayrıca Ukrayna savaşı nedeni ile geciken savunma donanımı ve yedek parça tedarikinin hızlandırılması da amaçlanıyor. Son ama daha da önemlisi, gelişen Çin-Rusya bağlarını kaygı ile izleyen Hindistan’ın stratejik çıkarlarının ziyarete yön vermesi bekleniyor.

Kısa süre önce askeri işbirliğini güçlendirmek amacı ile Rus hükümeti Delhi ile bir lojistik anlaşma taslağını onayladı. İki ülkenin silahlı kuvvetleri arasındaki operasyonel katılımın artırılmasında önemli bir adım olan lojistik anlaşması, barışı koruma misyonları, insani yardım ve ortak askeri tatbikatlar da dahil çeşitli askeri operasyonlar sırasında ülkeler arasında karşılıklı lojistik desteği kolaylaştırıyor. Destek genellikle yakıt ikmali, bakım ve tedarik gibi kritik hizmetleri içeriyor ve birlikte çalışabilirliği artırıyor. Anlaşma, kabul edilmesi halinde beş yıl geçerli olacak ve taraflardan herhangi biri feshetme kararı almadığı sürece otomatik olarak yenilenecek. Bu taslak lojistik anlaşması, Rusya ile Hindistan arasında uzun süredir devam eden askeri ilişkinin devamı niteliğinde. İki ülke, 2021’de askeri-teknik işbirliğine ilişkin 2030’a kadar uzatılacak kapsamlı bir anlaşma imzalamıştı. Hindistan’ın ayrıca Amerika, Fransa, Güney Kore, Singapur, Avustralya ve Japonya ile benzer lojistik anlaşmaları var. Bu anlaşmalar, Hindistan’ın stratejik erişimini ve operasyonel hazırlığını artırmada hayati önem taşıyor ve ordusunun daha uzun ve daha karmaşık konuşlandırmaları sürdürebilmesini sağlıyor.

Ve en önemlisini sona sakladım: Beklenen Modi-Putin zirvesi ikili sonuçlardan çok esasen dünya görüşünün paylaşılması ile ilgileniyor.

Ukrayna savaşının tırmanma eğilimi sürüyor. İsrail-Hamas çatışması azalma belirtisi göstermiyor. Pakistan, Ocak 2025’te BM Güvenlik Konseyi’ne iki yıllığına geçici üye olarak katılacak. Pakistan ile her koşulda dostluk yaklaşımı güden Çin’in geçmişte olduğu gibi bazı Hindistan vatandaşlarını küresel teröristler olarak ilan etme veya Jammu ve Keşmir konusunda bir karar alma fırsatı arayacağı yönünde birtakım Hindistan kaygıları doğuyor. Ayrıca, Hindistan gelecek yıl Cenevre’deki Uluslararası İnsan Hakları Konseyi’nin bir üyesi olmayacak. Hindistan’ın üye olmadığı 2018’deki süreçte Konsey’in Jammu ve Keşmir’deki insan hakları ihlalleri hakkında bir rapor sunduğu dikkate alınırsa, Delhi için başka bir kaygı da doğuyor.

Dahası, İşçi Partisi’nin İngiltere’de iktidara gelirken, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un seçimleri kazanma yolunda sağ kanatla zayıflaması söz konusu. Ayrıca Amerika, Başkan Biden ve Trump’ın sınır tanımayan bir mücadele içinde olduğu Başkanlık seçimleri yolunda.

Batı’nın Rusya’yı Ukrayna ile zorlaması ile Rusya doğu çevresinde Pekin tarafından sıkıştırılsa da Putin Xi ile yumuşama arayışına girmek zorunda kaldığı için Hindistan’ın konumu karmaşık bir hal aldı. Batı, Rusya ile tüm kanalları açık tuttuğu için Hindistan’ı eleştirse de Delhi Hindistan’ın askeri malzemelerinin çoğunluğu hala Moskova’dan geldiği için Moskova’nın Pekin ile bağ kurmasını öylece durup izleyemez. Ancak aynı zamanda Çin ile yakın ilişkilerine karşın Rusya’nın Çin’e karşı riskten korunmaya çalıştığı ve Hindistan’ın da buna karşı bir denge unsuru olarak yardımcı olduğu görülüyor. Açık gereklilik şu ki Rusya’nın Çin’e yaklaşması ile birlikte Hindistan, Batı ile büyüyen bağlarına karşın Rusya’ya bir denge unsuru sunmak zorunda.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English