GÖRÜŞ
Hindistan’ın demografik yönü: Avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramDünya çapında 8 milyardan fazla insan var ve her geçen gün bu sayı daha da artıyor. Dünya nüfusunun üçte birinden fazlası Hindistan ve Çin’de yaşıyor. Birleşmiş Milletler’in 1950’lerde küresel demografik verileri izlemeye başlamasından bu yana Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını elinde tutarken bunu Nisan 2023’te Hindistan devraldı. 2064 yılında nüfusunun zirveye ulaşması öngörülen Hindistan’ın, o zamana kadar aradaki farkı açmaya devam etmesi bekleniyor. Ayrıca, Çin’in nüfus artışı yalnızca durmakla kalmıyor, aynı zamanda yaşlanıyor. Ortalama yaş şu anda Çin’de 39 iken Hindistan da 28.
Hindistan nüfusunun yüzde 40’ından fazlası 25 yaşın altında. Doğru şekilde ele alınırsa bu, Hindistan için büyük bir avantaj olabilir çünkü bu, ülkede çeşitli sanayi, iş ve eğitim sektörlerine giren bir sürü yeni beyin, Hindistan’a yirmi ile otuz yıl kadar dayanabilecek devasa bir işgücü tabanı anlamına geliyor. Önümüzdeki yıllarda dünyanın bazı güçlü uluslarının nüfuslarında ve dolayısıyla işgücünde azalma yaşanırken Hindistan’da böyle bir sorun yaşanmayacak. Ve bu büyük nüfusun İngilizce konuşan nüfus olması da ek bir avantaj.
Ancak bu, Hindistan için hem heyecan verici hem de göz korkutucu bir manzara. Evet, bir yandan genç nüfusu büyük bir potansiyel iş gücü sağlıyor. Bu demografik kazanç, -eğer kullanılırsa- Hindistan’ı dünyadaki en güçlü uluslardan biri haline getirebilir. Ama bu, Hindistan’ın tüm bu gençlere iş sağlaması gerektiği anlamına da geliyor. Ve eğer bunu başaramazsa, daha da yoksulluğa düşme riski var. Büyümeyi kontrol altına almak amacıyla Hindistan’ın Çin ile aynı hataları yapabileceği veya geçmişindeki karanlık bir dönemi yeniden ziyaret edebileceği yönünde kaygılar da var.
Nüfusun büyümesine yardımcı olan üç faktör var: doğum oranları, yaşam beklentisi ve göç. Hindistan ve Çin için temel unsur her yıl doğan bebek sayısıdır. Her iki ülkede de bu sayı düşüyor; kadınlar geçmiş yıllara göre daha az bebek sahibi oluyor. Yalnızca Hindistan’ın doğurganlık oranı Çin’inkinden daha yavaş düşüyor. Nüfus patlaması, insanların daha zengin ve daha eğitimli olduğu güney ve batı bölgelerine göre daha fazla bebek sahibi olduğu iki kuzey devleti Bihar ve Uttar Pradesh’ten kaynaklanıyor. Hindistan devleti Bihar, kadın başına 2,98 doğum oranıyla ülkenin en yüksek doğurganlık oranına sahip. Doğurganlık oranları genellikle kuzey Hindistan’da güneye kıyasla daha yüksek. Demograflar, güney devletlerinde aile planlaması ve doğum kontrolünün yaygınlaşmasının doğurganlık oranlarındaki düşüşün ana nedeni olduğunu söylüyor.
Hindistan genelindeki kadınların üçte biri herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmıyor. Ancak bunu yapanların yüzde 60’ı cerrahi prosedürü tercih ediyor. Enteresan bir biçimde, Hindistan’da kadınlar arasında en yaygın doğum kontrol yöntemi kısırlaştırmadır. Ve daha da ilginç olanı, bu kadınların yüzde 70’e yakını hiçbir zaman geçici bir doğum kontrol yöntemi dahi yaşamamıştır. Hindistan Nüfus Kurumu Genel Müdürü Poonam Muttreja, “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yüksek kısırlaştırma oranlarına sahip değilsiniz” diyor. Peki neden bu kadar çok kadın kısırlaştırma ameliyatlarını seçiyor? Birçoğu Hindistan hükümeti tarafından istihdam edilen bölgesel sağlık çalışanları tarafından teşvik ediliyor ve nakit teşviklerle ikna ediliyor. Hindistan Ulusal Kırsal Sağlık Misyonu’nun bir parçası olarak Sağlık ve Aile Refahı Bakanlığı tarafından istihdam edilen toplum sağlığı çalışanları olan Akredite Sosyal Sağlık Aktivistleri (ASHA’lar), bölgesel alanları veya köyleri ziyaret ediyor ve yerel halkı bu konuda eğitiyor. Bir veya iki çocuğun yeterli olduğu ve hayat pahalılığı nedeniyle daha fazla çocuk yetiştirmenin çok zor olduğu fikri aşılanıyor ve kalıcı kısırlaştırmayı tercih etmeleri için motive ediliyor. Sağlık departmanı, sağlık çalışanlarının tavsiyesine uyarak operasyonu tercih eden kadınların banka hesap numarasını alıyor ve genellikle cüzi bir miktar olmak üzere bir miktar nakit aktarıyor. Ancak bu tazminatı almayanlar da oluyor. Yani, operasyonu kabul eden her kadına kesin olarak bir ödeme yapılıyor değil. Ayrıca, araştırmacılar, çoğunlukla yoksul toplulukları hedef alan teşvik odaklı aile planlamasının eğitim temelli modeller kadar güvenli veya etkili olmadığı konusunda uyarıyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’ndan bazı araştırmacılar, bunun tek yöntem olmadığına ve en iyi yöntem de olmadığına vurgu yapıyor. Bu arada, hükümet programından fayda görecek olanlar yalnızca ameliyatları seçenler değil. Kendilerini yönlendiren sağlık çalışanları da maddi ikramiye alıyor. Hükümet, ameliyatları seçenlere kabaca 60 dolar tutarında bir tazminat verirken ASHA çalışanlarına aylık kabaca 100 dolar tutarında bir ücret ödüyor. Tabii bu ödemeler değişken. Örneğin, Haryana’da ASHA çalışanları, üçten az çocuğu olan ve ameliyat olan her kadın için yaklaşık 45 dolar alıyor. Üçten fazla çocuğu olan kadınlar için sağlık çalışanı komisyonu yaklaşık 15 dolara düşüyor. Bir de kaçınılmaz olarak, sağlık çalışanlarına yönelik hükümet teşviklerinin, onları diğer, çok daha güvenli doğum kontrol yöntemleri yerine, kadınları ameliyata itmeye teşvik ettiği ve onların, kadınların geçici yöntemlerden elde edebileceği faydalar konusunda danışmanlık yapmaya, motive etmeye veya daha fazla bilgi paylaşmaya yatırım yapmadığı gerçeğini doğuruyor.
Hindistan hükümeti aile planlaması programının “hedefsiz ve gönüllü” olduğunu söylerken Hint uzmanlar, Hindistan’ın, erkeklerin doğum kontrolüne daha fazla katılmasına ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ancak şu ana kadar bu konuda herhangi bir eylem yapılmadı. Ve Hindistan’ın nüfus kontrolü geçmişi, politikacıların neden erkekleri hedef alma konusunda kaygı duyduğunu açıklıyor.
1960’ların sonunda henüz başbakan olan -Hindistan’ın henüz ilk ve tek kadın başbakanı ve daha da önemlisi Hindistan’ın Demir Leydisi- Indira Gandhi, Hindistan parlamentosu üzerinde neredeyse tam kontrol elde etti ve sosyalist ve laik politikaları nedeniyle özellikle ‘marjinal’ gruplar (kadınlar, yoksullar ve alt kastlar) arasında oldukça popülerdi. O dönemki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Lyndon B Johnson’ın yönetimi altında, Rockefeller Vakfı gibi büyük Amerikan şirketleri nüfus kontrolü için lobi faaliyetleri yürütüyordu. Johnson, 1966’da Washington DC’ye yaptığı ziyaret sırasında Gandhi’ye Hindistan’ın artan nüfusuyla mücadele etmesi için baskı yaptı. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) gibi güçlü kurumlar da Hindistan hükümetine kısırlaştırma politikaları uygulamaya koyması için baskı yapıyordu.
1975’te Indira Gandhi ülke çapında acil durum ilan etti. Hindistan’ın nüfus artışından kaynaklanan baskıya yanıt olarak erkekleri hedef alan yaygın bir zorunlu kısırlaştırma programı başlattı. Çoğunlukla yoksul veya Müslüman bölgelerdeki köyler güvenlik çemberine alındı ve polisin erkekleri ameliyata götürmek için zor kullandığı kaydedildi. Bazı erkeklere arsa gibi teşvikler teklif edildi ya da bunu yerine getirmemeleri halinde para cezası ya da iş kaybıyla tehdit edildi. Yalnızca 1976’da 6 milyondan fazla erkeğe cerrahi doğum kontrol yöntemi uygulandığı tahmin ediliyor ve çoğunun prosedüre zorlandığı belirtiliyor.
Gandhi’nin partisi, muhalefetinin destek kazanmak için acil duruma ve kısırlaştırma politikasına karşı yaygın tepkiyi kullanmasının ardından ertesi yıl iktidardan düşürüldü. Hindistan, dünyada aile planlaması ve nüfus kontrolü yöntemlerini uygulamaya koyan ilk ülkeydi, ancak zorla kısırlaştırma planı artık Indira Gandhi hükümetinin karanlık bir mirası olarak görülüyor. Tıpkı komünist Çin’in tek çocuk politikasının 1980’de yürürlüğe girmesinden bu yana yaptığı gibi, Hindistan’ın zorla kısırlaştırma politikası da gelecekteki hükümetlerin peşini bırakmadı ve odak noktasını erkeklerden uzaklaştırdı. Aile planlamasının gerekliliği kabul edilse de bu, politik açıdan sakıncalı hale geldi, Hindistan’da hükümet kısmen zorunlu aile planlaması nedeniyle seçimleri kaybetti.
Buna karşın hükümetler yıllar içinde teşvike dayalı kısırlaştırma programları da dahil olmak üzere ölçülü bir biçimde nüfus kontrol politikalarını hayata geçirdi. Bu politikalar da benzer şekilde zorlayıcı olarak tanımlandı ve hükümet bunları ülkenin dini yapısını kontrol etmek için kullanmakla suçlandı. Hindistan’ın Müslüman nüfusu, dini gruplar arasında en yüksek doğurganlık oranına sahip ve onu Hindu çoğunluk takip ediyor, ancak Müslümanlar aynı zamanda doğumlarda en hızlı düşüşü de yaşıyor.
Ulusal hükümet, Hindistan devletlerinin kendi aile planlaması politikalarını benimsemelerine izin veriyor. Çeşitli siyasi partilerin liderliğindeki birçok devlet, iki çocuk politikası uyguladı. Bu, insanların daha fazla çocukları varsa devlet işlerine başvurmalarını veya yerel seçimlere katılmalarını kısıtlıyor anlamına gelir.
Narendra Modi’nin Bharatiya Janata Partisi’nden politikacılar sıklıkla nüfus artışının sorumlusu olarak Müslüman azınlığı suçladılar. Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Assam devletinde Başbakan Himanta Biswa Sarmam, Müslüman halk arasında “yoksulluğu ve cehaleti ortadan kaldırmanın” tek yolunun nüfus kontrolünün olduğunu iddia ederek iki çocuk politikasını duyurdu. Eleştirmenler bunun, Hindu milliyetçi hükümetinin Müslüman azınlığı hedef almak için nüfus artışını bir bahane olarak kullanmasının bir örneği olduğunu söylüyor.
Hindistan’ın nüfusu önümüzdeki 20 yıl içinde 1,6 milyara ve 2064’te neredeyse 1,7 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Ancak bir sonraki küresel süper güç olmak istiyorsa kartlarını doğru oynamak zorunda. Her yıl yaklaşık 8 milyon genç iş piyasasına giriyor. Ancak Hint yetişkinlerin yarısından azı çalışıyor, Çin’de ise bu oran üçte iki. Hindistan’daki iş gücünün yüzde 90’ı, düzenli maaşı, sabit çalışma saatleri ve sosyal yardımları olmayan, güvencesiz çalışan iş gücü. Hindistan’ın işsizlik sorunuyla karşı karşıya olduğu ve gençlerine yeterli iş imkanı sağlayamadığı gerçeği var. Yalnızca bir önceki yıl Hindistan’ın en büyük işverenlerinden biri olan demiryollarındaki 35 binlik istihdam duyurusu 10 milyondan fazla başvuru aldı. Bu, devamında, Bihar ve Telangana devletlerinde başvuru sahiplerinin şeffaf olmayan işe alım süreci iddiasıyla şiddetli protestoları getirdi.
Ayrıca konu yalnızca gençler değil; Hindistan’ın belki de en büyük kullanılmayan varlığı kadınlardır. Yetişkin kadınların yalnız yüzde 10’u Hindistan’da bir işe sahipken bu oran Çin’de yüzde 69.
İlginizi Çekebilir
-
Suriye’deki çalkantının Hindistan’a yansıması
-
Çin ve Hindistan Asya’nın jeotermal pazarına liderlik edebilir
-
ABD, Rusya’nın petrol endüstrisine ‘İran tarzı’ yaptırımlar planlıyor
-
Rusya ile Hindistan, tarihin en büyük petrol anlaşmasını imzaladı
-
Bangladeş ve Hindistan Hasina sonrası gerilimi düşürmek için görüştü
-
Hindistan Savunma Bakanı Rusya’yı ziyaret etti
Ne oldu?
Rusya silahlı kuvvetleri radyoaktif, kimyasal ve biyolojik savunma birlikleri (RHBZ) komutanı İgor Kirillov, 17 Aralık günü evinin önüne park edilen bir scootere yerleştirilmiş patlayıcının uzaktan kumandayla infilak ettirilmesi sonucu yardımcısı İlya Polikarpov ile birlikte öldürüldü. 1970 doğumlu olan Kirillov 2017’den beri bu görevdeydi.
Olağan şüpheli doğal olarak Ukrayna istihbaratıydı (SBU). Kiev rejimi başkanlık ofisi müsteşarı Podolyak, rejimin saldırıda dahli olduğu iddialarını reddetti; bununla birlikte Bild, Reuters, The New York Times gibi rejimin destekçisi uluslararası ajanslar ve yayın organları saldırının Kiev istihbaratı tarafından örgütlendiğini yazdılar (örneğin Reuters, SBU içindeki “kaynağına” dayanarak şöyle yazdı: “SBU Moskova’daki özel operasyonda general İgor Kirillov’u öldürdü), dahası rejimin yarı resmi haber ajansı Ukrinform da “SBU operasyonu” diye verdi. (Ukrinform’un haberi de şöyleydi: “SBU’daki gelişmeleri bilen bir kaynağın bildirdiğine göre, Kirillov bir savaş suçlusu ve tamamen meşru bir hedefti, zira Ukrayna ordusuna karşı yasaklanmış kimyasal silahların kullanılması emirlerini… vermişti.”)
Kirillov daha Ukrayna harekâtı başlamazdan beri Savunma Bakanlığı’nda yaptığı açıklamalarla sık sık gündeme gelmiş bir isimdi. Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova suikastin ardından yaptığı açıklamada özellikle Britanya’ya işaret etti: “Kirillov uzun yıllardır sistematik ve eldeki olgulara dayanarak Anglosaksonların suçlarını ifşa ediyordu: NATO’nun Suriye’de kimyasal silah provokasyonları, Britanya’nın yasaklanmış kimyasal maddelerle ilgili manipülasyonları ve Solsbery ve Amesbury’deki provokasyonları, Amerikan biyolojik laboratuvarlarının Ukrayna’daki ölümcül faaliyetleri ve daha pek çok şey.”
Gerçekten de Kirillov’un, özellikle Ukrayna harekâtının ardından Ukrayna topraklarında gizli Pentagon laboratuvarlarıyla ilgili bir dizi açıklaması dikkat çekmişti. Kirillov, bu açıklamaların en önemlilerinden birinde, daha 2022 martında, Ukrayna’da biyolojik laboratuvarların siparişçilerin 7’sinin Pentagon ve ordu, üçünün de ABD Dışişleri, Demokratik Parti ve USAID, bunların yatırımcılarının ise Soros ve (ABD başkanının oğlu — özel yazışmalarında babasının pedofil olduğunu yazdığı ortaya çıkmıştı) Hunter Biden olduğunu söylemiş, Rusya ordusunun ele geçirdiği Biden’in şirketiyle Pentagon arasındaki bu faaliyetin “Ukrayna’nın Rusya’dan kültürel ve iktisadi bağımsızlığına yardımcı olmak” için yapıldığını gösteren belgeye işaret etmişti. Kirillov’a göre Rusya’nın harekâtının arifesinde bütün patojenler özel bir uçakla ABD’ye gönderilmiş, harekât günü de (24 Şubat) Ukrayna sağlık bakanlığı bütün izlerin silinmesi talimatı vermişti.
Terör saldırısı mı?
Uluslararası hukukta terörün tanımıyla ilgili pek az belge var. Tek tek eylemlerin (gemi ve uçak kaçırma, diplomatik temsilciliklere ve kişilere saldırı, rehin almalar, nükleer malzemelerin çalınması, vb.) terör şeklinde tanımlandığı bir dizi sözleşme mevcut, bununla birlikte, terörün kesin bir tanımının yapıldığı tek bir sözleşme var: BM Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1999’da kabul edilen “Terörizmin finansmanıyla mücadele uluslararası sözleşmesi”. Bu sözleşmenin ikinci maddesinin b fıkrası, diğer ilgili uluslararası sözleşmelerle tanımlanandan başka, terör eylemini şöyle tanımlar:
“Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin veya bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi bir başka kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler.”
Bu durumda sorulması gereken soru, Kirillov’un neden hedef alındığı. Ukrinform’un SBU’ya dayandırdığı “haberinde” Rusya ordusunun Ukrayna’da kimyasal silah kullandığı için hedef alındığı ileri sürülüyor; oysa bunu teyit edecek hiçbir soruşturma, hiçbir belge yok. Dolayısıyla eylemin amacı bu olamaz. Dahası, Kirillov çatışma alanında değil, “muhasemata” doğrudan katılıyor değil; saldırı da doğrudan doğruya “bir halkı korkutmak” amacını güdüyor. Dolayısıyla, eğer uluslararası hukuk belgeleri ciddiye alınacak olursa (aslında çok nadiren ciddiye alınır bunlar) saldırının bir terör eylemi olduğu açık.
Öyle anlaşılıyor ki Kirillov, koruma yetersizliği yüzünden gerçekleştirilebilir bir cinayet olduğu için hedef alındı, ve sadece bu nedenle hedef alındı.
Ama saldırının tedhiş ve korkutma amacıyla yapılmış olması, tedhiş ve korkutmanın altında bir mantık örgüsü olmadığı anlamına da gelmez.
Ateşkes girişimleri
Macaristan başbakanı Orbán geçtiğimiz günlerde Trump’la malikânesinde yüz yüze buluşmanın hemen ardından Rusya devlet başkanı Putin ile telefon görüşmesi yaptı. Orbán bu görüşmede, hiç kuşkusuz Trump’ın talimatıyla, iki öneride bulundu: 1) Geniş kapsamlı bir esir takası, 2) Noel’de ateşkes.
Rusya’nın takas listelerinin Kiev tarafından kabul edilmediği ve esir takasının sınırlı tutulduğu uzun zamandır biliniyordu. Dolayısıyla ilk önerinin Kiev’den itiraz göreceği veya fiilen kabul edilmeyeceği belliydi, ancak önerinin gündeme getirilmesi, öyle anlaşılıyor ki, Trump’ın çatışmaya son vermeye yönelik bir “iyi niyet” gösterisi olarak planlanmıştı.
Rusya yönetiminin ikinci öneriye ne cevap verdiğini kesin olarak bilmiyoruz; ancak daha sonraki gelişmelere bakılırsa mevcut temas hattında Noel’le sınırlı bir ateşkes üzerinde çalışılabileceğini söylemişti. Ne var ki Ukrayna’nın başındaki (anayasaya dayanan hukuki meşruiyeti de bu yılın 22 Mayıs’ında görev süresi dolmuş olmasına rağmen koltuğunda kalarak ortadan kalkmış olan) komedyen başkan, aynı gün, Orbán’ın (yani Trump’ın) teklifini büyük bir öfkeyle geri çevirdi.
Amerikan yönetiminin Rusya’nın derinlerine saldırı onayı vermesinin ardından ilk ATACMS ve Storm Shadow saldırıları, Kiev rejiminin Noel ateşkesi teklifini reddi ve füze saldırılarının devam etmesi (bunların en son ve en önemlisi, görüntülere bakılırsa ciddi bir hasar vermemiş olsa bile, geçtiğimiz hafta Taganrog hava üssüne yapıldı) tek bir şeyi gösteriyor: Trump’ın yemin töreninin ardından yeni Amerikan yönetiminin ateşkes ve “çözüm” iddiasını şimdiden baltalamak için mümkün olduğunca çok provokasyonlar örgütlemek. Bunların sahadaki durumu değiştirip değiştirmeyeceğinin bir önemi yok, önemli olan tek şey, Rusya’yı simetrik cevap vermeye zorlayarak Trump’ın vaatlerinin gerçekleşmesine engel olmak.
Soğukkanlılığın sınırı
Rusya yönetimi epey bir süredir sahadaki gelişmeler ne olursa olsun soğukkanlılığını korumaya ve stratejik planlarını hiçbir şeyden etkilenmeden hayata geçirmeye çalışıyor. Askeri ve diplomatik siyaset simetrik değil asimetrik cevaplar üzerinden tanımlanıyor. Putin bunu ilk defa 2022 güzünde, en sert yaptırım dalgaları karşısında Dışişleri Bakanlığı’nın bütün bunlara simetrik cevap verme kararlılığına bir eleştiri olarak doğrudan Lavrov’un yüzüne karşı söylemiş, her şeye simetrik cevap vermenin anlamsız olduğunu, hatta her şeye cevap da verilmeyebileceğini, zira temel kaygının “milli menfaatlerin” korunması olması gerektiğini vurgulamıştı.
Bu dikkat çekici bir mantık örgüsüydü ve gerçekten de, kırmızı çizgilerin birer birer aşınmasına rağmen hem diplomatik hem de sahadaki durumu kendi stratejik taarruz programına göre, karşı tarafın tahriklerine pabuç bırakmadan uygulamaya çalıştı.
Bugün Rusya yönetimi belli ki, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’nin yeni yönetiminin tutumunu görmek istiyor ve sahada taarruzuna devam ederken siyasi gelişmelerde Trump’ın elini zayıflatacak adımlar atmaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak Kirillov’un öldürülmesi, Kiev’deki karar alıcıların hedef alınmasını giderek kaçınılmaz kılıyor olabilir. Suikastlerle kışkırtılan olası bir misilleme kapsamında Kiev rejiminin askeri altyapısının yok edilmesinin ötesinde askeri saldırılarda bulunulması hiç şaşırtıcı olmaz.
Ateşkes olur mu?
Kiev rejiminin Orbán’ın (yani Trump’ın) esir takası ve geçici ateşkes teklifini aşağılayarak reddetmesi, devam eden ATACMS saldırıları ve Kirillov suikasti (keza Duma savunma komitesi başkanı Kartapolov’un aracına bomba yerleştirilmesi) açık bir şekilde rejimin olası ateşkes girişimlerini engellemek için provokasyon örgütlemeye çalıştığını gösteriyor. Rejim bağımsızlığını koruduğu için değil, Ukrayna bir yenösömürgenin bütün karakteristik niteliklerini taşıyan ideal bir yenisömürge olduğundan böyle. Bir yenisömürge her şeyden önce sömürgedir. En uç sınırlarına vardırılmış bir yenisömürge olarak Ukrayna’da yönetimin hiçbir siyasi inisiyatifi olamaz ve iktidar içi çatışmalar gerçekte sömürgeci devletlerin arasındaki gerilimlerin yansımasıdır.
Rejim eğer Trump’ın teklifini geri çeviriyorsa, bunun tek anlamı, geri çevirmesini isteyen başka güçler bulunduğudur. Rejimin “cesaretinin” birinci dayanağı Amerikan yönetimindeki neoconlar ve bunlar Trump görevi devraldıktan sonra da zayıflamayacak. Ve ikinci dayanak, bu neoconların (henüz) kuklası değilse bile ideolojik ve ekonomik ortağı Avrupalılar, en başta da Londra hükümetidir.
Bunlara rağmen, Trump’ın yemin töreninin ardından temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilmesini Rusya yönetimi de öngörüyor olabilir. Yeni Amerikan yönetimi bir takım sözler verdiği takdirde Kremlin’in ateşkes teklifini kendisi için en avantajlı sayacağı şartlarda kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor, zira bu aynı zamanda, küçük bir ihtimal bile olsa, düşman cephesindeki siyasi yarılmayı derinleştirmenin vasıtası olabilir.
Trump’ın eline geçireceği yetkiye, varsa iradesine ve temsil ettiği kesimlerin arzularına rağmen bunlara direnebileceğini, “çözüm” girişiminin başarıya ulaşacağını beklemiyorum; hatta tam tersine, yeni Amerikan yönetiminin bu yöndeki olası bütün girişimlerinin ve hatta çabalarının sert engellere çarpacağını ve darmadağın olacağını, ve bizatihi bu yönetimin de bir noktadan sonra yeni provokasyonlara girişeceğini ve böylece mevcut temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilse bile ardından çatışmanın daha da tırmanacağını düşünüyorum.
Bunlar elbette şimdilik varsayım ve öyle ani gelişmeler yaşanabilir ki bu varsayımlar en gerçekçi göründüğü ve hayata geçirilmeye hazırlanıldığı bir anda hesaplar çökebilir. Nereye varacak, yakın zamanda göreceğiz. Ama bir şey var ki neredeyse şüphe götürmüyor: Kiev’deki komedyen başkanın miadı anlaşılan doldu ve yerine tatlı bir geçiş hazırlığında herkes. Trump’ın hiç değilse bu konudaki iradesi, biraz da kişisel yapısı gereği (rejimin eski yönetimle akçeli ilişkileri ve Trump’ın altını oymak için aktif çabası) herhalde bu sonuca yol açacaktır.
GÖRÜŞ
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
Yayınlanma
1 gün önce17/12/2024
Yazar
Ma Xiaolin9 Aralık’ta Rusya, Suriye’nin eski Devlet Başkanı Beşar Esad ve ailesine sığınma hakkı tanıdığını resmen duyurdu. Aynı gün, Rusya’daki Suriye büyükelçiliği, yarım yüzyıldan uzun süredir dalgalanan “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin iki yıldızlı üç renkli bayrağını indirip muhalefetin üç yıldızlı üç renkli bayrağını çekti. Böylece Rusya, Suriye muhalefet hükümetine sorunsuz şekilde geçiş yapan ilk büyük güç oldu. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun zamandır müttefiki olan İran da yeni Şam rejimini tanıdığını kamuoyuna duyurdu. Beşar’ın mücadelesinde yanında duran “stratejik müttefikler” Rusya ve İran, bir gecede eski düşmanlarına kucak açarak eski müttefiklerinin gözyaşlarını görmezden gelen soğukkanlı bir pragmatizm sergiledi. Bu tutum hem kafa karıştırıcı hem de tedirgin ediciydi.
Ancak gerçek, her zamanki gibi acımasız ve açıktır. Politika kalpsizdir ve ulusal çıkarların savunulması ve peşinden koşulması çıplak, merhametsiz ve şeffaftır. Beşar rejimi artık bir yük ve güvenilmez bir ortak haline geldiğinde, terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Rusya ve İran kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalınca, Beşar’ı terk edip taraf değiştirmek, zarar kontrolü ve kayıpları durdurmak için son dakika çabası olarak görüldü.
Beşar rejiminin ani çöküşü, en gelişmiş istihbarat ve bilgi ağlarına sahip tarafları bile şaşkına çevirdi. Aksi takdirde İsrail’in Suriye askeri hedeflerini süpüren bombardımanını ve daha fazla toprak işgalini, ya da ABD’nin Suriye’de kalan IŞİD hedeflerine yönelik geniş çaplı hava saldırılarını nasıl açıklayabiliriz? Bu eylemler, İsrail ve Batı’nın Beşar rejiminin bu kadar hızlı ve tamamen çökeceğini öngörmediğini gösteriyor. Dahası, İsrail ve Batı için daha büyük tehdit oluşturan muhalif güçlerin, özellikle “Suriye’nin Kurtuluşu” ittifakının, Suriye’nin kalbini bu kadar kolay ele geçirip ülkenin tüm savaş makinelerini kontrol altına almasını beklemiyorlardı.
Beşar rejiminin hızlı ve yıkıcı yenilgisinin derinlemesine incelenmesi büyük değer taşımaktadır. Bu, otoriter hükümetler için yönetişim ve karar alma mekanizmalarına dair önemli dersler sunarken, tüm ülkeler için diplomatik ittifakların nasıl sürdürülmesi ve geçerliliklerinin hangi şartlara bağlı olduğuna dair içgörüler sağlar.
Suriye’deki bu tarihi değişimin birincil nedeni, Beşar rejiminin kendisi veya daha geniş anlamda Suriye’yi 50 yıldan fazla bir süre kontrol eden Esad ailesi ve çevresindeki elit kesimlerdir. Ana çıkarım şudur: savaşın girdabında sıkışıp kalan rejim, duruma uyum sağlayamamış, savaş ve barış hakkında doğru kararlar alamamış veya ulusal bütünleşme çabalarını sürdürememiştir. Bunun yerine rejim, topraklarını, egemenliğini ve iktidarını korumak için aşırı derecede dış güçlere bağımlı kalmıştır. Nihayetinde, bu bağımlılık rejimi, yabancı savaş makinelerinin bir parçası haline getirmiştir. İşlevsiz hale geldiğinde ise terk edilmesi ve değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Suriye’nin yükselişi ve düşüşü, modern Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinin daha geniş bir yansımasıdır; bu karmaşık sürecin bir mikrokozmosu ve canlı bir müzesidir. 1948 yılından itibaren, Arap milliyetçiliği idealleriyle hareket eden Suriye, Filistin’in bölünmesine karşı koyma çabalarına aktif olarak katıldı. Bu durum, Suriye’yi İsrail ile uzun vadeli bir çatışma rotasına soktu ve Batı ile sürekli bir düşmanlığa yol açtı. Sonuç olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya, ardından Rusya ve İran ile sıkı bağlar geliştirmeye mecbur kaldı; bu, hayatta kalma ve kalkınma mücadelesinin bir parçası oldu.
Esad ailesi, Şii İslam’ın bir alt kolu olan Alevi mezhebine mensup bir azınlık olarak uzun süre baskı, ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kaldı. Fransız sömürge döneminde, Alevi erkeklerinin geçimlerini sağlamak için orduya katılmaktan başka seçenekleri yoktu. Bu zorluk, farkında olmadan Alevi mezhebinin Suriye ordusunda güçlü bir konuma yükselmesini sağladı. Aleviler, Faysal monarşisini devirmede merkezi bir rol oynadı ve Arap Sosyalist Baas Partisi’nin temel direklerinden biri oldu. Sonunda Aleviler, akışı tersine çevirdiler ve Suriye’nin kaderini ellerinde tutan yönetici aile olarak öne çıktılar.
1967 yılında, istihbarat şefi Moskova tarafından etkisi altına alınan Suriye, Sovyetler Birliği tarafından yanıltıldı ve “İsrail’in bir saldırı başlatacağı” yönündeki sahte istihbarata inandırıldı. Mısır ile birlikte Suriye savaşa hevesle hazırlandı; bu durum, büyük bir baskı altındaki İsrail’i önleyici bir saldırı düzenlemeye itti. İsrail, yalnızca kendi gücüyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ü mağlup etti; Filistin’in Mısır kontrolündeki Gazze Şeridi’ni, Ürdün Haşimi Krallığı’nın elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve ayrıca Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı. Bu savaş, Suriye’nin işgal ve saldırı mağduru imajını pekiştirdi, onun “cephe hattı devleti” rolünü güçlendirdi ve Esad ailesinin, çoğunluğu Sünni Müslüman olan halk üzerinde meşruiyetini artırdı.
6 Ekim 1973’te, Suriye ve Mısır, Yom Kippur Savaşı olarak bilinen büyük bir ani saldırı düzenledi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük blitzkrieg (yıldırım saldırısı) olan bu savaşta, Suriye Golan Tepeleri’ni neredeyse geri aldı ve İsrail’i çöküşün eşiğine getirdi. Ancak ABD’nin desteğiyle İsrail karşı saldırı düzenleyerek Golan Tepeleri’ni yeniden ele geçirdi. Bu savaş, İsrail’in yenilmezlik efsanesini yıktı ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ı, Mısır Devlet Başkanı Sedat ile birlikte çağdaş bir Arap kahramanı olarak yükseltti. Her ikisi de Arap milliyetçiliğinin yeni sembolleri oldular.
Ancak, 7 Ekim 2023’te, Filistin İslami Direniş Hareketi olan Hamas, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde İsrail’e sürpriz bir saldırı başlattı. Trajik bir şekilde, bu olay, nihayetinde Suriye hükümetinin çökmesine ve Esad ailesinin iktidarının tamamen sona ermesine yol açtı—sanki tarih büyük bir şaka yapıyordu. Yine de Suriye’nin mevcut trajedisi, Yom Kippur Savaşı sonrasında izlediği yanlış yola kadar uzanıyor.
Yom Kippur Savaşı’nın “zaferi”, Sedat’a siyasi sermaye ve tarihi bir fırsat sundu. Böylece Sedat, Filistin çatışmasından geri çekilerek yönünü değiştirdi. Mısır zaten büyük bir bedel ödemişti—100.000 kayıp, yüz milyarlarca dolarlık maddi zarar ve barış ve kalkınma odaklı 40 yıllık kayıp. Sedat, Camp David Anlaşmaları aracılığıyla Sina Yarımadası’nı tamamen geri almayı başardı ancak bunun karşılığında Suriye, Ürdün ve Filistin’i terk etti.
Mısır’ın bu “ihanetine” uğrayan Suriye, Libya ve Irak ile bir araya gelerek Arap milliyetçiliği bayrağını yükseltti ve Arap direniş hareketinin merkezi haline geldi. Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin, doğal olarak Arap dünyasının “üç güçlü adamı” olarak ortaya çıktılar. Hem İsrail karşıtı direniş güçlerini desteklediler hem de Arap dünyasında liderlik için birbirleriyle rekabet ettiler.
Ancak Esad’ın Suriye’si, barışın savaşla ya da bağımsız direnişle sağlanmasını imkânsız kılan içsel zayıflıklara sahipti—bu trajik rol, Beşar Esad döneminde de devam etti. Suriye’nin sınırlı toprakları, küçük nüfusu ve karmaşık etnik yapısı, çoğunluk olan Sünni Müslüman halkı laikleşmeyi savunan Alevi elitlerinin yönetimi altında bıraktı. Öte yandan, İsrail’in yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki başkent Şam’ın boğazına dayanan stratejik Golan Tepeleri’ni elinde tutması, Esad’ın zorlu durumunu daha da kötüleştirdi.
Bu durum Esad rejimini zorlu ve bölünmüş bir duruma soktu: İçeride, Arap Sosyalist Baas Partisi’nin “tek millet, tek parti, tek lider” ideolojisine dayanarak, İsrail işgaline direniş söylemi altında otoriter yönetimi sürdürdü; dışarıda ise daha fazla yıkımdan kaçınmak için İsrail ile askeri çatışmadan kaçındı ve yarım yüzyıl süren “soğuk barışı” koruyarak, nispeten istikrarlı bir ortamda yavaş bir ulusal kalkınma sağladı.
Irak’taki Baas Partisi ile Arap milliyetçiliğinin meşruiyeti ve liderliği için rekabetin yanı sıra, Alevi elitlerinin Sünni çoğunluktan duyduğu korku nedeniyle Esad, 1979-1988 İran-Irak Savaşı sırasında kesin bir şekilde İran’ın yanında yer aldı ve geniş Arap topluluğunu arkasında bıraktı. Şubat 1982’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi’nin başlattığı İslami uyanıştan ilham alan Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, Suriye’nin “kafir rejimini” devirmek amacıyla Hama’da silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu isyan acımasız bir şekilde bastırıldı. Bu tarihi olay, 2011 Arap Baharı sırasında Hama’nın muhalefeti desteklemesinin zeminini hazırladı ve Suriye savaşında yerel halkların isyancı güçlere büyük saldırılar düzenlerken ya işbirliği yapmasına ya da pasif kalmasına yol açtı.
1982 Lübnan Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’ni zaten kaybetmiş ve Lübnan’ı nüfuz alanının bir parçası olarak gören Esad rejimi, İsrail ile doğrudan yüzleşecek güce sahip değildi. Bunun yerine, kaybedilen toprakları geri alma ulusal sorumluluğunu, İran tarafından yeni silahlandırılan ve yetiştirilen Hizbullah’a devretti. Bu durum, İran’ın Arap topraklarına batıya doğru genişlemesine kapı açtı ve Suriye’yi kademeli olarak “Şii Hilali” olarak adlandırılan oluşuma entegre etti. Bir bakıma, bu durum Esad rejiminin, Mısır’ın yaptığı gibi cesurca İsrail ile barış arayarak kalkınmaya, demokrasiye, halkın refahına ve sivil haklara odaklanmak yerine, Suriye’nin ulusal kaderini ve kendi iktidarını üçüncü bir tarafa emanet etmesi anlamına geliyordu.
1991 Körfez Savaşı’nın ardından Orta Doğu, umut verici bir barış on yılına girdi. Kuveyt’i işgal ederek İsrail’in geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan Saddam Hüseyin’in bir milyondan fazla elit askerden oluşan ordusu, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ve ABD liderliğindeki koalisyon tarafından ezildi. ABD Başkanı George H. W. Bush, “Çöl Fırtınası Operasyonu”nu başlattı ve ardından Rusya (Sovyetler Birliği’nin halefi), Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve İspanya ile birlikte Madrid Barış Sürecini başlattı. İsrail, alışık olduğu “düşmanları birer birer alt etme” stratejisinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Suriye, Lübnan, Ürdün (Filistin temsilcileriyle birlikte) ile aynı çatı altında “toprak karşılığı barış” görüşmelerini müzakere etti.
Beklenmedik bir şekilde, Esad ikinci ve üçüncü Arap ihanetiyle karşılaştı. İsrail’e karşı Suriye ile birlikte hareket etme sözü veren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Ürdün, İsrail ile ayrı anlaşmalar yaptı. FKÖ, 1993 yılında gizli müzakereler yoluyla Filistin’e geçici özerklik tanıyan Oslo Anlaşmalarını imzalarken, Ürdün 1994 yılında İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Bu noktadan itibaren Esad, Filistin ve Ürdün liderlerini birer yabancı, hatta düşman olarak görmeye başladı ve tüm ilişkileri kesti.
Esad’ın asıl veliahtı Beşar değil, 1962 doğumlu en büyük oğlu Basil idi. Ancak, Esad’ın yaşlandığı ve Basil’in kişisel itibarının yükseldiği bir dönemde, rejimi devralmaya hazırlanan Basil, 1994 yılında gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu olay, Suriye tarihini yeniden yazdı. Aslen göz doktoru olmayı planlayan Beşar, derhal Suriye’ye geri çağrıldı. Hızla orduya katıldı, rütbeleri tırmandı ve veliaht olarak yetiştirildi; böylece Esad hanedanının devamı sağlandı.
Eğer Esad daha uzun yaşasaydı, Beşar belki bir barış mirası devralır ve farklı bir yol seçebilirdi. Eğer ağabeyi Basil ölmeseydi, Beşar muhtemelen uluslararası alanda oldukça saygı duyulan bir doktor, hatta belki de Nobel Tıp Ödülü sahibi olurdu. Ne yazık ki, kraliyet ailelerinin bazı üyeleri kendi geleceklerini seçebilirken, diğerleri bunu yapamaz; bu, Doğu ve Batı kültürel gelenekleri arasındaki büyük bir tezatı yansıtır.
1999 yılının sonunda, Golan Tepeleri ile ilgili müzakereler bir anlaşmaya oldukça yaklaşmıştı, ancak Orta Doğu tarihini ve Suriye’nin kaderini tamamen değiştiren beklenmedik bir olay nedeniyle tamamen çöktü. 1999 yılının sonlarında, Ürdün Kralı II. Hüseyin hayatını kaybetti. Olağanüstü duygusal zekâsı ve geniş diplomatik bağlarıyla tanınan kralın Amman’daki cenazesi, çok sayıda dünya lideri ve devlet yetkilisinin katılımıyla büyük bir diplomatik buluşmaya dönüştü.
Muhtemelen ömrünün sonuna yaklaştığı için yumuşayan kalbinden, o anki baskıdan ya da açıklanamaz bir hatalı karardan dolayı, sağlığına rağmen Esad, geleneği yıkarak Kral Hüseyin’in cenazesine bizzat katıldı. Amman’daki cenazeden sonra İsrail, Golan Tepeleri müzakerelerini askıya aldığını aniden duyurdu. İsrail parlamentosu, Golan Tepeleri’nin geleceğini etkileyen herhangi bir politikanın Knesset’te üçte iki çoğunlukla onaylanmasını ve ardından ulusal bir referanduma sunulmasını zorunlu kılan bir kararı kabul etti.
Yıllar sonra, güçlü İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Esad’ın Amman’daki cenaze töreninde kullandığı geçici tuvaleti gizlice değiştirdiği ve Esad’ın idrarını analiz ettiği ortaya çıktı. Yapılan analiz, Esad’ın kanserin son evresinde olduğunu ve ömrünün az kaldığını doğruladı. İsrail Güvenlik Kabinesi, o dönemde henüz 30’larının başında olan Beşar’ın iktidarını sağlamlaştıramayacağından endişe etti. Eğer Golan Tepeleri geri verilirse ve Şam rejimi Arap milliyetçileri ya da İran yanlısı güçlerin eline geçerse, bu durum İsrail için adeta kendi boynuna ilmek geçirmek anlamına gelecekti. Böylece, barış görüşmeleri kalıcı olarak donduruldu.
Altı ay sonra Esad vefat etti. İsrail hükümeti, düşman ve savaş halinde olan bir ülke olmasına rağmen, Suriye halkına, hükümetine ve Esad’ın ailesine başsağlığı dileyerek, onu barışa sadık bir lider olarak tanımladı. Beklendiği gibi Beşar Esad iktidarı devraldı ve rejimini sağlamlaştırdı. Ancak, Golan Tepeleri’ni barışçıl yollarla geri alma fırsatını sonsuza dek kaybetti. Bunun yerine, Suriye’yi “Şii Hilali” ve “cephe hattı devleti” olmak üzere iki farklı araca bağlanmaya zorladı ve nihayetinde “Direniş Ekseni”nin merkezi haline gelerek her taraftan sömürüldü. Bu anlamda Beşar’ın Suriye’si, Batı Roma İmparatorluğu’na benziyor; kuzey barbarlarının son darbeleri altında çökmüştü. Ya da Doğu Roma İmparatorluğu gibi, bin yıllık hayatta kalmanın ardından savaşlar ve kuşatmalarla yıpranmış, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilip parçalanmasının ardından nihayet Osmanlı İmparatorluğu tarafından mezara gönderilmişti.
Beşar, hiçbir zaman Suriye’nin meleği ya da reform kahramanı olmayı arzulamadı. 2000 yılında iktidarı devraldıktan sonra hemen reform yapmayı denedi, kısıtlamaları gevşetti ve geçici olarak canlı ve övgüye değer bir “Şam Baharı” başlattı. Ancak, liberalizasyon ve demokratikleşme eğilimlerinin siyasi dönüşümü tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Beşar, güçlü muhafazakâr güçlerin ve kökleşmiş elitlerin yoğun baskısı altında kaldı—ve bu süreci sürdürecek gücü ve siyasi zekâsı olmadığından—yalnızca iki yıl sonra reform kapısını ani bir şekilde kapattı. Bu, tarihi, İran’ı ve Şii Hilali’ni geride bırakıp Golan Tepeleri’ni ayrı müzakereler yoluyla geri alma fırsatının kaçırıldığı an oldu. Beşar, böyle bir riski göze alamadı; toprak karşılığı barış arayışında olan Sedat’ın, hayatıyla ödediği kaderini tekrar etmekten korkuyordu.
2005 yılında, Suudi destekli Lübnanlı Sünni Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğraması, Suriye istihbaratını ve Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum, İslam dünyasındaki mezhepsel çatışmaları ve Lübnan üzerindeki mücadeleyi gözler önüne serdi. Bu olay, “Beyrut Baharı” ya da “Sedir Devrimi” olarak adlandırılan hareketi tetikledi ve Suriye’yi, Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığını sonlandırmaya zorlayarak Lübnan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirdi.
2011 Arap Baharı, Tunus’un “Yasemin Devrimi” ile başladı ve Akdeniz’in kuzeybatısındaki birçok otoriter Arap hükümetinin çökmesine yol açtı. Bu devrim dalgası, nihayetinde doğudaki Suriye’ye ulaştı. Güneydeki Dera kasabasında öğrencilerin protestolarına yönelik sert müdahaleler, daha geniş çaplı bir ayaklanmaya yol açtı ve huzursuzluk, Alevi karşıtı geleneksel kalelerden biri olan Hama gibi şehirlere yayıldı. Beşar, iktidardaki on yılının ardından ilk büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı ancak kötü bir performans sergiledi. Özür dilemek ve yolsuzluk ile kötü yönetimi ele almak yerine, Batı’yı “renkli devrim” planlamakla suçladı ve diyalog kapısını kapattı. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyen yaygın memnuniyetsizliği körükledi.
Kritik bir anda, Suudi Kralı Abdullah Beşar’ı arayarak, 20 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketi teklif etti. Bu yardımın amacı, istihdam yaratmak, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve rejimin devamlılığını sağlamaktı. Ancak bunun şartı, Şam’ın İran ve Şii Hilali ile olan stratejik bağlarını koparmasıydı. Beşar, Suudi Arabistan’ın sunduğu bu ilacı bir zehirli hap olarak gördü; çünkü Alevi azınlık rejimi, hayatta kalmak için Şii ittifakına bağımlıydı. Ayrıca, Golan Tepeleri’ni geri alma çabası, İran ve Hizbullah’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Suudi Arabistan’ın uzattığı zeytin dalı reddedildi. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Arap Ligi’ni harekete geçirip Batılı ülkelerle iş birliği yaptı ve sivilleri koruma ve insan haklarını savunma bahanesiyle Suriye iç işlerine müdahale etti. Böylece, Suriye İç Savaşı başlamış oldu ve muhalefet güçlerine dış finansman ve destek sağlandı.
Rejimin çöküşün eşiğine geldiği bir noktada, Rusya devreye girdi. ABD ve NATO ile Ukrayna üzerinden jeopolitik bir mücadeleye girişmiş olan Rusya, baskıyı azaltmak ve Orta Doğu’daki son Sovyet dönemi nüfuz alanını, özellikle Suriye’deki Akdeniz deniz üssünü korumak istedi. Bu doğrultuda Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Ligi ve Batı’nın desteklediği Suriye tasarılarını veto ederek, Libya’daki rejim değişikliği senaryosunun Suriye’de tekrarlanmasını engelledi. Terörle mücadele altında, Hizbullah ve on binlerce Şii milis sınırları geçerek rejime destek oldu. Böylece Beşar’ın hükümeti, kaybettiği toprakların büyük kısmını ve önemli nüfus merkezlerini geri aldı. Mart 2020’de muhalefetle imzalanan ateşkes anlaşması, on yıllık bir dönemde ilk kez istikrar sağladı. Ancak bu durum, ülkeyi bölünmüş halde bırakarak iç savaşın köklerini ve parçalanmayı devam ettirdi.
Beşar, muhalefeti ortadan kaldırmanın önemini biliyordu; ancak Suriye, kuzeybatıda Türkiye tarafından korunan isyancıları ve kuzeydoğu ile doğuda ABD tarafından desteklenen Kürt güçlerini bertaraf edecek güce sahip değildi. Rusya ve İran da Beşar’ın birleşme hedefini gerçekleştirmek için Türkiye veya ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeyi göze alamadı. Defalarca Beşar’a istikrarı kabul etmesini ve müzakereler yoluyla bir koalisyon hükümeti kurmasını önerdiler—ancak Beşar bu teklifi reddetti. Temelde Suriye, Rusya ve İran’ın jeopolitik çıkarları için bir pazarlık kozu olmaya devam ediyor. Onlar için önemli olan, Şam’da kimin iktidarda olduğu değil, kendi ulusal çıkarlarının korunmasıdır. Aksi takdirde, neden Rusya, İran, Hizbullah ve Iraklı milisler, Beşar’ın son anında onu yüzüstü bıraktı?
Beşar, aslında “kendi haline bırakılmış” bir figürdü. Dindar olmamasına rağmen, Hangzhou’daki Asya Oyunları sırasında Lingyin Tapınağı’nı ziyareti, onu bir internet sansasyonuna dönüştürdü ve birçok tartışmayı ve temelsiz spekülasyonu ateşledi. Belki de artık bir sürgün lider olarak Beşar, 24 yıldır taşıdığı ağır yüklerden sonunda kurtulabilir—bu yükler, onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. O, sıradan bir insana veya eski mesleği olan tıbba geri dönebilir. Ancak yarım yüzyıldır ameliyat masasında olan Suriye, hâlâ parçalanmış ve kanamakta. Onu bu ıstıraptan kim kurtaracak?
Beşar rejimini devirmek ve Baas Partisi’nin kalıntılarını ortadan kaldırmak, Suriye’nin onlarca yıllık kanlı tarihini sona erdirmek yerine, Saddam Hüseyin rejiminin 20 yıl önceki yıkılışında olduğu gibi, yeni çatışmaların ve acıların başlangıcı olabilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Şu sıralar bütün ilgimiz Suriye üzerinde. Aslında belki de son on dört yıldır 2011 yılından bu yana dış politikada odaklandığımız en önemli konu galiba Suriye oldu, daha doğrusu Esat yönetiminin devrilmesi. Olağanüstü kaynaklar boşa harcanıp ‘diktatör’ adını verdiğimiz Esat yönetimini Orta Doğu’daki pırıl pırıl demokrasiler (!) ve Amerika, Batı dünyası ile birlikte yıkmaya çalıştık. Diktatör gitti, şimdi de temiz yüzlü, iyi niyetli (!) (her ne kadar eskiden cihatçı terör örgütü olarak terör örgütü listelerimizde yer almış olsalar da…) gençlerle Suriye’yi yeniden yapılandırmaya soyunmuş durumdayız. İnşallah arabasına bindiğimiz bu idealist gençler (!) bizi dolmuşa bindirmezler.
Orta Doğu’da bir yönetimi ‘diktatör’ diyerek suçlamaya kalkıştığınızda bunun bir anlamı olmadığını bilmeniz gerekir; zira cevap rahatlıkla ‘eee ne varki…’ şeklinde olabilir. Kayseri’ye gidişlerimin birisinde beni ağırlayan arkadaşlar güzel bir şey söylemişlerdi. Pastırma yerken ağzımız kokar endişesiyle çok sevdiğim halde biraz isteksiz biraz da dikkatli yiyordum galiba. Masadakilerden birisi yüzüme bakarak ‘hayırdır Hoca, niye gayretli değilsin’ deyince ben de ‘ama kokar’ diyecek oldum. Bunun üzerine ‘Hocam korkma, bizim Kayseri’de pastırma kokmaz’ dedi. Yani en azından o yıllarda – şimdilerde mevcut ekonomik krizde mümkün mü bilemiyorum – Kayseri’de herkes pastırma yediği için kimse birbirine kokmuyordu anlaşılan.
Şam’daki diktatör devrildi. HTŞ merkezli devirme operasyonu sırasında ve hemen sonrasındaki günlerde başlayan Esat’ın ülkeyi bırakıp kaçmasının ardından zirve yapan kutlamalar yerini bir miktar ihtiyatlı hatta bana sorarsanız endişeli bekleyişe bırakmış görünüyor. Türkiye’nin beklentileri Suriye’nin fazlaca gevşek olmayan bir federal yapıda bir arada tutulması gibi görünse de bunun mümkün olmaması ihtimali aksine ihtimalden oldukça yüksek. En azından bu aşamada durum böyle görünüyor.
IRAK’TAN SURİYE’YE DÜŞÜNCELER…
Suriye’de olması muhtemel gelişmelerin laboratuvarı Irak’ta Amerika’nın 2003 işgali sonrasında yaşananlardan görülebilir. Zaten yeterince milletleşememiş durumdaki Irak toplumu millet kavramından tamamen çıkartılarak etnik ve mezhebi bir anayasal yapıya dönüştürüldü. Iraklılık bilinci oluşturma çabası daha önceki yönetimlerde de yeterince dikkatle ele alınmamıştı; ancak Amerikan işgalinden sonra böyle bir ihtimal tamamen ortadan kaldırıldı. Cumhurbaşkanının mutlaka Kürt, başbakanın şii ve parlamento başkanının sünni olması ve kuzeyde tam otonom bir Kürdistan bölgesi kurulması gibi düzenlemeler Iraklılık bilincine vurulan son darbeler oldu. Çünkü bu tür etnik/mezhebi kotalar üzerine inşa edilen bir anayasal yapı toplumda liyakatı yok eder, devlete mensubiyet duygularını aşındırır ve aşiret veya benzer sosyal yapıları ön plana çıkarır.
Orta vadede Irak’ta yaşayan herkesi kapsayacak bir milletleşme sürecinin gelişmesini beklemek mevcut şartlarda aşırı iyimserlik olur. Öte yandan Irak’ta İslami bir yönetim kurularak devletin üniter bir çatıda toparlanması ihtimali de aynı derecede imkansız; çünkü böyle bir girişime baştan itibaren olduğu gibi kuzeydeki Kürt gruplar kendilerinin toplumsal yapılarının laik/seküler olduğunu söyleyerek itiraz edip kabul etmeyeceklerdir. Kısacası Irak’taki bu bölünmüş yapı dünyada ve bölgede olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı takdirde aynen devam edecektir. Bu arada Orta Doğu’nun pek çok başka ülkesinde olduğu gibi, Hristiyan Araplar Batı’ya göç ederek orta vadede Irak coğrafyasından silinebilirler. Amerikan işgalinden bu yana sayıları epeyce azaldı zaten…
Suriye ise Irak’a göre çok daha renkli. Ciddi bir Sünni nüfus olmasına karşın, hiç de azımsanmayacak bir Alevi ve Dürzi nüfus da bulunuyor. Ayrıca Hristiyanların toplam nüfusa oranı Arap ülkeleri içerisindeki en yüksek olanlardan… Öte yandan en büyük grubu oluşturan Sünniler hem etnik hem de devlet anlayışı olarak parçalı bir yapıya sahip… Araplar, Kürtler ve Türkmenler Sünni nüfusun unsurlarını oluşturuyor. Aynı zamanda ülkenin büyük şehirlerinin Sünni nüfusunun önemli bir kısmı arasında laik/seküler devlet ve toplum anlayışı epeyce yer etmiş durumda. Bunların hepsinin üniter bir devlet yapısında bir arada tutulması hiç de kolay olmayacaktır. Kaldı ki, bu gruplardan bazıları zaten Amerika ve İsrail’in koruması altında görünüyorlar. Örneğin Batı’nın ‘Kürtler’ diye tanımlamakta ısrar ettiği Fırat’ın kuzey doğusunu etnik temizlik yoluyla büyük ölçüde kontrolleri altına almış bulunan PKK/PYD doğrudan Amerika, İsrail ve Kolektif Batı’nın uzantısı gibiler.
Böyle bir Suriye’de ‘demokratik ve çoğulcu’ ve büyük ölçüde ‘üniter’ bir anayasal yapı oluşturmak pek kolay olmayacaktır. Mevcut HTŞ yönetimi ve bileşenleri birazcık İslami bir yönetim – kaldı ki, gayet sert karakterli bir dini yönetim dayatmaya kalkışmaları da oldukça muhtemel – getirmeye kalkıştıklarında başta PKK/PYD olmak üzere Alevilerin, Dürzilerin ve Hristiyanların itirazıyla karşılaşacaktır. Ve Amerika ile İsrail ve diğer Batılı ülkeler aynı anda hem HTŞ ve bileşenlerinin dini bir yönetim dayatmasına hem de diğerlerinin itiraz etmelerine farklı farklı enstrümanlarla kolayca destek verebilirler. Ve sonuç anayasa yapma sürecinde veya sonrasında kaosa sürüklenebilir.
TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİ
Aslında İsrail’in yaptıklarına baktığımız zaman böyle bir kargaşa sürecinin yaklaşmakta olduğunu görebiliriz. Tel Aviv yönetimi Suriye’yi devletsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. Askeri tesisleri, mühimmat depolarını, ordu üslerini vs. yani Suriye’nin bütün teçhizatını bombalayarak yok ediyor. Haberlere bakılırsa sivil kurumlar da bu ağır bombardımandan nasibini alıyor. Öyle ki, Suriye’de bir devlet otoritesi teşkil edilmesini önlemeye yönelik ne gerekiyorsa yapıyor.
Bu yaptıkları Suriye halkı için yeni felaketlerin habercisi olsa da İsrail açısından normal ve ulusal çıkarlarıyla tam örtüşen işler. İsrail’in resmen kurulduğu 1948 Mayıs ayından bu yana bir tek kurşun atmadan elde ettiği en büyük başarıdan söz edilebilir. Daha önceki dönemlerde de İsrail Arap devletlerine karşı ‘başarılı’ savaşlar yapmış (1948, 1967) ve Mısır ile Suriye’nin ilk defa senkronize bir şekilde başlattığı ve ilk haftasında 1967 savaşında işgal ettiği toprakları kaybetmesiyle sonuçlanan 1973 savaşını ise Amerika’nın da büyük yardımlarıyla berabere bitirmeyi başarmıştı. Fakat onların hepsinde ciddi ciddi savaşmak zorunda kalmıştı. En İsrail karşıtı rejimler olan Irak işini Amerika’ya hallettiren İsrail şimdilerde çok az gayretle Suriye’nin de istediği gibi at oynatabileceği bir alan haline gelmesini maksimum faydaya çevirmeye çalışıyor. HTŞ lideri Colani’nin ise İsrail’in bütün bu yaptıklarından hiç mi hiç rahatsızlık duymadığı yaptığı açıklamalarda bariz bir şekilde görülebiliyor.
Türkiye’nin de benzeri bir mantıkla hareket etmesinde fayda olacağı aşikar. Libya örneğinde de yaşamıştık. Tobruk merkezli generalin kuvvetlerini Trablus merkezden kovalayınca bütün Libya bizim oldu zannetmiştik. Daha sonra bunun böyle olmadığını/olmayacağını fark etmek biraz zaman aldı. Şimdi de Suriye’nin bizim olduğunu veya zaten olması gerektiğini düşünerek hareket edersek ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Birinci Dünya Savaşını kaybetmeseydik buralar zaten bizim olurdu tezine Ruslar Bolşevik İhtilali olmasaydı İstanbul, Boğazlar ve mücavir alanlar bizim olacaktı diye karşılık verebilir. Başka devletler de başka şeyler söyleyebilirler. Tarihçilikte ‘öyle olmasaydı ne olurdu’ diye bir tartışmanın yeri yoktur.
Şu anda Suriye’de, esas önceliklerimiz olan sığınmacıların gönderilmesi, Fırat’ın kuzey doğusunda yuvalanmış bulunan PKK/PYD’nin yok edilmesi ve Suriye’de uluslararası bir tanınma elde edecek ilk hükümetle (muhtemelen Colani liderliğinde) deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalamaya odaklanmalıyız. Hatta PKK/PYD konusunda hızlı adımlar atarak Trump gelmeden evvel bu işi bitirmeyi değerlendirmek mantıklı olabilir. Trump geldiğinde ekibiyle birlikte siyaset planlaması yaparken Fırat’ın kuzey doğusunda böyle bir örgütün olmaması yeni denklemde gayet iyi sonuçlar verebilir. Sığınmacılar konusunu acil gündem yapmak gerektiğini söylemeye bile gerek yok.
Bu şekilde ulusal çıkar odaklı davranmak yerine bütün mesaimizi Suriye’nin iç işlerine hasreder ve içerdeki gruplar arasındaki muhtemel mücadelenin parçası olursak bir sonraki adımda sığınmacıları göndermek ve PKK/PYD’ye karşı etkili mücadele etmek için uygun ortamı bulmakta zorlanabiliriz. Olumsuz dış etkilerle hareket edecek bir Suriye hükümeti bizimle deniz yetki alanları anlaşması imzalamayı da istemeyebilir. Veya dış etkiler o şekilde karar almaya zorlarlar.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt