Dünya Basını
Cezayirli boksör Khelif ve Batı’nın beyaz masumiyet sanrıları

Bu yıl Fransa’da düzenlenen 2024 Yaz Olimpiyatları açılış seremonisi de dahil siyasi ve sportif açıdan tartışmaların odağında yer aldı. O tartışmalardan biri de İtalyan rakibini 46. saniyede maçtan çekilmeye zorlayan Cezayirli boksör Imane Khelif başta olmak üzere birkaç sporcu üzerinden yürütülen cinsiyet tartışmasıydı.
Khelif’in trans değil ancak nadir görülen genetik bir hastalığı olduğunun ve dünya otuz üçüncülüğü ile başlayan kariyerinde adım adım yükseldiğinin bilinmesine rağmen sanki dün ameliyat masasından kalkmış bugün ringe çıkmışçasına suçlanması dikkat çekiciydi. Üstelik bu suçlama büyük oranda cinsiyetsizlik propagandasının mimarları tarafından yönetildi ve yönlendirildi.
Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, ilk ve de son olmayacak beyaz olmayan kadın Khelif üzerinden yapılan tartışmayı Oryantalizm perspektifinden ele alıyor.
***
Imane Khelif ve Batı’nın beyaz masumiyet sanrıları
Cezayirli boksöre yönelik saldırılar sadece Batı’nın çarpık ırk ve kadınlık kavramlarını değil, aynı zamanda karanlık emperyalist geçmişini ve bugünkü durumunu da yansıtıyor.
Ruby Hamad
Cezayirli boksör Imane Khelif, cinsiyetiyle ilgili küresel tartışmalara boyun eğmemekte kararlı görünüyor ve çarşamba günü Taylandlı Janjaem Suwannapheng’i mağlup ederek Paris Olimpiyatları’nda altın madalya maçına çıkmaya hak kazandı.
Khelif, İtalyan rakibi Angela Carini’nin maçtan sadece 46 saniye sonra çekilmesiyle dünya gündemine oturdu. Carini, burnuna hayatında hiç yaşamadığı kadar sert bir yumruk yediğini söyleyerek gözyaşlarına boğuldu.

İtalyan boksör Angela Carini Foto: Fabio Bozzani /AA
Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) tarafından tanınmayan Uluslararası Boks Birliği’nin, Khelif’i Tayvanlı boksör Lin Yu-ting ile birlikte belirsiz bir cinsiyet testini geçemediği için geçen yılki dünya şampiyonasından diskalifiye ettiğinin bildirilmesinin ardından her ikisinin de erkek olduğu yönündeki suçlamalar alevlendi.
Carini’nin, kendisini kasıtlı olarak bir kurban ve Khelif’i erkek bir gaspçı olarak sunmaya çalışıp çalışmadığı konusunda spekülasyon yapmayacağım. Carini, sadece yenildiği için üzgün olduğunu ve siyasi bir mesaj vermediğini iddia ediyor ve daha sonra Khelif’ten özür diledi. Ancak, zarar çoktan verilmişti.
Kitabım White Tears/Brown Scars Avrupalı (yani beyaz) kadınların hem dişiliğin hem de mağduriyetin zirvesi olarak konumlandırılmasını tarihsel ve güncel olarak inceliyor ve yaygın olarak “beyaz kadınların gözyaşları” olarak adlandırılan, ama benim “stratejik beyaz kadınlık” olarak adlandırmayı tercih ettiğim şeyin gücünü sorguluyor.
Hem bireysel hem de ulusal düzeyde ortaya çıkan bu dinamikte, beyaz kadınların duygusal sıkıntıları, kendileriyle çatışma halinde olan beyaz olmayan insanları cezalandırmak için bir kaldıraç olarak kullanılıyor. Burada önemli olanın gözyaşları ve hatta onları döken kişi değil, bu gözyaşlarının izleyicilerde yarattığı koruma dürtüsü olduğunu savunuyorum.
Bu örnekte bu dürtü, yazar JK Rowling, eski ABD Başkanı Donald Trump ve İtalya’nın aşırı sağcı Başbakanı Giorgia Meloni gibi kamuya mal olmuş şahsiyetler de dahil geniş bir kamu öfkesini tetikledi.
Bu isimlerin her biri, kendi ideolojik gündemlerini Khelif’in bedenine yükleyerek olaya dahil oldular. Trans kadınlara karşı çıkmasıyla tanınan JK Rowling, bunu, bir “erkeğin” bir kadını dövmesi ve “hayallerini yıkması”ndan duyduğu “sinsi” bir zevk olarak özetledi. Rowling, kadınları koruma kisvesi altında aslında bir kadına saldırdığını anlamamış gibi görünüyor.
Meloni, Khelif’in kılık değiştirmiş bir erkek olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmedi ancak “eşit olmayan rekabet” diye nitelediği durumu eleştirerek “erkek genetik özelliklerine sahip sporcuların kadın yarışmalarına katılmaması gerektiğini” belirtti. “Bunu kimseye karşı ayrımcılık yapmak istediğimiz için değil, kadın sporcuların eşit şartlarda yarışma haklarını korumak için yapıyoruz” dedi.
Ancak bu açıklama, tenisten haltere, gülleye ve evet boksa kadar kadın sporları tarihinin, ironik bir şekilde Avrupalı atletler de dahil kalıplaşmış Avrupalı kadın standartlarına uymayan sporcularla dolu olduğunu göz ardı ediyor.
Daha önce bazı kadınların diğerlerinden daha iri, daha güçlü ya da daha hızlı olduğunu kabul ederken, şimdi çoğumuz kadın sporcuların birbirinin kopyası olmasını bekliyor ve buna uymayanları cezalandırmaya çalışıyoruz. İkili olmayan cinsiyet konusunda artan farkındalığa rağmen, kalıplaşmış normdan sapmalara karşı daha az hoşgörülü olduğumuz görülüyor.
Daha da rahatsız edici olan, kadın sporlarındaki adalet meselesinin, “kadın” kelimesinin “beyaz” ile eş anlamlı olduğu bir döneme geri dönüşü teşvik etmek için kullanılıyor gibi görünmesi.
2016 yılında Güney Afrikalı orta mesafe koşucusu Caster Semenya (üç yıl sonra yarışmalarından men edilecekti) Rio Olimpiyatları’nda altın madalya kazandı. Onu Burundi’den Francine Niyonsaba ve Kenya’dan Margaret Wambui izledi. Üçü de gerçek kadın olmadıkları yönündeki iddialarla karşı karşıya kaldı, bazı Avrupalı rakipleri gözyaşlarına boğuldu ve suçlamalar beşinci olan Polonyalı Joanna Jozwik’in, “Avrupalılar arasında birinci, beyazlar arasında ikinci olduğum için mutluyum” demesine yol açtı (Kanadalı Melissa Bishop dördüncü olmuştu).

Güney Afrikalı kadın atlet Caster Semenya
2024’e geldiğimizde, ırk bilimine yapılan bu açık gönderme, Lin Yu-ting’e yenilmesinin ardından XX kromozomuna sahip olduğunu belirtmek ve Tayvanlı rakibinin aksine kendisinin “gerçek” bir kadın olduğunu ima etmek için parmaklarıyla X işareti yapan Bulgar boksör Svetlana Staneva tarafından da yankılandı.
Carini duygusal bir gösteri yapmadan maçtan çekilseydi, bu konu şu anda olduğu gibi duygu yüklü bir konu haline gelir miydi? O gün bir rakibin diğeri için fazla iyi olduğu diğer maçlar gibi mi yorumlanırdı? Bilmek imkânsız, ancak Imane Khelif’in bedeninin birdenbire nasıl tartışma konusu haline geldiğine dikkat çekmek önemlidir.
Diğer pek çok kişinin de belirttiği gibi Khelif, 2020 Tokyo Olimpiyatları da dahil bu suçlamalar ortaya çıkmadan uzun yıllar kadın müsabakalarında boks yapıyor. Genç kızlık fotoğraflarını yayınladı, Cezayir kültüründe bir kadın olarak boks yapmanın zorluklarından bahsetti ve IOC ve Cezayirli yetkililer tarafından savunuldu.
Tüm bunlar meselenin sadece “adalet” ile ilgili olmadığını gösteriyor.
Carini’nin çekilmesinin ardından Khelif’in bir sonraki maçı Macar Anna Luca Hamori ileydi. Hamori, maç öncesinde Instagram’dan aldığı ve bu olayın tüm alt metnini açığa çıkardığını düşündüğüm bir görüntü paylaşıp sildi. Bu yapay zekâ ile oluşturulmuş görüntüde, Khelif sadece narin ve savunmasız bir beyaz kadının karşısında duran bir erkek olarak tasvir edilmekle kalmamış, aynı zamanda insanlıktan tamamen çıkarılmış ve doğaüstü, efsanevi bir canavar olarak resmedilmişti.

Macar boksör Hamori’nin paylaşıp sildiği görüntü.
Bu, Oryantalizm’in ta kendisi; beyaz olmayan kadınların, üstün Avrupalı kadınlarla tezat oluşturacak şekilde, ya beyaz erkekler tarafından kurtarılmaya muhtaç, zavallı, itaatkâr kurbanlar ya da korunmaya layık olmayan erkeksi, hayvani yaratıklar olarak tasvir edildiği, yüzyıllardır süregelen “Doğu” temsillerini hatırlatıyor.
Bu temsiller, Batı’nın kendisini nasıl gördüğünü somutlaştırıyor. Kadın bedeni, Batı’nın ideolojik savaşlarını yürüttüğü alandır. Beyaz kadınlar saf, masum ve her ne pahasına olursa olsun savunulması gereken kadınlar olarak temsil edilirler çünkü Batı medeniyetinin kendisini sembolize ederler. Siyah ve esmer kadınlar ise uzun zamandır masumiyetten yoksun ve korunmaya değmez olarak tasvir ediliyor çünkü onlar da kendi “aşağı” kültürlerinin sembolleridir.
Hamori’nin, Khelif ile benzer boy ve yapıya sahip görünmesine rağmen, sembolünün Khelif’inkine neredeyse hiç benzemediği bir görüntüyü paylaşması öğretici. Bu artık bir Arap boksör ile bir Avrupalı boksör arasındaki bir müsabaka hakkında değil, esmer ve siyah erkeklerin beyaz kadınlara ve dolayısıyla Batı’ya benzersiz bir tehlike oluşturduğu klişe beyaz kültürel mitolojisinin bir başka tekrarıdır.
Yüzyıllardır süregelen hakimiyetine rağmen Batı, kendisini bir tür mazlum, barbar Doğulu güruhların sürekli tehdidi altındaki erdem, masumiyet ve medeniyet adası olarak yansıtmaya devam ediyor.
Batı’daki her sözde “kültür savaşı” inatla ırkla bağlantılıdır çünkü Batı kendini ırksal ve kültürel üstünlük kavramları üzerine inşa etmiştir ve bu üstünlüğü küresel askeri ve ekonomik hakimiyeti meşrulaştırmak için açıkça kullanır. Geçmişte, Avrupalıların “ırk” fikirleri yerleşimci-sömürgeciliği yönlendirmişti. Bugün ise ABD liderliğindeki neo-emperyalizm, İsrail’in Orta Doğu’da Batı medeniyetinin ön cephesini temsil ettiğini tekrar tekrar dile getirmesinde görüldüğü üzere, askeri müdahaleyi meşrulaştırmak için kültürel aşağılık kavramını kullanıyor.
Tüm bunların tam anlamıyla bölgesel bir savaşa dönüşmek üzere olan Gazze soykırımının arka planında gerçekleşiyor olması hiç de tesadüf değil. Batı tahayyülü bu şekilde kendisini varoluşsal tehdit altındaki daimî kurban olarak yeniden kurgulamaya çalışıyor.
Batılı güçler, Gazze’yi demir yumrukla moloza çevirmek ve on binlerce sivili öldürmek için birleşirken, yorgun ve travmatize olmuş Filistinli erkekler, aileleri ve topluluklarından geriye kalanları enkazdan çıplak elleriyle çıkarmaya çalışırken bile Batı’nın önemli bir kesimi, kendisini, şeytani bir Arap adam tarafından haksızca saldırıya uğrayan mazlum bir genç kız olarak resmetmeyi tercih etti.
Dünya Basını
Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Editörün notu: İtalyan gazeteci, yazar ve çevirmen Thomas Fazi, Avrupa Birliği’nin Rus enerji ithalatını kesme politikasının, yaptırımlar ve Ukrayna’yı destekleme arzusundan kaynaklandığını, ancak Avrupa için yüksek enerji maliyetleri ve sanayisizleşme gibi ekonomik zararlara yol açtığını vurguluyor. Bu politika, ABD LNG’sinin Rus boru hattı gazından daha pahalı ve çevreye daha zararlı olmasına rağmen, Avrupa’ya önemli bir LNG tedarikçisi haline gelen ABD’ye fayda sağlıyor. Unherd portalında kaleme aldığı makalesinde Fazi, AB’nin tutumunun aynı zamanda Rusya ile ilişkilerin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusundan ve ABD’nin ticari çıkarlarından kaynaklandığını, bunun da Avrupa’nın stratejik özerkliğini ve ekonomik rekabet gücünü zayıflattığını ifade ediyor. Rus gazının bariz avantajlarına rağmen, AB liderleri küresel piyasalardan temin edilen daha maliyetli LNG’ye olan bağımlılıklarını artırarak Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarını ve jeopolitik gerilimleri körüklüyor.
Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı
Amerika kazançlı çıkacak
Thomas Fazi
Avrupa Birliği’nin (AB) binlerce yaptırımla adeta kendi ayağına sıkma politikası tüm hızıyla sürüyor. Son üç yılda Avrupa’ya verdiği ekonomik ve endüstriyel zarardan tatmin olmamış görünen Avrupa Komisyonu, bu ayın başlarında, iki yıl içinde tüm Rus enerji ithalatını —doğalgaz, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG), petrol ve nükleer santraller için zenginleştirilmiş uranyum dahil— ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir plan açıkladı.
Güncellenmiş REPowerEU yol haritasının bir parçası olarak Komisyon, 2025 sonuna kadar Rusya’dan spot piyasa doğalgaz ithalatını —şu anda AB gaz alımlarının üçte birini oluşturan mevcut ve yeni sözleşmeler dahil— yasaklama sözü verdi. Ayrıca, 2027 yılına kadar tüm uzun vadeli Rus enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını önerdi.
Ukrayna’daki savaştan önce Rusya, AB’nin gaz ihtiyacının büyük kısmını boru hatları aracılığıyla karşılıyordu. O zamandan beri AB, Rusya’nın gaz ithalatındaki payını 2021’de yüzde 45’ten 2024’te yüzde 19’a düşürdü ve 2025 için yüzde 13’lük bir düşüş daha öngörülüyor. Yine de Rusya, Norveç ve Cezayir’in ardından AB’nin en büyük üçüncü gaz tedarikçisi olmaya devam ediyor. Boşluğu doldurmak için Avrupa, toplam gaz ithalatındaki payı yüzde 20’den yüzde 50’ye yükselen sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) yöneldi. Bunun neredeyse yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nden geliyor.
Sorun şu ki, LNG, boru hattı gazından çok daha pahalı ve değişken. Boru hattı ithalatı genellikle uzun vadeli sözleşmelerle güvence altına alınırken, LNG fiyatları küresel spot piyasasına bağlıdır, bu da onları finansal spekülasyona ve jeopolitik şoklara karşı savunmasız hâle getirir; sonuç olarak daha yüksek maliyetler ve daha büyük belirsizlik ortaya çıkar.
İronik bir şekilde, AB, Rusya’dan boru hattı ithalatını azaltırken, Rus LNG alımlarını artırıyor. Sadece 2025’in ilk dört ayında, Rus LNG’sinin Avrupa’ya teslimatları bir önceki yıla göre yüzde 12 arttı. Neden mi? Çünkü tam ve ani bir kesinti hiçbir zaman mümkün olmadı; dahası, Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler ucuz Rus gazını maliyetli ABD LNG’si ile değiştirmeyi açıkça reddetti. Fakat bu aynı zamanda yasal nedenlerden de kaynaklanıyordu: Pek çok Avrupalı şirket, Rus tedarikçilerle uzun vadeli “al ya da öde” sözleşmelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Genellikle 2022’den önce imzalanan bu anlaşmalar kapsamında, alıcılar gazı alıp almadıklarına bakılmaksızın sözleşmeli hacimler için ödeme yapmak zorundadır. Bu, daha yüksek fiyatlarda bile ithalatın devam etmesini rasyonel bir seçim hâline getiriyor.
Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika ve İtalya şu anda Rus LNG’sinin en büyük ithalatçıları konumunda. Yeniden gazlaştırıldıktan sonra —yani tekrar doğalgaza dönüştürüldükten sonra— bu gaz Avrupa şebekesine giriyor ve sonuç olarak Almanya gibi diğer ülkelere de tedarik sağlıyor. Bu arada, Rus boru hattı gazı hâlâ Avrupa’ya —ve şaşırtıcı bir şekilde Ukrayna’ya da— Türkiye üzerinden Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’a transit geçiş yapan TurkStream boru hattı aracılığıyla akmaya devam ediyor, diğer büyük güzergâhlar (Yamal-Avrupa, Kuzey Akım, Ukrayna) kapanmış olsa bile.
Ancak Brüksel şimdi tüm bunlara bir son vermek istiyor. AB Enerji Komiseri Dan Jørgensen, “Geçen yıl enerji ithalatımız için Rusya’ya hâlâ 23 milyar avro ödedik,” dedi ve ekledi: “Gelecekte tek bir molekül bile ithal etmek istemiyoruz. Kendi güvenliğimiz ve Ukrayna ile dayanışmamız için.” Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ise şunları söyledi: “Şimdi Avrupa’nın güvenilmez bir tedarikçiyle enerji bağlarını tamamen koparma zamanıdır. Kıtamıza ulaşan enerji kaynakları Ukrayna’ya karşı savaşı finanse etmemelidir.”
AB ayrıca, 2022 sonundan itibaren Rus ham petrolünün deniz yoluyla ithalatını ve Şubat 2023’ten itibaren Rus rafine petrol ürünlerini yasaklayan altıncı yaptırım paketinden muaf tutulan ve petrolünün yüzde 80’ini hâlâ Moskova’dan ithal eden Macaristan ve Slovakya’ya karşı sert bir tutum sergileyeceğini duyurdu. Bu ülkelerin 2027 yılına kadar kalan ithalatı aşamalı olarak sonlandırma planları sunmaları gerekecek. Komisyon ayrıca şirketlerin ceza ödemeden Rus gaz sözleşmelerinden çıkmak için “mücbir sebep” ileri sürmelerine olanak tanımanın yollarını araştırıyor.
Son olarak, Brüksel ayrıca Rusya ile yeni enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını ve mevcut ithalata yönelik yeni yaptırımları da değerlendiriyor. Ancak bu tür önlemler neredeyse kesinlikle Macaristan ve Slovakya’dan veto yiyecektir. Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó’nun ifade ettiği gibi: “AB Komisyonu’nun Rus enerjisini yasaklamaya yönelik siyasi güdümlü planı ciddi bir hatadır. Enerji güvenliğini tehdit ediyor, fiyatları artırıyor ve egemenliği ihlal ediyor.” Buna katılmamak zor.
Gerçekten de, ithal LNG’nin —özellikle ABD LNG’sinin— daha yüksek maliyeti, Avrupalı haneleri ve sanayileri derinden etkiledi. Yakın tarihli Draghi raporu, yüksek enerji fiyatlarının Avrupa’nın azalan rekabet gücünde önemli bir faktör olduğunu doğruladı. AB şirketleri artık elektrik için Amerikalı muadillerine göre iki ila üç kat, gaz için ise dört ila beş kat daha fazla ödüyor. Sonuçları acımasız oldu: AB genelinde art arda üç yıl boyunca düşen sanayi üretimi ve durgunluk, Batı Avrupa’nın büyük bölümünde —özellikle Almanya’da— ise doğrudan sanayisizleşme yaşandı.
Almanya, diğer ülkeler gibi, şüphesiz önceden var olan zorluklarla boğuşuyor olsa da, enerji maliyetlerinin artık Alman ve Avrupa sanayisi için en büyük tek tehdit olduğu aşikar. Pek çok firma üretimi yurt dışına taşımaya başladı. Büyük kimya gruplarının Avrupa’dan tamamen çıkmaya hazırlandığı bildiriliyor. Bir raporda, “Bu değişimler, Avrupa’nın enerji maliyetlerinin yaklaşık üç yıldır olağanüstü yüksek kaldığı bir zamanda geliyor. AB imalat üretiminin yüzde 5 ila 7’sini oluşturan ve 1,2 milyon kişiyi istihdam eden kimya sektörü olağanüstü bir baskı altında. Avrupa Kimya Sanayii Konseyi, 21 büyük tesiste 11 milyon tonun üzerinde üretim kapasitesinin planlanan kapanışı konusunda uyardı ve acil eylem çağrısında bulundu,” denildi.
Fakat Brüksel dinlemiyor. Gerçekten de, AB’nin Rus gazına tam bir yasak getirmesi, Avrupa’nın zaten bocalayan sanayi tabanına muhtemelen son darbeyi vuracaktır. Avrupa sadece daha büyük hacimlerde daha yüksek fiyatlı LNG —öncelikle ABD’den— ithal etmek zorunda kalmakla kalmayacak, aynı zamanda Rusya LNG’sini daha uzak pazarlara yönlendirdikçe taşıma maliyetleri artacak, zaten değişken olan küresel gaz fiyatlarını daha da yukarı çekecek ve AB’ye ithalatı daha da pahalı hâle getirecektir.
Peki bu görünüşte intihar gibi görünen politikanın ardındaki mantık nedir? Resmi argüman —Rus enerjisinin “Putin’in savaş makinesini finanse ettiği”— zayıf. Rusya askerlerine ödemelerini ve silahlarını ruble ile yapıyor, dövizle değil. Gazı Avrupa’ya, Çin’e ya da Hindistan’a satması Rusya için pek fark etmiyor. Brüksel’deki bürokratların bunu anladığı varsayılabilir — bu da Avrupa Komisyonu’nun son hamlesinin Rusya’nın Ukrayna’da savaşma kapasitesini zayıflatmaktan çok başka hedefler peşinde koştuğunu gösteriyor. Bunlar arasında, AB-Rusya ilişkilerinin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusunun olduğunu öne sürüyorum.
Bu durum, 2022’de bir Ukraynalı grubun gerçekleştirdiği iddia edilen su altı bombalı sabotajına uğrayan Kuzey Akım 2 boru hattının asla yeniden açılmamasını sağlamak için “her şeyi” yapacağına yemin eden yeni Almanya Şansölyesi Friedrich Merz tarafından açıkça ortaya kondu. Von der Leyen, ekibinin üzerinde çalıştığı “yeni yaptırım paketinin” bir parçası olarak Kuzey Akım’dan bile bahsetti. Financial Times‘a göre, Berlin ve Brüksel’de Kuzey Akım’ın herhangi bir şekilde yeniden canlanmasını engellemeye yönelik tartışmalar, Rus ve ABD’li iş çevrelerinin boru hattının operasyonlarını yeniden başlatma seçeneklerini araştırdığı haberleriyle tetiklendi.
Merz’in Kuzey Akım’a kalıcı bir yasağı onaylama kararı sadece ekonomik olarak anlamsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa tarihindeki en kötü endüstriyel sabotaj eylemini, özellikle Alman hükümeti ve müttefiklerinin saldırı hakkında potansiyel ön bilgisi konusunda hâlâ gizemini koruyan bir olayı etkili bir şekilde meşrulaştırıyor. Dahası, Almanya içinde Rus gaz tedarikinin yeniden sağlanmasına yönelik artan kamuoyu desteğine açık bir saygısızlık gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir anket, boru hattının sonlandığı Mecklenburg-Vorpommern’deki sakinlerin yüzde 49’unun Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasını desteklediğini ortaya koydu. Bu arada, ulusal düzeyde yüzde 20’nin üzerinde oy alan AfD, Kuzey Akım’ın yeniden açılması çağrısında bulundu; bu fikir iş dünyası liderleri ve hem CDU hem de Sosyal Demokratlar üyeleri tarafından giderek daha fazla paylaşılıyor.
Nedenini anlamak kolay: Boru hattını yeniden açmak ekonomik ve stratejik açıdan mantıklı. Rus gazı, yüksek emisyonlu hidrolik kırma (fracking) yöntemiyle üretilen ve dünyanın öbür ucundan taşınan Amerikan LNG’sinden daha ucuz, daha istikrarlı ve çevreye daha az zararlıdır. Buna karşı her zamanki argüman, Kuzey Akım’ın “Rus gazına sorumsuz bir bağımlılık yarattığıdır”. Ancak bir Alman analistin de belirttiği üzere, uzun bir süre boyunca önce Sovyetler Birliği, ardından da Rusya, çeşitli jeopolitik krizlere rağmen Almanya’ya enerji tedarik etmeye devam etti. Bu durum, Batı’nın agresif söylemler eşliğinde ekonomik bir savaş başlattığı zaman bile devam etti. Ve hatta Almanya’nın Ukrayna’ya silah teslimatından ve ardından Kuzey Akım’a yönelik terör saldırısından sonra bile, Rus tarafı gaz tedarikinin yeniden başlatılıp başlatılmayacağının Alman tarafına bağlı olduğunu defalarca belirtti.
Yine de Alman ve AB liderleri yeniden angajmana en şiddetle karşı çıkanlar olmaya devam ediyor. Neden? Kısmen Rusya’ya karşı derinden kökleşmiş düşmanlıkları nedeniyle. Ama aynı zamanda daha derin jeopolitik dinamikler de devrede. Küresel LNG piyasası arz kısıtlı. Fazla kapasitesi olan az sayıda ülke var. Şu anda LNG ihracat altyapısını genişleten Amerika Birleşik Devletleri, kâr elde etmek için benzersiz bir konumda. Trump, LNG’yi ticaret politikasının merkezine koyarak, ticaret dengesizliğini daraltmanın bir yolu olarak AB’ye daha fazla alım yapması için baskı yaptı. Bu durum, AB’nin “stratejik özerklik” söylemleriyle alay eder nitelikte. Kamuoyu önünde Trump’a meydan okuyan AB liderleri, Avrupa’nın ekonomik düşüşünü hızlandırsa bile, sessizce onun enerji taleplerini uyguluyorlar.
Bir Alman yorumcunun gözlemlediği üzere: “Planlanan Rus gaz ithalatı yasağının Ukrayna’daki savaşla pek ilgisi yok, her şey Amerika’nın ticaret savaşıyla ilgili. AB, Trump’a teslim oluyor. Bu teslimiyetin bedeli, özellikle Almanya için yıkıcı olacak.” Ve AB liderlerinin iklim ikiyüzlülüğünü de unutmayalım. ABD LNG’si, hem uzun mesafeli taşımacılığı hem de hidrolik kırma tabanlı çıkarımı nedeniyle Rus boru hattı gazından çok daha yüksek bir karbon ayak izine sahip. Ancak ironik bir şekilde, boru hattı akışlarının yeniden sağlanmasına en çok karşı çıkanlar, kendilerini çevreci ilan eden Alman Yeşilleridir.
Sonuç olarak, Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasının her düzeyde mantıklı olduğu açık olmalıdır: LNG’den daha ucuz, daha güvenilir, çevre açısından daha temizdir ve aynı zamanda Moskova ile jeopolitik ilişkilerin istikrara kavuşmasına yardımcı olacaktır. İşte tam da bu yüzden AB liderlerinin tam tersini yapması şaşırtıcı değil: dünyanın dört bir yanından gelen daha pahalı, daha değişken ve daha kirletici LNG’ye olan bağımlılığı derinleştiriyor, Avrupa’nın sanayisizleşmesini hızlandırıyor ve Rusya ile çatışma ateşini körüklüyorlar.
Dünya Basını
FP: ABD anlaşma değil teslimiyet istiyor

Foreign Policy’ye göre, Washington’un İran’dan talepleri gerçekçi bir anlaşmadan çok, koşulsuz teslimiyet anlamına geliyor. İran ise nükleer programını ulusal bir hak olarak görüyor ve bu ilkesinden vazgeçmeye yanaşmıyor. Geçmişte Şah döneminde başlayan bu kararlılık, bugün de İslam Cumhuriyeti yönetiminde devam ediyor. FP’nin analizine göre, diplomasi ancak karşılıklı taviz ve doğrulanabilir denetim mekanizmalarıyla mümkün olabilir:
***
FP: İran’la müzakerelerde maksimalist bir yaklaşım neden işe yaramaz?
İslam Cumhuriyeti, tıpkı kendisinden önceki monarşi gibi, nükleer yakıt üretimini bir hak olarak görüyor.
Sina Azodi
İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ile ABD özel temsilcisi Steve Witkoff arasında yürütülen beşinci tur nükleer görüşmeler geçen hafta Roma’da “bir miktar ama kesin olmayan” ilerlemeyle sona erdi, görüşmelere aracılık eden Ummanlı diplomat böyle açıkladı.
Görüşmelerdeki temel anlaşmazlık noktası İran’ın zenginleştirme kapasitesi oldu. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) çerçevesinde uranyum zenginleştirme hakkına sahip olduğunu uzun süredir savunurken, ABD bu iddiayı tutarlı şekilde reddediyor. Washington’a göre NPT açıkça böyle bir hak tanımıyor. ABD şu anda İran’dan uranyum zenginleştirme programından tamamen vazgeçmesini talep ediyor, ancak bu maksimalist bir talep ve İran tarafından kabul edilmeyecek.
Irakçi, ABD ile yürütülen görüşmelere liderlik eden isim olarak, İran’ın bu konudaki tavrını yeniden teyit etti. Nükleer silahlara sahip olmamasını garanti altına alacak bir anlaşmanın “mümkün” olduğunu söyleyen Irakçi, uranyum zenginleştirmenin ise “anlaşma olsun ya da olmasın devam edeceğini” belirtti. Ayetullah Ali Hamaney, 20 Mayıs’ta ABD’nin talepleri hakkında yaptığı konuşmada, “İran’da kimse onların iznini beklemiyor. İslam Cumhuriyeti’nin kendi politikaları ve yönü belli ve buna sadık kalacakt” dedi.
ABD tarafındaysa iki farklı görüş var ama her ikisi de İran’ın uranyumu kendisinin zenginleştirmesine karşı çıkıyor. Daha önce sınırlı bir zenginleştirme kapasitesine yeşil ışık yakabileceğini ima eden Witkoff, 18 Mayıs’ta bu tutumunu değiştirerek, ABD’nin “Yüze bir oranında dahi zenginleştirmeye” izin veremeyeceğini söyledi.
Trump yönetimi yetkilileri, İran’ın uranyumu zenginleştirmediği sürece sivil bir nükleer programa sahip olabileceği görüşünde. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Nisan ayında, “İran sivil bir nükleer program istiyorsa, dünyadaki diğer birçok ülke gibi zenginleştirilmiş uranyumu ithal edebilir” demişti.
Ancak bu tutum 1990’larda ABD’nin İran’daki sivil amaçlı da olsa her türlü nükleer programa tamamen karşı olduğu yaklaşımdan açık bir sapma olarak görülse de iki tarafın istediği türden bir anlaşmaya götürmeyecek. Çünkü İran’ın nükleer faaliyetlerin tüm aşamalarına erişimi hak gören tutumu İslam Cumhuriyeti’nden önceye dayanıyor. Aslında, bu konu İran ile ABD arasındaki uzun süredir devam eden çıkmazın göbeğinde.
1970’lerde, o dönemde ABD’nin yakın müttefiki olan İran Şahı, Tahran’ın devasa petrol gelirlerini iddialı bir nükleer programa yatırdı. Haziran 1974’te, İran Fransa ile beş adet 1.000 megavatlık nükleer reaktör inşa edilmesi için 4 milyar dolarlık anlaşma imzaladı; reaktörlerin 1985’e kadar tamamlanması planlanıyordu. Aynı yılın Kasım ayında İran, Batı Alman şirketi Kraftwerk Union ile Buşehr’de iki adet 1.200 megavatlık hafif su reaktörü (İran I ve İran II) inşası için anlaşma yaptı. Anlaşma, reaktörler tamamlandıktan sonra İran’ın, Batı Almanya ile istişare ederek kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlemek üzere tesisler kurmasını öngörüyordu.
İranlılar ABD’den reaktör satın almakla da ilgilenmişti, ancak Washington ile yürütülen müzakereler çok daha zordu. Hindistan’ın 1974 Mayıs’ında gerçekleştirdiği “Barışçıl Nükleer Patlama” sonrasında ABD, İran gibi gelişmekte olan ülkelere hassas teknoloji ihracatı konusundaki kısıtlamaları sıkılaştırmıştı. İronik olarak, Hindistan bu testi ABD Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dixy Lee Ray Tahran’ı ziyaret ederken gerçekleştirmişti.
ABD’li yetkililer, Şah’tan sonra düşmanca bir rejimin iktidara gelmesi durumunda neler olabileceği konusunda giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Haziran 1974 tarihli bir notta Savunma Bakanı James Schlesinger’a, “İran nükleer silah kapasitesi geliştirmeye çalışırsa… planlanan 20.000 MW’lık İran nükleer enerji programından elde edilecek yıllık plütonyum, 600-700 nükleer başlığa denk olacaktır” uyarısı yapıldı.
ABD ayrıca Şah’ın gerçek niyetlerinden de endişeliydi. Ekim 1977’de, CIA psikiyatristi Jerrold Post, gizli bir notta ajansın Şah’ın nükleer silah konusundaki taahhütlerine güven duymadığını belirtti. 1978’e gelindiğinde, İran ordusu bir generalin gözetiminde nükleer silahla ilgili araştırmalar yürütüyordu.
ABD ve İsrail arasında İran gerginliği: Telefonda hararetli tartışma
Tahran ile Washington arasındaki temel anlaşmazlık, kullanılmış uranyumunun yeniden işlenmesiyle elde edilen ve silah yapımı için kritik önemdeki plütonyum konusundaydı. ABD, yakın müttefiki Şah’a, yeniden işleme planlarını terk ederek ABD’nin denetiminde bir çözümle ilerlemesini ve nükleer sahnede “devlet adamlığı” göstermesini istedi.
Bu talep, Tahran için ciddi bir ikilem oluşturuyordu. Yıllar sonra bir röportajda, Şah’ın nükleer programının mimarı Ekber İtimad, bunu şöyle açıklamıştı: “Amerikalılarla çalışamazdık çünkü bize dediler ki eğer yakıtı bizden alırsanız, kullanılmış yakıtla ne yapacağınıza biz karar veririz”
“Ön onay hakkı” olarak bilinen bu koşul, ABD’den ithal etse dahi İran’ın kullandığı yakıtı kendisinin işlemesini engelleyecekti. İranlılara göre bu tür kısıtlamalar ülkenin egemenliğini ihlal ediyordu ve karşı çıkılması gerekiyordu.
İranlı yetkililer, İtimad ve Şah dahil, yeniden işlemeyi hem yasal bir hak hem de ulusal egemenlik meselesi olarak değerlendirdiler. ABD ile yürütülen müzakerelerde, İran tarafı NPT’nin yeniden işleme dahil barışçıl nükleer teknolojilere tam erişim garantisi verdiğini savundu. ABD ise bu yorumu reddetti.
Tahran’ın bu konudaki inatçılığında nükleer milliyetçilik de rol oynadı. İtimad, “Hiçbir ülke başka bir ülkeye nükleer politikayı dikte etme hakkına sahip değil” diyerek bu duruşu özetledi. Şah da ABD’li yetkililere “Bizden, egemenliğimizle bağdaşmayan güvenceler istiyorsunuz” diyerek açıkça itiraz etti.
Reaktör satışlarındaki anlaşmazlıklar, ABD yetkililerinin ifadesiyle ikili ilişkilerde “ciddi bir rahatsızlık” haline gelmişti. Ancak Washington, Şah’ın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu algıyı yumuşatmaya çalıştı. Kasım 1975’te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dönemin İran Büyükelçisi Richard Helms’e, ABD’nin “İran’a özel ve olumsuz bir muamele uygulamadığını” iletmesini istedi. Ford yönetimi, “veto hakkı” talebini “sıkı güvenlikli program” ifadesiyle değiştirmeyi teklif ettiğinde bile İran yine reddetti.
Tahran ayrıca ABD’nin İran’da çok uluslu bir yeniden işleme tesisi kurulması önerisini de komşu ülkelerle zayıf ilişkileri gerekçe göstererek reddetti. Kissinger daha sonra çok uluslu yeniden işleme fikrini “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Sonuçta, Ford yönetimi İran’ın güçlü karşı çıkışları nedeniyle anlaşmaya varamadı.
Yine de İran, Şubat 1977’de kullanılmış yakıtı yeniden işleme konusundaki ısrarından kısmen vazgeçmeyi kabul etti. Bu taviz karşılığında ABD, İran’a “En çok gözetilen ulus” statüsündeki diğer müttefiklerine sağladığı ayrıcalıklı muameleyi tanıdı. Temmuz 1978’de nükleer reaktör satışı konusunda bir anlaşma imzalandı, ancak bu anlaşma Şah’ın Şubat 1979’da devrilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi.
Ancak bu gelişme İran’ın nükleer hedeflerinin sonu olmadı aksine yeni bir yönetim altında aynı hedeflerle, anti-emperyalist bir söylemle dönüştü.
İslam Cumhuriyeti, Şah’ın nükleer programını devraldığında, önce faaliyetleri durdurdu ve azalttı. Fakat 1982’den itibaren yeniden başladı ve kısa sürede öncülünün hedeflerine benzer bir yola girdi. 1999 yazında uranyum zenginleştirme kapasitesine ulaşan İran, o tarihten bu yana programını istikrarlı şekilde genişletti. Nükleer programını, Batı’dan ekonomik ve ticari tavizler almak için pazarlık aracı olarak kullanmaya çalıştı.
ABD’nin İran’dan istediklerinin gerçekçi olmadığını anlaması zaman aldı. Clinton yönetimi, İran’da herhangi bir nükleer programa kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Mayıs 1995’te “İran’ın tüm nükleer programının sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” demişti.
Daha sonra Başkan George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, ABD’nin İran’da sınırlı ama sıfır zenginleştirmeye dayalı bir programa razı olması gerektiğini kabul etti. Gerçek bir diplomatik çözüm ancak Başkan Barack Obama, ABD’nin “sıfır zenginleştirme” talebinden vazgeçmesi gerektiğini fark ettiğinde mümkün olabildi.
ABD istihbaratı: İsrail İran’a saldırı hazırlığında olabilir
Ancak Washington’daki görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Senatör Lindsey Graham dahil bazı şahin isimler hâlâ İran’ın nükleer programının tamamen sonlandırılmasını savunuyor; bu da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talepleriyle örtüşüyor. Tahran’a göre böyle bir anlaşma, koşulsuz teslimiyet anlamına gelir ve kesinlikle reddedilecektir.
İran’ın dini lideri Hamaney, uzun süredir eski Libya lideri Muammer Kaddafi örneğini bir uyarı olarak gösteriyor. Hamaney 2011’deki bir vaazında, “Kaddafi, nükleer ekipmanlarını batıya teslim etti. Sonra onlar Libya’ya saldırdı ve petrolünü aldı” demişti.
İran liderliğine göre bu tür taleplerin esas hedefi rejim değişikliği. Ülkede, halk arasında bir anlaşma isteği bulunsa da böyle bir teslimiyetin kabul edilmesi İran yönetimi için telefisi zor siyasi bedeller doğurur. İran yönetimi, nükleer programını 1951’deki petrolün millileştirilmesinden bile daha büyük bir ulusal hak olarak görüyor.
Kendinden önceki monarşi gibi, İslam Cumhuriyeti de nükleer yakıt üretiminden vazgeçmeye istekli görünmüyor. İran’ın nükleer programı ve teknolojik kapasitesi artık sahadaki bir gerçek. Eğer Trump yönetiminin amacı Tahran’ın nükleer silah eşiğini aşmasını önlemekse, akıllıca strateji teslimiyet dayatmaları değil, denetime ve karşılıklı tavizlere dayanan diplomasi olmalı.
İran, yaptırımların ciddi olarak hafifletilmesi karşılığında zenginleştirme kapasitesine sınır getirilmesini kabul etmeye hazır olduğuna dair sinyaller veriyor. Kalıcı bir anlaşmanın temeli de budur; tek taraflı, koşulsuz teslimiyet değil.
Dünya Basını
Ehud Olmert: Evet, İsrail savaş suçu işliyor

İsrail’in eski Başbakanı Ehud Olmert, Haaretz gazetesinde yayımlanan son makalesinde, ülkesinin Gazze’deki askeri operasyonlarını sert bir dille eleştirerek, İsrail’in savaş suçu işlediğini ve sivil halkı bilinçli şekilde hedef aldığını söyledi:
***
Artık yeter. İsrail savaş suçu işliyor
Gazze Şeridi’nde son dönemde yürütülen operasyonların meşru savaş hedefleriyle bir ilgisi yok. Bu artık özel bir siyasi savaşa dönüştü.
Ehud Olmert / Haaretz
İsrail hükümeti şu anda amacı, hedefi veya açık bir planı olmayan ve başarı şansı bulunmayan bir savaş yürütüyor. İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana böyle bir savaşa tanık olunmamıştı. Binyamin Netanyahu liderliğindeki suç şebekesi bu alanda da eşi benzeri görülmemiş bir örnek teşkil ediyor.
Gideon’un Arabaları Operasyonu’nun en belirgin sonucu, Gazze çevresine konuşlandırılmış İsrail askeri birimlerinin karmaşık faaliyetleridir. Özellikle, askerlerimizin daha önce çarpıştığı, yaralandığı, hayatını kaybettiği ve birçok Hamas savaşçısını – ki ölmeyi hak ediyorlardı – ve çok daha fazla masum sivili öldürdüğü mahallelerde bu durum geçerli. Bu siviller, anlamsızca ölen Filistinli kurbanlar istatistiklerine eklendi ve sayı korkunç boyutlara ulaştı.
Gazze’deki son operasyonların hiçbir meşru savaş hedefi yok. Hükümet, askerlerimizi ki ordu da buna itaat ediyor; Gazze Şehri, Cebeliye ve Han Yunus mahallelerinde dolaşmaya gönderiyor. Bu meşru bir askeri operasyon değil. Bu artık kişisel bir siyasi savaşa dönüşmüş durumda. Bunun doğrudan sonucu, Gazze’nin bir insani felaket bölgesine dönüşmesidir.
Son bir yıl içinde, dünyanın dört bir yanından İsrail hükümetine ve ordusunun Gazze’deki davranışlarına yönelik ağır suçlamalar yöneltildi: Soykırım, savaş suçları. İsrail kamuoyundaki tartışmalarda ve uluslararası platformda bu suçlamaları hep kesin bir dille reddettim, ama hükümeti eleştirmekten geri durmadım. Uluslararası medya, İsrail kamuoyundaki tartışmalarda tüm sesleri dinler. Netanyahu’nun borazanlığını yapanlarla ona muhalif olanları ayırt edebilir. Ben de İrlanda, İtalya, Hollanda, Birleşik Krallık ve başka yerlerde röportajlar vererek görüşlerimi paylaştım. Çoğu zaman gazetecileri hayal kırıklığına uğrattım çünkü Gazze’de savaş suçu işlenmediğini ısrarla savundum. Evet, öldürme vakaları fazlaydı ama hiçbir hükümet yetkilisinin sivil halkı kasıtlı olarak hedef alma talimatı verdiğine inanmadım.
Gazze’de ölen masum sivillerin sayısı akıl almaz, adaletsiz ve kabul edilemezdi. Ama bu ölümler, her yerde söylediğim gibi, zalim bir savaşın sonucu olarak meydana gelmişti.
Bu savaş 2024 başlarında sona ermeli, artık sürmemeliydi. Çünkü artık gerekçesi kalmadı, açık bir hedefi yok ve Gazze ya da genel olarak Ortadoğu için bir siyasi vizyon içermiyor. Hükümetin verdiği emirlere uymak zorunda olan ordu, birçok durumda aceleci, dikkatsiz ve aşırı saldırgan davrandı. Ancak hiçbir zaman üst düzey askeri liderlikten sivilleri bilinçli şekilde hedef alma talimatı almadılar. Bu yüzden, o dönemde anladığım kadarıyla, savaş suçu işlenmemişti.
Soykırım ve savaş suçları, savaşın hedeflerini, yürütülüşünü, sınırlarını ve güç kullanımındaki sınırlamaları belirleyen yetkililerin niyetine ve sorumluluğuna dayanan hukuki terimlerdir. Her fırsatta şu ayrımı yaptım: suçlamaları reddettim, ama Gazze’deki sivillerin kurban edilmesindeki umursamazlığı ve insanlık dışı kayıpları kabul ettim.
Fakat son haftalarda bunu artık yapamıyorum. Gazze’de yaptığımız şey artık bir yıkım savaşıdır: ayrım gözetmeyen, sınırsız, acımasız ve suç oluşturan sivil katliamları. Bu, kontrol kaybının bir sonucu ya da belirli birliklerdeki bireysel taşkınlıklar değil. Bu, hükümetin bilinçli, kötü niyetli ve sorumsuz politikasının ürünüdür. Evet, İsrail savaş suçu işliyor.
Öncelikle, Gazze’yi aç bırakıyoruz. Bu konuda hükümet yetkililerinin tutumu açık. Evet, Gazzelilere gıda, ilaç ve temel ihtiyaçlar kasıtlı olarak sağlanmıyor. Netanyahu, her zamanki gibi, verdiği emirleri muğlak hale getirerek cezai sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Ancak bazı yandaşları bunu açıkça söylüyor, hatta gururla: “Gazze’yi aç bırakacağız. Çünkü tüm Gazeliler Hamas.” Bu bakış açısıyla, iki milyondan fazla insanı yok etmenin ahlaki ya da operasyonel bir sınırı yok.
İsrail medyası, çeşitli nedenlerle (bazıları anlaşılabilir) Gazze’deki olayları daha ılımlı bir dille aktarmaya çalışıyor. Ancak dünyanın gördüğü tablo çok daha geniş ve yıkıcı. Bunu sadece “herkes bize düşman” diyerek antisemitizm olarak açıklamak mümkün değil.
Hayır. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron antisemit değil. Onu iyi tanıyorum, son aylarda birçok kez görüştük. Fransa ordusu, İsrail’e yönelik İran saldırılarına karşı savunmada yer aldı. Macron kısa süre önce şöyle dedi: “Düşmanlarınıza karşı yanınızdayım ama beni terör destekçisi olmakla suçluyorsunuz.” Macron İsrail’in dostudur. Aynı şekilde İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Hollanda Başbakanı Dick Schoof, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ve diğer Avrupalı liderler de öyle.
Bu liderler, Gazze’den gelen sesleri duyuyor. Yüz binlerce sivilin çektiği acıyı görüyorlar. İsrail kabine toplantılarındaki konuşmaları da takip ediyorlar ve açıkça şunu fark ediyorlar: Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümeti, sivil nüfusu açlığa mahkûm eden bir politika yürütüyor. Bu durum felaketle sonuçlanabilir.
Artık İsrail dostu hükümetlerden – Kanada, Birleşik Krallık, Fransa gibi – somut yaptırımlar yönünde sesler yükseliyor. Macron, İsrail’in AB ile olan ortaklık anlaşmasının gözden geçirilmesini önerdi. Hollanda ve İtalya’dan da bu öneriye destek geldi. Bu iki ülke sağ eğilimli hükümetlere sahip ve daha önce İsrail’i zor durumda bırakacak hiçbir adıma yanaşmıyorlardı.
Bu sesler artacak. Uluslararası Ceza Mahkemesi dışında, İsrail’e karşı somut yaptırımlar uygulanma riski doğdu; bu da ekonomik ve diplomatik olarak yıkıcı olabilir.
Netanyahu hükümetinin sözcüleri ve nefret üreten mekanizması hemen mağdur söylemine sarılacaktır: “Herkes bize düşman. Yahudi düşmanı bunlar. Terörü destekliyorlar.” Ama gerçek şu: İsrail’e değil hükümete karşılar. Onlara göre bu hükümet, İsrail’e ve halkına savaş ilan etti ve geri dönülmez zararlar verdi.
Ben de aynı fikirdeyim. Bu hükümet artık içimizdeki düşmandır. İsrail devletine ve halkına karşı savaş ilan etmiştir. Son 77 yılda dışarıdan gelen hiçbir tehdit, Netanyahu, Ben-Gvir ve Smotrich’in verdiği zarar kadar yıkıcı olmamıştır. Bu hükümet, 1948’den bu yana İsrail toplumunu ayakta tutan toplumsal dayanışmayı yerle bir etti.
Bugün İsrail toplumunun geniş kesimlerinin kabul ettiği şu gerçeği tekrar ediyorum: Bu hükümet bu ülkeyi yönetmeyi hak etmiyor. Ne niyeti var ne de kapasitesi. Tek yaptığı şey, halkı birbirine düşürmek, toplumsal uyumu yok etmek. Kardeşi kardeşe, askeri askere, rehineleri ailelerine karşı kışkırtmak. Sadistçe, hasta bir keyifle bunu yapıyor. Rehineleri de hâlâ geri getiremiyor.
Ve tüm bunlar olurken, Batı Şeria’da da Filistinli siviller öldürülmeye devam ediyor. Daha önce de söyledim, yine söylüyorum: “Tepelik Gençliği” adı verilen radikal yerleşimci çeteler her gün korkunç suçlar işliyor, güvenlik güçleri ise buna göz yumuyor.
Tzeela Gez’in öldürülmesi korkunçtu. Bu genç kadın doğuma giderken hayatını kaybetti. Umarım oğlu hayatta kalır ve ailesi onu sevgiyle büyütebilir. Ama Samarya Bölge Konseyi Başkanı Yossi Dagan’ın “Filistin köyleri yok edilmeli” açıklaması soykırım çağrısıdır. Bazı köyler yakıldığında bize bunun birkaç radikalin işi olduğu söylenecek. Bu yalan. Onlar çoklar. Ön safta olanlar küçük bir grup olabilir ama arkalarında onları destekleyen, ilham veren Yossi Daganlar var.
Peki polis nerede? Ordu nerede? Bu suçluları durdurmak için ses çıkarması gereken yerleşimciler nerede?
İsrail ordusunun bazı birliklerinde de sorunlar yaşanıyor. Bazı özel kuvvetlerde bile sivillere acımasız şekilde ateş açıldığı, evlerin yıkıldığı, mülklere el konduğu olaylar var. Hatta bazı askerler bunları sosyal medyada paylaştı. Evet, İsrailliler savaş suçu işliyor. Eski Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un “etnik temizlik yapıyoruz” ifadesine katılmıyorum, ama gidişat bu suçlamaların reddedilemeyeceği noktaya yaklaşıyor.
Durmalıyız. Aksi halde milletler ailesinden dışlanacağız. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacağız. Ve buna karşı savunmamız olmayacak.
Artık yeter.
-
Dünya Basını7 gün önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika1 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Dünya Basını2 hafta önce
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü