Ortadoğu
“Diplomatik çözümün” sonu İsrail-Lübnan normalleşmesi mi?

Washington; Lübnan ve İsrail arasında, kara sınırının belirlenmesi de dahil çeşitli anlaşmazlıkları diplomatik yollarla çözmek için görüşmelere aracılık ediyor. ABD ve İsrail bu sürecin sonunda İsrail’in Lübnan ile ilişkilerini normalleştirmeyi hedefliyor. Ancak Hizbullah’a yakın medyaya göre “Lübnan içinde bu plana karşı ciddi bir direnç oluşacağı kesin.”
İsrail, ABD, Fransa ve Lübnan’dan temsilcilerin katılımıyla 11 Mart Salı günü Lübnan’ın güneyindeki Ras el-Nakura’da Birleşmiş Milletler Barış Gücü karargâhında bir araya geldi.
İsrail Başbakanlık Ofisi’nin açıklamasına göre toplantıda bölgedeki istikrarı sağlamak amacıyla üç ortak çalışma grubunun kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. Bu gruplar şunlara odaklanacak: 1-İsrail’in Lübnan’ın güneyinde işgali sürdürdüğü 5 noktanın durumu, 2- Mavi Hat ve hala ihtilaflı olan noktalarla ilgili görüşmeler, 3- İsrail tarafından alıkoyulan Lübnanlı esirlerin bırakılması.
Açıklamada, “ABD ile koordinasyon içinde ve Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanına bir jest olarak İsrail 5 Lübnanlı tutukluyu serbest bırakmayı kabul etti” denildi.
Nitekim İsrail’in Lübnan işgali sırasında alıkoyduğu 11 Lübnanlıdan dördünü aynı gün, birini de bugün Kızılhaç ekiplerine teslim etti.
Times of Israel’e konuşan İsrailli bir yetkili, önümüzdeki ay başlaması planlanan görüşmelerde İsrail’in Lübnan ile tam diplomatik ilişkiler kurmayı hedeflediğini söyledi, “Amaç normalleşmeye ulaşmak” dedi.
İsrail ve Lübnan 2022’de ABD’nin arabuluculuğunda “deniz sınırı” anlaşması imzaladı ancak iki ülkenin kabul ettiği resmi bir kara sınırı yok.
Salı günkü askerlerin katıldığı toplantıdan sonra bir sonraki toplantının siyasi düzeyde olacağını söyleyen İsrailli yetkili, “Bu, Lübnan içinde, resmi bir İsrail diplomasisi anlamına geliyor” dedi.
Lübnan ve İsrail, resmi olarak birbirini tanımıyor ancak iki ülke, “devletler düzeyinde” ilk kez 1983 yılında kısa ömürlü bir barış anlaşması imzalamıştı.
Hizbullah, Lübnan hükümetini “İsrail’in emrine uymakla” suçladı
Ancak bir Lübnanlı kaynak, El Meyadin’e yaptığı açıklamada, İsrail ile normalleşmenin gündemde olmadığını söyledi. Lübnanlı kaynak, “Bu çalışma gruplarının normalleşme sürecinin bir ön hazırlığı olduğu yönündeki iddialar tamamen asılsızdır” dedi.
Kaynak, üç çalışma grubunun BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı Kararı kapsamında olduğunu ve Lübnan ile İsrail arasında doğrudan müzakereleri içermediğini belirtti.
İsrail ile Hizbullah arasındaki 2006’daki savaşı sona erdiren BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı Lübnan’ın güneyinin, yalnızca Lübnan devleti tarafından kontrol edilmesini öngörüyor.
Hizbullah’a yakın El-Ahbar ise konuyla ilgili İsrail basınında çıkan haberleri derlediği haberinde “İsrailli kaynaklara” atıfla şunları yazdı:
İsrail medyasında yer alan haberlere göre, sınır müzakereleri Washington ve Tel Aviv arasında daha geniş kapsamlı bir planın parçası. İsrailli siyasi bir kaynak, “Netanyahu’nun politikası Orta Doğu’yu değiştirdi ve biz bu ivmeyi sürdürerek Lübnan ile de normalleşmeye ulaşmak istiyoruz” dedi. Kaynak “Lübnan’ın sınır konusundaki talepleri olduğu gibi, İsrail’in de talepleri var. Bu konuları müzakere edeceğiz. Lübnan ile yapılan görüşmeler daha büyük ve kapsamlı bir planın parçası” ifadelerini kullandı.
İsrailli yetkiliye göre, Salı günü Lübnan’ın güneyinde yapılan toplantılarda askeri temsilciler yer aldı ancak bundan sonraki görüşmeler diplomatik düzeyde yürütülecek. Yetkili, “Bu, diplomatik açıdan dramatik bir gelişme. Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanı açısından bunu siyasi olarak kabul ettirmek zor olacak. Bu yüzden 5 Lübnanlıyı serbest bıraktık. Amacımız, Hizbullah ve Emel Hareketi’ne karşı Cumhurbaşkanı Joseph Avn’ı desteklemek ve Lübnan’la normalleşme yolunu açmak” ifadelerini kullandı.
İsrail ordusundan emekli Albay Moşe Alad da bir İsrail televizyon programında yaptığı açıklamada, “Cumhurbaşkanı Avn, Lübnan ile İsrail arasındaki ilişkilerde yeni bir aşama başlatmak istiyor” dedi.
El-Ahbar’a göre tüm bu gelişmeler “Washington ve Tel Aviv’in Lübnan’a yönelik stratejik bir planı olduğunu ortaya koyuyor. Bu planın temel hedeflerinden biri de ABD’ye bağlı bir yönetim oluşturarak Lübnan’ı İbrahim Anlaşmaları’na dahil etmek.”
El-Ahbar konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bazı siyasi çevrelere göre, ABD ve İsrail’in Lübnan’a yönelik bu girişimi, savaşın Lübnan’daki direniş güçlerini zayıflatmasını fırsat bilerek gerçekleştiriliyor. Özellikle, yeni Lübnan yönetiminin ABD’nin çıkarlarına daha uygun bir pozisyonda olması, Hizbullah’ın bu sürece karşı koymasını zorlaştırıyor.”
“Bu noktada ABD ve İsrail, Lübnan’ın güneyindeki mevcut durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak diplomatik süreci hızlandırmayı hedefliyor. ABD’nin değerlendirmelerine göre, Hizbullah zayıflamış durumda ve bu durum, Washington’un Lübnan’daki siyasi süreci daha derinlemesine yönlendirmesine olanak tanıyor.”
“Şu ana kadar Lübnan’ın resmi makamlarından herhangi bir açıklama gelmedi. Lübnan hükümeti, yalnızca bazı kaynaklar aracılığıyla İsrail’in normalleşme iddialarını yalanlayan açıklamalar yaptı. Ancak Lübnan yönetimi, İsrail’in bu planı uzun süredir hazırladığının farkında ve dengeler nasıl değişirse değişsin bu planın kolayca uygulanamayacağını biliyor.
Özetle, ABD ve İsrail’in Lübnan’ı normalleşme sürecine dahil etmek ve kendi çıkarlarına uygun bir yönetim oluşturmak amacıyla diplomatik ve siyasi baskıyı artırdığı görülüyor. Ancak, Lübnan içinde bu plana karşı ciddi bir direnç oluşacağı da kesin.”
Ortadoğu
İsrail, Tahran’daki uranyum santrifüj tesisini vurdu

İsrail ordusu, Tahran’da uranyum zenginleştirmek için kullanılan santrifüjlerin üretildiği bir tesisi vurduğunu açıkladı. Ordudan yapılan açıklamada, saldırının İran’ın nükleer silah üretme kapasitesini engelleme amacı taşıdığı belirtilirken, gece saatlerinde füze parçası üreten fabrikaların da hedef alındığı kaydedildi.
İsrail ordusu, başkent Tahran’da uranyum zenginleştirme amaçlı santrifüjlerin üretildiği bir tesise saldırı düzenlediğini bildirdi.
Ordu yönetiminden yapılan açıklamaya göre, İran bu yeni santrifüjler aracılığıyla nükleer silah yapmak için uranyum zenginleştirme ölçeğini ve hızını artırmayı amaçlıyordu.
Açıklamada ayrıca, İsrail hava kuvvetlerinin geçtiğimiz gece boyunca İran’ın füze hammaddesi ve bileşenleri üreten tesislerini de hedef aldığı belirtildi.
İsrail ordusu, bu tesislerde üretilen karadan karaya füzelerin İran tarafından İsrail topraklarına saldırı amacıyla, karadan havaya füzelerin ise İsrail hava kuvvetlerine karşı kullanıldığını kaydetti.
UAEA önceki saldırılardaki hasarı doğrulamıştı
İsrail daha önce de hava saldırılarıyla İran’ın Natanz’daki yer altı fabrikasında bulunan uranyum zenginleştirme santrifüjlerini imha etmişti.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Rafael Grossi’ye göre, santrifüjler elektrik kesintisi ve tesisin yer üstü bölümünün yıkılması sonucu devre dışı kalmış olabilir.
Grossi ayrıca, İsrail’in saldırılarının ardından İran’ın İsfahan kentindeki nükleer tesiste de hasar tespit edildiğini belirtti.
UAEA Başkanı, tesiste dört binanın yıkıldığını ifade etti: merkezi kimya laboratuvarı, uranyum dönüştürme tesisi, reaktörler için yakıt üretim tesisi ve uranyum tetraflorür işleme tesisi.
Öte yandan, Fordo’daki yakıt zenginleştirme tesisi ile inşaatı devam eden Hondab’daki ağır su reaktöründe herhangi bir hasarın kaydedilmediği bilgisi verildi.
Buşehr Nükleer Santrali ve Tahran’daki araştırma reaktörünün de son saldırılarda hedef alınmadığı ve zarar görmediği aktarıldı.
Ortadoğu
ABD’nin İran kararı için kritik 48 saat

ABD Başkanı Donald Trump, İran’ın nükleer programına kalıcı bir darbe indirmek için askeri harekatı değerlendirirken, yetkililer diplomasi için önümüzdeki 24 ila 48 saatin kritik olduğunu belirtiyor. Washington, “bunker buster” bombalarının kullanılmasını masada tutarken, İsrail’den de ABD’nin çatışmaya müdahil olması yönünde baskılar artıyor.
ABD Başkanı Donald Trump, İsrail ile İran arasındaki çatışmalar tırmanırken, İran’ın nükleer programına kalıcı bir darbe indirmek amacıyla doğrudan askeri harekat seçeneğini değerlendiriyor.
Dün Beyaz Saray Durum Odası’nda (Situation Room) üst düzey danışmanlarıyla bir araya gelen Trump’ın, diplomasi ile askeri müdahale arasında bir karar vermek için önündeki 24 ila 48 saatin kritik olduğu belirtiliyor.
ABD’li yetkililer, İran ile diplomatik bir çözümün mümkün olup olmayacağının bu süre içinde netleşeceğini ifade ediyor.
Toplantı öncesinde İran’a yönelik söylemini önemli ölçüde sertleştiren Trump, Ayetullah Ali Hamaney’in nerede saklandığını tam olarak bildiklerini iddia etti.
Trump, sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda, “O kolay bir hedef ama orada güvende. En azından şimdilik onu ortadan kaldırmayacağız (öldürmeyeceğiz!). Ancak sivillere ya da Amerikan askerlerine füze atılmasını istemiyoruz. Sabrımız tükeniyor,” ifadelerini kullandı. Bir başka paylaşımında ise Trump, “Şu anda İran üzerindeki göklerin tam ve mutlak kontrolüne sahibiz,” iddiasında bulundu.
Diplomasi için son şans mı?
Gözdağı veren bu söylemlere rağmen, ABD’li müzakereciler İran’ın zayıf bir konumda olduğunu ve müzakere masasına geri dönmeye zorlanabileceğini değerlendiriyor.
ABC News‘e konuşan ve diplomatik süreçte yer alan çok sayıda yetkiliye göre, İran’ın tüm nükleer zenginleştirme faaliyetlerinden vazgeçmesini gerektirecek bir anlaşmayı nihayetinde kabul edebileceği düşünülüyor.
Yetkililer, İran ve İsrail karşılıklı saldırılar düzenlerken, İran’ın ABD ile görüşmelere yeniden başlama niyetini belli ettiğini, ancak Trump yönetiminin savaş yolundan çekilmeden önce daha somut taahhütler aradığını belirtti.
Eğer İran müzakerelere döner ve uranyum zenginleştirmeyi durdurmayı kabul ederse, ABD’li yetkililer Özel Temsilci Steve Witkoff ve potansiyel olarak Başkan Yardımcısı JD Vance liderliğinde üst düzey bir toplantının bu hafta içinde gerçekleşebileceğine inanıyor.
Ancak bu senaryo, İran’ın hızlı hareket etmesini gerektiriyor. Başkan Trump, Orta Doğu’daki duruma yönelik sabrının tükendiğini daha önce de dile getirmişti.
ABD Başkanı’na kaynaklar, Trump’ın istikrarsızlaşmış bir İran’ın yönetime acil yanıtlar verememesinden dolayı hayal kırıklığına uğradığını ve Tahran’ın askeri blöfünü başarıyla görmüş gibi görüneceği bir duruma izin verme eğiliminde olmadığını söyledi.
ABD’nin askeri yığınağı artıyor
Öte yandan ABD ordusu, bölgeye halihazırda varlıklarını göndermeye başlamış durumda. Savunma Bakanı Pete Hegseth, pazartesi günü Fox News‘e verdiği mülakatta ABD’nin Orta Doğu’daki duruşu hakkında, “Güçlüyüz, hazırlıklıyız, savunmadayız ve oradayız,” dedi.
Bu hamlelerin savunma amaçlı olduğu belirtilse de, varlıkların yeniden konumlandırılması, Trump yönetiminin İsrail’in İran’a karşı devam eden saldırı operasyonuna doğrudan yardım etmeye karar vermesi durumunda seçenekleri açık bırakıyor.
Bir Amerikalı yetkili, “Masada seçenekleri tutmak bizim rolümüz, ancak duruşumuz hala savunma amaçlı,” şeklinde konuştu.
Bölgede konuşlu yaklaşık 40 bin Amerikan askerini korumak amacıyla Orta Doğu’ya ek uçaklar ve ikinci bir uçak gemisi ile taarruz grubunun gönderilmesi de bu adımlar arasında yer alıyor. Ayrıca 30’dan fazla yakıt ikmal uçağı Avrupa’ya gönderildi.
Başka bir Amerikalı yetkili de bu uçakların durumun daha da tırmanması ve ABD’nin daha fazla müdahil olmaya karar vermesi durumunda Trump’a “seçenekler” sunmak için Avrupa sahasına taşındığını söyledi.
Yakıt ikmal tankerleri, İsrail jetlerinin ikmaline yardımcı olmak için kullanılabilecek ve bu da Trump’a daha az yoğun bir askeri katılım seçeneği sunuyor.
‘Bunker buster’ bombaları masada
Trump’ın karşı karşıya olduğu en büyük sorulardan biri, ABD’nin İran’ın Fordo nükleer tesisine GBU-57 olarak bilinen “bunker buster” (sığınak delici) bombalarını atıp atmayacağı.
İran şahinleri, Tahran’ın nükleer tehdidini ortadan kaldırmak için bu hamlenin gerekli olduğunu savunuyor. İsrail, bir İran dağının derinliklerine gömülü olan ve yüksek düzeyde korunan nükleer tesisi yok edebilecek tek silah olduğuna inanılan bu bombaya sahip değil.
Ayrıca bu bombayı atabilecek B-2 hayalet bombardıman uçağı da İsrail envanterinde bulunmuyor. Bu durum, mevcut ve eski İsrailli yetkililerin ABD’ye çatışmaya girmesi için baskı yapmasına neden oluyor.
ABD’nin 19 adet B-2 bombardıman uçağından oluşan filosu şu anda Missouri’deki Whiteman Hava Üssü’nde bulunuyor.
Bu uçakların altısı daha önce İran’a çok daha yakın bir konumda olan Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia adasındaki hava üssüne konuşlandırılmıştı.
İsrail’den Washington’a ‘harekete geç’ baskısı
Eski İsrail Savunma Bakanı Benny Gantz, pazartesi günü CNN‘e yaptığı açıklamada, “Amerika Birleşik Devletleri bizden çok daha güçlü. Bizim sahip olmadığımız yeteneklere sahip. Eminim ki ABD, eğer harekete geçmeye karar verirse, bunu sadece bizim çıkarlarımız için değil, kendi çıkarları için yapacaktır,” dedi.
Bir diğer eski savunma bakanı Yoav Gallant da CNN‘e, Trump’ın “bölgenin olumlu bir yöne gitmesini ve dünyanın nükleer silaha sahip bir İran’dan arınmasını sağlama yükümlülüğü” olduğunu söyledi.
Beşinci gününe giren füze saldırılarında İsrail, İran’ın enerji tesislerine, füze sahalarına, nükleer altyapısına, komuta merkezlerine ve devlet televizyonuna zarar verdi.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, geçen hafta bölgesel rakibine karşı şimdiye kadarki en büyük askeri operasyonu başlattıktan sonra müzakereye ilgi göstermiyor. İki taraf arasında devam eden geniş çaplı füze saldırılarında İsrail’de en az 24, İran’da ise 220’den fazla kişi hayatını kaybetti.
Trump’ın gündemi değişiyor
Trump yönetiminin askeri harekata yaklaşıyor olabileceğinin işaretleri arasında, başkanın önümüzdeki hafta bir NATO zirvesi için Hollanda’ya yapacağı seyahat planlarını iptal etme olasılığı da bulunuyor.
Dün düzenlediği basın toplantısında Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tammy Bruce, zirvenin hala “planlar dahilinde” olduğunu ancak durumun İran ile olan dinamiğe bağlı olarak değişebileceğini söyledi.
Bruce, “Bu çok hızlı ilerleyen bir durum. Dolayısıyla her şeyin mümkün olduğunu söyleyebilirim,” değerlendirmesini yaptı.
Başkan Trump, Orta Doğu’daki durumu Beyaz Saray’dan izlemek için pazartesi günü Kanada’daki G7 zirvesinden erken ayrılarak Washington’a dönmüştü.
Ortadoğu
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?

İsrail’in Filistin, Lübnan, Suriye ve Yemen’den sonra İran’a saldırmasıyla birlikte hayli tuhaf bir tartışma başladı.
Saldırganın saldırı coğrafyasının genişliği bile tartışmayı bitirmeliydi aslında. Oysa öyle olmadı: İran ile İsrail’i aynı kefeye koyan mı dersin; İsrail ile İran’ın aslında “danışıklı dövüş” yürüttüğünü söyleyen mi; yoksa İsrail’in Gazze’deki katliamdan dünya kamuoyunun dikkatini uzaklaştırmak için bir “oyun” olarak İran’a yöneldiği mi…
Artık “ahir zaman”da yaşıyoruz. Emperyalizme dair derin bir kavrayışı olmasını beklediğimiz kimi solcular dahi, terazinin bir kefesine “soykırımcı” İsrail’i, diğer kefesine “idamcı” İran’ı koyuyor, emperyalistler arası savaşta taraf olmama, işçi-emekçi halk cumhuriyeti çağrısı yapıyor.
Bu arada ne hikmetse, bu üçüncü yolcu “halk cumhuriyeti”nin esas muhatabı İsrail değil, İran oluyordu. Sosyal medyada acayip bir gönderiye rastladım: Bu “üçüncü yol” savunucularından biri, Türkiye’deki komünistlerin muhatabının İran’da “komünistler ve halklar” olduğunu söylerken, İsrail’de muhataplık “halklar”dan uzaklaşarak sadece “komünistlere” yöneliyordu. Demek ki İran’da “halklar” vardı ama İsrail’de yoktu.
“Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” çağrısı, İran’da çalışıyor ama İsrail’de pek çalışmıyor gibiydi: Pejoratif “rejim” sözcüğü, ancak Suriye gibi, İran gibi ülkelere yakışıyordu; zinhar İsrail gibi bir ülkeye değil…(1) İran’ın “faşist bir burjuva devlet” olduğunu bile sosyal medyanın dehlizlerinden öğreniyoruz.
Her gün yeni bir bilgi!
Soldaki bu tartışmanın daha “derin” görünen versiyonları da var. Bunlardan biri, İsrail’de de “sivillerin” yaşadığı iddiası. 2 yaşındaki bir İsrailli bebeğin “sivil” olup olmadığının tartışılacak hali yok. Öte yandan “sivil” olmak, başkasının toprağında hak sahibi olmak anlamına gelmiyor.
Bunun daha ince hali “İsrail halkı” hakkında yazılanlar. Bir “halka” (herhalde Yahudi halkı kastediliyor) sahip olduğu için meşru kabul ediliyor olmalı İsrail adı verilen entite. Barış Yıldırım şöyle yazmış: “Sanıyorlar ki İsrail’de halk olmadığını iddia ettiklerinde acayip anti-İsrail oluyorlar. Aslında tam tersi: Orada 10 milyonluk çoluk çocuk kadın erkek işgalci bir ordu olduğunu varsaymak tam da İsrail’in kafalara aşılamak istediği Siyonist bir fikir.”
Ezberlere sahip olmak her zaman kötü bir şey değil. Örneğin ABD’den hayırlı bir şey gelmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; faşistlerden iyi bir şey beklememek gerektiği iyi bir ezberdir; gerici fikirlerin ezilenlerin kurtuluşuna hizmet etmeyeceği ezberi iyi bir ezberdir; halkların kardeşliğini, emekçilerin birliğini yüce tutmak solun asla vazgeçemeyeceği bir ezberdir.
Ne var ki ezber, cehaleti örtmek için kullanılamaz.
Yıldırım devam ediyor: “Bu tür fikirler sol liberalizmin Türkiye’de yaygınlaşmasının ürünü. Bir yandan ‘Türklük sözleşmesi’, ‘Bu halkın topu soykırımcı’, ‘Türk halkı faşist’ falan gibi özcü fikirlere, öte yandan ‘Devlet=Halk’ demagojisine o kadar inandılar ki 10 milyon insanı düşman sanıyorlar.”(2)
Ortada hiçbir benzerlik yok; ezber, cehaletin ürünü. Ya da daha kötüsü, cehalet işine geliyor; somut duruma uyarlanamayan ezberler, “sevmiyorum ama bilgili biri” denmesini sağlıyor.
Ama önce dört işlem: İsrail’in resmi nüfusu gerçekten 10 milyon civarında. Bunun aşağı yukarı yüzde 20’si ise “Arap” olarak kabul ediliyor (Siyonist anlatıda “Filistin” veya “Filistinli” diye bir şey yok, “Arap” var). Bunlar, Nekbe’den sonra “İsrail”de hasbelkader kalabilenler, 1966’ya kadar askeri yönetim altında yaşayanlar ve onların çocukları, torunları.
İyi de kalan 8 milyon kimlerden oluşuyor? Örneğin İsrailli çifte vatandaşların sayısı, istatistikler yayımlanmadığı için kesin olarak bilinmiyor. Dünya çapında Yahudileri İsrail vatandaşı yapma misyonu edinen bir şirket olan WRAI, %10 civarında bir nüfustan bahsediyor. Amerikan yayını CBS, 1948 yılında devletin kurulmasından bu yana, 3,3 milyondan fazla göçmenin İsrail’e taşındığını, bunların yaklaşık 1,5 milyonunun 1990 yılından sonra geldiğini yazıyor. Bunların kahir ekseriyeti, İsrail’e kitlesel Yahudi göçüne izin vermeyen Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra, eski sosyalist ülkelerden göçenlerden oluşuyor. Siyonizmin “Doğu Avrupalı” kökenine uygun bir “aliya” olarak görebiliriz.
Dahası, bir anayasaya sahip olmayan İsrail’de, “Geri Dönüş Yasası” olarak bilinen yasa ile, dünyanın herhangi bir ülkesinin vatandaşı olan Yahudiler, İsrail vatandaşı olabiliyorlar. Örneğin Kanada vatandaşı bir Yahudi, Filistin’e gelip “vatandaş” olabiliyor.
Solculuk adına, “Ne var bunda? Sınırsız, sömürüsüz bir dünya istiyoruz işte!” diyen çıkar mı, bilmiyorum.
Ama bunun, yerleşimci sömürgecilik olarak bilinen yapıya birebir uyduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla, İsrail’de sivil var mı, yok mu türünden skolastik bir tartışma yerine, siyonizmin köküne inmenin çok daha faydalı olacağına inanıyorum. Bu kök, güncel olarak İran ile İsrail’in birbirine neden eşitlenemeyeceğinin, birinin diğerine karşı silahlı direnişinin neden meşru olduğunun ipuçlarını da barındırıyor.
Siyonizmin Yahudi milletinin “milli kurtuluş” hareketi olduğuna dair iddia, İsrail’de bir “halk” yaşadığına ilişkin tezin de temel kaynağıdır. Oysa siyonizm, burjuva devrimlerinin damga vurduğu milli-liberal bir kurtuluş hareketi değil, emperyalist çürümenin damga vurduğu irrasyonel-dekadan sömürgeci dönemin bir ürünüdür.(3) Siyonizme damga vuran bu nitelik, 1948 ile başlamamıştır: Ta Theodor Herzl’den itibaren, hatta Filistin’deki ilk siyonist yerleşimlerden bu yana siyonizmi belirleyen milli kurtuluş değil, yerleşimci sömürgeciliktir.
Siyonist sömürgeciliğin diğer klasik sömürgecilikten farklı özelliklere sahip olmasının nedeni, toprak ve işgücü piyasaları söz konusu olduğunda Filistin’de verili bulduğu olumsuz koşulları telafi etmek istemesinden kaynaklanır. Siyonistler açısından mesele, Filistinlileri kendi toplumlarından dışlayacakları mı (segregasyon), yoksa onları kendi toplumları içerisinde bağımlı bir iktisadi “kast” haline mi getirecekleri idi.
Gershon Shafir, siyonizm ile sömürgeciliği kıyasladığı makalesinde, siyonist sömürgeleştirmede deneme-yanılma yöntemine işaret eder: Önce Fransız tipi kolonizasyon, sonra Prusya tipi “iç kolonizasyon” (piyasa merkezli değil, devlet kaynaklı toprak dağıtımı).
Sömürgeleştirmede üç kritik unsur toprak, emek ve demografi olarak öne çıkar. İsrail devletinin kuruluşunda kritik bir rol oynayan Yişuv ve onun bağlı olduğu “İşçi Siyonizmi” (Labor Zionism), Yahudi işgücü ile Filistinlileri tamamen ayırmaya (“kast sistemi”) dayanıyordu (1967’den sonra bu durum değişmeye başladı. Siyonist işçi sendikası Histadrut 100 binin üzerinde “yurttaş olmayan Filistinlileri” de işgücü piyasasına dahil etmeyi kabul etti). İşçi Siyonizmi, işgücü eksklusivizmini (dışlayıcılık) teritoryal sınırlama ile kabul ediyordu. Sonrasında bu eksklusivizm tekrar gündeme geldiğinde teritoryal sınırlama da ortadan kalkacaktı.(4)
David Ben-Gurion’un biyografisini yazan Tom Segev, İşçi Sosyalizmindeki sözümona işçiciliği şöyle tarif ediyor:
“Arapları iş yerlerinden kovup onların yerine Yahudileri yerleştirmek için yürütülen kampanya ‘emeğin fethi’ olarak adlandırıldı. Bu terim Shlomo Zemach tarafından icat edilmişti. Ben-Gurion ve diğerleri, Arap işçilere Kutsal Kitap ve dini çağrışımlar içeren bir terim taktılar: avodah zara, kelime anlamı ‘yabancı işçi’ olmakla birlikte, kökeni Yahudi dini metinlerinde bulunan ve Yahudi halkı için yasak olan ‘putperestlik’ anlamına geliyordu. Ben-Gurion ve arkadaşları ‘emeğin fethi’nden bahsettiklerinde, aslında ülkenin fethi kast ediyorlardı.” (s. 83)
Tarihçi Ilan Pappé de siyonizmi “konvansiyonel olmayan bir sömürgecilik” biçimi olarak görüyor. Filistin’i kolonize etmek isteyen başkaları da olmuştu: Hıristiyanlar (Basel Misyonu) ve Almanlar. Peki Filistinliler ne olacaktı? Örneğin Filistinlileri sürmek yerine sömürmeyi önerenler vardı. Lord Laurence Oliphant, ki daha sonra siyonist hareket üzerinde önemli etki bırakacaktı, Ürdün bölgesinde Filistinlileri rezervasyonlarda hapse tıkmayı tavsiye ediyordu.
Siyonizmi “sömürgeci” bir olgu olarak nitelendirenlere karşı öne sürülen başlıca argümanlardan biri, siyonizmin bilinen bir anavatanı veya metropolü olmadığı için sömürgeci olamayacağıdır.
Fakat Pappé, siyonizmin sıradan kolonilere kıyasla “uydu” statüsü olduğuna, yani temelde Büyük Britanya ile geliştirdiği karmaşık ilişkilere işaret eder. Yahudi milli yurdu, Britanya imparatorluğunun desteği sayesinde kurulmuş ve ayakta kalabilmişti. Londra aksini isteseydi, Yahudi devleti hiç kurulmazdı. Britanya’nın nihayetinde benimsediği strateji, Filistin’de bir Yahudi topluluğunun yavaş yavaş kurulmasını desteklemek ve bunun yeni bir İngiliz-Arap Orta Doğu siyasi sistemine entegre edilebileceğini ummaktı. (s. 628)
Pappé’yi destekleyen tarihi kayıtlar da bulabiliyoruz. Hem de hiç beklenmedik birinden: Filistin’de Yahudi yurdunun mucidi (ve korkunç bir antisemit!) İngiliz Lord Arthur Balfour, ABD’li ateşli siyonist Yargıç Brandeis ile mülakatında bu gerçeğe işaret ediyor. Üç sene önce çevirdiğim bir makaleye düştüğüm dipnottan aktarıyorum:
“Mülakatın çevirmediğim kısımları da önemsiz değildir. Örneğin Yargıç Brandies’ın Siyonist programın tamamlanabilmesi için yerine getirilmesi gerektiğini düşündüğü üç koşul bugün bile çok kritiktir: 1) Yalnızca Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmamalıdır, Filistin bir Yahudi yurdu haline gelmelidir; Yargıç’a göre bu ilkeye zaten Balfour Deklarasyonu ve Paris Barış Konferansı bağlılığını teyit etmiştir. 2) Yahudi Filistin’e ekonomik hareket alanı sağlanmalıdır; sağlıklı bir toplumsal yaşam için kendi kendine yeterlilik gerekmektedir, bunun için Filistin’de küçük bir bahçeye değil, münasip hudutlara ihtiyaç vardır. Bu da, Brandies’a göre, Kuzey’deki su kaynaklarının kontrolü demektir. 3) Brandies, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuşmaktadır: Gelecekteki Yahudi Filistin, sağlam bir ekonomik yaşamın kalbinde yer alan toprağı ve doğal kaynakları kontrol etmelidir. Yaratılan ve yaratılacak değerler, özel kişilerin ellerine değil, Devlete gitmelidir. Söylemeye gerek bile yok, Lord Balfour bu üç koşulla da tamamen hemfikirdir. Üstelik Balfour, Filistin’de Siyonizmin ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ çerçevesinde değerlendirilemeyeceğini de itiraf etmektedir; Siyonizm, bir bölgede zaten var olan bir topluluğun kaderini tayin etmesi değil, bilinçli bir şekilde yeniden oluşturulan ve gelecekte sayısal çoğunluğu ele geçirmesi hedeflenen sömürgeci bir inşa faaliyetidir.”
Altını çiziyorum: Britanya ve siyonist yardakçıları açısından mesele Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasından ibaret değildir; hedef, en başından itibaren, Filistin’in judaize edilmesi, Filistin’in bir Yahudi yurdu haline getirilmesidir.
Elbette ilk hedefe de itiraz etmek mümkün; ama ilki ile ikincisi arasında fark, millet inşası ile sömürge inşası arasındaki farka da işaret eder.
Yani Filistin emeği ile Yahudi emeğini ayrıştırmak; Filistin topraklarına el koymak; ve Filistinli köylüleri tehcir etmek aynı soruna verilmiş cevapların farklı isimleriydi. Hatta tehcir, emek ve toprak sorununun bir türevi olarak bile görülebilir.
Öte yandan bu, David Ben-Gurion’un merkezinde yer aldığı siyonizm ile Ze’ev Jabotinsky’nin merkezinde yer aldığı siyonizm (“revizyonizm”) arasındaki farkın sınırlarını da belirler. İngiliz hükümeti, siyonist projenin liderlerini iktisadi olarak kendi kendilerine yetmeleri için teşvik etti ve doğal kaynakları onlara emanet etti. Bu şekilde siyonist ekonomi, toprak ve işgücü piyasası gibi Filistin ekonomisinden ayrıştırıldı ve bir Yahudi iktisadi bölgesi yaratıldı. “İşçi Siyonizmi”nin kontrol ettiği Yişuv, bu ayrıştırılmış işgücü piyasasının belkemiği, sömürgeci faaliyetin odak noktasıydı.
Ne var ki Nur Masalha, Yişuv politikası için şu tespiti yapıyor: Tek tip olmaktan uzak olsa da, Filistin’deki “Arap sorunu”nun çözümüne ilişkin temel varsayımlar genel olarak ortaktı ve temel farklılıklar taktik, retorik ve üslup düzeyindeydi.
İşçi Siyonizminin ana kollarından, Ben-Gurion’un kurucusu olduğu Mapai lideri Berl Katznelson, Filistinlilerin tehcirinden (“transfer”) konuşurken, açıkça Filistinli kiracı çiftçileri tekil olarak zaten her gün topraklarından ettiklerini, ama bunun daha sistematik ve ulusal çapta uygulanmasını istediklerini (“zorunlu transfer”) dile getiriyor.
Masalha, baz “marjinal” iki uluslu çözüm savunan gruplara rağmen, siyonizm içindeki ana bölünmenin İşçi ve Revizyonist hareketler arasında olduğuna işaret ediyor. Transürdün’ü de Filistin’e dahil etmek için İngiliz mandasının “revizyonunu” savunan Revizyonizm, Yişuv’a egemen İşçi Siyonizminin “pragmatik, aşamalı ve esnek” yaklaşımının aksine, maksimalist ve uzlaşmaz tutumuyla tanındı.
Ne var ki, yine Masalha vurguluyor, bu iki akımın “Arap sorunu”na ilişkin nihai çözümler konusunda aralarında çok az fark vardı.
Hatta Jabotinsky ve Revizyonizmin (bugünkü Likud’un atası), Ben-Gurion ve İşçi Siyonizmine göre çok daha açık sözlü olduğunu kabul etmek gerek. Jabotinsky şöyle diyor, Masalha aktarıyor:
“Siyonist kolonizasyon, en kısıtlı haliyle bile, ya sona erdirilmeli ya da yerli halkın iradesine karşı gelinerek sürdürülmelidir. Bu kolonizasyon, bu nedenle, yalnızca yerel halktan bağımsız bir gücün koruması altında, yerli halkın aşamayacağı demir bir duvar arkasında devam edebilir ve gelişebilir. Bu, Araplara karşı politikamızın tamamıdır. Bunu başka bir şekilde ifade etmek ikiyüzlülük olur.” (s. 28)
Sonra, eski İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann’ın görüşleri var. 1937’de yayımlanan ve Britanya’nın “bölünme”yi ilk kez zımnen kabul ettiği metin sayılan Peel Komisyonu raporu yayınlandıktan sonra Weizmann, “Arap sorununa temel çözüm” olarak adlandırdığı siyonist seçeneklerin ikiye indirgendiğine işaret ediyordu: Birincisi, bölünmeyi reddeden ve “transferi” (yani tüm Filistinlilerin tehcirini) talep eden maksimalist bir yaklaşımdı. İkincisi ise, kısa vadeli ve taktiksel bir temelde bölünmeyi kabul eden, karşılığında ise tam olmasa da önemli ölçüde “transferi” öngören pragmatik bir yaklaşımdı.
Nitekim Tom Segev, Ben-Gurion ile Jabotinsky arasındaki farkı şöyle tarif eder:
“Jabotinsky, Ben-Gurion’un Marksist olduğundan daha fazla faşist değildi. Ben-Gurion, Jabotinsky’den daha az milliyetçi veya militarist değildi. Siyonist hareket içindeki sağ-sol ayrımı, büyük ölçüde temel değerlerden ziyade tarz ve çalışma biçimleriyle ilgiliydi. Büyük resimde, bu fikirlerden çok iktidar mücadelesiydi. Jabotinsky liberal demokratik fikirleri ve serbest piyasayı benimsemişti, fakat devlet destekli kalkınma ve yerleşim projelerini reddetmiyordu; Ben-Gurion kendini sosyalist olarak tanımlıyordu, fakat özel teşebbüsü reddetmiyordu. O aslında bir sosyal demokrattı.” (s. 256)
İsrail “halkını” oluşturan süreç, az çok bu iki yaklaşımın “kavgası” ile belirlendi.
Üstelik, nihayetinde, Jabotinsky’nin çizgisinin –eşyanın tabiatı gereği– galebe çaldığı bile söylenebilir. Jabotinsky’ye göre, Filistinlilerle, Yahudilerin çoğunluğu oluşturacağı ve sonunda bir devlet kurmasına izin veren bir anlaşma imzalamak –ki bu, 1920’lerde ve 1930’ların başında İşçi Siyonizmi grupları tarafından açıkça savunuluyordu– ne mümkün ne de arzu edilebilirdi. Aksine, Jabotinsky için, bir çatışma doğal ve hatta kaçınılmazdı. Sadece Yahudi silahlı garnizonunun oluşturduğu bir “demir duvar” Ürdün Nehri’nin her iki yakasında Yahudi egemenliğini güvence altına alabilirdi.
Meir Bar-Ilan bunu çok daha açık sözlü bir şekilde dile getiriyordu: “Siyonizmin temeli, İsrail topraklarının bizim olduğu ve Araplara ait olmadığıdır. Bunun nedeni, onların geniş topraklara sahip olması ve bizim ise çok az toprağa sahip olmamız değildir. Filistin’i talep ediyoruz çünkü o bizim ülkemiz.” (Masalha, s.79)
Tüm bunlar akılda tutulduğunda şu sonuca varırız: Fransızlar Cezayir’de, İngilizler Hindistan’da, Almanlar Polonya ve Ukrayna’da ne kadar “halk” idilerse, siyonist yerleşimciler de Filistin’de o kadar “halk” sayılmalılar. Siyonist rejimin nasıl yıkılacağı/yıkılıp yıkılamayacağı, nükleer güce sahip sömürgeci bir gücün salt askeri taktiklerle geriletip geriletilemeyeceği, sömürgeciliğe karşı savaşlarda “metropol”deki iç gerilimlerin nasıl yönetileceği ve ittifakların nasıl şekillenmesi gerektiği türünde tartışmalar önemsiz değil.
Ama önce her şey yerli yerine oturmalı. 20. yüzyılın belki de en kanlı sömürge savaşlarının birinden yenilgiyle çıkan ülkenin komünist partisi, barbarlığı durdurmakta başarısız olduğu için kendisini de eleştirdiği bir bildiride şunları yazıyordu:
“‘Göze göz’ kuralı geçerli olsaydı, Alman halkının hali nice olurdu?”(5)
En azından, sitem edebilecekleri bir “halk” vardı diyerek kendimizi avutuyoruz.
Dipnotlar:
(1) Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme politikasında, savaşın emperyalistler arasında olduğu mesajı açık değil mi? İsrail ile İran arasındaki savaş acaba hangi emperyalistler arasındaki savaşa işaret ediyor? Örneğin Çin ve Rusya emperyalistse, İran nasıl bir “bağımlı” ülke ki, bu “emperyalistler” İran’ı askeri olarak kurtarmak için parmaklarını kıpırdatmıyorlar? Kavramların üzerinde tepinmek neyse de, hakikatin üzerinde bu denli tepinmek de mi “post-truth” çağına ait? Bir de, Los Angeles’ı görenler neden ABD’de “iç savaş” çağrısı yapmaktan imtina ediyorlar?
(2) Yazının ruhu zaten bu olduğu için dipnot düşüyorum: Araplar, Farslar, Kürtler, Türkler veya Filistin’in, Yemen’in, Irak’ın Yahudileri Orta Doğu’nun otokton halklarıdır ve bu topraklarda milli ve/veya dini haklara sahiplerdir. Siyonist yerleşimcilerin böyle bir hakkı yoktur. O nedenle özellikle Kürt halkı söz konusu olduğunda, Kürdistan ile İsrail’in adını yan yana anmak hassaten Barzani yanlısı Kürt milliyetçilerinin en büyük basiretsizliklerinden sayılmalı.
(3) Aslında bir süredir, siyonizmin bu emperyalist çağa özgü mitsel niteliklerini yazmak için fırsat yaratmaya çalışıyordum ama bir türlü elim gitmedi. Şimdilik sadece şunu not ediyorum: Siyonizmin kurucusu babası Herzl’in Nietzsche’ci “aristokratik isyan” ile ilişkisi giderek daha fazla deşiliyor. Herzl’in Avrupa’daki Yahudiye atfedilen “marjinalliğe” yanıtı, Nietzsche’ci bir “üst insan/Yahudi” kurgusu olarak beliriyor: Yahudi yığının üzerinde yükselen, varoluşsal sınırları zorlayan bir birey. Herzl’ın dostu ve yoldaşı Max Nordau, tıpkı Nietzsche gibi, Avrupa kültürünün “dejenere” olduğunu düşünüyordu. Herzl de en nihayetinde özgür, yaratıcı ve gururlu “otantik” Yahudinin Avrupa dışında, Siyon’da yaratılacağı sonucuna varmıştı.
(4) Siyonizmin, tıpkı diğer sömürgeci girişimler gibi, bünyesinde güçlü bir “kolektivist” damar barındırması, onu sosyalist yapmaz. Sanayileşmenin risklerinden ve getirdiği kötülüklerden kurtulma, kent yerine kıra mistik bir özlem duyma, belli-belirsiz bir tarımsal ütopyaya sarılma veya toprakla haşır neşir olmayı sanayiye üstün tutma, “emeğe” yapılan övgü… Bunların hepsi sömürgeci unsurlarda yerleşik özellikler olarak öne çıkar. Nahum Gross 1990 tarihli makalesinde, kırdaki tarımsal siyonist yerleşimlerin bel kemiğini oluşturacak kooperatif birliklerin kurulmasının kapitalist şirketlerin yerini alacak bir uygulama olduğuna işaret eder. Pappe’ye göre bu, “siyonist sosyalizm” gibi düşüncelerin doğru olmadığını gösteriyor. Ernest Gellner ve Gershon Shafir de erken dönem “siyonist sosyalizmi”, düşmanca koşullarla çevrili siyonist hareketin taktik bir hamlesi olarak değerlendirir.
(5) Almanya Komünist Partisi (KPD) uzun yıllar boyunca yeraltına itilmesine rağmen, Hitler’in düşüşünün ardından Kızıl Ordu’nun kurtardığı bölgelerde bildiri yayınlayan ilk partiydi. Bu söz de 11 Haziran 1945 tarihli “Alman Komünist Partisi Merkez Komitesi Bildirisi” başlıklı metinde geçiyor. Belgenin tamamını yakında çevirmeyi umuyorum.
Kaynakça:
Gershon Shafir, “Zionism and Colonialism: A comparative approach”, The Israel/Palestine Question: A Reader içinde, ed. Ilan Pappé, 2007, Routledge, s. 81-96.
Ilan Pappé, “Zionism as Colonialism: A Comparative View of Diluted Colonialism in Asia and Africa”, South Atlantic Quarterly 107:4, Sonbahar 2008, s. 611-633.
Jacob Golomb, “Thus Spoke Herzl: Nietzsche’s Presence in Herzl’s Life and Work”, The Leo Baeck Institute Year Book, Volume 44, Issue 1, January 1999, s. 97–124.
Nur Masalha, Expulsion of the Palestinians: The Concept of “Transfer” in Zionist Political Thought 1882-1948, Institute for Palestine Studies, Washington, D.C., 1992.
Tom Segev, A State at Any Cost: The Life of David Ben-Gurion, çev. Haim Watzman, Farrar, Straus and Giroux, 2019, New York.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Görüş2 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Diplomasi3 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip