Dünya Basını
Dmitriy Medvedev yazdı: Sonsuz savaş

Rusya eski devlet başkanı, eski başbakanı, şu anda Güvenlik Konseyi başkan yardımcısı Dmitriy Medvedev’in aşağıdaki makalesi, dün gece yarısını bir dakika geçe İzvestiya tarafından yayınlandı. Makale, Ortadoğu’daki duruma dair karamsar bir tablo çiziyor; bununla birlikte ben, önceki yazılarımda değindiğim ve vurguladığım gibi, bu tablonun son derece yerinde olduğunu, bölgenin ABD ve hempaları tarafından gerçek anlamda bir felakete doğru itildiğini ve (son yazımda vurguladığım gibi) “korkunç bir felaketle karşılaşmamamızın belki de artık sadece bir dizi iyi tesadüfe bağlı olduğunu” düşünüyorum.
Medvedev’in belli bir edebi kalitesi hep vardı; ama bu yazıdaki kalitenin daha yüksek olması, en önemlisi de Bulgakov göndermesi, beni bu büyük yazar ve ilgili eseriyle ilgili kısa da olsa bir dipnot koymaya zorladı.
Çevirideki italikler özgün metinden.
* * *
Sonsuz savaş
Dmitriy Medvedev
“FKÖ’nün başkanı ve Filistin devriminin lideri olarak resmi yetkilerime dayanarak, burada, karşınızda, yarının Filistin’i için umutlarımızdan bahsederken, gelecek devlet vizyonumuza, şu anda Filistin’de yaşayan, bizimle barış içinde ve ayrımcılığa uğramadan yaşamak isteyecek bütün Yahudileri de dahil ettiğimizi açıklıyorum.”
Yaser Arafat
“Halkını muharebeye göndermeden önce iki defa düşünmeyen bir lider lider olmaya layık değildir.”
Golda Meir
Yakındoğu’da gene savaş var. Savaş acımasız, kuralsız. Terör ve sivil halka karşı orantısız kuvvet kullanma doktrinine dayanan bir savaş. Şimdi söylenmesi kabul gördüğü gibi iki taraf da “Berserker rejimine” geçti.[1] Kuşkusuz bizim için Ukrayna’daki neonazilere karşı mücadelemizde, özel askeri harekâtta başarıya ulaşmak çok daha önemli, ama Filistin ve İsrail topraklarında olan bitenlerin endişe yaratmaması da mümkün değil. Hiçbir şey değilse bile şundan: savaşlar genellikle benzer sebeplere dayanır ve birleşik kaplar ilkesine göre gelişir.
Şu anda kapsamlı bir bölgesel savaşa evrilmek için her tür şansa sahip bulunan Filistinlilerle İsrailliler arasındaki yeni çatışma da bir istisna olmadı. En kötü şartlarda da, küresel bir savaşa… Her gün bu karşı karşıya gelişin korkunç sonuçlarını, sayısız kurban ve yıkımı görüyoruz. Gazze şeridindeki Baptist hastanesine yapılan ve yüzlerce insanın ölümüne yol açan füze saldırısı korkunç bir trajedi. Birçok insan ağır yaralı ve ömürleri boyunca kötürüm kalabilirler. Hastanelerin ve tıbbi personelin uluslararası insani hukuk tarafından korunmasına rağmen gerçekleşti bu. Kararlı bir kınama gerektiren barbarca bir eylem. Ama bölgedeki korkunç olaylar dizisinin sonu da değil.
Şu soru ortaya çıkıyor: Filistin-İsrail savaşının bu yeni döngüsünün gerçek sorumluluğu kimin üzerinde? Bugünkü çatışmanın iyi bilinen uzun bir tarihöncesi var. Ama 1940’lardan beri çatışmanın daha fazla karanlık ve teröre doğru her dönemecinde belirgin bir Amerikan izi görülüyor. ABD resmiyette, 29 Kasım 1947’de Yahudi ve Arap devletlerinin ve Kudüs uluslararası bölgesinin kurulmasına dair BM Genel Kurul kararını onaylayan ülkeler arasında. Ancak Washington 1960’lardan beri bütün Arap-İsrail savaşlarında tek bir tarafı destekledi ve tek bir tarafa silah yığdı. Hasımların hiçbir surette barışla ayrılmaması için her şeyi yaptı. Her şey aşikâr: Yakındoğu’ya silah sevkiyatları Amerikan şirketlerine devasa, en önemlisi de daimi kârlar temin etti. Dahası, bu stratejik önem taşıyan ve aralıksız savaşan bölgede nüfuzunu korumak da Washington için daima son derece önemliydi. Bunu yapmak için en iyi yol ise garanti edilmiş ve kontrollü bir istikrarsızlıktır. ABD’nin başarmaya çalıştığı ve sonuçta başardığı şey.
ABD için 20’nci yüzyılın ikinci yarısında bu strateji bir alışkanlıktan fazlasıydı. İnsanları böl, grupları silahlandır, onlardan kimilerini iktidara getir, onları kullan; işe yaramaz mı oldu? Acımadan “at”. Amerika’nın kendi sınırlarının uzağında başkalarının eliyle yürüttüğü bütün o savaşları hatırlamak yeterli. Sadece Yakındoğu’da değil; Kore’de, Vietnam’da, Angola’da ve diğer devletlerde. Kanla yazılan liste iyi bilinir. Yeni binyılda da devamlı genişliyor. Amerikan yetkililerinin sinizmi bütün makul sınırları aşmaya devam ediyor.
ABD’nin ve onun NATO’daki müttefiklerinin Kiev neonazi rejiminin yardımına gönderdikleri devasa tutarlardaki ölüm silahlarının listesini yapmak mümkün değil. Ne kadarını Afganistan’dan rezilce kaçışlarında atıverdiklerini de. Vasal ülkelerin askeri araçlarının devamlı olarak yağmalanması ve kaçakçılık kanallarıyla farklı türden ekstremist ve teröristlerin eline geçmesi de kimseyi şaşırtmadı, kimse bunu önemsemedi. Öngörüldüğü gibi, bugün aşikâr bir olgu orta yerde: Amerikan yapımı Kiev ve Afgan silahları İsrail’de de insanları öldürüyor. ABD Kongresindekiler gösterişli bir hiddetle bu şüphe uyandıracak kadar tanıdık silahların, yıkım araçlarının ve benzerlerinin Hamas’ın eline nereden geçtiğinin “acilen soruşturulmasını” istiyorlar. Kâh İran’ı, kâh Suriye’yi, kâh Rusya’yı, akla kim gelirse, ama yeter ki kendileri olmasın, kanundışı silah sevkiyatıyla suçlamak için aceleleri var. Mihail Bulgakov’un şimdi bombaların patladığı o İncil’deki yerlerle ilgili romanında anlattığı gibi, “devamlı yalan söylemekten şaşı olmuş” konuşuyorlar.[2] Beyaz Saray’da ve Capitol Hill’de oturanların bahtiyar yüzlerinde o tanıdık bakış, alışıldık ifade. En yüksek seviyeden ikiyüzlülük.
Ortadoğu’da Washington’un katılımıyla yapılan bütün görüşme süreçleri yozlaşıp kurguya dönüşür ve ölüme mahkûmdur. Üstelik Yakındoğu çözümüne dair görüşmelerde kontrol paketi, ABD ile İsrail arasındaki müttefik ilişkileri sayesinde daha en başta Washington’un elindeydi. Karakteristik bir örnek, eski Amerikan başkanı Trump’ın eylemleridir. Trump seçim zaferinden sonra Filistin-İsrail çatışmasının çözümü üzerinde sıkı bir çalışma yürütmeyi ve tarafları barışa taşımayı vaat etti. Sadece bir yıl sonra, 2017 aralığında ise düpedüz tetiğe bastı ve Tel Aviv’deki Amerikan büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması talimatını verdi. O zamana kadar bütün selefleri bu kararın uygulanmasını daha 1995’te ABD Kongresi tarafından kabul edilen bir kanuna uygun olarak altı ayda bir erteleyen belgenin süresini uzatırlardı, zira sonuçlarının neler olabileceğini çok iyi bilirlerdi. Trump yönetiminin bu kararını İsrail’in Suriye’ye ait Golan tepelerindeki egemenliğinin tanınması ve İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yerleşimci faaliyetinin uluslararası hukukun ihlali sayılmasının reddi takip etti. Arkasından, uzun yıllardır süren problemin çözümü olarak, Filistinlileri BM kararlarının öngördüğü topraklardaki haklarından da mahrum kılan “yüzyılın anlaşması” önerildi. Bütün bunlar Arap dünyasında bir öfke patlamasına ve şiddete yeni bir tırmanışa yol açtı. O zamana kadar her şeye rağmen etkili uluslararası güçlerin, Filistin ve İsrail temsilcilerinin, keza arabulucu devletlerin, bu kapsamda Rusya’nın da katılımıyla gerçekten ilerleme kaydetmekte olan görüşme süreci fiilen geriye atıldı.
Büyük önem taşıyan barış inisiyatiflerinin ve net başarıların üzerine çarpı atmak gerekti; bu da Washington’un siyasetine tam olarak uyuyor. Zira tek bir Amerikan yönetimi yoktur ki Yakındoğu’da nihai bir çözüm ve BM Genel Kurulu’nun tarihi Filistin’in Arap ve Yahudi devletleri arasında bölünmesine dair 29 Kasım 1947 kararının uygulanmasını istemiş olsun. Mesele sadece İsrail’in bir Filistin devletinin kurulması konusundaki tutumu da değildir. Mesele her şeyden önce, her tür silahla tıka basa doldurulmuş istikrarsız ve patlamaya hazır bölgenin ABD için çok yararlı olmasıydı. Bir problem varsa Amerikalıların hizmetleri de gereklidir. Yoksa, gereksiz. Bu olmadığında da önemleri büyük ölçüde zayıflayacaktır. Nüfuz ve büyük paralar getiren kontrollü bir istikrarsızlık.
ABD bugün gene alışkın olduğu yoldan gidiyor ve sadece güce oynarken bölgede kimin efendi olduğunu da göstermeye çalışıyor. Diplomasi vasıtalarını (resmi olan vasıtalar gibi kamuya açık olmayanları da) kullanarak hiç değilse karşı karşıya gelişin keskinliğini bir şekilde yumuşatma girişimleri yerine İsrail kıyılarında Amerikalıların uçak gemilerini ve ABD Kongresine getirilen, İsrail’e 2 milyar dolardan fazla silah sevkiyatıyla ilgili kanun tasarısını görüyoruz (gerçi İsrailliler 10 milyar istiyorlar). Tasarıda İsrail, Ukrayna ve Tayvan’a yardımların kanunileştirilmesi ve birleştirilmesi de öngörülüyor. Her şey pervasız. Her şey bayağı. Standart uygulamalar. Ebedi menfaatler.
Washington’un tam bir kuklası haline gelmiş olan Avrupalı yöneticilerin Filistin-İsrail çatışmasının tırmanmasında umutsuz ve başarısız bir şekilde “Rus izi” aramakta oluşları da kesinlikle öngörülebilir bir şey. Bunlar gözlerini orta yerdeki olgulara kapatıyorlar, çatışmanın her iki tarafındaki kan ve ölümleri muhteşem, bomboş sözlerle cilalamaya çalışıyorlar. Kukla oynatıcıların “daha çok ihtiyaç duymaya başlayıp” da kendilerinin daha az silah ve mali yardım alma ihtimalinden korkuya kapılan Kiev de onların gerisinde kalmıyor. İsrail’i deli gibi kıskanıyor, yakarıyor, timsah gözyaşları döküyor.
Gerçi şu anda kimin ne konuştuğunun hiçbir önemi yok. Önemli olan ne yaptıkları. Uluslararası toplum ve uluslararası örgütler için bugün en önemli şey, Yakındoğu’daki çözüm sürecinin canlandırılmasına katkıda bulunmak. Çok zor bir misyon. Neredeyse umutsuz. Şu anda bu misyonun gerçekleştirilebilir olmadığı aşikâr. Problemi kesin olarak çözmenin tek yolu, tam teşekküllü bir Filistin devleti kurulması, 1747’den beri kabul edilmiş bütün temel siyasi kararların yerine getirilmesi. Dosdoğru söyleyelim: başarı umudu hayaletten farksız. Yetmezmiş gibi, anlık askeri hedeflerin peşinde herkes ve pek az insan bunu istiyor. Ancak bunun alternatifi çok daha kötü: daha yüz yıl sürecek bir savaş. Veya kötünün de kötüsü: bölgesel güçler tarafından nükleer silahların kullanıldığı, büyük nükleer güçlerin müdahalesi ihtimalini de yaratan kısa bir çatışma.
Rusya, geçtiğimiz günlerde başkanımızın da söylediği gibi, Ortadoğu çözüm sürecinde tam teşekküllü görüşmelerin yeniden canlandırılmasını ister elbette. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nde, ateşin kesilmesi ve çatışmanın taraflarının görüşmelere başlaması çağrısını içeren karar tasarımız, ABD’nin başını çektiği ebedi muhaliflerimiz tarafından pervasızca reddedildi. Bu yüzden, kulağa ne kadar acı verici gelse de, olayların her türlü gelişimine hazırız.
[1] Berserker, eski Germen ve İskandinav mitolojisine göre bu tarihöncesi topluluklardaki savaşçılar; “ayı postu” demek aslında. “Berserker rejimi” derken kastedilen ise bir dizi psikolojik veya fiziksel faktörün sonucu olarak kontrolsüz bir bir öfke patlaması.
[2] Bulgakov’un “Usta ile Margarita”da geçer bu ifade. Hayranlık derecesinde sevdiğim romanlardan biridir bu; çok önem vererek çevirmiştim; bu vesileyle okura tekrar önermek isterim, zira muazzam bir edebiyat eseri olmaktan başka, felsefi göndermeleri çok güçlü bir metin ve anlattığı dönemi kavramak için en iyi belgelerden biridir. Romanın bu bölümünde akıl hastanesindeki Usta, yazdığı romanın macerasını anlatır.
Dünya Basını
National Interest: NATO yardımı Ukrayna’nın askeri olarak geri kalmasına yol açtı

Ukrayna, Soğuk Savaş döneminden kalma Sovyet S-200 hava savunma füzelerini şaşırtıcı bir şekilde Rusya’ya karşı etkili karadan karaya saldırı silahlarına dönüştürdü. The National Interest‘te Kıdemli Ulusal Güvenlik Editörü ve Popular Mechanics‘te yazar olup, jeopolitik konularda çeşitli devlet kurumları ve özel kuruluşlarla düzenli olarak danışmanlık yapan Brandon J. Weichert, David Axe’in gözlemlerine dayanarak, bu durumun modern silah beklentilerini sorgulattığını ve Ukrayna’nın kendi askeri stratejilerini geliştirmesinin NATO’nun Batı tarzı modernizasyonuna kıyasla daha faydalı olabileceğini öne sürüyor.
Ukrayna, antika Sovyet S-200 füze bataryalarını canavara dönüştürdü
Brandon J. Weichert
Eski Sovyet S-200 (NATO kodu SA-5 “Gammon”) şaşırtıcı bir şekilde yeniden gündemde. Efsanevi savaş muhabiri David Axe, yeni Substack yayını Trench Art‘ta, Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş sırasında geliştirilen bu uzun menzilli, yüksek irtifa karadan havaya füze (SAM) sisteminin Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı ne kadar etkili kullanıldığına dair çarpıcı hikayeler paylaştı.
Antika silahlar hâlâ işe yarıyor!
David Axe’e göre, “İlk teyit edilen S-200 saldırısı, 9 Temmuz 2023 civarında Bryansk Oblastı’nda bir sanayi tesisini havaya uçurmuş olabilir. Bundan 17 gün sonra gerçekleşen ikinci teyitli saldırı ise 5V28 füzesinin, Rusya’nın Karadeniz kıyısında, Ukrayna sınırına 20 mil (yaklaşık 32 kilometre) ve cephe hattına yüz mil (yaklaşık 160 kilometre) uzaklıktaki Taganrog şehrine düşmesiyle sonuçlandı.”
Burada gözlemciler, Ukrayna Savaşı’nın silahlara dair beklentileri nasıl yeniden şekillendirdiğine dair harika örnekle karşılaşıyor. S-200, modern standartlara göre bir fosil sayılır. Aynı zamanda devasa bir sistem; 5P72V sabit bataryasından fırlattığı 5V28 füzesi sekiz ton ağırlığında ve tam 500 pound (yaklaşık 227 kilogram) savaş başlığı taşıyabiliyor. Ancak altın çağını 1960’larda yaşadı.
Ancak bu sistem Ukraynalılar tarafından iyi bilindiği ve tedarik zinciri büyük ölçüde yerli olduğu için, NATO tarafından sağlanan pek çok yeni benzer silahtan muhtemelen çok daha faydalı oldu.
Ukrayna’nın saygıdeğer S-200 füze bataryaları güçlü etki yaratıyor
1950’ler ve 60’larda, Sovyet tasarım bürosu Almaz-Antey (o zamanki adıyla KB-1), Sovyet toprak bütünlüğünü tehdit eden NATO’nun giderek artan uzun menzilli bombardıman uçaklarını imha etme amacıyla kuruldu. Aslında S-200, B-52 Stratofortress avcısı olarak tasarlanmıştı. S-200, bu tür devasa hedefleri Sovyetlerin daha önce kullandığı eski S-75 SAM sistemlerinden daha uzun menzillerde ve daha yüksek irtifalarda engellemek için geliştirildi.
S-200, mobilite veya hızlı konuşlandırma için tasarlanmamıştı. Sovyetler bunu, sabit yüksek değerli hedefleri savunmak için statik veya yarı statik sistem olarak tasarladı. Bu büyük ve karmaşık sistem; füze bataryası, çoklu fırlatıcılar, hedef tespiti ve takibi için radar sistemleri ve komuta-kontrol altyapısı dahil olmak üzere birçok kilit bileşenden oluşuyordu.
Sistemin ana füzesi olan V-880 (veya sonraki versiyonlarda 5V21), katı yakıtlı itici ve sıvı yakıtlı seyir roketine sahip iki aşamalı füze. Varyantına bağlı olarak, yaklaşık 93 ila 186 mil (yaklaşık 150 ila 300 kilometre) menzildeki hedeflere angaje olabiliyor, bu da onu kendi döneminin en uzun menzilli SAM sistemlerinden biri yapıyor. Dahası, sistem 131 bin fit (yaklaşık 40 bin metre) irtifaya kadar hedefleri engelleyebiliyor ki bu da o zaman veya o zamandan beri gökyüzündeki herhangi hava aracını vurmak için yeterli. Ayrıca, S-200 füzesi Mach 4 hıza ulaşarak hızlı hareket eden hedeflerin süratle engellenmesini sağlıyor. 500 poundluk (yaklaşık 227 kilogram) yüksek patlayıcılı parçacıklı savaş başlığı ve hava hedeflerine karşı ölümcüllüğü en üst düzeye çıkarmak için yakınlık tapası, bu sistemin ölümcül görevini yerine getiriyor.
Başlangıçta S-200, hedef aydınlatması için 5N62 (Square Pair) gibi kara tabanlı radarlara dayanan yarı aktif radar güdüm sistemi kullanıyordu. Sistemin atış kontrol radarı hassas takip sağlarken, P-14 (Tall King) gibi erken uyarı radarları hedef tespitini destekliyordu.
Ukrayna’nın S-200’ü dahice yeniden kullanması
David Axe, “Yeniden canlandırılan Ukrayna S-200’lerinin karadan karaya rolündeki makul derecede iyi isabet oranı göz önüne alındığında, Kiev mühendislerinin daha iyi arayıcı başlık takmış olma ihtimali yüksek,” diye spekülasyon yapıyor.
S-200, genellikle altı tek raylı fırlatıcı, komuta merkezi ve ilgili radarlardan oluşan bataryalar hâlinde konuşlandırılıyordu. Statik yapısı ve büyük radar izi onu düşman hava savunmalarının bastırılması (SEAD) operasyonlarına karşı savunmasız kılıyordu, ancak daha uzun menzili, tehditler savunulan alanlara yaklaşmadan önce onlarla çatışmaya girmesine olanak tanıyordu.
Ukrayna’nın bu sistemleri güvenilir şekilde konuşlandırması ve bunlarla Rusya’ya önemli zararlar vermesi, çatışma için yerlileşmenin önemi kadar yenilikçilik derecesini de gösteriyor. Bu durum, Ukrayna’nın hazır bileşenlerden oluşan ucuz insansız hava araçlarını etkili şekilde kullanmasında da görülebilir; bu da Rusya’nın topçudaki büyük avantajına karşı dengeyi korumasına yardımcı oluyor.
Gerçekten de, eğer Ukrayna en başından itibaren yabancı sistemlere bel bağlamak yerine kendi sistemlerini korumaya teşvik edilseydi, mevcut durumu bu kadar hassas olmayabilirdi. Sonuçta Faysal’ın ordusu Akabe’yi nasıl aldı? Çünkü zafere giden yolda eski Bedevi usullerini izlediler.
NATO, Ukrayna’yı aynı teknolojik donanımlara bağımlı minyatür Avrupa tarzı ordu olmaya zorlayarak ona kötülük yaptı. Ukrayna kendi hâline bırakılsaydı, hem ülkeleri hem de silahlı kuvvetlerinin durumu için en iyi yolu kendileri bulurlardı.
Dünya Basını
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.
Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü
Dani Rodrik
Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.
İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.
Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.
Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.
Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.
Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.
Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.
Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.
Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.
Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.
Dünya Basını
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor

“Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu doldurmaya çalışıyor, ancak bu tek başına yürüttüğü bir mücadele değil. İki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma söz konusu… ” Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesindeki güç ve endüstri rekabetine ilişkin stratejik araştırmalar ve analizler yayınlayan Vizier blogdaki yazıyı Mert Cafer Eral çevirdi.
***
Afrika’ya yol döşemek
Fransa Batı Afrika’dan çekilirken, Fas diplomasi ve ekonomik entegrasyon yoluyla boşluğu dolduruyor.
19 Şubat 2025’te, Fas ve Moritanya hükümetleri Smara ve Bir Moghrein şehirleri arasında Moritanya’nın hidrokarbon ve çeşitli mineraller yönünden zengin iç kesimlerini Fas’ın Atlantik kıyısındaki limanlarına bağlamak için bir kara yolu kurma anlaşması yaptılar. Rotanın iki ülke arasındaki lojistik geçişini hızlandırması bekleniyor, örneğin bu yol Moritanya’nın ham demir ulaştırma süresini Nouadhibou limanına yapılan yedi günlük bir seferden, sözü ettiğimiz yolu kullanarak Fas’ın Laayune limanına yapılan üç günlük bir yolculuğa indirecek.
Yakın bir tarihe kadar, Fas Afrika’nın kalanından izole bir konumdaydı. Doğusundaki tek komşusu Cezayir, güneyde ise çoğunlukla kontrol altında olmayan Sahra vardı. Cezayir’le aralarındaki sürekli yükselen tansiyonlar Fas’ı sınırı tekrar tekrar kapatmaya mecbur bırakıyordu, bu durum Afrika’nın kalanıyla tek bir kara bağlantısı olduğu anlamına geliyordu: Moritanya üzerinden, tartışmalı Batı Sahra bölgesinden güneye doğru. Fas, Batı Sahra’yı kendi topraklarının ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediyor ve 1975 yılında İspanya’nın eski kolonisi olan bu bölgeden çekilmesinden bu yana bölgenin büyük bir kısmını yönetiyor.
Batı Sahra’nın yerlisi olan Sahrawi halkını temsil ettiğini iddia eden isyancı grup Polisario Cephesi uzun süredir bağımsızlık istiyor. 1975’ten bu yana Cezayir, Libya, Küba ve İran’dan çeşitli derecelerde askeri, mali ve diplomatik destek aldığı iddia edilen Polisario, Fas’a karşı kesintili bir savaş yürüttü. Uluslararası gözlemciler bu on yıllık savaşın savaşçılar ve siviller arasında 10.000 ila 20.000 kayıpla sonuçlandığını tahmin etmektedir.
İsyan bastırma faaliyetleri dahilinde Fas hükümeti toplamda 100.000 asker içeren karakollarla korunan 2.700 kilometrelik “kum duvar” Berm’i inşa etti. Cezayir sınırından Atlantik’e kadar uzanan bu hat Fas’ın fiili güney sınırları olarak hizmet ediyor. Berm, Batı Sahra (ve dolayısıyla Fas) ve Moritanya arasında ufak bir bölgeyi kapsayarak İnsansız Bölge olarak bilinen kimsenin yaşamadığı bir bölge yarattı. Bölgedeki mayınlı araziler ve kalıcı yerleşimlerin yokluğu sebebiyle bölge Moritanya ve Fas arasında direkt sınır geçişini engelledi.
Bu durum değişiyor. Bir zamanlar Moritanya ve Fas arasında, İnsansız Bölge ile ayrılmış uzak bir kontrol noktası olan Guerguerat sınır karakolu, şimdi gerekli altyapıya sahip, tamamen işlevsel bir uluslararası geçişe dönüştürülüyor. Fas’ın Sahraaltı Afrika ile ticaret ağında önemli bir düğüm haline gelen bu sınır kapısı, başta tarım ve sanayi ürünleri olmak üzere Fas’ın toplam ihracatının yaklaşık %2’sini oluşturan 1 milyar doların üzerinde yıllık ihracatı kolaylaştırıyor.
Guerguerat ve Smara-Bir Moghrein geçişleri lojistik iyileştirmelerden daha fazlasını temsil etmektedir. Bu altyapı, Moritanya ve demir, bakır ve petrol bakımından zengin iç kesimleriyle Laayoune gibi Fas’ın Atlantik limanlarına doğrudan koridorlar oluşturarak Moritanya’yı Fas’ın ihracata dayalı ekonomisine daha fazla entegre edecek ve Afrika’nın geri kalanının bu genişleyen ekonomik bölgeye katılmasını sağlayacaktır. Fas’ın önemli doğal kaynaklar gerektiren endüstriyel hedefleri göz önüne alındığında, bu gelişme Rabat’ın kendisini Afrika’nın Atlantik, Avrupa ve ötesine açılan birincil ekonomik geçidi olarak konumlandırmaya yönelik uzun vadeli jeopolitik stratejisinde yeni bir aşamaya işaret ediyor.
Tüm bunlarla birlikte, Fas tarihsel rakibi Cezayir’e üstün gelmek ve bölgedeki Fransız etkisini azaltmak istiyor. Ancak Fası zor bir yolculuk bekliyor. Fransa’nın diplomatik başarısızlıklar nedeniyle etkisinin azalması ve Rusya’nın Mali ve başka yerlerdeki müdahalelerinin savaş suçları ve diğer suistimaller nedeniyle artan bir incelemeyle karşı karşıya kalmasıyla Batı Afrika’da bir güç boşluğu ortaya çıktı.
Türkiye, İran, Körfez ülkeleri ve Çin bu boşluğu doldurmak istiyor. Yine de, Fas burada bölgeye coğrafi olarak en yakın, politik olarak stabil, ekonomik olarak uyumlu bir rakip olması ve yüz yıldır bölgede süregelen kültürel ve yayılmacı gücü sebebiyle iddialı bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Dış aktörlerin aksine Fas, 1999’da Fas tahtına çıkan Kral 6. Muhammed (MVI) yönetiminde yirmi yılı aşkın bir süredir hazırlandığı geleceğe yatırım yapıyor.
Mahzen: Fas’ın Devlet Geleneği
Fas’ın bölgedeki konumu, Batı Afrika, Akdeniz ve Orta Doğu arasında seyahat eden halklar, mallar ve fikirler için binlerce yıllık köprü rolüne dayanmaktadır. Berberi tüccarlar ve kervanlar yüzyıllar boyunca Sahra ötesi ticaretin can damarı olarak faaliyet göstermiş, Sijilmasa ve Marakeş gibi Fas şehirlerini Timbuktu ve Gao gibi Batı Afrika merkezlerine bağlamıştır. Faslı tüccarlar tekstil, seramik ve silahları altın, fildişi ve tuzla takas ederek Fas hanedanlarını zenginleştiren ve Fez ve Meknes’in büyük camileri gibi anıtsal projeleri finanse eden bir ticaret yaptılar.
Ticaret aynı zamanda kültürel ve dini alışverişi de kolaylaştırdı. İslam’ın 7. ve 8. yüzyıllarda Kuzey Afrika’da yayılması, Fas’ın imparatorluk kimliğine zemin hazırlayan kalıcı siyasi, kültürel ve ticari bağları teşvik etti. Timbuktu’daki âlimler Fez’deki Al-Qarawiyin Üniversitesi gibi Fas’ın öğrenim merkezlerine seyahat ederken, Ticaniye ve Kadiriye gibi Sufi tarikatları güneye doğru yayılarak Fas’ın İslam yorumlarını Batı Afrika toplumlarına yerleştirdi. Fas bugün de bölgede kültürel ve dini yumuşak gücünü korumakta ve Fas’ta hakim olan Maliki İslam hukuku ekolü Batı Afrika’nın büyük bölümünde birincil mezhep olmaya devam etmektedir. Fas ayrıca Senegal, Mali ve Nijer gibi ülkelerdeki camilerin yapımını ve bakımını finanse ederken, bu ülkelerden gelen imamları Fas dini kurumlarında eğitmektedir.
Tüm bunlar, yüzyıllar boyunca çeşitli hanedanlıklar ve biçimler arasında Arapça ‘dolap’ veya ‘depo’ kelimesinden türetilen Mahzen olarak anılan günümüz Fas’ında yoğunlaşan siyasi güçler tarafından kolaylaştırıldı. Gerçekten de Fas, Kuzey ve Batı Afrika’da yüzyıllara dayanan bir devlet geleneğine sahip az sayıdaki siyasi oluşumdan biridir. I. İdris tarafından 757 yılında kurulan İdrisi hanedanı, Berberi kabileleri ve Arap yerleşimcileri birleştirmiş ve Fas’ın bölgesel bir güç olarak rolünü kurumsallaştırmıştır; bu miras daha sonra Fas’ın etkisini güneye, Batı Afrika’ya ve Gana İmparatorluğu’na kadar genişleten Murâbıtlar (11.-12. yüzyıllar) tarafından genişletilmiştir. 16. yüzyıla gelindiğinde Sa’adi hanedanı Fas’ın gücünü daha da ileriye taşıyarak 1591’de o zamanlar Batı Afrika’nın hâkim gücü olan Songhay İmparatorluğu’nu deviren bir askeri harekât başlattı. Sa’adi’nin Timbuktu ve Gao’yu fethi, bu şehirleri Fas tarafından yönetilen paşalıklara (eyaletler) dönüştürerek Sahra ötesi ticaret yollarının kontrolünü güvence altına aldı.
Fas’ı 1631’den beri yöneten mevcut Alevi hanedanı bu imparatorluk mirasını devralmıştır. Sultan Mulay İsmail (1672-1727) döneminde Fas’ın etkisi Sahra’nın derinliklerine kadar uzanmış ve bugünkü Senegal’deki Saint-Louis’ye kadar ulaşmıştır. Bu tarihi iddialar daha sonra 20. yüzyılın ortalarında Fas’ın milliyetçi İstiklal hareketi tarafından yeniden canlandırıldı ve Moritanya’nın sınırlarının meşruiyetini Fas’ın doğal hinterlandını parçalamak için tasarlanmış bir “sömürgeci yapaylık” olarak reddetti. Moritanya’nın egemenliğinin 1973’te resmen tanınmasından sonra bile Fas’ın jeopolitik tahayyülü Batı Afrika’ya uzanan bir etki alanı vizyonundan hiçbir zaman tam olarak vazgeçmedi.
1956’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından Fas’ın dış politikası başlangıçta pan-Arabizm ve “ alt sınıf ” dayanışmasına yönelmiş ve Sahra-altı Afrika ile olan tarihi bağlarını bir kenara bırakmıştır. Bu değişim, Afrika’nın büyük bir kısmının Polisario Cephesi’nin Sahrawi Arap Demokratik Cumhuriyeti’ni (SADR) tanımasının ardından Fas’ı diplomatik olarak izole eden Batı Sahra çatışmasıyla daha da şiddetlendi. Fas’ın 1984 yılında SADR’nin kabul edilmesini protesto ederek Afrika Birliği Örgütü’nden (OAU) çekilmesi, Afrika ilişkilerinde dibe vuruşa işaret etti.
Bu konum Kral MVI döneminde Fas’ın kendisini ülkenin çeşitli imparatorluk hanedanlarının “mirasçı devleti” olarak yeniden konumlandırması ve meşruiyetini Batı Afrika’nın Sahra ve Sahel bölgeleri üzerindeki derin kurumsal sürekliliğinden ve tarihsel etkisinden alması ile değişti. Fas 2017’de Afrika Birliği’ne geri döndü ve Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS) üyelik arayışına girdi, Kazablanka-Dakar otoyolu gibi altyapı yatırımları için lobi yaptı ve 2012 Mali çatışmasından göç yönetişimine kadar bölgesel krizlerde kendisini arabulucu olarak konumlandırdı. Bu çabalar, Fas’ın Afrika ve Avrupa arasında bir geçit olarak tarihi rolünü yeniden canlandırmak ve Batı Afrikalı ortakları çekmek için siyasi istikrarından, bankacılık sektöründen ve sanayi tabanından yararlanmak için uzun vadeli bir vizyonu yansıtıyor.
Frankofonu Taşeronlaştırmak
Fas’ın ekonomik ve diplomatik genişlemesi Fransa’ya karşı düşmanca bir eylem olmaktan ziyade Fransa’nın frankofon etki çemberinde Fas’ı bir “taşeron” olarak kullanma girişimlerinin bir parçası. Fransa’nın geçmiş sömürgeleri üzerindeki etkisi tüm girişimlere rağmen zaman içinde azalırken, Fas Fransa’nın buradaki etkisini tek başına sürdürememesinden mütevellit bu süreci üstlenmesi için yeni ortaklar aradığı bu dönemde avantajlı bir pozisyon aldı.
1999 yılında iktidara geldiğinden beri, MVI Fasın Batı Afrikadaki Fransız etkisinin yerini alması için bölgedeki ülkelerle ileri düzey bir diplomasi yürütüp stratejik ekonomik yatırımlar yaparak aralarındaki bağı güçlendirmeyi amaçlıyor. Senegal, Mali, Gine, Nijer, Burkina Faso, Fildişi Sahili gibi ülkelere gerçekleştirilen sık seyahatlerde ticaret, altyapı, güvenlik ve gelişim gibi konuları da içeren çok sayıda işbirliği anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmalar Fas’ın kendisini Afrika ve Avrupa arasındaki en önemli ekonomik ve lojistik kanal yapma planının bel kemiğini oluşturuyor.
Bu stratejinin kalbi Fas’ın fiili varlık fonu olan kraliyet ailesinin finansal kolu Al Mada yatırım fonu. Al Mada sayesinde Fas Fransa’nın bölgedeki etkisinin yerini almak amacıyla Batı Afrika pazarlarında, bankacılıkta, sigortacılıkta, telekomünikasyonda ve inşaat sanayide agresif bir biçimde büyüyebildi.
Attijariwafa Bank ve BMCE Bank gibi önde gelen Faslı finans kuruluşları, Société Générale gibi Fransız kuruluşlarının çekilmesiyle hızlanan bir eğilimle Batı Afrika’da güçlü bir varlık oluşturdu. Fas’ın en büyük finans kuruluşu olan Attijariwafa, Moritanya, Togo ve Benin’deki Société Générale yan kuruluşlarını satın almaya hazırlanıyor. Bu genişleme sadece Fransa’nın tarihsel ekonomik hakimiyetine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda Fas’ın kıtanın finans kapısı olma yönündeki daha geniş hedefini de yansıtıyor.
Benzer şekilde, telekomünikasyon alanında Fas’ın İtissalat El Mağrib (Maroc Telecom) şirketi başta Batı Afrika olmak üzere 11 ülkede faaliyet göstermekte ve Moritanya’da Mauritel, Burkina Faso’da Onatel ve Mali’de Sotelma gibi iştirakleri yönetmektedir. Fransız Orange ile birlikte Fas’ın Maroc Telecom’u Afrika’nın en büyük telekom operatörleri arasında yer alan yükselen bir yıldız.
Fas ayrıca, 26 Afrika ülkesine internet erişimi sağlamak üzere tasarlanan ve Elon Musk’ın Starlink’i ile doğrudan rekabet eden bir uydu takımyıldızı projesi olan Panafsat girişimi aracılığıyla teknolojik hedeflerini ilerletiyor. Ülke, özellikle Fransız firmalarının kapsamlarını azaltmasıyla değişen bölgesel dinamiklerden faydalanıyor. Tanger-Med’in (dünyanın en büyük 17. limanı) işletmecisi Marsa Maroc gibi Faslı şirketler, Bolloré Logistics’in bölgeden ayrılmasının ardından Liberya ve Benin’deki lojistik altyapısını yönetmek için devreye girdi.
Fas’ın güney illeri Dahla ve Layoune, krallığın bölgesel stratejisinde kritik düğüm noktaları olarak hizmet veriyor. Bu bölgelerin stratejik değerinin farkında olan Kral MVI, 2014 yılında bu bölgeleri trans-Afrika ticareti için lojistik merkezlere dönüştürmek üzere 7 milyar dolarlık bir altyapı girişimi başlattı. Şubat 2025’te Smara-Bir Moghrein sınır kapısının açılması, Moritanya demir cevherinin Layoune’daki Fas çelik tesislerine ulaşması için doğrudan bir rota oluşturarak bu vizyonu örneklemektedir. Bu gelişme Fas’ı bölge için bölgesel bir çelik işleme merkezi olarak konumlandırıyor.
Altyapı gelişimi, Dahla Atlantik Limanı projesinin bölgesel ticaret dinamiklerini dönüştürmeyi vaat ettiği Fas’ın Atlantik kıyı şeridine kadar uzanıyor. Balıkçılığı canlandırmak, Afrika ve Brezilya ile ticareti geliştirmek ve gelişmiş deniz lojistiği sağlamak üzere tasarlanan liman, trans-Afrika bağlantısına yönelik daha geniş bir vizyonun parçasını oluşturuyor. Bu denizcilik genişlemesini tamamlayan Fas’ın 2023 Sahel için Atlantik Girişimi (AIfS), Moritanya’yı Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad gibi denize kıyısı olmayan ülkelere bağlayan demiryolu ve karayolu ağları için iddialı planların ana hatlarını çiziyor.
Enerji gelişimi, Fas’ın bölgesel entegrasyon ve enerjide kendi kendine yeterlilik stratejisinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Hükümet, 2030 yılına kadar yurt içi elektrik üretiminin %52’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından elde etmek gibi iddialı bir hedef belirledi. Bu yenilenebilir enerji stratejisinin merkezinde 510 megawatt ile dünyanın en büyük konsantre güneş enerjisi santrali olan Noor Ouarzazate Güneş Kompleksi yer alıyor. Fas, ulusal (ve sivil) bir nükleer enerji programı başlatmak için Batı Sahra’daki uranyum yataklarının potansiyelini araştırıyor. Krallık ayrıca Moritanya ile 2024’te imzalayacağı bir anlaşmayla Batı Afrika Enerji Havuzu’na katılarak Batı Afrika ülkelerine elektrik ihracatını mümkün kılacak. Belki de en iddialısı, Fas, Nijerya gazını Fas toprakları üzerinden Avrupa pazarlarına taşıyacak 25 milyar dolarlık bir proje olan Afrika-Atlantik Gaz Boru Hattı üzerinde işbirliği yapıyor.
Kültürel ve akademik bağlar Fas’ın stratejisini daha da güçlendiriyor. Fas’taki üniversiteler Senegal, Mali ve Fildişi Sahili’nden binlerce öğrenciye ev sahipliği yapıyor ve bu öğrencilerin birçoğu askeri bilimler, tarım ve mühendislik eğitimi almak için burs alıyor. Bu değişimler kalıcı ikili ilişkileri teşvik etmekte ve Fas’ın uzun vadeli ortaklıklar geliştirirken uzmanlığını ihraç etmesini sağlıyor.
Tarım ve gıda güvenliği Fas’ın bölgesel faaliyetlerinin bir diğer ayağını oluşturuyor. Ülke Batı Afrika’ya milyonlarca dolar değerinde tarım ürünü ihraç ediyor, ancak bunlar Moritanya’nın Fas kamyonlarını vergilendirmesi nedeniyle sık sık zorlanıyor. Bunu aşmak için Fas, Senegal’e yeni nakliye rotaları açarak Batı Afrika pazarlarına doğrudan deniz yoluyla erişim sağladı.
Fas bu esnada otomobil üretimine yaptığı önemli yatırımlar ve Kazablanka’da 500 milyon dolarlık bir ilaç fabrikasıyla imalat sektörünü güçlendiriyor. Bu tesis, ülkeyi, yerel araştırma ve geliştirme çalışmalarıyla desteklenen, Afrika’nın önde gelen aşı ve ilaç ihracatçısı konumuna getirmeyi amaçlıyor. Fas’ın gelişmekte olan otomotiv endüstrisine, Batı Afrika ülkeleriyle ihracat sözleşmeleri imzalayan ulusal otomobil üretim girişimi Neo Motors öncülük ediyor.
Fas Haşin bir Jeopolitik Rekabette
Fransa’nın Batı Afrika’daki tarihsel etkisi dramatik bir şekilde azaldı ve askeri cuntalar Sahel ülkelerini birer birer ele geçirirken bölgede geniş çaplı bir askeri geri çekilme yaşandı. Bu durum, bir zamanlar Afrika’nın geri kalanıyla birlikte Fransa tarafından sömürgeleştirilen Fas’ın boşluğu doldurması için fırsatlar yarattı. Ancak Batı Afrika’da nüfuz mücadelesi veren tek aktör Fas değil. Cezayir gibi bölgesel komşular ve Rusya, Türkiye, Çin ve BAE gibi uluslararası güçler de benzer şekilde varlıklarını yoğunlaştırdı ve her biri farklı stratejik gündemler geliştirdi.
Onlarca yıllık Sovyet dönemi ‘Afrika politikası’ ve Başkan Vladimir Putin’in hırsı tarafından yönlendirilen Rusya, bölgedeki en önemli askeri güç haline gelmek için Batı Afrika’da yükselen Batı karşıtı (özellikle Fransız karşıtı) duygulardan yararlandı. Mali, Burkina Faso, Nijer ve Çad’dakiler de dahil olmak üzere askeri cuntalara verdiği destek (aynı zamanda doğu Libya ve Sudan’daki etkilerini genişletme arayışları) ve dezenformasyon kampanyaları ve propaganda gibi dördüncü nesil savaş taktikleri sayesinde Rusya, Fransız etkisini önemli ölçüde aşındırdı. Ne var ki, Rusya da bölgedeki yumuşak gücünün, özellikle de Mali’de Kremlin’in bir uzantısı olarak faaliyet gösteren Wagner Grubu gibi paramiliter örgütlerin eylemleri nedeniyle önemli darbeler aldığını gördü. Güvenlik sözleşmeleri bahanesiyle altın rezervlerini yasadışı olarak çıkaran grup, çok sayıda insan hakları ihlali ve sivillere yönelik katliamlarla da suçlanıyor.
Tarihsel olarak Rusya’nın müttefiki ve Fas’ın baş düşmanı olan Cezayir, Fas sınırı yakınlarında Ruslarla ortak askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Ne var ki, Ukrayna çatışması başladığından beri Cezayir, Rusya’nın silah ihracat kapasitesinin azalmasını ve açık askeri ittifaklara girme konusundaki isteksizliğini gerekçe göstererek Moskova’dan temkinli bir şekilde uzaklaştı. Bununla birlikte, her iki ülke de Suriye’deki Beşar Esad rejimini Aralık 2024’te yıkılana kadar desteklemeye devam etti. Cezayir ayrıca Rus yapımı Su-57 savaş uçaklarını satın alarak Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası’na (CAATSA) meydan okudu ve ABD’li Senatör Marco Rubio’nun 2022’de yaptırım önermesine yol açtı.
Cezayir ise, Fas’taki Polisario Cephesi ve Mali’deki Azavat Cephesi gibi ayrılıkçı hareketleri destekleyerek nüfuzunu genişletmek için uzun süredir vekalet savaşına bel bağlamış durumda. Sızdırılan diplomatik belgeler, 2012 Tamanrasset terör saldırısından sonra Cezayirli yetkililerin Mağrip El Kaidesi (AQIM) ile zımni anlaşmalar yaptığını ve Cezayir varlıklarının korunması karşılığında tehditleri Fas ve Fransa’nın çıkarlarına yönlendirdiğini gösteriyor. İddia edilen bu işbirliğinin son on yılda Mali’de en az üç Fas vatandaşının ölümüne yol açtığı bildiriliyor.
İran’ın Batı Afrika’daki rolü her ne kadar azımsansa da çok yönlüdür ve genişlemektedir. Tahran, 1990’lardan bu yana, tarihsel olarak Sufi İslam’ın hakim olduğu bir bölgede Şii dinini yaymayı teşvik ediyor. Nijerya şu anda Lübnan’dan daha büyük bir Şii nüfusa ev sahipliği yapıyor ve İran’ın devrimci sistemini model alan İslami Hareket gibi gruplar bir Şii İslam cumhuriyetini savunuyor. İran ve Hizbullah’ın 2018’den bu yana Polisario Cephesi’ni desteklediği, Tinduf’taki savaşçılara eğitim ve kısa menzilli füzeler sağladığı da iddia ediliyor. Hatta Polisario birliklerinin İran destekli milislerle birlikte Suriye’deki iç savaşa katıldığına dair raporlar da var.
Buna karşılık Çin’in müdahalesi öncelikle ekonomik. Pekin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla hammadde teminine ve Moritanya’nın Nuakşot derin su limanı ve Gine’nin Cibloho Barajı gibi altyapıları finanse etmeye odaklanırken maden çıkarımı için lojistik ağlar kuruyor.
Türkiye ayrıca Cezayir tarafından vurulan model de dahil olmak üzere Mali’ye insansız hava araçları satarak ve Libya’nın Trablus merkezli hükümetini destekleyerek iddialı bir konuma geldi. Ankara’nın Libya’nın güneyinde, Cezayir sınırı yakınlarında askeri üsler açma planları Afrika’da derinleşen bir angajmana işaret ediyor.
Birleşik Arap Emirlikleri de Sahel’deki askeri cuntalarla bağlarını geliştirerek, Mali’nin altın ihracatını kolaylaştırarak ve Gine’nin boksit madenini Emirlik tesislerinde alüminyuma dönüştürerek önemli bir oyuncu olarak ortaya çıktı. Moritanya ile deniz erişim anlaşmaları ve Fas ile sağlam yatırım bağlantıları sürdürse de Cezayir ile ilişkiler rakip bölgesel hırslar nedeniyle gerginliğini koruyor.
Fas, Fransa’nın bölgedeki nüfuzunu değiştirmek için onunla bir anlaşma yapma avantajına sahip, ancak bölgesel hegemonya çabalarına karşı artan zorluklarla karşı karşıya. BAE ve Türkiye’nin üsler ve silah anlaşmaları yoluyla genişleyen askeri etkisi Fas’ın bölgesel nüfuzunu azaltma riski taşıyor.
Fas’ın Yükselişinin Önündeki Zorluklar
Fas’ın Batı Afrika’daki dış politikası, Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkan boşluk ve iki devlet arasında iktidarın ‘devri’ için yapılan zımni anlaşma sayesinde mümkün olmuştur. Kral MVI’nin yönetimi altında Fas, son birkaç on yıldır Afrika genelinde diplomatik, kültürel ve ekonomik nüfuzunu özenle geliştirdi. Bu sayede Afrika’nın dört bir yanındaki hammadde kaynaklarını Fas’taki fabrikalara aktararak katma değerli üretim yapabilen ve daha sonra da bunları dünyanın dört bir yanındaki ülkelere ihraç edebilen bir ekonomik imparatorluğun temelleri atılmış oldu.
Ne var ki Fas bunu yaparken çok sayıda zorlukla karşı karşıya. Fransız ordusunun geri çekilmesi, Rus paramiliter savaş suçları ve zayıf devlet kapasitesi El Kaide gibi grupların toprak işgal etmesine izin verdiği için Sahel’de terörizm yükselişte. Rusya, Çin, Türkiye, BAE ve İran gibi daha uzaktaki güçler de Afrika’daki kaos ortamından faydalanmaya çalışıyor.
Belki de en önemlisi, Fas’taki sıradan vatandaşlar, ülke yüksek ve kalıcı işsizlik ve düşük ücretlerden muzdarip olduğu için meyvesini alamıyor. Fas’ın siyasi ve ekonomik eliti Mahzen ve özellikle de Al Mada fonu aracılığıyla kraliyet ailesi, Fransız varlıklarının satın alınması ve Afrika genelinde yeni iş bağlantıları yoluyla meyvelerin aslan payını alıyor. Kral MVI, Batı Afrika’ya bakıp Fas’ın bölgedeki tarihi üstünlük konumunu yeniden tesis etme fırsatını görürken, Fas’ın siyasi ekonomisini düzeltmek gibi eve daha yakın meselelerle uğraşmak zorunda kalabilir.
-
Rusya2 hafta önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Görüş2 hafta önce
Kim kazandı?
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı
-
Görüş2 hafta önce
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”
-
Söyleşi2 hafta önce
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
-
Asya2 hafta önce
Cammu ve Keşmir: Yarım asırlık çatışmanın tarihi
-
Amerika1 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Görüş2 hafta önce
Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu