Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Dünya Basını

Financial Times: Borç batağındaki ‘gelişmekte olan ülkeler’ için kayıp on yıl kapıda

Yayınlanma

İngiliz Financial Times gazetesi, ‘gelişmekte olan ülkelerin’ karşı karşıya olduğu borç krizini ve bunun kalkınma üzerindeki olumsuz etkilerini ele aldı. Gazete, milyarlarca insanın umutlarını boşa çıkaran mevcut mali yapıların acilen yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini vurguladı. Borç servisinin eğitim, sağlık ve altyapı gibi kritik alanlardan kaynak çektiği belirtildi.

İngiliz Financial Times gazetesi, “gelişmekte olan ülkelerin” yüzleştiği borç krizini ve bunun kalkınma üzerindeki yıkıcı etkilerini mercek altına aldı.

Gazete, milyarlarca insanın beklentilerini karşılayamayan mevcut mali yapıların acilen yeniden ele alınması gerektiğinin altını çizerek, borç sorununun birçok düşük ve orta gelirli ülkede daha da derinleştiğini belirtti.

Söz konusu ülkeler borçlarını ödemekte temerrüde düşmeseler de kalkınma hedeflerinde geri kalıyorlar.

Likidite eksikliği nedeniyle hükümetler, eğitim, sağlık, altyapı ve iklim uyumu gibi hayati alanlara ayrılması gereken değerli kamu kaynaklarını, daha önce alınmış borçların servisine yönlendirmek zorunda kalıyor.

BM verileri endişe verici

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) tarafından yayımlanan son veriler, durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.

Verilere göre 54 ülke, vergi gelirlerinin yüzde 10’undan fazlasını sadece faiz ödemelerine harcıyor.

“Gelişmekte olan ülkelerin” vergi gelirlerine oranla ortalama faiz yükünün 2011’den bu yana neredeyse iki katına çıktığına dikkat çekildi.

Gazete, 3,3 milyardan fazla insanın borç servisine sağlıktan daha fazla harcama yapan ülkelerde yaşadığını, 2,1 milyar insanın ise borçlara eğitimden daha fazla kaynak ayıran ülkelerde hayatını sürdürdüğünü vurguladı.

Financial Times, bunun sürdürülebilir bir kalkınma yolu olmadığını, aksine borcun bir engel teşkil ettiğini belirtti.

Borçlanma maliyetleri artıyor

Bu durumun, borçlanma maliyetlerinin keskin bir şekilde yükseldiği bir dönemde yaşandığına işaret edildi. 2008 mali krizinin ardından faiz oranlarının sıfıra yaklaşmasıyla daralan borçların, şimdi çok daha yüksek faiz oranlarıyla yenilendiği ifade edildi. Gazeteye göre, Covid-19 salgını ve Ukrayna’daki savaş sonrasında getiri farkları azalmış olsa da, sermaye piyasalarında borç yenileme maliyeti birçok düşük ve orta gelirli ülke için hâlâ aşırı derecede yüksek.

Küresel ekonomideki zayıf görünüm de krizi daha da ağırlaştırıyor. Yavaşlayan büyüme, borç sürdürülebilirliğini baltalayarak krizi derinleştiriyor.

“Sistemik bir başarısızlık söz konusu”

Gazete, bugünkü krizin sistemik bir başarısızlığı yansıttığını ve bunun temelinde küresel sermaye akışlarındaki süregelen asimetrinin yattığını vurguladı.

Sermayenin gelişmiş ekonomilere genellikle anti-siklik (ekonomik döngünün tersi yönde) akarak durgunluk dönemlerinde destek sağlarken, “gelişmekte olan ülkelere” pro-siklik (ekonomik döngüyle aynı yönde) aktığı ve bu durumun şokları daha da kötüleştirdiği açıklandı.

Financial Times, bu durumun neticesinde net dış transferlerin negatife döndüğünü belirtti. Sadece 2023 yılında, düşük ve orta gelirli ülkelerin (Çin hariç) uzun vadeli borçlarda 30 milyar ABD doları net özel sektör çıkışı yaşadığı, bunun 2022’deki yaklaşık 50 milyar ABD dolarlık çıkışa göre hafif bir iyileşme olsa da hâlâ “kalkınma için önemli bir kaynak kaybını” temsil ettiği ifade edildi.

Uluslararası kurumlar yetersiz kalıyor

Çok taraflı kurumların da yetersiz kaldığına dikkat çeken gazete, Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) düşük ve orta gelirli ülkelere yapılan net transferlerin —salgın sırasında önemli ölçüde artmışken— şimdi çöktüğünü belirtti.

Gazete, “2020’de 22 milyar ABD dolarlık pozitif transferden, net rakam 2022’de sıfıra ve 2023’te eksi 5 milyar ABD dolarına düştü,” ifadelerini kullandı ve bunun düşük ödemeler ile faiz ödemelerindeki büyük artıştan kaynaklandığını ekledi.

‘Mevcut borç politikaları halklara değil piyasalara hizmet ediyor’

Financial Times, uzmanlar arasında pek çok “gelişmekte olan ülkedeki” mevcut borç politikalarının halklara değil, mali piyasalara hizmet ettiği yönünde artan bir fikir birliği olduğunu aktardı.

Gazete, bunun bütün ülkeleri kayıp bir on yıla veya daha kötüsüne mahkum etme tehlikesi taşıdığını vurgulayarak, dünyanın en yoksul ve en savunmasız insanlarından bazılarının bir veya daha fazla kayıp on yıl yaşamasının “dünyanın kaldıramayacağı bir durum” olduğunu açıkladı.

Gazete, tartışmanın sadece mali temerrütten kaçınmaya dayalı dar başarı anlatılarının ötesine geçmesi gerektiğini belirterek, “Gelecekleri sürdürülemez koşullardaki eski borçların servisine ipotek edilen milyarlarca insanın yaşadığı gerçekliği yansıtmalıdır,” çağrısında bulundu.

Ayrıca, tekrarlayan borç ve kalkınma krizlerine yol açan küresel yapıdaki temel kusurların ele alınmasıyla işe başlanması gerektiğini vurguladı.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?

Yayınlanma

Bugün İstanbul’da yapılması planlanan Rusya-Ukrayna görüşmelerinde, barışçıl çözüme yönelik ortak bir muhtıra hedefleniyor. Ancak Moskova merkezli Dünya Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden Eduard Solovyov’a göre, tarafların temel konulardaki (toprak bütünlüğü, Ukrayna’nın NATO üyeliği, tarafsızlık statüsü) zıt pozisyonları, Ukrayna yönetiminin meşruiyet sorunu ve muhtıranın hukuki bağlayıcılığının olmaması önemli engeller teşkil ediyor. Rusya’nın asgari talepleri arasında Ukrayna’nın NATO’dan uzak durması ve toprak değişikliklerinin tanınması yer alırken, bu maddeler Kiev için kırmızı çizgi niteliğinde. Uzmana göre, olası bir muhtıranın Rusya’ya yönelik yaptırımları kısa ve orta vadede etkilemesi beklenmiyor.


Post-Sovyet Araştırmalar Merkezi Başkanı, gelecekteki muhtıranın önündeki engelleri değerlendiriyor

RBK

2 Haziran 2025

2 Haziran’da İstanbul’da Rusya ve Ukrayna heyetlerinin bir araya gelmesi bekleniyor. Rusya Bilimler Akademisi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Post-Sovyet Araştırmalar Merkezi Başkanı Eduard Solovyov, tarafların ortak bir muhtıraya giden yolda çözmeleri gereken sorunları ele alıyor.

2 Haziran’da İstanbul’da Rus ve Ukrayna heyetleri arasında bir görüşme yapılması planlanıyor. Bu görüşmenin sonucunda tarafların barışçıl bir çözüme ilişkin ortak bir muhtıra imzalaması gündemde. Kiev’in iddialarına göre Ukrayna, muhtıra versiyonunu Moskova ve Washington’a göndermiş durumda. Moskova ise sızıntıları ve görüşmeler başlamadan önce yapılabilecek taraflı yorumları engellemek amacıyla kendi taslağını İstanbul’da sunacağını belirtiyor.

Nihai muhtıranın nasıl görüneceği konusunda şimdilik bir yargıya varmak zor. Büyük ihtimalle Kiev ve Moskova tarafından hazırlanan belgeler temelden farklılık gösteriyor. Görüşmeler sırasında bu belgelerin birleştirilip birleştirilemeyeceği ise büyük bir soru işareti. Fakat, çatışmanın olası çözümüne ilişkin tartışmaların, son zamanlarda sadece Ukrayna değil, Avrupa siyasi elitlerinin de özelliği haline gelen sert açıklamalardan, ültimatomlardan ve megafon diplomasisinden uzaklaşarak, daha rasyonel, profesyonel ve somut sonuç odaklı bir tartışma düzeyine kayma fırsatı bulması bile bir ilerlemedir.

Ukrayna tarafının, ateşkesin koşullarına odaklanmaya çalışacağı tahmin ediliyor. Rusya tarafı ise muhtemelen, ikili Rusya-Ukrayna ilişkileri ve anlaşmalarının ötesine geçen, çatışmanın genel olarak sona ermesine yönelik kendi vizyonunu öne sürecektir. Bu vizyon, NATO ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere Batılı ülkelerden belirli taahhütler içeriyor. Dolayısıyla, muhtırada neredeyse kesin olarak Ukrayna çevresindeki çatışmanın çözümüne ilişkin ilkeler ve daha geniş çerçeveler yer alacaktır.

Eduard Solovyov

Muhtıra, hukuki bağlayıcılığı olan bir belge niteliği taşımıyor. Belgede, olası bir anlaşmanın bazı temel parametrelerinin sabitlenmesi bekleniyor. Moskova’nın sıkça ve tutarlı bir şekilde dile getirdiği bir sorun var: Ukrayna tarafındaki meşruiyet eksikliği. Kiev’de bağlayıcı bir hukuki belgeyi imzalayacak kimse bulunmuyor. Ukrayna Devlet Başkanı ve parlamentosunun (Verhovna Rada) yetki süresi 2024 yılında dolmuştu. Muhtıra, gelecekte meşru Ukrayna makamlarıyla yapılacak bir anlaşma çerçevesinde sağlamlaştırılacak olan anlaşmaların bir ara biçimidir.

Tarafların bir dizi kilit konudaki pozisyonları taban tabana zıt. Mevcut Ukrayna yönetimi, Kırım’ın, Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin, Zaporojye ve Herson oblastlarının Rusya’ya ait statüsünü tanımıyor. Rusya, toprak değişikliklerinin sabitlenmesinde ve daha geniş bir bağlamda Ukrayna’nın tarafsızlık statüsünün ve silahsızlandırılmasının sağlanmasında ısrar ediyor. Bu arada Kiev, ülkenin NATO’ya katılım hedefinin Anayasa’da sabitlendiğini ve bu konuda tartışılacak bir şey olmadığını, savunma kapasitesinin güçlendirilmesinin ise egemenliğin garantisi olduğunu belirterek bu son iki konuyu da görüşmeyi reddediyor.

Esasında Moskova için önemli olan sadece Kiev’in tarafsız, blok dışı statü garantileri ve silahlı kuvvetlerin sayısal azaltılması konusundaki taahhütleri değil, aynı zamanda NATO ülkelerinin sadece Ukrayna’ya değil, en azından diğer Sovyet sonrası ülkelere yönelik olarak da doğuya doğru genişlememe taahhütleridir. Bu tür geniş siyasi genellemelerin muhtırada yer alıp almayacağı henüz belirsiz.

Rusya için asgari program, Ukrayna’nın sadece NATO’ya katılmama taahhüdünde bulunmasını değil, aynı zamanda ittifak ülkelerinin kendi topraklarını askeri amaçlarla kullanmasına izin vermemesini sağlamaktır; yani, ittifak ülkeleriyle ortak tatbikat yapmama, yabancı askerlerin ve askeri altyapının varlığını dışlama ve askeri-teknik işbirliğinin bazı gelişmiş biçimlerinden kaçınma taahhütlerini sabitlemektir. Ayrıca, Kırım’ın, Donbass cumhuriyetlerinin ve Novorusya’nın iki bölgesinin değişen statüsünün tanınmasını sağlamaktır. Kiev makamları için bugüne kadar tüm bu konular, mevcut Ukrayna yönetiminin çizdiği kırmızı çizgilerin aşılması anlamına geldiği için fiilen tabuydu.

Ayrı bir konu da yaptırımların kaldırılması beklentileri; Avrupa kulvarında bu konuyu, çatışmada sürdürülebilir bir çözüme ulaşılana kadar tartışmak zor olacaktır. Bu nedenle, Rusya karşıtı yaptırımlar, özellikle Avrupa yaptırımları, orta vadede büyük olasılıkla devam edecek ve ortak bir Rusya-Ukrayna muhtırasının imzalanması, mevcut durumu ve yasa dışı olarak dondurulan Rus varlıklarının iadesi beklentilerini etkilemeyecektir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, savaş sonrası Suriye’de HTŞ’nin selefi cihatçı lideri Colani şahsında şekillenen yeni Sünni popülizmin ideolojik dayanaklarını, toplumsal tabanını ve tarihsel referanslarını mercek altına alıyor. Yazar Malik al-Abdeh’e göre neo-Emevîci retorik, yalnızca bir kimlik siyaseti değil, aynı zamanda yeni rejimin meşruiyet inşasında stratejik bir araç olarak da karşımıza çıkıyor. Bu süreçte, dini sembollerle bezenmiş popülist anlatı, 8 Aralık öncesi Suriye Arap Cumhuriyeti’nin seküler mirasına açıktan bir reddiye niteliği taşıyan yeni bir tarihsel bilinç inşa ediyor. Makale, bu dönüşümü aktarırken, tarihle kurulan bu yeni ilişkinin hem toplumsal aidiyetler hem de siyasal tahayyüller üzerindeki etkilerini sorgulamak için verimli bir zemin sunuyor.


“Suriye’yi Yeniden Büyük Yap”: Savaş Sonrası Suriye’yi Dönüştüren Sünni Popülizm

Malik al-Abdeh
Al Majalla
16 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’nin geçiş dönemi liderine duyduğu aleni hayranlık kimse için şaşırtıcı olmadı. İki lider, güç kavramına, sistemle mücadeleye ve zafer kazanmaya dair karşılıklı bir takdiri paylaşıyor. Riyad’daki görüşmelerinin ardından Trump, Ahmed eş-Şara’yı basına “Genç, etkileyici bir adam. Sert bir tip. Güçlü bir geçmişi var. Çok güçlü geçmiş. Savaşçı” diye tanıtmıştı. Trump ve eş-Şara ayrıca sosyal medya üzerinden kendi seçmen kitleleriyle bağ kurma ve kendilerini halklarının yegâne kurtarıcısı ve savunucusu olarak konumlandırmada dikkate değer bir ortaklığı da paylaşıyorlar.

Eş-Şara’nın IŞİD ve El-Kaideci geçmişinden küresel başkentlerde kabul gören bir devlet başkanına uzanan yolculuğu, sıradan Sünniler nezdinde onun kahraman imajını pekiştirdi. İç savaşta kazanılan zaferin bir tür Sünni gururuna dönüşmesi, savaş zamanının liderine verilen desteğe yansıyor.

The Economist’in 2 Nisan’da yayımlanan ve ülkenin tüm bölgelerinden ve mezhepsel gruplarından 1500 Suriyeli ile yapılan bir anket çalışmasına göre, Suriyelilerin yüzde 81’i eş-Şara yönetimini onaylıyor. Bu oranın, ABD yaptırımlarının kaldırılmasının ardından daha da yükselmiş olması muhtemel.

Ancak çok da uzun sayılmayacak bir zaman önce eş-Şara bu popülaritenin çok uzağındaydı. Cihatçı aşırılıkla fazlasıyla ilişkilendirildiği gerekçesiyle Suriye devriminin ana akımı tarafından kabul görmüyordu. Bugün onun karizması ve siyasi kavrayışına övgüler düzen pek çok televizyon yorumcusu ve sosyal medya fenomeni, bir zamanlar onu en sert şekilde eleştiriyordu.

Elbette, başarı kaçınılmaz olarak destekçileri galip tarafa çeker; dolayısıyla bu türden “fırsatçılıklar”da pek de şaşırtıcı bir yan yok. Fakat burada daha incelikli bir dinamik devreye girdi: Eş-Şara’nın bilinçli şekilde Sünni Arap popülizmine yönelmesi. Batı’da Suriye’ye dönük yaptırımların kaldırılmasına dönük tartışmalarda eş-Şara’nın pragmatizmine yapılan yatırım ve Suriye’nin yeniden inşası pastasından pay koparabilme arzusu göz ardı ediliyor.

Tüm bunlara paralel olarak ise, Suriye içinde farklı bir anlatı güç kazanıyor: Eş-Şara’yı Sünni mahalinde eleştirilemez kılmak için özenle kurgulanmış bir retorik – yani Emevîcilik.

Neo- Emevîcilik

Eş-Şara’nın yakın danışmanları tarafından desteklenen ve kendisine sadık sosyal medya fenomenleri tarafından yaygınlaştırılan bu nostaljik kavram, Suriye’nin Sünni Araplarına onların “yeni Emevîler” olduğunu vaaz ediyor. Hükümet yanlısı medya figürü Musa el-Ömer (X’te 685,000 takipçisi var), 19 Şubat’ta sosyal medya hesabından eş-Şara’nın at sırtında olduğu bir video paylaştı. Videoda çalan şarkının ilk dizesi şöyleydi: “Emevîler altın soyundandır / adları Pers krallarına korku salar / kitaplar onları övmeye yetmez.”

Eş-Şara’nın 26 Şubat’ta Ürdün Kralı II. Abdullah’ı ziyareti sırasında, Heyet-i Tahrir Şam’ın (HTŞ) yönettiği sosyal medya hesaplarında ana slogan “Emevîler Haşimilerle buluşuyor” idi. Hükümet yanlısı din adamı ve ulusal diyalog hazırlık komitesi başkanı Hasan ed-Duğaym, 21 Nisan’da bir grup Hristiyan lidere yaptığı konuşmada yeni devletin onlara “tıpkı Emevîler gibi adil davranacağını” ilan etmişti.

Bu hem gurur okşayan hem de oldukça güçlü bir tarihsel referans: MS 661-750 yılları arasında 89 yıl boyunca Emevî hanedanı, başkenti Şam olan ve Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a, oradan Orta Asya’ya uzanan bir imparatorluğu yönetti. Daha sonra, İspanya’ya yerleşmiş, 275 yıl boyunca da (756–1031) Kurtuba’dan hüküm sürmüşlerdi. Dünyevi ve pragmatik bir hanedan olarak bilinen Emevîler, Bizans idari yapılarını uyarlayıp geliştirmiş, göreli bir hoşgörü sürdürmüş, dönemin IŞİD’i sayılabilecek Haricileri bastırmışlardı.

Emevîler aynı zamanda İslam’ın dördüncü halifesi ve Şiilerin en kutsal figür olarak saydıkları Ali’nin tarihsel düşmanlarıydı. Ali’ye isyan etmiş ve onun soyundan gelenlerle -en meşhuru ikinci Emevî “halifesi” Yezid tarafından Kerbela’da katledilen oğlu Hüseyin ile – savaşmışlardı. Bu tarih, Emevîleri Şii teolojisinde şeytanlaştırılmış bir timsal haline getirir.

Bir de tabii, Emevîler Arap milliyetçisiydi ve uyguladıkları politikalarla sistematik olarak Perslere ayrımcılık uyguluyordu. “İran işgalinden kurtarılmış” bir Arap ülkesinde, Emevîler Esad ve İran’dan geriye kalan ne varsa onu simgeliyordu.

Mezhepsel bir şifrenin ötesi

Emevî referansı, yalnızca mezhepsel bir şifre değil. HTŞ, tarihsel Emevî devletinin mirasına yaptığı atıfla, siyasi projesine pratik bir meşruiyet kazandırmayı ve etkisini Selefi çevrelerin dar sınırlarının ötesindeki Sünni topluluklara yaymayı hedefliyor. Bu strateji, HTŞ’nin radikal İslamcı bir silahlı örgüt olmaktan çıkıp, destekçileri nezdinde etkin yönetim becerisine sahip ve Suriye’ye eski “ihtişamını” kazandıracak iddialı başarılar vaat eden daha “vatansever” bir siyasi yapı olarak görülmesini de sağlıyor.

Sünni fakihlerin ana akım görüşü, Emevîlerin Ali ile olan çekişmesinde hatalı olduğu ve Hüseyin’in katlinin kabul edilemez bir suç teşkil ettiği, fakat ümmetin maslahatının Müslümanların onların liderliğini kabul edip ilerlemesini gerektirdiği yönünde. Antik ve modern tarihçiler ise, Emevîler döneminde seküler çıkarların dini ilkelerin önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Öyle ki Emevîler dini hassasiyetlerden çok etkililiğe öncelik veriyorlardı.

Günümüzde “Benî Ümeyye” tabiri¹, dini bağlılık derecesine bakılmaksızın eş-Şara’yı ve onun hükümetini destekleyen Sünnilerle eş anlamlı kullanılır hâle geldi. Emevîler yalnızca devlet yönetiminde dindarlığı bir kenara bırakmakla kalmamış, istişare (şura) prensibini de terk etmişti. Bu durum, yeni kurulacak Suriye devletinin de benzer şekilde demokratik bir meşruiyetten yoksun, anayasal bir cumhuriyetten ziyade yarı-monarşik bir yapıya benzemesi nedeniyle bilhassa işlevli bir referans sunuyor.

Sünni sokağındaki cazibe

Ne var ki tüm Suriyeliler Emevîciliğe aynı ölçüde coşku duymuyor. Dini azınlıklar bunu bir İslam devleti ile eş anlamlı görürken, Kürtler Arap şovenizminin örtülü şekli olarak yorumluyor. Liberal Sünniler şovenizm, kimi İslamcılar ise Muhammed peygamber ve sahabelerin ideal modelinden bir adım geri çekiliş olarak değerlendiriyor.

Ne var ki HTŞ için Emevîler, antik ile modernin kusursuz bir kimlik sentezini temsil ediyor: İslami ama İslamcı değil, geleneksel ama idealist, hoşgörülü ama gerektiğinde acımasız olabilen, görünüşte dindar ama maddi servet biriktirmeye de açık ve elbette ki “Suriyeli.”

Emevîcilik, ideolojik sembolizm açısından pek de sofistike sayılmaz; fakat ona asıl gücünü belki de popülist sadeliği kazandırıyor. Yeni bir altın çağ vaadi taşıdığı için, savaşın yükünü en ağır şekilde taşımış, bürokratlar, entelektüeller ve azınlıklar tarafından aşağılanmış ve ikinci sınıf muamelesi görmüş geniş bir kesimde teveccüh görüyor. Eş-Şara sayesinde, bu kesimler hem itibar hem de devlet kaynaklarından önemli bir pay elde ediyorlar.

Alabama’daki beyaz işçi sınıfı için kırmızı MAGA [Make America Great Again – Amerikayı Yeniden Büyük Yap] şapkası neyse Halep’in kırsalındaki Sünni bir Arap için bir “Benî Ümeyye” şarkısı odur. Bu, ülkelerinin artık kendilerine ait olduğunu, kontrolü yeniden ele aldıklarını ve “Suriye’yi Yeniden Büyük Yapacaklarını” ilan etme biçimleridir.

Tıpkı Riyad’daki yeni liderleri gibi, artık sahnedeler…


¹ “Benî Ümeyye” (Ümeyye soyundan gelen veya Emevîler), İslam tarihindeki ilk hanedanlık olan Emevîler’in (661–750) kurucu kabilesine verilen isimdir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English