Türkiye 28 Mayıs seçimlerine giderken Suriye ile normalleşme gündemi, adayların en önemli başlıklarından biriydi. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ağırlaştıkça üç milyonu aşkın Suriyeli mültecinin getirdiği ek yük, muhalefet partilerinin iktidarı eleştirirken en önemli argümanı haline geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tablo karşısında kısmen eleştirileri boşa düşürmek için Şam ile normalleşme gündeminde gaza bastı. Peki seçimlerden zaferle çıkan Erdoğan’ın Suriye politikasında bir değişiklik olacak mı? Şam ile normalleşme adımları hızlanacak ya da Türkiye başka bir yol mu deneyecek? Gelişmeler, Türkiye’deki mültecileri nasıl etkileyecek?
Uluslararası Kriz Grubu, Erdoğan’ın üçüncü cumhurbaşkanlığı döneminde Suriye politikasının nasıl olacağına dair bir analiz yayınladı. Merkezi Belçika’da bulunan ve kurucuları arasında George Soros ve Morton Abramowitz gibi tartışmalı isimlerin yer aldığı Uluslararası Kriz Grubu’nun söz konusu analizinde genel bir durum değerlendirmesi yapılıyor. Ancak yine de Suriye’nin kuzeyinde çözüm için Oslo görüşmelerine atıf yapmaktan geri durmayan analizi, grubun daha sonra Türkiye açısından ağır sonuçları olacak “çözüm” sürecine destek verdiğini unutmadan okumakta fayda var:
***
Erdoğan’ın Zaferinden Sonra Türkiye’nin Suriye Politikası
Dareen Khalifa, Gregory Waters
Suriye’de ayaklanmanın başladığı 2011’den bu yana Ankara krizin daha da derinlerine çekildi. Yaklaşımı muhtemelen şimdilik sabit kalacaktır. Ancak bundan sonra yapacağı seçimler milyonlarca Suriyelinin kaderi açısından önem taşıyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilmesi, birçok Suriyelinin Ankara’nın Şam politikasının kendi aleyhlerine dramatik bir şekilde değişebileceği yönündeki korkularını yatıştırdı. Türk lider beş yıl daha koltuğunda oturmaya devam ederken Ankara askerlerini Suriye’nin kuzeyindeki bazı bölgelerde tutmaya kararlı. Ayrıca Türkiye’deki üç milyondan fazla Suriyeli mültecinin de en azından şimdilik orada kalması muhtemel. Ankara, Şam’la savaş başladığında kopan ilişkileri yeniden başlatmak için görüşüyordu ve görüşmeye devam edecek, ancak Erdoğan’ın yeni kabinesi, Türkiye’nin güney komşusundan kaynaklanan ulusal güvenlik sorununun, ani bir değişim riskini göze alamayacak kadar çok olduğunu düşünen yetkililerle dolu. Mülteciler ve Suriye’nin kuzeyinde yerinden edilmiş milyonlarca insan için statükonun devamı, Türkiye’nin politikasında yaşanacak bir kırılmanın yol açacağı kargaşayı önlüyor ya da en azından geciktiriyor. Ancak aynı zamanda bu Suriyelileri, Türkiye de baş aktörlerinin büyük ölçüde uzlaşmaz hedefler peşinde koştuğu ve bu hedeflere ulaşmak için net stratejilerden yoksun olduğu bir savaşın gelgitlerine karşı, savunmasız bir şekilde belirsizlik içinde bırakıyor.
Erdoğan üçüncü cumhurbaşkanlığı dönemine güçlü bir pozisyonda giriyor ancak çok sayıda zorlukla karşı karşıya. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik darboğaz, Ankara’nın Suriyeli mültecilere yönelik cömert yaklaşımını ciddi bir siyasi baskı altına alıyor. Ankara’nın temmuz ayında İsveç’in NATO üyeliğini engellemekten vazgeçmesi ittifak içindeki ilişkilerini yumuşatmaya yardımcı olacak. Ancak Türkiye’nin Rus füze savunma sistemlerini satın alması ve Washington’un Suriye’deki IŞİD karşıtı mücadelesinde Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) ana ortağı olarak seçmesi de dahil ABD ile yaşanan gerginlikler devam ediyor. Türkiye’nin Rusya ile olan hassas ilişkileri de kısmen Ankara’nın, Şam’daki Moskava’nın müttefikiyle yaşadığı çıkmaz nedeniyle, sürekli olarak yeniden ayarlanmayı gerektiriyor.
Suriye’deki savaş özellikle Ankara için karmaşık bir dizi risk ve fırsat sunuyor. Türkiye, Suriye ile 900 km’lik bir sınırı paylaşıyor ve yaklaşık 3,3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Türkiye, kırk yıldır Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile çatışma halinde ve PKK’nın Suriye kolu SDG (Suriye Demokratik ABD desteğiyle IŞİD ile savaştıktan sonra geniş bir bölgeyi kontrol altında tutuyor. Türkiye, ABD ve AB ile birlikte PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor. Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasının iki ayağı, Suriye’nin kuzeybatısında güvencesiz bir şekilde yaşayan yaklaşık beş milyon yerinden edilmiş insan arasından daha fazla mülteci akınını önlemek ve SDG’nin (ve dolayısıyla PKK’nın) kuzeydoğudaki kontrolünü kırmasa da zayıflatmak. Suriye’nin komşusu olarak Türkiye, Şam ile ilişkilerini düzeltmek için harekete geçen Arap ülkelerinin çoğundan daha fazla risk altında. Beşar Esad rejiminin bu iki endişeyi tatmin edici bir şekilde ele almaya istekli ya da muktedir olduğu konusunda derin şüpheler var.
2011’de Suriye’de halk ayaklanmasının başlamasından bu yana ve bunu takip eden iç savaş boyunca Türkiye, kendisini çatışmanın daha da derinlerine çeken, kısa vadeli politikalar arasında bıçak sırtında yürüdü. Batılı güçler gibi Ankara da ilk başta Esad’a karşı sağlam bir duruş sergiledi ve Suriye liderini devirmek için isyancıları destekledi. Ancak daha sonra, Esad’ın hayatta kalacağı netleştikçe, yukarıda belirtilen ikiz hedeflere öncelik verdi. SDG’yi dizginlemek için Ankara 2016’dan bu yana Suriye’ye dört saldırı düzenledi. SDG hedeflerine düzenli olarak insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor ve Washington ile Moskova’nın görmezden geldiğine inandığı Suriye’deki PKK’lıların peşine düşmek için rutin olarak daha fazla müdahale tehdidinde bulunuyor.
Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki üç bölgede konuşlandırdığı tahmini 10,000 askeriyle çıtayı yükseltti ve çatışmanın yönünü şekillendirebilecek son derece etkili bir oyuncu haline geldi. Şam, SDG gibi kendi nedenleriyle Türkiye’yi işgalci bir güç olarak görürken, yerinden edilmiş milyonlarca Suriyeliye göre Türk ordusunu acımasız bir rejimle aralarındaki tek tampon. Suriye’nin kuzeybatısında bir vilayet olan İdlib’deki Türk birlikleri, Ankara’nın 2020’de Rusya ile müzakere edilen ve milyonlarca insanı koruyan ve mülteci akışını durduran ateşkese uyulmasını sağlıyor. Aynı zamanda, BM ve birçok devlet tarafından hâlâ terörist grup olarak tanımlanan El Kaide’nin eski bir kolu Heyet Tahrir el Şam’ın bölgedeki kontrolünü pekiştirmesine de izin verdi. Halep’in kuzeyinde Türk askeri, polis ve istihbarat teşkilatları, Suriye Ulusal Ordusu adı verilen ve yaygın olarak yolsuzluk ve suç işlemekle itham edilen Suriyeli gruplar topluluğunu denetliyor. Daha doğuda ise Ankara 2018 ve 2019’da SDG’den ele geçirdiği bölgeleri elinde tutuyor. Grupla sık sık karşılıklı ateş açılıyor.
Ne Suriye’deki askeri konuşlanma ne de milyonlarca Suriyeli mültecinin varlığı Türkiye’de popüler değil. Ülkenin dibe vuran ekonomisi ve mültecilere yönelik milliyetçi düşmanlık, mayıs ayındaki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesinde Suriye karşıtı söylemlerin yükselmesine neden oldu. Hem Erdoğan hem de ana rakibi Kemal Kılıçdaroğlu kampanyalarında mültecilerin Suriye’ye geri gönderilmesinden bahsetti. Türk muhalefet partileri, mültecilerin geri dönüşünü kolaylaştırmak ve Türkiye’nin Suriye’deki askeri müdahalesini azaltmak için Esad ile ilişkilerin normalleştirilmesi vaadinde bulunacak kadar ileri gittiler. Erdoğan’ın kendisi de kısmen bu iddiaları boşa çıkarmak için 2022 ortalarında Rusya’nın ev sahipliğinde düzenlenen ve daha sonra İran’ın da katıldığı bir dizi görüşmeye katılarak Şam’a yönelik kamuoyu önünde girişimlerde bulunmaya başladı. Erdoğan’ın Suriye rejimiyle arasını düzeltmeye çalıştığı algısı, Ankara ile Şam arasında bir pazarlığın kurbanı olacaklarından korkan hem Türkiye’deki hem de Suriye’nin kuzeyindeki Suriyeliler arasında endişeye yol açtı.
Erdoğan’ın yeniden seçilmesi, Şam ile esaslı görüşmeler yapma ihtiyacını geçici olarak ortadan kaldırmış görünüyor. Ancak hem Cumhurbaşkanı hem de muhalifleri tarafından yüksek riskli olarak algılanan 2024 yerel seçimleri, önümüzdeki aylarda Erdoğan’ın Suriye politikasını gündemde tutmaya devam edecek. Mevcut durum, desteklediği isyancıların ve kontrol ettiği bölgelerin geleceği de dahil, Türkiye’nin Suriye’deki varlığına ilişkin bazı önemli soruları yanıtsız bırakıyor. Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’de asker konuşlandırması rejimin yeni saldırılarını caydırdı ve böylece -en azından şimdilik- bu bölgelerin Şam’dan fiili özerkliğini sağlamlaştırdı. Ankara artık, haklı olarak, caydırıcı rolünü sona erdirmenin ve rejim güçlerinin geri dönüşüne izin vermenin çok daha fazla mülteciyi Türkiye’ye iteceğine ve bunun büyük iç siyasi sonuçları olacağına inanıyor. Bu bölgelerin kontrolünü süresiz olarak sürdürmek siyasi ve mali açıdan maliyetli olsa da Türk hükümetinin gözünde alternatifi daha da maliyetli.
Türkiye’nin SDG ile mücadelesi de benzer şekilde geçici önlemlerle sınırlı kaldı. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda insansız hava araçlarıyla düzenlediği saldırılarda, çoğu Ankara’nın yıllardır peşinde olduğu PKK ile bağlantılı çok sayıda SDG mensubu öldürüldü. Ancak Türkiye’nin askeri eylemlerinin hiçbiri örgütün topraklar üzerindeki hakimiyetini zayıflatmadı ya da en önemlisi petrol olan stratejik kaynaklara erişimini azaltmadı. Saldırılar zaman zaman sivil kayıplara yol açarak uluslararası tepkileri tetikledi. Dahası, bazı füzeler Suriye ve Irak’taki ABD güçlerinin endişe verici derecede yakınına düşerek Ankara’nın Washington ile ilişkilerini daha da sıkıntıya soktu. Erdoğan’ın defalarca tehdit ettiği olası bir Türk kara operasyonu, SDG ve PKK savaşçılarını sınırdan birkaç kilometre daha uzağa itmekten başka bir işe yaramayacak.
Ankara defalarca Şam’la temasa geçti ve kısmen Ankara’nın temel güvenlik kaygıları olarak gördüğü konuları ele almanın yollarını test etmek için rejimin güvenlik yetkilileriyle sessizce iletişim kurdu. Türk ve Suriyeli yetkililer görüşmelerin SDG’nin Suriye’nin kuzeydoğusuna ulaşmasını engellemeye odaklandığını ve bu konuda muhtemelen ortak bir zemin bulabileceklerini söylüyorlar. Ardından, 2022’nin ortalarında, Türk liderliği, kısmen seçim nedeniyle, ancak aynı zamanda Rusya, İran ve Irak’tan gelen taleplere yanıt olarak, Esad rejimiyle uzlaşmaya hazır olduğu sinyalini vermeye başladı. İki ülkenin üst düzey diplomatları, Rus ve İranlı mevkidaşlarıyla birlikte nihayet bir sonraki mayıs ayı başında Moskova’da bir araya geldi, ancak ileriye dönük somut adımlar üzerinde anlaşamadılar.
Ancak bu toplantılar devam ederken bile Ankara, temel kaygılarını gidermeye Şam’ın istekli ya da muktedir olacağından şüphe duyduğunu belirtti. Örneğin, rejimin milyonlarca Suriyelinin daha sınırı geçmesine neden olmadan, mevcut mültecilerin Türkiye’den güvenli bir şekilde geri dönmesine izin vermek bir yana, şu anda Türkiye’nin koruması altında olan kuzeydeki toprakları geri kazanabileceği konusunda ikna olmuş değil. Ocak ayında Kriz Grubu’na konuşan üst düzey bir Türk yetkili, “Şam’ın geri aldığı her kilometre binlerce mülteciyi bize gönderiyor” demişti. Ankara ayrıca, Türkiye’nin güçlerini çekmesi ve hava saldırılarına son vermesi halinde Şam’ın Suriye’nin kuzeydoğusundan PKK saldırılarını önleyebileceğinden de kuşkulu. Türk liderler, Şam’ın kuzeydoğuda devlet varlığını göstermelik olmaktan öteye götüremeyeceğini ve tüm yetkiyi SDG’ye bırakacağını düşünüyor. Dolayısıyla Şam’ın geri dönüşü SDG’yi dize getirmekten ziyade meşruiyetini artırabilir. Bu nedenle Ankara, ilişkilerin normalleşmesi için Şam’ın ön şartı olan tüm Türk askerlerinin Suriye topraklarından çekilmesi konusunu görüşmeyi kategorik olarak reddediyor.
Özetle, Erdoğan’ın yeniden seçilmesi, muhtemelen Türkiye’nin Suriye politikasında çok az şeyin değişeceği anlamına geliyor. Muhalefetin zaferinin sonuçlarından endişe duyan Suriyeliler için Erdoğan’ın zaferi bir nebze rahatlama sebebi gibi görünüyor. Öte yandan rejimi ya da SDG’yi destekleyenlerin kutlayacak daha az şeyi var. Ankara’nın Suriye’deki öncelikleri -SDG’den algıladığı tehdidi ele almak ve İdlib’de Türkiye’ye doğru daha fazla göçü tetikleyecek bir rejim saldırısını durdurmak -aynı kalacak. Dahası, yeniden seçilmiş olsa bile Erdoğan’ın Türkiye’nin Suriye politikası için daha uzun vadeli bir vizyon ortaya koyması, Suriye’deki oyunun sonunun nasıl görüneceğine dair belirsizlik ve tüm etkisine rağmen Türkiye’nin söz sahibi tek ve hatta en önemli aktör olmadığı göz önüne alındığında pek olası görünmüyor. O halde Suriyeli mülteciler ve ülke içinde yerinden edilenler bazı açılardan diken üstünde kalmaya devam edecek.
Ankara muhtemelen bir politika değişikliğine pek yanaşmayacak olsa da özellikle SDG ile ilgili bazı hedeflerine Suriye’de diplomatik yollardan ulaşıp ulaşamayacağını test etmeye değer. ABD’nin yirmi yıllık “terörle savaş” deneyiminin de gösterdiği gibi, askeri araçlar tek başına siyasi sorunları nadiren çözer. Türkiye, Suriye’nin kuzeydoğusundaki sorununu, bu bölgeler için makul bir uzun vadeli vizyonu olmadan kontrol ettiği alanları genişleterek çözmeyi umamaz. Şimdilik, özellikle SDG’nin de gerilimi azaltıcı adımlar atması, örneğin PKK’nın Suriye’nin kuzeydoğusundaki görünürlüğünü azaltması ya da Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolündeki bölgelere yönelik saldırılarını durdurması halinde, gerilimin azaltılmasına yönelik koşulların dile getirilmesinde fayda var. Özellikle de Erdoğan ve yeni kabinede Dışişleri Bakanı olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012 sonlarında PKK ile bu çatışmadan barışçıl bir çıkış yolu bulmak için masaya oturması dikkat çekiciydi. Yeniden seçim kampanyasını geride bırakan ve PKK’yı askerî açıdan gerileten Türkiye Cumhurbaşkanı, içinde bulunduğumuz dönemi SDG ile bir tür yumuşama arayışı için elverişli görüyor olabilir.
Erdoğan’ın ne yapacağını zaman gösterecek ama her halükârda Ankara’nın yapacağı seçim Suriye’deki çatışmanın gidişatını ve Türkiye’de yaşayan milyonlarca Suriyelinin ve Suriye’nin Türk askerleri tarafından şu ya da bu ölçüde korunan bölgelerinin kaderini belirlemeye yardımcı olacak.