Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

Yayınlanma

Faşizm çok güncel gene; ama teorik açıdan netameli bir konudur. Bir dizi nedeni var bunun. Birincisi, her faşist iktidar o ülkenin özgül nesnel şartları üzerinde yükselir ve bunlardan birinin veya bir bölüğünün niteliklerinin genelleştirilmesi de farklı faşizm kavramsallaştırmalarına yol açar. İkincisi, en genel nitelikler söz konusu olduğunda bile emperyalist ülkelerde faşizmler ile sömürge ülkelerde faşizmler arasında yapısal farklılıklar vardır. Üçüncüsü, kanlı bir rejim olarak faşizmin görüngüleri sık sık onun gerçek muhtevasının yerine konulur.

Aşağıdaki yazı birinci ve ikinci noktaları dışlamamakla birlikte meseleye esas itibariyle üçüncü noktadan bakıyor. Görüngüyü muhtevanın yerine koyan faşizm teorileri sadece yanlış değil aynı zamanda siyasi açıdan da tehlikelidir, çünkü yanlış bir siyasi hedef gösterir bunlar ve bu yanlış çoğu zaman faşizmlere koltuk değneği olmakla sonuçlanır.

Mesela, ABD seçimleri yaklaşırken solda giderek yaygınlık kazanan görüşler genellikle şu çerçevede: Trump’ın yükselişi faşizmin yükselişi demektir; çünkü darkafalı ve sağcı taşralı küçük ve orta burjuvazinin istikrarlı desteğinden yararlanıyor; bu kesimler tabiatları itibariyle “aşırı sağcıdır”; onların desteği kendisi de aşırı sağcı olan Trump’a siyasi meşruiyet sağlıyor ve tekrar başkan seçilmesinin önündeki engelleri kaldırıyor. Bu görüşe göre Trump’ın başkanlığı ABD’de faşistleşme süreci anlamına gelir; bu süreç ona siyasi gücünü veren kesimlerin (Senato baskını sırasında görülen) bir tür “kara gömlekliler” örgütleme süreciyle paralel yürüyor.

Bu görüş, sadece ABD’de değil bütün batı ülkelerinde “aşırı sağa” karşı sol adına “liberallerin” desteklenmesine yol açıyor: ABD’den Fransa’ya, Almanya’dan Hollanda’ya kadar böyle. AfP’ye karşı Yeşiller, Wilders’e karşı Rutte, Le Pen’e karşı Macron, vb. İlk grup bir defa faşist ilan edilince ikinci grup ister istemez faşizmin yükselişine karşı can simidi olarak görülüyor.

Burada “aşırı sağcılık” milliyetçilikle ilişkilendiriliyor. Bu büsbütün yanlış sayılmaz, ama büsbütün yanlış olmayan her şeyde olduğu gibi aslında yanlıştır; çünkü ana halkayı görüngüde arıyor. Sayılan bu hareketlerin milliyetçi ve hatta yabancı düşmanı olduklarına şüphe yok, sağcı ve hatta “aşırı sağcı” olduklarına da şüphe yok. Ama milliyetçi oldukları için değil, sağcılığı ve solculuğu tartmak için tek gerçek teraziye, antiemperyalizm ve antifaşizmin terazisine vurulduklarında emperyalizmden (ve faşizmden) yana oldukları için sağcılar bunlar.

Milliyetçilik sağcılığın görüngülerindendir, ama sağcılığın kendisi değildir. Milliyetçilikler 20’nci yüzyıl tarihi boyunca gerici olduğu kadar ilerici rol de oynamıştır; dahası, antiemperyalist mücadeleler tarihi bir anlamda milliyetçiliklerin tarihidir. Eğer sağcılık tanımı tek bir niteliğe: milliyetçiliğe sıkıştırılırsa milliyetçi olmayan birinin pekâlâ solcu olduğu da ileri sürülebilir. Oysa doğru değildir bu; liberaller ne milliyetçi ne yabancı düşmanıdırlar ama bu kavramın en saf anlamıyla katıksız sağcıdırlar. Milliyetçilik ancak mali sermayeyle ilişkilendirildiğinde faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Faşizm zulmün belli bir limiti aşma hali değildir (böyle meselelerde “belli” diye tanımlanan her şey belirsizi gizlemek içindir; “belli bir limit” tamamen belirsiz, keyfi, sübjektif bir tasarımdır zaten). Yani mesela şöyle tanımlanamaz faşizm: bir ülke halkının yüzde şu kadarı siyasi iktidar tarafından takibat altında tutulur, yüzde şu kadarı öldürülür veya hapsedilirse o ülkede faşizm var demektir. Bu, görüngünün muhtevanın karşısına konulmasıdır. Faşizm kıyıcı bir rejimdir, ama başka kıyıcı rejimler de vardır ve bazı tarihi kesitlerde bunlardan kimisinin kurbanlarının sayısı itibariyle faşizme rahmet okuttuğu bile olur. Avrupa’da cadı avı 50 binin üzerinde kurbana mal olmuştur; sayıları 145 milyonu bulan Amerika kıtaları yerlilerinin yüzde 90-95 kadarı sadece iki yüzyıl içinde yok edilmiştir; Roma Kartaca’yı yeryüzünden silmiş ve öldürmediklerini köleleştirmiştir; ama bunların hiçbiri faşizm değildir. Faşizm bütünüyle moderndir ve kıyıcılık ancak mali sermayeyle ilişkilendirildiğinde faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Veya faşizm muhtelif kimliklerin baskı altına alınmasından ibaret de değildir; beli bir veya bir grup etnik, kültürel, cinsel kimliğin bastırılması faşizm demek değildir. En azılı biçimiyle şovenizmler bile kendi başına faşizm değildir. Aksi takdirde bu bir kez daha görüngünün muhtevanın karşısına konulması anlamına gelir. Görüngü, bastırılan belli bir kesimdir, görüngüde bastırılan grubun niteliği (enik, kültürel, cinsel bir azınlık vb.) öne çıkar; muhteva ise bastırma eyleminin kendisidir. Neden bastırılıyor ve kimin değirmenine su taşıyor? Eğer emperyalizm çağında bastırılan grubun niteliği ancak tali bir önem taşıyor, bastırma eylemi ise halk sınıf ve tabakaları içinde düşmanlıklar yaratmak, antagonistik sınıf farklılıklarını belirsizleştirmek, sınıfları örgütsüzleştirmek ve amorflaştırmak hedefini güdüyorsa, bu, bastırma eyleminin mali sermayenin değirmenine su taşıması demektir ve ancak o zaman faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Veya faşizm, “yeniye” karşı “muhafazakârın” kendini dayatması da değildir; bunlar da belirsiz, kerameti kendinden menkul kavramlardır. “Yeni” her zaman iyi anlamına gelmez.  Burada önem taşıyan şudur: faşizmler bugüne kadar hep eskiyi (eskinin bir biçimini: genellikle “güçlü” olunan, “cihan hâkimiyeti mefkûresinin” doğduğu kadim zamanları, geçmiş “asr-ı saadetleri” vb.) vazettiler. Bunun küçük burjuvazinin varoluş krizi yaşadığı ortamlarda son derece işlevsel demagojik bir rol oynadığına kuşku yoktur. Ama faşizmlerde görüngünün muhtevanın önüne konulması tehlikesi bir kez daha karşımıza çıkar burada: görüngü, gelenekselcilik; muhteva, küçük burjuvazinin varoluş krizi. Bu varoluş krizine karşı küçük burjuvaziyi tahkim etmek amacıyla kullanılan bir ideolojik formdur sadece gelenekselcilik. Bu form mali sermayenin değirmenine su taşıyorsa, işte ancak o zaman faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Bütün marksist hareketler birbirleriyle kanlı bıçaklı oldukları dönemlerde bile faşizmin iki temel niteliğini öne çıkarırlar: 1) mali sermayeyle ilişkisi; 2) küçük burjuvaziyle ilişkisi.

Temel teorik problem faşizmin birden fazla yüzü oluşundadır. Faşizm bir anda iktidara gelmez; ilkin faşist hareketler olarak ortaya çıkar. Bir faşist hareket bütün siyasi hareketler gibi kitle hareketidir; onun yükselişinin arkasındaki neden küçük burjuvazinin varoluş krizidir. Varoluş krizi, sadece iktisadi krizin neden olduğu bir fiziki varoluş krizi (küçük ve orta burjuvazinin kütlesel mülksüzleştirilmesi) değil, dolayısıyla ideolojik bir krizdir: sosyal altüst oluş bütün eski ideolojik “paradigmaları” yıkmıştır ve küçükburjuvazi şimdi kendisi için yeni “paradigmalar” arayışındadır. Klasik faşizmlerde devr-i saadet özlemi, şovenizmin yükselişi, şiddet fetişizmi, geleneksel sınıf ilişkilerinin yerine milli düşmanlıkların geçirilmesi bunun sonucudur. Bu, Poulantzas’ın dönemlendirmesini takip edersek, birinci dönemdir: “sürecin başlangıcından dönüşsüzlük noktasına kadar olan dönem”. Dönüşsüzlük noktasından iktidara gelinceye kadar olan dönem onu takip eder; sonra da iktidarda iki döneme ayrılır.

Klasik faşizmlerin değerlendirilmesinde solda hâlâ çok yaygın olan, ama kesin olarak yanlışlanmış görüş şudur: faşizm, işçi sınıfının iktidar mücadelesi karşısında devrim ve karşıdevrim ikileminin sonucu olarak, emekçi sınıfların mücadelesini bastırmak için iktidara geldi. Doğru değildir bu; faşizm devrimin kesin yenilgisinden çok sonra, burjuvazinin iktidarının pekişmesinden çok sonra, ama burjuvazinin iki temel fraksiyonunun: sanayi sermayesiyle banka sermayesinin çatışması sonucunda iktidara gelmiştir ve bu iktidara geliş sürecinde, “ikinci dönemde”, emekçi sınıfların muhalefeti tali bir önem taşır, çünkü bu muhalefet artık önemsizdir.

Burada daha da önemli olan şey şudur: birinci dönemin küçük burjuva sağcı hareketi eğer büyük burjuvazi tarafından finanse edilmiyor, desteklenmiyorsa, eğer sadece bir küçük burjuva sağcılığından ibaretse faşist değildir veya henüz değildir. Günlük jargonda bütün küçük burjuva sağcılıklarının faşist sayıldığına sıkça rastlanır, ama siyasi mücadelede aradaki fark tayin edici olabilir.

Klasik faşizmlerde ona damgasını vuran şey, bu ülkelerde sanayi sermayesi ile banka sermayesi arasındaki çatışmadır; bu çatışmanın banka sermayesi yararına çözümü süreci küçük burjuva sağcılığının yükselişi süreciyle iç içe geçtiği için “dönüşsüzlük noktası” aşılmış, faşist diktatörlükler ortaya çıkmıştır.

Faşizm milliyetçiliğin, baskının, milli-kültürel düşmanlıkların, muhafazakârlığın belli (yani belirsiz) bir limiti aşması değildir. Bunlar görüngüdür, ama muhteva değildir. Muhteva emperyalist yayılmacılıktır ve milliyetçilik ancak bunun görüngüsüdür. Faşizm hukuksuz kıyıcılık değildir. Kıyıcılık görüngüdür; onu başka kıyıcılıklardan ayırt eden muhtevası ise mali sermayenin ihtiyaçlarıyla çakışması ve ileride doğrudan doğruya onun eylemlerinin sonucu haline gelmesidir. Faşizm belli bir etnik, kültürel veya cinsel kimliğin “tekçilik” adına bastırılması da değil. Bastırılanın ne olduğu bir görüngüdür; ama faşizmin muhtevası bastırma eyleminin kendisidir; bastırmanın emekçi sınıfları atomize etmek, boğmak, amorflaştırmak için yapılıyor olmasıdır. Faşizm muhafazakârlığa dönüş değildir. Muhafazakârlık görüngüdür, muhteva ise küçük burjuvazinin varoluş krizidir ve bu, klasik faşizmlerin ilk dönemini niteler. Bütün bunlar, klasik faşizmlerin ortaya çıkışında burjuva fraksiyonları arasındaki çatışmalarla çakışır; çatışmanın bir tarafında esas itibariyle sanayi sermayesi, diğer tarafında esas itibariyle banka sermayesi vardır ve çatışma, her halükârda, banka sermayesinin zaferi ve bu sermaye gruplarının kaynaşmasıyla sonuçlanır.

Süreç bugün karmaşıklaşmıştır kuşkusuz; (Erman Çete’nin deyişiyle) “hem finansal hem de endüstriyel holdingler, artık non-financial kurumların etrafında yeniden yapılandırılmıştır” — ancak bu, emperyalist sistemin niteliğinin değiştiği değil, teoride idealize edilen biçimine daha çok yakınsadığı anlamına gelir.

Görüngüler değişebilir, ama nitelik değişmez. Milliyetçiliğin yerine tamamen başka bir şey, mesela din veya kozmopolitizm geçebilir; kıyıcılık kör bir şiddet sarmalı yerine gayet hukuki biçimler kazanabilir; sınıf bağlarını amorflaştırmak için ille de “tekçilik” gerekmez, bastırma eylemi pekâlâ “çoğulculuk” adına da yapılabilir; küçük burjuvazinin varoluş krizinde muhafazakârlığa dönüş görüngüsünün yerini pekâlâ “woke” da alabilir.

Geçebilir, kazanabilir, yapılabilir, alabilir… bir ihtimal değil; tam da böyle oluyor. Batı ülkelerinde milliyetçiliğin yerini kozmopolitizm aldı; alabildiğine hukuksuz şiddet alabildiğine hukuki biçimler altında uygulanıyor ve bütün kapitalizm tarihi boyunca kazanılmış sosyal haklar hızla budanıyor; toplumu atomize etmeye yönelik yapısalcılık, postyapısalcılık, postmodernizm gibi tamamen marksizme karşı icat edilmiş, çağdaş, hatta genellikle solcu sayılan alabildiğine gerici yöntemler kullanılıyor; küçükburjuva gericiliği ise hem görünürde muhafazakârlığın antitezini andıran woke ve iptal kültürü üzerinde, hem de geleneksel küçükburjuva sağcılığı üzerinde yükseliyor.

Ve bu süreç bir kez daha büyük burjuvazinin iç çatışması ve düşmanlıklarıyla çakışıyor, gerçek tehlikesi de tam burada yatıyor. Kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıfların kendi aralarındaki mücadelelerinde altüst oluş, bölüşüm modelinde altüst oluş, küçükburjuvazinin çeşitli biçimlerde gericileşmesi, işçi sınıfının deklase olması — bütün bunlar tek bir sürecin farklı momentleri.

GÖRÜŞ

Ukrayna’da barış için iki çizgi mücadelesi: Batı ve Küresel Güney

Yayınlanma

Batı kamuoyunda Rusya-Ukrayna, Moskova’da ise Rusya-Kolektif Batı (ABD, AB, NATO) Savaşı olarak adlandırılan güç mücadelesi nasıl sona erecek? Bu konuda iki farklı çizgi mevcut. Bu çizginin ilkini temsil eden Batı dünyası son olarak İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran tarihlerinde resmi adıyla “Ukrayna’da Barış Zirvesi” düzenlendi.

Zirveye ihtilaflı tarafın yani Rusya’nın çağrılmaması Batı’nın Ukrayna’da barışa müzakereler ve tavizler yoluyla değil, rakip ülkenin tam mağlubiyeti ile ulaşmayı arzuladığını gösteriyor. Ukrayna’da Barış Zirvesi’nin hemen öncesinde Rusya’nın dondurulan mal varlıklarından elde edilecek gelirin Ukrayna’ya aktarılması ve Rusya’nın Ukrayna sahasından Batı’nın istihbarat ve mühimmat desteği ile vurulmasına verilen onay da bu nedenle tesadüf değil.

Önümüzdeki günlerde NATO toplantısından çıkacak Ukrayna’ya uzun vadeli ve kurumsal destek kararını göz önünde bulundurursak İsviçre’deki etkinliği “Ukrayna’da Barış Zirvesi” yerine “Rusya’yı Teslim Alma Girişimi” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

Rusya’ya diz çöktürmek: Teorik açıdan kusurlu, pratikte imkansız

Rusya’yı diz çöktürerek barışı tesis etme girişiminin teorik ve pratik açıdan çıkmazı bulunuyor. Batı dünyasında efsanevi bir siyasi zeka olarak kabul edilen eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger savaşlarda bir tarafı tam teslimiyet koşulları altında masaya oturtmanın gerçek bir barışı değil gelecekteki daha büyük savaşı hazırlayacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yıkımın tohumlarının Birinci Dünya Savaşı’nda atıldığını hatırlamak bu nedenle isabetli olacaktır.

Batı’nın teorik olarak oldukça tehlikeli bu yaklaşımının pratikte de bir karşılığı bulunmuyor. Zira yaptırımlarla teslim alınması beklenen Rus ekonomisi uluslararası kurumları şaşırtacak derecede dayanıklılığını kanıtlarken, Rus ordusunun Ukrayna sahasındaki ilerlemesi devam ediyor.

Savaşı uzatan Barış Zirvesi

Batılıların “day dream (gündüz düşü)” dediği uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerle tertip edilen Ukrayna’da Barış ya da doğru ifadesi ile Rusya’yı Teslim Alma Girişimi’nin nasıl sonuçlandığını anlamak içinse Putin’in açıklamalarına bakmak yeterli olacak. Rusya lideri Putin, G7 ve Barış Zirvesi’nin arasına denk gelecek şekilde yaptığı açıklamada Moskova’nın çatışmaların sona ermesi için yeni şartlarını kamuoyuna duyurdu. Buna göre; Rus ordusu kontrol sağladığı topraklardan çıkmayacağı gibi yeni kazanımlar elde edildiği takdirde barış müzakereleri yeni gerçeklikler ışığında güncellenecek.

Rusya, ABD’li New York Times gazetesinin açıkladığı belgelere bakılacak olursa 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde toprak konusunda daha az talepkar olmasıyla dikkat çekiyordu. İstanbul’da barışın kıyısına kadar gelindiğini ancak bunun dış müdahaleler ile akamete uğratıldığını dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “NATO’ya bağlı ülkelerin içinde savaş devam etsin arzusunda olanlar var. Savaş devam etsin, Rusya daha zayıflasın diye” sözleri ile özetlemişti.

Gelinen noktada Batı’nın her barış konferansı düzenlediğinde savaşın biraz daha uzayacağını görmek sürpriz olmayacak. Böylesine bir tablonun Ukrayna’da Rusya için Afganistan benzeri bir “Sonsuz Savaş” arzulayan ABD’ye hizmet ettiğine ise şüphe yok. Washington yönetimi bu sayede stratejik özerklik arayan Avrupalı devletleri kendi yanında rahatlıklar hizalarken, asıl rakip olarak gördüğü Çin’i kuşatmak için de gerekli politik atmosferi inşa ediyor.

Küresel Güney’in itiraz ve planı

İsviçre’de düzenlenen zirveye katılmayan ya da katılıp da imza atmayan ülkelerin toplamı Ukrayna’da barış için farklı bir alternatifin olgunlaştığını gösteriyor. Rusya ve İran’ın davet edilmediği zirveye Çin ve Mısır temsilci göndermedi. Güney Afrika, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise zirvede yer aldığı halde sonuç bildirgesini imzalamadı. Bu ülkelerin toplamı BRICS olarak adlandırılırken daha geniş planda bakıldığında Küresel Güney’in de Batı’nın çözüm/çözümsüzlük planına ilgi göstermediği dikkat çekiyor. Nitekim Türkiye ve Katar dışında Orta Doğu ülkelerinin büyük kısmı bildirgeye destek vermezken, Orta Asya’nın tamamı, Latin Amerika ve Afrika’nın ezici çoğunluğu da oyunun dışında kalmayı tercih etti.

BRIICS ülkelerinin oluşturduğu alternatifin çatısını Çin ve Brezilya’nın duyurduğu 6 maddelik çözüm planı oluşturuyor. Planın Batı’dan farkı yaptırım siyasetine,  bloklaşmalara karşı olması ve Rusya ile Ukrayna’yı aynı anda masaya oturtma hedefi. Müzakerelerin nerede tertip edileceğine dair şu anda resmi bir öneri olmasa da Çin ve Suudi Arabistan’ın adı öne çıkıyor. Ukrayna krizinin yıldönümünde 12 maddelik yol haritası hazırlayan ve bunu Ukrayna ile Avrupa başkentlerinde müzakere eden Çin’e Rusya’nın initiyatif vermesi muhtemel. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yaptığı açıklamada Çin’in organize edeceği bir sürece müdahil olacaklarını duyursa da Batı krizin tarafı olmakla suçladığı Pekin yönetiminin uhdesindeki müzakerelere sıcak bakmayacaktır. İsviçre’deki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının faturasını Çin’e kesen NATO Genel Sekreteri yaptırım sinyalleri verirken, Ukrayna lideri Zelenski daha düşük bir tonla uğradığı hayal kırıklığını “Biz Çin’in dostluğunu bekliyoruz” diyerek ifade etti.

Çin-Brezilya koordinasyonu ile ilan edilen ve yakın tarihli olmasına karşın 20’nin üzerinde destek verdiği çözüm sürecinde Suudi Arabistan da müzakerelere ev sahipliği yapabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Ağustos 2023’te Ukrayna konulu bir zirveye ev sahipliği yapmış Rusya’nın katılmadığı zirvede Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak tarafından temsil edilmişti. Rusya’nın müdahil olmadığı zirve bildirisine imza atmama kararı alan Suudi Arabistan son hamlesi ile Moskova nezdinde itibarını artırırken, Riyad yönetiminin elinde Batı’yı ikna etmek için bir dizi enstrümanı bulunuyor. Bunlar; Batı dünyası ile geleneksel ilişkileri, petrol kartı, Körfez liderliği, Filistin krizindeki özel konumu olarak sıralanabilir. Son yıllarda dış politikasını Çin açılımı ve İran barışı ile çeşitlendiren Suudi Arabistan’ın bir sonraki müzakerelerde adres olabileceğini İsviçre Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Dairesi Başkanı Gabriel Lüchinger da dile getirdi.

Ateşkes bir ihtimal kalıcı barış uzakta

Çin-Brezilya yol haritası ABD-NATO hattının savaşın devamı yöndeki politikalarına rağmen krizi dondurmayı başarabilir mi? Bunu ilerleyen aylarda öğrenmek mümkün olsa da uzun vadede kalıcı bir barışın tesis edilmesi zor gözüküyor. Zira bunun için öncelikli olarak Batı’nın “barışın diz çöktürene kadar savaşmaktan geçtiği”  yönündeki inancı terk etmesi ve savaşın nedenlerine odaklanması gerekli. Bu konuda Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesini yanlış güvenlik mimarisi olarak tanımlarken, güvenliğin bölünmezliğine vurgu yapıyor. Bir ülkenin ya da ittifakın güvenliğinin bir diğer ülkenin meşru çıkarlarını tehdit etmemesi yönündeki yaklaşımı bugünlerde Asya’ya doğru genişleme çabasındaki NATO için elbette kabul edilebilir değil.

Öte yandan kalıcı barış istikametindeki diğer zorlu görev ise Çin’in tanımladığı şekliyle “karmaşık tarihsel arka plana” sahip Rusya-Ukrayna ilişkilerini yeniden nasıl kurgulanacağı. Çin de dâhil olmak üzere krize çözüm bulmak isteyen ülkeler Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü, egemenliğine ve sınırlarına vurgu yapsa da Moskova ve Kiev arasında özellikle deniz sınırları alanında referans kabul edilebilecek anlaşmalar artık güncelliğini korumuyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Faşizm – 2: Yeni ittifak yolları

Yayınlanma

Yazar

Sınıflar mücadelesi ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret değildir. Hatta çoğu zaman mücadelenin bu biçimi derinlerde yatar ve ancak tarihi olarak tayin edicidir; ama güncel siyasi mücadelelerde tali bir önem taşır. Ezilen sınıflar sınıf mücadelesi sahnesine doğrudan çıktıklarında, ancak o zaman temel bir önem kazanırlar; bunun dışındaki hemen bütün durumlarda sınıf mücadelesi esas itibariyle egemen sınıfların şu veya bu kesimlerinin arasındaki mücadele şeklinde sürer.

Bugün de öyle oluyor. Hâkim sınıflar arasındaki mücadelede halklar ancak dolaylı bir özne bile değil sadece nesnedir. İşçi sınıfının devrimci, hiç değilse ilerici bir varlık gösteremediği faşistleşme sürecinde halk, emperyalist tekellerin kendi aralarındaki mücadelede, küçük burjuva sağcılığının biçimlerinin tekellerin siyasi temsilcilerine kitle desteği sağladığı kadar önem taşır.

Görüngü muhtevanın yerine konulduğunda ortaya çıkan çarpık duruma bir kez daha dikkat çekmeliyiz.

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

İlk bölüme, ABD’ye dönelim: genel kabule bakılırsa geleneksel küçük burjuva sağcılığına yaslanan Trump faşist, ve sırf bu yüzden onun karşısındaki diğer güçler antifaşist veya hiç değilse faşist-değil sayılıyor.

Emekçi sınıfları kapsayan atomizasyon, amorflaşma ve gericileşme Trump’ın destek kitlesinde geleneksel biçimleriyle görülüyor. Ama bugün baskın olan geleneksel olmayan biçimler. Bunlar esas itibariyle mevcut “liberal” iktidarların destek kitlesinde: woke ve iptal kültüründe, “aktivist” zibidiliğinde, muazzam ahlaki dejenerasyonda, kimlikçilikte, vb. ortaya çıkıyor. Neden böyle? Çünkü bu woke kültürü, zibidilik, dejenerasyon vb. düpedüz saldırgan yollardan örgütleniyor. “Ötekileştirme” üzerine bir araba laf ettikten sonra ötekileştirmenin daniskasını bunlar yapıyor; tıpkı hâkim İslami kültürün oruç tutmamayı oruç tutanlara saldırı, namaz kılmamayı namaz kılanlara saldırı, dini eğitime karşı çıkmayı dindarlığa saldırı sayması gibi, liberal etiketli zırvalar da transseksüellerin kadınlara saldırısına, kozmopolitlerin millicilere saldırısına, “aktivistlerin” sanata saldırısına, çokkültürlükçülerin kültürlere saldırısına, emperyalist şemsiye altında devlet hayali kuranların emperyalizmden bağımsızlıkçılara saldırısına vb. yol açıyor.

Üstelik ve daha önemlisi bütün bunlar geleneksel faşist görüngüler arasında değil diye bu akımlar kendilerini antifaşist gibi pazarlayabiliyor da.

Trump’ın destekçileri, esas itibariyle taşra kökenli orta ve küçük burjuvaziden oluşan sağcı örgütler. İşçi sınıfının deklase olan kesimleri de var. Bütün bu kesimler bir varoluş krizi yaşıyorlar ve durum gerçekten de klasik faşizmlerin yükselişindeki kitle tabanını hatırlatıyor.

Ancak küçük burjuva sağcılığının beklentileri, özlemleri, siyasi tasavvurları, rejimin tepesindeki faşist eğilimlerle her zaman örtüşmeyebilir ve hatta çoğu zaman da örtüşmez. Klasik faşizmlerin tarihinin öğrettiği şudur: tepedeki faşist rejim eğilimleri, tabandaki faşist çetelerle yıllarca farklı istikametlerde görünebilir; ancak küçük burjuvazinin varoluş krizinin derinleşmesi, burjuvazinin genel ideolojik krizi, tepede it dalaşı, sermaye birikimi modelinde değişiklik zarureti vb. gibi muhtelif sebepler, muhtelif varyasyonlarla, mali sermayenin (“sanayi ve banka sermayesinin kaynaşması”) “en terörcü…” kesiminin bu serseri hareketiyle ittifak kurmasına yol açar.

Bugün iki farklı türde faşist kitle hareketi var. Birincisi, klasik modele en çok yakınsayan; Trump, Le Pen, VB, AfD, Meloni, Wilders, vb. destekçilerinde görülen türden hareketler. Bu hareketler İtalya şimdilik istisna edilirse iktidarda temsil bulmuyor. Ama ikinci tür faşist kitle hareketi: wokeçuluk, iptal kültürü, ilerici şalına bürünmüş emperyalist işbirlikçiliği, iktidarda doğrudan temsil buluyor: Yeşiller, Macron; Britanya, İsveç, Finlandiya, Hollanda vb. elitinin neredeyse tamamı.

Sanayi sermayesi başka sermaye grupları karşısında rekabet gücünü kaybetme riskiyle karşılaştığında korumacı olur. Bu neredeyse aritmetik bir sabittir. Trump’ın korumacılığı bundan ibaret. Banka sermayesi (NBFI ve varlık fonları dahil) ise gücünü para-sermaye hareketinin tamamen serbest bırakılmasında bulur; böylece hayali sermaye birikimi ve sermaye ihracı azami sınırlarına varır. Demek ki iki farklı menfaat alanının sebep olduğu bir gerilim var ve banka sermayesi sanayi sermayesi üzerinde tam bir tahakküm kurduğunda bile bu gerilim devam eder.

Bir yandan kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıflar kompozisyonunda köklü bir değişim, dolayısıyla bölüşüm modelinin değişmesi; diğer yanda küçük burjuvazi gericileşirken işçi sınıfının deklase olması. Eşzamanlı iki gelişme: bunlar iç içe geçtiğinde, ancak o zaman bir faşistleşme sürecinden söz edilebilir. Bugün Avrupa’nın her yerinde ve ABD’de tam da bu oluyor; ve bu nedenle, “Trump’ın yükselişi faşistleşme süreci anlamına gelir” önermesi yanlıştır; tersine, faşistleşme süreci derinleşirken Trump yükseliyor. Süreci derinleştiren: bütün sermaye gruplarının en teröristi, militaristi, yayılmacısı, müdahalecisi olarak banka sermayesi (çünkü emperyalist sistemin başlıca alametifarikası sermaye ihracıdır) ve onunla kaynaşan, onunla aynı nitelikleri taşıyan, aslında muazzam hayali sermaye birikimiyle ondan da çok balon olan, onunla aynı küresel iktisadi, ideolojik, siyasi hedefleri güden bilişim sermayesidir.

Her faşistleşme sürecinde sermayenin fraksiyonları arasındaki çatışma, taraflardan birinin diğerini yok ettiği mutlak zaferiyle değil tarafların birinin baskın olduğu yeni bir kompozisyon halinde sentezlenmesiyle ortaya çıkar.

Batıda sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın çözümü için bir dizi yol öngörülebilir.

Birincisi, geleneksel sanayi sermayesinin zaferi ve keynesçiliğe yönelmesi olabilir. Ne var ki keynesçilik tam istihdamı idealize edilmiş bir görev olarak önüne koyar; bu, emekçi sınıfların bağımsız siyasi aktörler olarak ortaya çıktığı bir dönemin iktisat siyasetidir ve sınıf mücadelesindeki antagonizmayı yumuşatmayı amaçlar. Oysa bugün emekçi sınıflar burjuvazinin herhangi bir kesiminin taviz vermesini gerektirecek güçte bağımsız bir aktör değil; bu sınıflar otuz yıldır amorflaştırıldı, sınıf bilinçleri iğdiş edildi, yerine şu veya bu biçimiyle kimlikçilik geçirildi, sosyal haklarının büyük bir bölümü budandı ve budanıyor. Hâkim sınıfların bir kesiminin başka bir kesimine karşı mücadelesinde ortak antagonistik düşmanları olan emekçi sınıfları güçlendirecek bir siyasete yönelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Keynesçilik ancak büyük burjuvazinin dizginlenmesini isteyen küçük ve orta burjuvazinin siyaseti olabilir ve gerçekten de öyledir. Çok önemli bu; çünkü eğer halk saflarından büyük burjuvaziye karşı bir muhalefet ortaya çıkacaksa, tek yolu, halkın her kesiminin asgari ortak menfaatlerini öngören böyle bir iktisat siyasetidir ve ancak böyle bir siyaset, küçük burjuva sağcılığının faşist iktidarlar için kitle tabanı olmasının önüne geçebilir. Almanya’da Wagenknecht hareketi bunu simgeliyor ve iktidarın kanatlarını geriletmek için ciddi bir potansiyel ortaya koyuyor; bu eğilim Wagenknecht’in başarısı ölçüsünde bütün Avrupa’ya yayılacaktır.

İkinci yol banka ve bilişim sermayesinin öngördüğü yoldur: küresel oligarşi pekişmeli; emperyalist blok içinde hegemonya sorunu kesin ve nihai olarak çözülmeli; olası alternatif hegemonya merkezleri (başta Avrupa) dağıtılmalı; Avrupa’nın sanayi sermayesi mümkün olduğunca yoğun bir şekilde ABD’ye taşınmalı; bu sermaye neredeyse bütünüyle savaş sanayisine yönelmeli; tek başlı bir emperyalizm, bir Schwab distopyası. Bu savaş yoludur, çünkü sermayenin birikim modelindeki hiçbir köklü değişiklik savaşsız gerçekleşemez.

Üçüncü yol şimdi Trump’ın vazediyor göründüğü yoldur: dış ticarette korumacılık; büyük savaşlar yerine yerel gerilimler ve kontrollü çatışmalar; ABD’de banka ve bilişim sermayesi karşısında sanayi sermayesinin özerkliğinin güçlendirilmesi; finanslaşma öncesi duruma dönüş.

Bu çatışmanın tek çözümü iki hâkim sermaye grubundan birinin diğerini yok etmesi değil ancak ikisinin birden başka bir seviyede entegrasyonu olabilir ve öyle de olacak. İkinci ve üçüncü yol kesişecektir; Amerikan sanayi sermayesinin militarizasyonu hızlanacaktır; ABD için korumacılık dünya için serbest ticaret; ABD için iç barış dünya için savaşlar; memnuniyetsiz küçük ve orta burjuvazinin Amerikan hâkim sınıflarının menfaatleri için örgütlenmesi; stagnasyon tehdidinin ortadan kalkması; Avrupa sanayi sermayesine diz çöktürülmesi sürecinin tamamlanması.

Harika çözüm!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?

Yayınlanma

Doç. Dr. Dilek Yiğit

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz’da genel seçimler yapılacak. 2010 yılından bu yana ülkeyi yöneten ve 2014 İskoçya bağımsızlık referandumu, 2016 Avrupa Birliği (AB) referandumu, AB ile çekilme (Brexit) müzakereleri ve küresel pandemi gibi zorlu olaylar, süreçler ve bunların etkileri ile yüzleşen Muhafazakar Parti, liderlik koltuğuna oturan isimlerin sıklıkla değişmiş olmasının da açıkça gösterdiği gibi, seçimlere iktidar yorgunu olarak gidiyor. Muhafazakarlar tarafından hükümetin yaptığı neredeyse her şeyi eleştirmek suretiyle muhalefet yaptığı ileri sürülen İşçi Partisi ise “potansiyel hükümet” gibi görünüyor; zira seçimlere dair anket çalışmalarının sonuçlarına göre İşçi Partisi açık ara önde. Bu koşullarda kuvvetle muhtemel temmuz seçimleri sonucunda yirminci yüzyılın başından itibaren Britanya’yı en uzun süre yöneten parti olması nedeniyle “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan Muhafazakar Parti iktidarı son bulurken, 1997 seçim zaferini tekrarlayacak olan İşçi Partisi tek başına hükümet kurabilecek.

İktidarın bir kurulu düzen partisinden diğerine geçmesine sebep olacak ve koalisyon hükümeti kurulmasını da gerektirmeyecek temmuz seçimlerinin sonuçlarının, iktidarın Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi arasında el değiştirmesine alışık, koalisyon hükümetlerine ise pek alışık olmayan Britanyalılar için “olağanüstü” bir özelliği olmayacak. Ancak seçimlere dair anket çalışmaları, üzerinde düşünülmesi gereken ve bizlere “Kıta Avrupası’nda olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran bir bulguyu karşımıza çıkarıyor.

Anketlerden çıkan bu bulguya değinmeden evvel, Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiği Kıta Avrupası’ndan farklı bir tablo sunduğunu belirtmek gerekir. Aşırı sağ partilerin Batı Avrupa’da siyaset sahnesine dönmeye başladığı yıllarda Birleşik Krallık’ta  aşırı sağ gruplar bir araya gelerek 1967 yılında National Front adında bir parti kurdular. Parti yerel seçimlerde kısmi başarılar göstermiş olsa da, genel seçimlerde herhangi bir başarı gösteremedi. National Front içinde yaşanan görüş ayrılıklarını ve bölünmeleri müteakiben kurulan British National Party de seçimlerde başarılı olamadı. Birleşik Krallık’ın aşırı sağ parti ailesine 1993 yılında UKIP (United Kingdom Independence Party) katıldı. UKIP AB karşıtlığını siyasi söyleminin merkezine alarak ve Britanyalılar arasında artan Avrupa şüpheciliğinden de beslenerek Muhafazakar Parti üzerinde oluşturduğu baskı nedeniyle AB referandumuna giden süreci hızlandırmış olduğu gerekçesi ile Birleşik Krallık tarihinin en başarılı “tek konu partisi” olarak nitelendirilmektedir, ancak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkate değer başarılar göstermiş olsa da, UKIP’in, 2015 genel seçimleri hariç, genel seçimlerde herhangi bir başarısı olmamıştır.

Dolayısıyla Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerinin, Kıta Avrupası’nda seçim başarıları gösteren aşırı sağ partiler ile mukayese edildiklerinde “başarısız”  kaldıklarını söyleyebiliriz. Birleşik Krallık da aşırı sağ partilerin siyaseten etkili olmadığı ve olamayacağı bir ülke  imajı sergilemektedir. Hal böyle iken bizlere “Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran seçim anketi bulgusu, Birleşik Krallık’ın söz konusu imajının sürdürülebilirliği açısından da önemlidir.

Nedir bu bulgu? Seçim anketlerine (Statista, Yougov) göre Reform UK partisi oylarını hızla artırarak seçimlere girmektedir ve kuvvetle muhtemel seçimlerden üçüncü parti olarak çıkacaktır. AB referandumundan çıkan karar uyarınca Birleşik Krallık hükümeti ile AB arasında çekilme müzakereleri yürütülürken, siyasi yelpazenin her yönünden Avrupa şüphecilerinin bir araya gelmesiyle, Brexit’in Birliğe taviz verilmeksizin, gerekirse taraflar arasında herhangi bir anlaşma yapılmadan gerçekleştirilmesi gerektiği söylemiyle 2018 yılının sonunda Brexit Party kurulmuştu. Kurulduktan kısa bir süre sonra 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 29 sandalye kazanma başarısı gösteren Brexit Party, Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra ismini Reform UK olarak değiştirdi. Reform UK Brexit Party adı altında iken aşırı sağın iki temel özelliği olan “Avrupa şüpheciliği” ve “göç karşıtlığı” üzerinden siyaset yaptığından, yani Kıta Avrupası’ndaki aşırı sağ partiler ile ortak noktaları olduğundan, aşırı sağ olarak nitelendirilmişti ama Reform UK yönetimi partileri için “aşırı sağ” kavramının kullanılmasına tepki göstermektedirler.

Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra Avrupa şüpheciliğinin Britanya için bir anlamı kalmadığından, Reform UK, söyleminin merkezine göç karşıtlığını aldı. Bu açıdan Reform UK’nin, Britanya’da aşırı sağ parti ailesine mensup diğer partiler gibi “tek konu partisi” olarak eleştirilme riski vardı ama Reform UK sadece göç meselesi üzerinden siyaset yapan “tek konu partisi” olmadığını, genel seçimlere giderken “Let’s make Britain great” başlığı altında kamu sektöründe, kurumlarda ve ekonomide reform önerilerinde bulunarak göstermeye çalışmaktadır.

Reform UK’nin anketlerde öngörüldüğü şekilde seçimlerden üçüncü parti olarak çıkması iki partili sistem olarak bilinen ve Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi’nin domine ettiği Britanya  siyaseti için çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Diğer taraftan  partinin bu seçim sonucu, iki partili sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan  ve küçük partilerin parlamentoda temsilinin önünü kesen tek isimli tek turlu seçim sistemine rağmen, büyük bir başarı olarak okunabilir. Eğer bir başarı olarak okunacak ise, bu Muhafazakar Parti’yi ve İşçi Partisi’ni farklı kanallardan etkileme potansiyeli taşımaktadır.

Aşırı sağ partilerin şimdiye kadar genel seçim başarısı gösteremediği Britanya’da Reform UK’nin başarısı Muhafazakar Parti’yi, seçmenini Reform UK’ye kaptırdığını düşünmeye sevk ederek partinin siyasi yelpazede aşırı sağa kayma ihtimalini yaratabilir. Üstelik Muhafazakar Parti zaten aşırı sağa kaymakla ya da aşırı sağı normalleştirmekle eleştirilmektedir. Reform UK’nin başarısı iktidardaki İşçi Partisi’ni ise kendisine yönelik asıl muhalefetin aşırı sağ ideolojiden geldiğini  düşünmeye sevk ederek aşırı sağ politikalar uygulamaya yönlendirebilir; üstelik İşçi Partisi de halihazırda Muhafazakar Parti gibi sağa kaymakla eleştirilmektedir.

Sonuçta temmuz seçimlerine dair anket öngörüleri gerçekleştiği taktirde Reform UK aldığı seçim sonucuyla, sonrasında ise İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’yi etkileme kapasitesine bağlı olarak Birleşik Krallık’ta aşırı sağın yükselişinin ifadesi olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English