Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Faşizm hem batılı, hem batılı olmayan modeller arar’

Yayınlanma

40 yılı aşan neoliberal dönemin kapanmaya başladığı yolundaki emarelerin hayli belirginleşmesi ve ‘küreselleşme’ ideolojisinin yerini ‘korumacı’ pratiklere bırakması ile birlikte, 20. yüzyılda iki savaş arasında Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm ve Nasyonal Sosyalizmin çok daha yakıcı bir biçimde tartışıldığına şahitlik ediyoruz. Bunda, liberal ideolojinin yeni iktisadi ve jeopolitik gerçekliklerle sınandığında yetersiz kalmasının yanı sıra, Avrupa’da, ABD’de ve Hindistan örneğindeki görüldüğü üzere yer yer ‘Küresel Güney’de yaygınlaşan (proto)faşist hareketlerin ve düşüncelerin yeniden yaygınlaşması da etkili oluyor.

Elbette, faşizmin/nazizimin ABD ve Kıta Avrupa’sında, aslında hiçbir zaman gerilemediği iddia edilebilir. Soğuk Savaş’ta ‘eski’ Alman naziler ve İtalyan faşistler, komünizme karşı savaşta ABD’nin hizmetine girmişlerdi. Bunun yanı sıra, faşizmin bazı kritik unsurları, aslında 19. yüzyılın son çeyreğinde serpilmekte olan ‘muhafazakâr liberalizm/aristokratik gericiliğin’ düşünce çizgisini devam ettirmekteydi: Sosyal Darwinizm, ilerleme düşmanlığı, antidemokratizm-antikomünizm-kitle nefreti, ırkçılık ve emperyalizm… Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonrası faşizm/nazizm, en fazla uykuya yatmıştı denebilir.

İsrail Açık Üniversitesi Tarih Bölümünden Ishay Landa, henüz Türkçeye çevrilmemiş kitaplarında (burada ve burada) hem 20. yüzyıl faşizmindeki liberal unsurların izini sürüyor, hem de faşizmin çok tartışılmamış bir yüzüne ışık tutuyor: kitle/tüketim düşmanlığı. Landa, faşizmin/nazizmin hem ‘batılı’, hem de ‘batılı değerlere düşman’ olduğunu savunuyor; tam da bu nedenle ona göre bu meselenin üzerinde tartışmak yerine faşizmin toplumsal ve ideolojik işlevine odaklanmak gerekiyor. Bu bağlamda, günümüzdeki neofaşist hareketler, hem klasik faşizmle benzerlik taşır, hem de onlardan farklılaşır. Soyut modeller yerine, somut toplumsal-tarihsel bir analiz, günümüzde faşist hareketlerin anlaşılması için elzemdir.

The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism [Çırağın Büyücüsü: Liberal Gelenek ve Faşizm] adlı kitabınızda, 19. yüzyıl liberal geleneği ile faşizm arasında bazı süreklilikler olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar arasında sosyal Darwinizm, emperyalizm ve sömürge savaşları yer alıyor. Yaygın bir görüşe göre faşizm/nazizm batı düşünce geleneklerinden bir kopuştur. Bu görüşe hangi açılardan katılmıyorsunuz ve faşizm/nazizm hangi açılardan ‘batılı’ olarak değerlendirilmelidir? Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanların da ‘batılı’ bir düşünce çizgisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Hem faşizm hem de Nasyonal Sosyalizm ilk olarak batıda ortaya çıkmış, batılılar tarafından düşünülmüş ve uğruna savaşılmış siyasi ideolojilerdir ve sadece bu nedenle bile batı geleneklerinden tamamen koptukları ciddi olarak düşünülemez. Aslında, soruda da belirtildiği gibi, sosyal Darwinizm, ırkçılık, bireyler ve uluslar arasındaki rekabetin kutsallaştırılması ve benzeri gibi büyük ölçüde batılı siyasi ve ideolojik süreçler bağlamında ortaya çıkmışlardır.

Bununla birlikte, faşizm ve onun batı geleneğiyle ilişkisine dair iki ‘komplikasyonu’ akılda tutmak önemlidir: Bunlardan ilki, çoğunlukla İkinci Dünya Savaşı sonrasına ait bir olgudur ve suçu batıdan uzaklaştırmaya yönelik özürcü çabalarla ilgilidir: Faşizm ve Nazizm çok feci ve dehşet verici olduğu için, bazı yorumcular batı düşüncesi ve toplumunun çelişkileriyle ilgilenmek yerine, bunların Batı normları ve geleneklerinden sapmaları ve sapkınlıkları temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Bu nedenle Alman tarihçiler sıklıkla Almanya’nın Nazi döneminde batıdan ayrıldığını iddia etmiştir. Hatta bazıları, Ernst Nolte’nin Auschwitz’den kötü şöhretli ve boş bir şekilde ‘Asyatik bir eylem’ olarak bahsetmesinde olduğu gibi, Holokost’un dehşetinin Nazilerin Bolşevizm örneğinden etkilenmesinin bir sonucu olduğunda ısrar etti. Bazı Nazizm karşıtları da Nazizmi o kadar itici ve tuhaf buldular ki, onu batı kültürünü dışarıdan istila eden yabancı bir güç olarak kavramsallaştırmaya yöneldiler. Örneğin yazar Klaus Mann Nazileri ‘Persler’ olarak tanımlayarak antik Yunan’ı istila eden ve görkemli uygarlığını yok etmekle tehdit eden ordulara gönderme yapmıştır. Siyasi düşünür Hannah Arendt ise Nazizmin ‘batı geleneğinin herhangi bir parçasına hiçbir şey borçlu olmadığı’ konusunda ısrar etmiştir.

İkinci komplikasyon ise faşist ideolojinin ve Nazi ideolojisinin kendisiyle daha yakından ilgilidir.  Kendilerini Bolşevizm’e karşı batının –ya da Abendland’ın– son siperi olarak överken, faşistler aynı zamanda demokrasi, Aydınlanma, feminizm, evrenselcilik gibi batı ile ilişkilendirilen entelektüel ve siyasi akımlara da derinden düşmandılar. Bu nedenle, faşist düşünürler batının çökmüş, eşitlikçi ve kadınsı olduğunu düşündükleri yönlerine karşı koymak için sıklıkla batılı olmayan modeller aramışlardır. Bunu Nietzsche gibi önemli bir proto-faşist düşünürün, Hindistan’da Hinduizmin en yetkili kodlarından biri olan ve kast düzeninin savunulduğu Manu Kanunları gibi bir metinden ilham almasında buluyoruz. Daha sonra da pek çok faşist ideolog ‘doğu’ modelleriyle flört etmiştir; özellikle de İtalyan sabit fikirli faşist Julius Evola ya da Hint geleneklerini benimseyen Fransa doğumlu Yunan faşist ve Nazi sempatizanı Savitri Devi. Ne var ki, bu kişilerin kendi toplumlarının iç açmazlarını çözmek için ‘doğu’ya yöneldiklerini ve bu by-passın büyük ölçüde ‘oryantalist’, yani yüzeysel ve manipülatif olduğunu, doğu geleneklerini kendi gerici amaçları için yararlı görünen motifler için yağmaladıklarını belirtmek gerekir.

Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanlara gelince, bunlar aynı anda hem batılı hem de batı karşıtıydı, çünkü demokrasi, rasyonalizm ve kitle toplumu gibi nefret objeleri aynı zamanda batı modernitesinin önemli özellikleriydi. Genel olarak, faşizmin batılı olup olmadığına karar vermek yerine, nerede bir güç haline gelirse gelsin toplumsal ve ideolojik işlevine bakmak daha doğru olacaktır. Bugün neofaşist modellerin Hindistan gibi batılı olmayan ülkelerde de benimsendiğini görüyoruz, fakat bu mümkündür çünkü moderniteyi ve onun eşitlikçi sonuçlarını yenme hedefleri çok benzer durmaktadır.

‘YAHUDİLER, NİHAYETİNDE İMHA EDİLECEKTİ’

Nazizmin katı antisemitizminin, Alman Sağında ve Zivilisationskritik’te ‘Yahudiliğin’ tezahürleri olan ‘kitle kültürüne’, ‘insanın eşitlenmesine’ karşı isyan düşüncesine gömülü olduğunu vurguluyorsunuz. ‘Yahudiler’ ve diyelim ki ‘’renkli halklar’ ya da ‘göçmenler’ birbirinin yerine kullanılabilir mi?

Güçlü paralellikler var ama bence önemli farklılıklar da var. Yahudiler 19. ve 20. yüzyıllarda birçok gerici tarafından seküler, demokratik modernitenin başlıca yararlanıcıları ve hatta gizli beyni olarak görülüyordu. Bu nedenle ‘Yahudi etkisi’ ile mücadele faşist dünya görüşünün merkezinde yer alıyordu. ‘Yahudi’, Avrupalıya, ırksal ve ulusal farklılığa, bugün sağcı varyantlarında ‘kimlik siyaseti’ dediğimiz şeye ölümcül bir tehdit olarak algılanıyordu. Bu elbette bugün aşırı sağın sözde Hıristiyan, Avrupalı, genellikle açıkça ‘beyaz’ geleneklerini övülmesini, vahşi ırkçılığını ve yabancı düşmanlığını, özellikle batılı olmayan ülkelerden gelen göçe karşı çıkmasını akla getiriyor. Fakat bir fark da vardır: Yahudiler, sözde yatay, gri, tek tip, kitlesel bir medeniyet dayatmaya ve tüm ulusal ve ırksal farklılıkları ortadan kaldırmaya kararlı evrenselci bir güç olarak görülüyordu. Buna karşılık bugün göçmenler çoğunlukla asimilasyona direnen, inatla Avrupalı olmayan, kendi etnik ve dini özelliklerini koruyan kişiler olarak görülüyor. Dolayısıyla onlara karşı verilen mücadelenin doğası gereği daha az şiliastik [binyılcı] olduğu söylenebilir. Marine le Pen’in ifade ettiği gibi, “Kamusal alanda başörtüsü takılmasına karşıyım.  Bu Fransa değil […] Fransa’ya gelen insanlar neden Fransa’yı değiştirmek, Fransa’da kendi ülkelerinde yaşadıkları gibi yaşamak istesinler ki?” Bu nedenle, en azından retorik olarak, kendi kültürlerinden vazgeçmeye istekli olan göçmenler Fransa tarafından özümsenebilir. Le Pen’in röportajı yapana temin ettiği gibi: “Düzgün davranan insanların endişelenmesine gerek yok. Fransa’da bir iş sahibi olan, yasalarımıza ve kurallarımıza saygı gösteren yabancıların kesinlikle endişelenecek bir şeyleri yoktur.” Ne var ki, pek çok Avrupalı antisemit için Yahudiler ırksal olarak asimile edilemezdi. Etkili bir 19. yüzyıl Avusturyalı antisemiti olan Georg Ritter von Schönerer’in ünlü ifadesiyle, Katolikliğe geçseler bile Yahudiler ırksal yabancılar olarak kalmaya devam ediyorlardı: “Din hiçbir şeyi değiştirmez: utanç kanda yatar.” Schönerer, Hitler tarafından çok takdir edilen bir figürdü. Dolayısıyla Naziler için Yahudiler sadece dışlanmanın ve hatta sınır dışı edilmenin değil, nihayetinde imha edilmenin de hedefiydi.

Görünüşe göre ‘burjuva tembelliği’ ve kitleselleşme, Avrupa entelijansiyasının ‘aristokratik’ tepkisini tetiklemiştir. Martin Heidegger, Nazi yanlısı yazılarından birinde erkekliği, kahramanlığı, sertliği, tehlikeyi, cesareti ve cüretkârlığı yüceltiyor. Oswald Spengler gibi Alman yazarlar, “Tanrı gevşekleri kusar,” sözünü alıntılamayı severdi. Spengler’in ‘Batının Çöküşü’ analizinin ve Heidegger’in ‘meta-ontoloji’sinin Avrupa’daki bazı çevrelerde son zamanlarda yeniden canlanması hakkında ne düşünüyorsunuz? Neoliberal antidemokratik eğilimlerin batıda Yeni Sağ için verimli bir zemin yarattığını söylemek mümkün mü?

Bu yakın bir tehlike, hatta çoğu zaman üzücü bir gerçeklik, zira sadece batıda değil, ulusal sınırların ötesinde bir Yeni Sağ’ın geliştiğine tanık oluyoruz. Genellikle faşist ve diğer muhafazakâr ideologlardan (Jordan Peterson, Steve Bannon ya da Heideggerci Rus Aleksandr Dugin’i düşünün) yararlanan ama aynı zamanda dini gelenekleri de seçerek ve hatta çoğunlukla çarpıtarak kullanan gerici güçler, moderniteye karşı savaşmak ve etnik gruplar (aslında ırklardan bahsetmenin kibar bir yolu) ve cinsiyetler arasındaki hiyerarşilerin sağlam bir şekilde yeniden kurulduğu otoriter alternatifler yaratmak için harekete geçiyor.

Kanadalı yazar Margaret Atwood, yakın zamanda başarılı bir TV dizisi haline gelen 1985 tarihli romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nde bu gerici distopyaların tehlikesini zekice yakalamıştır. Roman, teolojik şovenist bir düzenin acımasızca uygulandığı ABD’nin yakın geleceğini anlatmaktadır ve günümüz İsrail’inde Netanyahu’nun başını çektiği dinci-faşist hükümete karşı protestocuların bu romandaki imgeleri kullanması son derece anlamlıdır. Aslında İsrail aynı zamanda neoliberalizmin otoriterlikle görünüşte garip ama yine de oldukça gerçek yakınlaşmasını da göstermektedir, çünkü Netanyahu hükümetinin antidemokratik saldırısının hayati bir itici gücü, işçi örgütlerinin tamamen yok edilmesini ve totaliter bir ‘serbest piyasa’yı savunan Kohelet Politika Forumu adlı liberter bir düşünce kuruluşunun aşırılıkçı düşüncesi olmuştur.

‘SOL, MADDİ İLERLEMEYE İNANCINI KAYBETTİ’

Son zamanlarda ‘daha az tüketim’ için yapılan çağrılar ve ‘aşırı nüfus’ hakkında artan tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Araştırmanıza göre, bu çağrılar açık veya gizli faşist gündemlere mükemmel bir şekilde uyuyor gibi görünüyor. Dünyanın yeni bir faşizm dönemi için olgunlaştığını söyleyebilir miyiz?

Tüketim karşıtlığı ve kitlelerin maddi yaşam standartlarına saldırı, faşist dünya görüşünün çok fazla göz ardı edilen bir bileşenidir.

Faşist liderler ve entelektüeller, kitlelerin ‘temel’ maddi isteklerinden, onların tutumlu işçilerden daha yüksek gelirler ve daha fazla konfor için şımarık yarışmacılara dönüşmesinden büyük bir tiksinti duyuyorlardı. Aynı tüketimcilik, işçilerin ülkeleri için savaşma ve ölme isteklerini de zayıflatıyor olarak görülüyordu. “Biz faşistler,” diye haykırıyordu Mussolini, “maddi ya da manevi mutluluğa dair her türlü statik kavramı reddederiz. Bizim mutluluğumuz mücadelededir.” Göbbels de benzer şekilde, “Nasyonal Sosyalizm ve faşizmin ortak noktası, her şeyden önce rahat ve dolayısıyla keyifli bir yaşamı hor görmeleridir,” diye açıkça ilan ediyordu.

İster Götz Kubitschek gibi Alman AfD’sinin ideologları, ister Nietzsche’den esinlenen Amerikan alternatif sağcıları, ister Marine Le Pen ya da Giorgia Meloni gibi başarılı politikacılar söz konusu olsun, yeni sağın söyleminin böylesi bir tüketim karşıtlığıyla dolu olması öğretici ve endişe vericidir. Le Pen, “Küreselleşme, daha sonra işsizlere satılacak ürünleri üretmek için köleleri kullanmak demektir!” derken, Meloni de çok izlenen bir konuşmasında, “Özgürlüğümüzü savunacağız çünkü asla finansal spekülatörlerin insafına kalmış köleler ve basit tüketiciler olmayacağız. Bizim görevimiz budur,” iddiasında bulunuyordu. Ne yazık ki bugün sol, maddi ilerlemeye olan inancından önemli ölçüde vazgeçmiş durumda ve etrafta yeterince şey olmadığı ve bir tür ‘küçülme’ye yönelmemiz gerektiği görüşünü kabul ediyor. Maddi kıtlık bir kez kaçınılmaz olarak algılandığında, azalan kaynaklar için evrensel bir mücadele doğal görünür ve korku taciri demagoglar kendilerini kendi –kesinlikle sınırlandırılmış– seçim bölgelerinin ulusal kurtarıcıları olarak sunabilirler. Eşitlik ve uluslararası işbirliği ile birlikte alternatif bir toplumsal ve maddi ilerleme vizyonu ikna edici bir şekilde savunulmadıkça, bu sağcı dalgaya kalıcı bir temelde karşı koymak çok zor olacaktır.

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’nun Kazan şehrinde düzenlenen 16. BRICS Zirvesine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımı ve daha öncesinde Türkiye’nin gruba üyeliği konusundaki tartışmalar, gündemi meşgul ederken; konuyu Rusya’nın önde gelen Türkiye uzmanlarından Moskova Devlet Dilbilim Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü ve Sosyal – Siyasi Bilimler Fakültesi Bölge Çalışmaları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mariya Kolesnikova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Mariya Hanım, röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için Harici olarak teşekkürlerimizi sunarız. BRICS Zirvesi kapsamında yaşanan gelişmeler hakkında size bazı sorularımız olacak. Türkiye’nin BRICS üyeliği talebini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu Türkiye’de çokça tartışılıyor. Bazıları Batı ile iyi ilişkilere sahip olan, NATO üyesi Türkiye’nin bu hamlesini denge politikası ya da ‘stratejik bağımsızlık’ arayışı olarak değerlendirilirken, bu hamlenin Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırabileceğinden endişe duyanlar da var. Siz ne düşünüyorsunuz? 

Mariya Kolesnikova: Uluslararası ilişkiler sisteminin mevcut gelişme aşaması, küresel süreçlerin hızlanması ve yeni entegrasyon etkileşim formatlarının oluşumu, Türkiye’nin diplomatik faaliyet yelpazesinin genişlemesine katkıda bulunmaktadır. Ankara’nın dış politikasının çeşitli yönlerinin karşıtlığı, uluslararası çıkarlarının karmaşık yelpazesini Batı’ya veya Doğu’ya doğru hareket etme arasındaki dar bir çerçeveye oturtma girişimleri doğru değil. Gerçekte, ideolojik açıdan, Türkiye bu kutupların hiçbirinde hareket etmiyor. Herhangi bir yönde elverişli bir güç dengesi yarattığında harekete geçirdiği geniş bir “yerel” strateji cephaneliğine sahip.

Ankara, ikili temas mekanizmalarıyla birlikte etkili ve çok değişkenli olarak değerlendirilen bölgesel yapılara katılım yoluyla Batı dışı dünyadaki uzun vadeli çıkarlarını korumayı amaçlıyor. Ek olarak bu bağlamda BRICS, girişimlerini ana hatlarıyla belirtmek ve “Batı dışı” ülkelerle diyaloğu güçlendirmek için önemli bir bölgesel platformdur. Ayrıca BRICS, Türklerin yeni dünya düzeni vizyonunun eşsiz “mihmandarlarından” biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye, küresel süreçlerden izole olmaktan kaçınırken, herhangi bir güç eksenine doğrudan tabi olmayan bağımsız bir küresel oyuncu olarak kendini konumlandırmak istiyor.

Aynı zamanda askeri-politik ve ekonomik açıdan Türkiye, bazı yasal olarak bağlayıcı anlaşmaların, ticaret ve finansal bağımlılık unsurlarının varlığı nedeniyle şüphesiz Batı bloğuna doğru çekiliyor. Ankara’nın belirli anlarda BRICS faktörünü Batı ile diyalogda müzakere pozisyonlarını güçlendirmek için kullandığı da şüphesizdir. Aynı zamanda, Türkiye için bu iki dış politika yönünün prensipte birbirini dışlamadığını ve her birinin paralel gelişimiyle derinden ilgilendiğini anlamak gerekir. Dolayısıyla, Türk siyasetçilerin BRICS formatına katılım hakkındaki açıklamaları, “üçüncü yol” için ideolojik arayışın bir yansıması değil, Ankara’nın dış ilişkilerde belirli bir özerkliğe ulaşma hedefinin bir parçasıdır.

Bu birliğin Türkiye açısından bir diğer avantajı ise, katı ideolojik ve hukuki çerçevelerin olmaması, Türk diplomasisinin esnek üslubuyla uyumlu olması ve pratikte gördüğümüz gibi siyasal duruma göre kullanılabilmesidir.

İlber Vasfi Sel: Peki bu bilgiler ışığında, zirveyi de hesaba katarak, Türk – Rus ilişkilerini kısaca değerlendirebilir misiniz?

Mariya Kolesnikova: Türkiye’nin manevralara dayalı dış politika davranışı, bir yandan ikili ilişkilerde diyalog istikrarsızlığı atmosferini yaratırken; diğer yandan ortak zemin arayışına ve bulunmasına olanak sağlıyor. İki liderin “büyük olayların arasında” görüşmelerinin artık geleneksel hale gelen formatı, ikili müzakere gündeminin doldurulmasının karmaşıklığını gösterebilir. Bankacılık işlemlerindeki zorluklar, ki bu da Türkiye ve Rusya iş çevreleri arasındaki ticaret ve ekonomik ortaklık için sorunlar yaratıyor, Türkiye – Ukrayna askeri-teknik işbirliğinin artması, Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için çözülmemiş ekipman tedarik sorunu gibi birçok konu hala bir “yük” gibi asılı duruyor. Aynı zamanda, küresel bir çatışmanın alevlenmesi tehdidi bağlamında, orta vadede Moskova ve Ankara’nın, yakın zamanda gerçekleşen BRICS Zirvesi’nin “arasında” belli bir ölçüde gösterildiği gibi, her iki başkentin çıkarlarına uymayan varoluşsal bir krizi önlemek için pozisyonlarını ve çabalarını uyumlu hale getirmek için karşılıklı girişimlerde bulunmaya devam edeceklerine inanıyoruz.

İlber Vasfi Sel: Türk kamuoyunu aydınlatan yorumlarınız kıymetli zamanınızı bize ayırdığınız için çok teşekkürler.

Röportajlarımız devam edecek. BRICS haberleri için Harici’yi takipte kalın.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English