SÖYLEŞİ
‘Faşizm hem batılı, hem batılı olmayan modeller arar’
Yayınlanma

40 yılı aşan neoliberal dönemin kapanmaya başladığı yolundaki emarelerin hayli belirginleşmesi ve ‘küreselleşme’ ideolojisinin yerini ‘korumacı’ pratiklere bırakması ile birlikte, 20. yüzyılda iki savaş arasında Avrupa’yı kasıp kavuran faşizm ve Nasyonal Sosyalizmin çok daha yakıcı bir biçimde tartışıldığına şahitlik ediyoruz. Bunda, liberal ideolojinin yeni iktisadi ve jeopolitik gerçekliklerle sınandığında yetersiz kalmasının yanı sıra, Avrupa’da, ABD’de ve Hindistan örneğindeki görüldüğü üzere yer yer ‘Küresel Güney’de yaygınlaşan (proto)faşist hareketlerin ve düşüncelerin yeniden yaygınlaşması da etkili oluyor.
Elbette, faşizmin/nazizimin ABD ve Kıta Avrupa’sında, aslında hiçbir zaman gerilemediği iddia edilebilir. Soğuk Savaş’ta ‘eski’ Alman naziler ve İtalyan faşistler, komünizme karşı savaşta ABD’nin hizmetine girmişlerdi. Bunun yanı sıra, faşizmin bazı kritik unsurları, aslında 19. yüzyılın son çeyreğinde serpilmekte olan ‘muhafazakâr liberalizm/aristokratik gericiliğin’ düşünce çizgisini devam ettirmekteydi: Sosyal Darwinizm, ilerleme düşmanlığı, antidemokratizm-antikomünizm-kitle nefreti, ırkçılık ve emperyalizm… Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sonrası faşizm/nazizm, en fazla uykuya yatmıştı denebilir.
İsrail Açık Üniversitesi Tarih Bölümünden Ishay Landa, henüz Türkçeye çevrilmemiş kitaplarında (burada ve burada) hem 20. yüzyıl faşizmindeki liberal unsurların izini sürüyor, hem de faşizmin çok tartışılmamış bir yüzüne ışık tutuyor: kitle/tüketim düşmanlığı. Landa, faşizmin/nazizmin hem ‘batılı’, hem de ‘batılı değerlere düşman’ olduğunu savunuyor; tam da bu nedenle ona göre bu meselenin üzerinde tartışmak yerine faşizmin toplumsal ve ideolojik işlevine odaklanmak gerekiyor. Bu bağlamda, günümüzdeki neofaşist hareketler, hem klasik faşizmle benzerlik taşır, hem de onlardan farklılaşır. Soyut modeller yerine, somut toplumsal-tarihsel bir analiz, günümüzde faşist hareketlerin anlaşılması için elzemdir.
The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism [Çırağın Büyücüsü: Liberal Gelenek ve Faşizm] adlı kitabınızda, 19. yüzyıl liberal geleneği ile faşizm arasında bazı süreklilikler olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar arasında sosyal Darwinizm, emperyalizm ve sömürge savaşları yer alıyor. Yaygın bir görüşe göre faşizm/nazizm batı düşünce geleneklerinden bir kopuştur. Bu görüşe hangi açılardan katılmıyorsunuz ve faşizm/nazizm hangi açılardan ‘batılı’ olarak değerlendirilmelidir? Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanların da ‘batılı’ bir düşünce çizgisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Hem faşizm hem de Nasyonal Sosyalizm ilk olarak batıda ortaya çıkmış, batılılar tarafından düşünülmüş ve uğruna savaşılmış siyasi ideolojilerdir ve sadece bu nedenle bile batı geleneklerinden tamamen koptukları ciddi olarak düşünülemez. Aslında, soruda da belirtildiği gibi, sosyal Darwinizm, ırkçılık, bireyler ve uluslar arasındaki rekabetin kutsallaştırılması ve benzeri gibi büyük ölçüde batılı siyasi ve ideolojik süreçler bağlamında ortaya çıkmışlardır.
Bununla birlikte, faşizm ve onun batı geleneğiyle ilişkisine dair iki ‘komplikasyonu’ akılda tutmak önemlidir: Bunlardan ilki, çoğunlukla İkinci Dünya Savaşı sonrasına ait bir olgudur ve suçu batıdan uzaklaştırmaya yönelik özürcü çabalarla ilgilidir: Faşizm ve Nazizm çok feci ve dehşet verici olduğu için, bazı yorumcular batı düşüncesi ve toplumunun çelişkileriyle ilgilenmek yerine, bunların Batı normları ve geleneklerinden sapmaları ve sapkınlıkları temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Bu nedenle Alman tarihçiler sıklıkla Almanya’nın Nazi döneminde batıdan ayrıldığını iddia etmiştir. Hatta bazıları, Ernst Nolte’nin Auschwitz’den kötü şöhretli ve boş bir şekilde ‘Asyatik bir eylem’ olarak bahsetmesinde olduğu gibi, Holokost’un dehşetinin Nazilerin Bolşevizm örneğinden etkilenmesinin bir sonucu olduğunda ısrar etti. Bazı Nazizm karşıtları da Nazizmi o kadar itici ve tuhaf buldular ki, onu batı kültürünü dışarıdan istila eden yabancı bir güç olarak kavramsallaştırmaya yöneldiler. Örneğin yazar Klaus Mann Nazileri ‘Persler’ olarak tanımlayarak antik Yunan’ı istila eden ve görkemli uygarlığını yok etmekle tehdit eden ordulara gönderme yapmıştır. Siyasi düşünür Hannah Arendt ise Nazizmin ‘batı geleneğinin herhangi bir parçasına hiçbir şey borçlu olmadığı’ konusunda ısrar etmiştir.
İkinci komplikasyon ise faşist ideolojinin ve Nazi ideolojisinin kendisiyle daha yakından ilgilidir. Kendilerini Bolşevizm’e karşı batının –ya da Abendland’ın– son siperi olarak överken, faşistler aynı zamanda demokrasi, Aydınlanma, feminizm, evrenselcilik gibi batı ile ilişkilendirilen entelektüel ve siyasi akımlara da derinden düşmandılar. Bu nedenle, faşist düşünürler batının çökmüş, eşitlikçi ve kadınsı olduğunu düşündükleri yönlerine karşı koymak için sıklıkla batılı olmayan modeller aramışlardır. Bunu Nietzsche gibi önemli bir proto-faşist düşünürün, Hindistan’da Hinduizmin en yetkili kodlarından biri olan ve kast düzeninin savunulduğu Manu Kanunları gibi bir metinden ilham almasında buluyoruz. Daha sonra da pek çok faşist ideolog ‘doğu’ modelleriyle flört etmiştir; özellikle de İtalyan sabit fikirli faşist Julius Evola ya da Hint geleneklerini benimseyen Fransa doğumlu Yunan faşist ve Nazi sempatizanı Savitri Devi. Ne var ki, bu kişilerin kendi toplumlarının iç açmazlarını çözmek için ‘doğu’ya yöneldiklerini ve bu by-passın büyük ölçüde ‘oryantalist’, yani yüzeysel ve manipülatif olduğunu, doğu geleneklerini kendi gerici amaçları için yararlı görünen motifler için yağmaladıklarını belirtmek gerekir.
Akla ve ‘sıradan insana’ karşı isyanlara gelince, bunlar aynı anda hem batılı hem de batı karşıtıydı, çünkü demokrasi, rasyonalizm ve kitle toplumu gibi nefret objeleri aynı zamanda batı modernitesinin önemli özellikleriydi. Genel olarak, faşizmin batılı olup olmadığına karar vermek yerine, nerede bir güç haline gelirse gelsin toplumsal ve ideolojik işlevine bakmak daha doğru olacaktır. Bugün neofaşist modellerin Hindistan gibi batılı olmayan ülkelerde de benimsendiğini görüyoruz, fakat bu mümkündür çünkü moderniteyi ve onun eşitlikçi sonuçlarını yenme hedefleri çok benzer durmaktadır.
‘YAHUDİLER, NİHAYETİNDE İMHA EDİLECEKTİ’
Nazizmin katı antisemitizminin, Alman Sağında ve Zivilisationskritik’te ‘Yahudiliğin’ tezahürleri olan ‘kitle kültürüne’, ‘insanın eşitlenmesine’ karşı isyan düşüncesine gömülü olduğunu vurguluyorsunuz. ‘Yahudiler’ ve diyelim ki ‘’renkli halklar’ ya da ‘göçmenler’ birbirinin yerine kullanılabilir mi?
Güçlü paralellikler var ama bence önemli farklılıklar da var. Yahudiler 19. ve 20. yüzyıllarda birçok gerici tarafından seküler, demokratik modernitenin başlıca yararlanıcıları ve hatta gizli beyni olarak görülüyordu. Bu nedenle ‘Yahudi etkisi’ ile mücadele faşist dünya görüşünün merkezinde yer alıyordu. ‘Yahudi’, Avrupalıya, ırksal ve ulusal farklılığa, bugün sağcı varyantlarında ‘kimlik siyaseti’ dediğimiz şeye ölümcül bir tehdit olarak algılanıyordu. Bu elbette bugün aşırı sağın sözde Hıristiyan, Avrupalı, genellikle açıkça ‘beyaz’ geleneklerini övülmesini, vahşi ırkçılığını ve yabancı düşmanlığını, özellikle batılı olmayan ülkelerden gelen göçe karşı çıkmasını akla getiriyor. Fakat bir fark da vardır: Yahudiler, sözde yatay, gri, tek tip, kitlesel bir medeniyet dayatmaya ve tüm ulusal ve ırksal farklılıkları ortadan kaldırmaya kararlı evrenselci bir güç olarak görülüyordu. Buna karşılık bugün göçmenler çoğunlukla asimilasyona direnen, inatla Avrupalı olmayan, kendi etnik ve dini özelliklerini koruyan kişiler olarak görülüyor. Dolayısıyla onlara karşı verilen mücadelenin doğası gereği daha az şiliastik [binyılcı] olduğu söylenebilir. Marine le Pen’in ifade ettiği gibi, “Kamusal alanda başörtüsü takılmasına karşıyım. Bu Fransa değil […] Fransa’ya gelen insanlar neden Fransa’yı değiştirmek, Fransa’da kendi ülkelerinde yaşadıkları gibi yaşamak istesinler ki?” Bu nedenle, en azından retorik olarak, kendi kültürlerinden vazgeçmeye istekli olan göçmenler Fransa tarafından özümsenebilir. Le Pen’in röportajı yapana temin ettiği gibi: “Düzgün davranan insanların endişelenmesine gerek yok. Fransa’da bir iş sahibi olan, yasalarımıza ve kurallarımıza saygı gösteren yabancıların kesinlikle endişelenecek bir şeyleri yoktur.” Ne var ki, pek çok Avrupalı antisemit için Yahudiler ırksal olarak asimile edilemezdi. Etkili bir 19. yüzyıl Avusturyalı antisemiti olan Georg Ritter von Schönerer’in ünlü ifadesiyle, Katolikliğe geçseler bile Yahudiler ırksal yabancılar olarak kalmaya devam ediyorlardı: “Din hiçbir şeyi değiştirmez: utanç kanda yatar.” Schönerer, Hitler tarafından çok takdir edilen bir figürdü. Dolayısıyla Naziler için Yahudiler sadece dışlanmanın ve hatta sınır dışı edilmenin değil, nihayetinde imha edilmenin de hedefiydi.
Görünüşe göre ‘burjuva tembelliği’ ve kitleselleşme, Avrupa entelijansiyasının ‘aristokratik’ tepkisini tetiklemiştir. Martin Heidegger, Nazi yanlısı yazılarından birinde erkekliği, kahramanlığı, sertliği, tehlikeyi, cesareti ve cüretkârlığı yüceltiyor. Oswald Spengler gibi Alman yazarlar, “Tanrı gevşekleri kusar,” sözünü alıntılamayı severdi. Spengler’in ‘Batının Çöküşü’ analizinin ve Heidegger’in ‘meta-ontoloji’sinin Avrupa’daki bazı çevrelerde son zamanlarda yeniden canlanması hakkında ne düşünüyorsunuz? Neoliberal antidemokratik eğilimlerin batıda Yeni Sağ için verimli bir zemin yarattığını söylemek mümkün mü?
Bu yakın bir tehlike, hatta çoğu zaman üzücü bir gerçeklik, zira sadece batıda değil, ulusal sınırların ötesinde bir Yeni Sağ’ın geliştiğine tanık oluyoruz. Genellikle faşist ve diğer muhafazakâr ideologlardan (Jordan Peterson, Steve Bannon ya da Heideggerci Rus Aleksandr Dugin’i düşünün) yararlanan ama aynı zamanda dini gelenekleri de seçerek ve hatta çoğunlukla çarpıtarak kullanan gerici güçler, moderniteye karşı savaşmak ve etnik gruplar (aslında ırklardan bahsetmenin kibar bir yolu) ve cinsiyetler arasındaki hiyerarşilerin sağlam bir şekilde yeniden kurulduğu otoriter alternatifler yaratmak için harekete geçiyor.
Kanadalı yazar Margaret Atwood, yakın zamanda başarılı bir TV dizisi haline gelen 1985 tarihli romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nde bu gerici distopyaların tehlikesini zekice yakalamıştır. Roman, teolojik şovenist bir düzenin acımasızca uygulandığı ABD’nin yakın geleceğini anlatmaktadır ve günümüz İsrail’inde Netanyahu’nun başını çektiği dinci-faşist hükümete karşı protestocuların bu romandaki imgeleri kullanması son derece anlamlıdır. Aslında İsrail aynı zamanda neoliberalizmin otoriterlikle görünüşte garip ama yine de oldukça gerçek yakınlaşmasını da göstermektedir, çünkü Netanyahu hükümetinin antidemokratik saldırısının hayati bir itici gücü, işçi örgütlerinin tamamen yok edilmesini ve totaliter bir ‘serbest piyasa’yı savunan Kohelet Politika Forumu adlı liberter bir düşünce kuruluşunun aşırılıkçı düşüncesi olmuştur.
‘SOL, MADDİ İLERLEMEYE İNANCINI KAYBETTİ’
Son zamanlarda ‘daha az tüketim’ için yapılan çağrılar ve ‘aşırı nüfus’ hakkında artan tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Araştırmanıza göre, bu çağrılar açık veya gizli faşist gündemlere mükemmel bir şekilde uyuyor gibi görünüyor. Dünyanın yeni bir faşizm dönemi için olgunlaştığını söyleyebilir miyiz?
Tüketim karşıtlığı ve kitlelerin maddi yaşam standartlarına saldırı, faşist dünya görüşünün çok fazla göz ardı edilen bir bileşenidir.
Faşist liderler ve entelektüeller, kitlelerin ‘temel’ maddi isteklerinden, onların tutumlu işçilerden daha yüksek gelirler ve daha fazla konfor için şımarık yarışmacılara dönüşmesinden büyük bir tiksinti duyuyorlardı. Aynı tüketimcilik, işçilerin ülkeleri için savaşma ve ölme isteklerini de zayıflatıyor olarak görülüyordu. “Biz faşistler,” diye haykırıyordu Mussolini, “maddi ya da manevi mutluluğa dair her türlü statik kavramı reddederiz. Bizim mutluluğumuz mücadelededir.” Göbbels de benzer şekilde, “Nasyonal Sosyalizm ve faşizmin ortak noktası, her şeyden önce rahat ve dolayısıyla keyifli bir yaşamı hor görmeleridir,” diye açıkça ilan ediyordu.
İster Götz Kubitschek gibi Alman AfD’sinin ideologları, ister Nietzsche’den esinlenen Amerikan alternatif sağcıları, ister Marine Le Pen ya da Giorgia Meloni gibi başarılı politikacılar söz konusu olsun, yeni sağın söyleminin böylesi bir tüketim karşıtlığıyla dolu olması öğretici ve endişe vericidir. Le Pen, “Küreselleşme, daha sonra işsizlere satılacak ürünleri üretmek için köleleri kullanmak demektir!” derken, Meloni de çok izlenen bir konuşmasında, “Özgürlüğümüzü savunacağız çünkü asla finansal spekülatörlerin insafına kalmış köleler ve basit tüketiciler olmayacağız. Bizim görevimiz budur,” iddiasında bulunuyordu. Ne yazık ki bugün sol, maddi ilerlemeye olan inancından önemli ölçüde vazgeçmiş durumda ve etrafta yeterince şey olmadığı ve bir tür ‘küçülme’ye yönelmemiz gerektiği görüşünü kabul ediyor. Maddi kıtlık bir kez kaçınılmaz olarak algılandığında, azalan kaynaklar için evrensel bir mücadele doğal görünür ve korku taciri demagoglar kendilerini kendi –kesinlikle sınırlandırılmış– seçim bölgelerinin ulusal kurtarıcıları olarak sunabilirler. Eşitlik ve uluslararası işbirliği ile birlikte alternatif bir toplumsal ve maddi ilerleme vizyonu ikna edici bir şekilde savunulmadıkça, bu sağcı dalgaya kalıcı bir temelde karşı koymak çok zor olacaktır.
İlginizi Çekebilir
-
Merkel: Rusya’nın çıkarları tartışılmalı
-
İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
-
Polonya Cumhurbaşkanı Duda, ABD’nin nükleer silahlarını istedi
-
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5
-
AfD’de savaş kampı sesini yükseltiyor: Almanya’nın nükleer silahı olmalı
-
AB liderleri 150 milyar avroluk savunma planını onayladı
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
4 hafta önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
4 hafta önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
1 ay önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

CDU’lu siyasetçi Bareiß: Kuzey Akım 2 tekrar devreye alınabilir

Litvanya, topraklarında nükleer silah konuşlandırmak için anayasayı değiştirmeyi planlıyor

Ukrayna, Kursk’ta işgal ettiği toprakların neredeyse tamamından çekildi

Trump ve Putin, yarın telefon görüşmesi yapacak

Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı
Çok Okunanlar
-
AVRUPA5 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump yoktan para yaratabilir mi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA7 gün önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1