SÖYLEŞİ
‘Türkiye bir iki yıl öncesine kıyasla NATO’ya ve Ukrayna’ya daha yakın’
Yayınlanma
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Dov S. Zakheim özellikle 2000’li yıllarda ABD’de devlet yönetiminde önemli görevlerde bulunmuş bir isim. Türkiye’yi ve bölgeyi iyi tanıyor. 2003’te Irak’ın işgali zamanında ABD Savunma Bakanlığı’nda (Pentagon) müsteşar pozisyonunda. Hatta Pentagon’un bütçe sorumlusu. Son yıllarda Türkiye ile ilgili yaptığı açıklamalarla da dikkat çeken Zakheim, Sarp Sinan Hacır’ın sorularını Harici için yanıtladı.
Bugün Dov Zakheim ile birlikteyiz. Kendisi George W. Bush ve Ronald Reagan dönemlerinde dış politika danışmanlığı yaptı ve bugün bizimle. Hoş geldiniz efendim.
Hoş buldum.
Öncelikle Vilnius’taki NATO zirvesiyle başlamak isterim. Bu toplantıyla ilgili büyük beklentiler vardı. İsveç’in üyelik başvurusu… Ukrayna’nın davet beklentisi… İsveç’in başvurusuyla ilgili büyük engeller var. Türkiye, İsveç’ten PKK gibi terör örgütleriyle daha iyi mücadele etmesini istiyor. Bu nedenle de üyelik şu ana kadar gerçekleşmedi. Sizce Vilnius’ta iyi bir ilerleme kaydedildi mi? NATO, zirveden istediğini aldı mı?
Kimden bahsettiğine bağlı. İsveç’ten bahsediyorsan bence hafif bir hayal kırıklığı yaşadılar. Erdoğan’ın olumlu yaklaşımından dolayı mutlu olduklarını düşünüyorum ama Cumhurbaşkanı hala terörle mücadelede ve Kuran-ı Kerim’e yapılan saldırılarla ilgili sorunlar olduğunu söyledi. Açıkçası İsveç’in elleri de kutsal kitapların yakılması konusunda bağlı. Kendi ülkelerindeki yasalar gereği bunu bir ifade özgürlüğü olarak değerlendiriyorlar. Tabii PKK konusunda İsveç ilerlemeler kaydetti. Zaten bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’in üyeliğini kabul etmeye yaklaştığını düşünüyorum. Mesele parlamentoya gidecek. Tahmin ediyorum ki Erdoğan’ın arzusu doğrultusunda bir karar çıkar. Sayın Erdoğan, Vilnius’ta İsveç’in katılma ihtimalini arttırdı ancak tabii birçoklarının istediği gibi hemen NATO’ya kabul etmedi.
Ukrayna meselesine gelirsek… Bence sayın Zelenski çok fazla şey istiyordu. Tabii onu kınamıyorum. O bir savaş dönemi başkanı. 1939 ila 1941 arasında Winston Churchill’in savaştaki ülkesini nasıl yönettiğine bakarsanız ABD’yi Birleşik Krallık’a desteğe zorlamak için elinden geleni yaptığını görürsünüz. Zelenski’de Churchill gibi bir savaş lideri. Ülkesinin savaşı kazanması için her şeyi yapmaya hazır. Ancak NATO’ya girmek ufak bir mesele değil. NATO, özel bir Ukrayna grubu kurdu. En yüksek seviyede istişarelere devam edildi. Ukrayna’nın girişinin hızlanması için çabalandı ancak işin sonunda NATO’ya kabul edilmedi. Açıkçası savaş halindeki Ukrayna’yı ittifaka kabul etmek demek ittifakı savaşın parçası yapmak demek. İttifaktaki bütün parlamentoların bu katılımı onaylaması gerekiyor. Bu nedenle NATO, savaşın bitmesini bekliyor. Tabii Zelenski bundan mutlu olmadı. Hatta o kadar negatif yaklaştı ki NATO’da “madem bu kadar negatif yaklaşıyor, onun için hiçbir şey yapmayalım “gibi sesler çıkmaya başladı. İşin sonunda daha akil sesler kazandı. Zelenski, çıkışından ötürü özür diledi ve NATO üyelik için çalışmalara devam etti.
‘F-16 anlaşması birkaç ay içinde geçer, İsveç de NATO’ya girer’
Size Türk-Amerikan ilişkilerini sormak istiyorum. Donald Trump döneminde tüm gerginliklere rağmen Sayın Erdoğan ve Trump arasında bireysel bir yakınlık mevcuttu. Ancak Biden iktidarı başladıktan sonra iki ülke ilişkileri daha da gergin hale geldi. S-400 sorunu büyüdü ve F-35 sorunu oldu, şimdiyse F-16 sorununa dönüştü. Türkiye Cumhuriyeti bu gerginliklerin ışığında Doğu’yla Batı arasında bir denge politikası gütmeye başladı. Özellikle Ukrayna Savaşı başladıktan sonra Türkiye’nin iki cephe arasında bir arabulucu haline geldiğini gördük. Siz bunu sürdürülebilir bir politika olarak görüyor musunuz? Bu politika Türkiye ve dünya için sizce faydalı mı?
Şu anda Washington’da Türkiye’yle olan sorunları çözmek için bir hareket olduğunu söyleyebilirim. Mevcut yönetim Türkiye’ye F-16’ların verilmesini istiyor. Ancak sorun yönetim değil. Sorun Menendez gibi senatörler. Bu konuya döneceğim.
Sayın Erdoğan’ın Rusya’nın tahıl koridoru anlaşmasını aniden dondurması gibi bir meseleden memnun olduğunu düşünmüyorum. Bu anlaşma Birleşmiş Milletler ile birlikte yoğun çabalar sonucu oluşturulmuştu. Son dönemde Türkiye’nin bir iki yıl öncesine kıyasla NATO’ya ve Ukrayna’ya daha yakın olduğunu görüyorum. Biden ile Erdoğan arasında çok bir sıcaklık olmasa da en azından daha önce olmayan bir samimiyetin doğacağını tahmin ediyorum. Bence ABD Türkiye’nin NATO için ne kadar önemli olduğunu biliyor. Aynı zamanda sayın Erdoğan da bir NATO ülkesi olarak Putin’le ne kadar ilişki kurabileceğini anlıyor. Ya da en azından Putin’in bu ilişkiyi istediği zaman değiştirebileceğini… Bu nedenle Türk-ABD ilişkileri konusunda artık biraz daha iyimserim diyebilirim.
F-16 konusuna dönersek. Her zaman olduğu gibi burada da sorun senatör Menendez. Bunu anlamak için Menendez’in Türkiye’ye düşman politik çevrelerce desteklendiğini bilmek gerekir. Öte yandan, Menendez’e Beyaz Saray’dan ciddi bir baskının arttığını da eklemeliyim. Senatör Menendez ne kadar dirense de F-16’ların Türkiye’ye verilmesi için desteğini açıklayan Başkan Biden’ı daha fazla utandırmak istemeyecektir. Bu nedenle F-16 meselesinin olumlu sonuçlanacağı konusunda da epey iyimserim. Tabii bu da sayın Erdoğan’ın İsveç’in üyeliğini onaylaması için bir motivasyon kaynağı olacaktır. Putin’in aksine İsveçliler Türkiye’ye verdikleri sözleri tutuyorlar. Bu yüzden birkaç ay içinde F-16 anlaşması geçer, İsveç de NATO’ya girer.
Yani F-16’lar Türkiye’ye İsveç’in NATO üyeliğinin kabulünden önce mi verilecek?
Bence sayın Erdoğan İsveç kararı için uçakların akıbetini bekleyecek. Tabii bu sadece benim tahminim.
Ukrayna’nın geleceğinde Trump faktörü önemli
Ukrayna savaşında neredeyse 1,5 yıl geçti. Şu an savaşın bir çıkmaza girdiğini görüyoruz. Özellikle Ukrayna’nın NATO ekipmanları ve NATO eğitimleriyle aylar boyu hazırlandığı taarruzu Rus savunma hatlarında bir kırılma yaratamadı. Sizce artık masaya oturma ve diplomatik yolları kullanma zamanı geldi mi? Yoksa iki tarafta güçlerini tekrardan hazırlayıp yeni taarruzlar mı deneyecek?
Ukraynalılar hala savunma hatlarını yarabileceklerine inanıyorlar. Sonbaharın gelişiyle hava şartları zorlaşana kadar denemeye devam edeceklerdir. Belki hava kötüleşince sahadaki duruma göre taarruzu sonlandırabilirler ancak şu an değil. Açıkçası hatta kırılma yaratmak önceden tahmin edilebilen bir şey değildir. Şu anda sahada her yeri “dürterek” nereden ilerlemenin mantıklı olacağını anlamaya çalışıyorlar. Aslında ilerleme de kaydettiler. Sorun şu ki, bu hatta kırılma meselesi çok abartıldı. İnsanlar öyle bir beklentiye sokuldu ki Ukrayna’nın birinci günde cephe hattını yarıp geçeceği algısı oluştu. İşler böyle yürümüyor. Ruslar onları bekliyordu. Tahkimatlar inşa ettiler. Mayınlar döşediler. Hendekler kazdılar. Ukraynalılar hala nereden bu tahkimatları kırabileceklerini arıyorlar. Bu bulmayacaklar anlamına gelmez.
Tabii bir de NATO eğitimleri meselesi var. Ukraynalıların NATO eğitimi alması, onların en iyi bu şekilde savaşacağı anlamına gelmez. Daha şimdiden Ukrayna askerlerinin NATO eğitimlerini bırakıp “eski Sovyet” yöntemlerine döndüğü bilgisi geliyor. Bu yöntemlerle Rusları durdurmayı başardılar. Tam karşılığı olmasa da Afganistan meselesine benziyor. Afganlar savaşmayı biliyordu. Yüzlerce yıldır savaşıyorlardı. Ama Batılılar gibi savaşmıyorlardı. Ama her seferinde kim kazandı? Afganlar.
Putin’in tüm bunların neresinde olduğu da önemli. Prigojin fiyaskosunu gördük. Belli ki Putin eskisi kadar güçlü değil. Prigojin hala etrafta geziyor, hala askerleri var. Belli ki Putin’in savaşı yönetme şeklinde rahatsız olanlar var. Belki de bu kişiler Ukrayna’yı haritadan silmekte Putin’den daha da istekli olacaklar. Kim bilir.
Son faktör ise tabii ki sayın Trump. Putin, Trump’un 2024 seçimlerini kazanması durumunda ABD’nin Ukrayna desteğini durduracağına inanıyor. Aynı şekilde Zelenski de Batı’yı alabileceği her şeyi almaya zorluyor çünkü Trump gelirse yardımın kesilmesinden korkuyor. Bu nedenle Ukrayna, gelecek ABD seçimlerinin sonucunu bilmeden masaya oturmak istemiyor. Açıkçası bu seçim belirsizliklerle dolu. Donald Trump yine hâkim karşısına çıktı. Bu son dönemde uğraştığı 4. davası. Bu olaylar, seçim kampanyasını nasıl etkileyecek, oyları artacak mı? Kimse bilmiyor. Zelenski, Trump’ın kazanıp kazanmayacağını bilmiyorum neden masaya oturayım ki? Diyebilir. Aynı şekilde Putin de Trump’ın kazanmasını umarak masaya oturmayı reddedebilir. Bu nedenle barış görüşmelerinin şimdi olacağını sanmıyorum. Eğer Ukrayna bu taarruz sonucunda ciddi bir toprağını gelir alırsa belki masaya oturmak için bir sebep doğabilir.
‘Bir Cumhuriyetçi olarak Biden’a oy vermek zoruma gidiyor’
Hazır Trump’tan bahsetmişken 2020 seçimlerine dönelim. Seçime sadece aylar kala Biden’a destek açıklayan Cumhuriyetçilerden biriydiniz. 2024 seçimlerinde de aynı şekilde Biden’ı mı destekleyeceksiniz?
Umuyorum ki Cumhuriyetçi Parti’nin adayı başka biri olacak. Demin de dediğim gibi Trump meselesinin ne olacağını bilmiyoruz. Eğer başka bir aday çıkarsa Biden’a karşı onu desteklerim. Eğer sayın Trump aday olursa ona oy veremem. Bir Cumhuriyetçi olarak sayın Biden’a oy vermek de zoruma gidiyor. Yaptığı her şeyi eleştirmiyorum ama Demokrat Parti’nin genel politikalarının karşısındayım. “Demokratlardan nefret ederim” diyen biri değilim. Benim eşim de bir Demokrat ve eşimi seviyorum. İki yakanın da birlikte çalışmasını gerektiğini düşünen eski tip bir adamım. Ama benim temel konumum Cumhuriyetçi Parti’dir. Yine de Trump’la sorunum var. Açıkçası ne yapacağımı bilmiyorum.
‘Ukrayna’yı desteklemeyi bırakırsak, Xi Tayvan’ı desteklemeyeceğimiz fikrine kapılır’
Henry Kissinger hala siyasette aktif. Yakın zamanda Çin’e bir seyahat gerçekleştirdi ve önemli temaslarda bulundu. Şu anda bazı Batılılarda yaygın bir görüş var. Bu görüşe göre Ukrayna’ya verilen destek Çin’e Tayvan meselesinde aynı durumun gerçekleşebileceği izlenimi yaratıyor bu yüzden Rusya ve Çin yakınlaşıyor. Kissinger da kendini “Ejder-Ayı” yakınlaşmasını engellemeye adamış biri. Kissinger, ABD’nin Çin’le olan ilişkisinin kötüleşmesinin önümüzdeki 10 yıl içerisinde bir dünya savaşına evrilebilecek duruma geldiğini söylüyor. Siz Joe Biden’ın Çin ve Rusya üzerindeki dış politika hamlelerini nasıl buluyorsunuz? Sizce Kissinger haklı mı?
Sayın Kissinger’ı tanırım ve saygı duyarım. Umarım onun gibi 100 yıla yakın yaşayabilirim. Tabii o yaşta Çin’e gidebilir miyim bilmiyorum. Kendisi çok etkileyici bir insandır. 99 yaşında kitap yazdı. Ancak kendisiyle aynı fikirde olduğum söylenemez. Eğer biz bugün Ukrayna’yı desteklemeyi bırakırsak, Xi Jinping olası bir işgalde Tayvan’ı desteklemeyeceğimiz fikrine kapılır. Bu yüzden bizim yapacağımız yardımlarla Başkan Xi’nin böyle bir fikre kapılmaması gerekiyor.
‘Pasifik’te Çin’e karşı en güçlü silah denizaltılar’
Pasifik’teki kabiliyetlerimizi güçlendiriyoruz. Japonya 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bu kadar güçleniyor. Onlarla da birlikte çalışıyoruz. Avustralya hep bize yakındı ama şimdi denizaltılar da alacaklar. Muhtemelen Pasifik’te Çin’e karşı en güçlü silah bu denizaltılar. Kore ve Japonya birlikte çalışıyor. İki ülke arasındaki tarihsel gerginlikleri göz önünde bulundurursanız bu pek beklenen bir şey değildi. Bu işin Asya tarafı, bir de Avrupa tarafı var. Onlar Çin saldırganlığı için çok daha endişeliler. Fransızların bölgede kolonileri ve mıntıkaları var. İngilizler uçak gemisi yolladılar. Yani Çin zorbalığına karşı çok sayıda ülke birlik oluyor. Bu ülkeler aynı zamanda Ukrayna’yı destekleyen ülkeler. Bugün Ukrayna desteğini bırakırlarsa başkan Xi bundan yanlış bir mesaj alacaktır. Ukrayna’yı ne kadar desteklersek Xi aynısının Tayvan’da olacağından o kadar çekinecektir.
‘Çin’le olan ilişkimiz Sovyetlere benzemiyor’
Tabii ki Çin’i bir düşman olarak görmemeliyiz. Çin’le biz çok fazla ticaret yapıyoruz. Güney Çin denizine giderseniz Çin ve ABD bayraklı fabrikaları yan yana görürsünüz. Çin’le olan ilişkimiz Sovyetlere benzemiyor. Sovyetler Birliği’yle tamamen birbirinden bağımsız ekonomilerimiz vardı. Biz iç içe geçmiş durumdayız. Tabii bir de Çin ekonomisinin yavaşlaması var. Kendi umdukları hızla büyümüyorlar. Bu sene yüzde 5 büyüme ön görüyorlar. Bu onlar için çok az ve açıkçası bu yüzde 5’e de inanmıyorum. Çünkü hep büyüme sayılarını abartıyorlar. Emlak endüstrileri sorun yaşıyor. Yatırımları azaldı. Devlet, etkisiz kurumlara gereğinden fazla para harcıyor. Bazıları tam da bu yüzden Çin Tayvan’ı işgal edecek diyor. Ben tam tersini düşünüyorum. Bu Sayın Xi’nin gözünde bir risk ve sayın Xi için önce kendisi sonra Komünist Parti gelir. NATO ve Asya’daki müttefiklerimizle güçlü bir şekilde Ukrayna’yı destekleyerek Çin’e şu mesajı veriyoruz; “Ekonomini düzelt, seninle iş yapmak istiyoruz ama Tayvan’ı işgal edersen sonuçları olacağını bilmelisin”.
‘Biden’ın desteği İsrail devletine, Netanyahu’ya değil’
Netanyahu ve Biden’ın ikili ilişkileri her geçen gün daha da gergin hale geliyor. Hatta 2016 ABD seçimleri için “Rusya Trump’ı seçtirdi” deniyordu ama sonradan müdahale edenin İsrail olduğunu iddia eden makaleler yayınlandı. Son dönemde Biden hükümeti Netanyahu’nun demokratik olmadığını bile söyledi. Biden hükümetinin dış politikasının demokrasi adı altında ideolojik bir yönünün olduğunu söyleyebiliriz. Bu dış politika, ABD’nin Venezuela ya da Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkilerini de doğrudan etkiledi. Ama konu İsrail’e gelince bu demokrasi beklentileri rafa kalktı. Biden, Netanyahu’ya anti demokratik demesine rağmen İsrail’in bütün ihtiyaçlarını karşılamaktan geri durmadı. İstenen tüm silah anlaşmaları başarıyla geçti. Sizce burada bir gariplik yok mu?
Öncelikle İsrail’le en büyük silah anlaşması Obama döneminde yapıldı. Açıkçası, Obama’nın İsrail’le daha da büyük gerginlikleri olmuştu. Sayın Biden her daim bir İsrail destekçisi olmuştu. Ama bu onun Netanyahu’yu da desteklediği anlamına gelmiyor. Biden, Netanyahu’yu Beyaz Saray’a çağırmayarak bunu belli etti. Dahası, Netanyahu, Beyaz Saray’a ne zaman gideceğini bilmeden Çin’e gidiyor. İlginç değil mi?
Bana sorarsanız, Netanyahu hükümeti tamamen anti demokratik bir yapı. Bu Biden’ın destekleyebileceği bir şey değil. Hatta ABD’deki Yahudi toplulukları da Netanyahu’yu desteklemiyor. ABD’deki Yahudilerin en az %75’i Netanyahu karşıtı. Yani Netanyahu hükümetiyle İsrail devleti arasındaki farkı iyi anlamak gerekiyor. ABD’deki politik çevrelerin ve Biden’ın desteği İsrail devletine, Netanyahu’ya değil. Netanyahu, her şeyi iyi bildiğini sanıyor. Bu tabii otokratların ortak özelliğidir. Ancak günün sonunda otokratların başı hep derde girer. Tahminimce Netanyahu da böyle olacak. Yüz binlerce İsrailli demokrasi için sokakları dolduruyor. Netanyahu’nun hem dini hem de Batı Şeria politikaları ABD’de ciddi endişe yaratıyor. Biden “İsrail’i seviyorum” dediğinde doğruyu söylüyor ama bu Netanyahu’yu sevmek zorunda demek değil.
‘Irak işgali bir hataydı’
Son dönemde Çin’in Ortadoğu macerası başladı. Yıllardır devam eden Yemen iç savaşı Çin’in arabuluculuğuyla son buldu. Dahası uzun yıllardır diplomatik temasları olmayan Suriye, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler bir araya geldiler ve Ortadoğu’da barış rüzgarları esmeye başladı. Siz ABD’nin Ortadoğu siyasetine en müdahil olduğu George W. Bush iktidarında bir dış politika danışmanıydınız. Özellikle Irak savaşı göz önünde bulundurulduğunda geriye dönüp baktığınızda nasıl bir iz bıraktığınızı düşünüyorsunuz?
“Siz” derken ABD’yi kastediyorsan şunu söyleyebilirim. Irak’a gittiğimizde Savunma Bakanlığı’ndaydım. Irak işgali bir hataydı. Irak’ı bugün kimin kontrol ettiğini sorarsanız biz değil İran ediyor. Çin’e gelirsek, eğer Çin bölgeye düzen getirebilecekse bu kötü bir şey değil. ABD de düzen istiyor Çin de. Asıl soru şu; Çin Ortadoğu’ya ne kadar girebilir? Bugüne kadar hareketleri hep ekonomiden ibaretti. Politik ve askeri alanlara girince işin bu kısmı bizi biraz daha endişelendiriyor. İşin nasıl ilerleyeceğini göreceğiz. Bu ülkelere Çin’in yatırım aracı olan Bir Kuşak Bir Yol projesi aynı Çin ekonomisi gibi sorunlar yaşıyor. Açıkçası İran’la Suudi Arabistan’ın birbirini seveceğini düşünmüyorum. Ama birileri bölgedeki tansiyonu düşürebilecekse bu her zaman iyi bir şeydir. Bu birileri İsrail de olabilir, İran ya da Türkiye de. Ortadoğu’nun hala büyük sorunları var. Lübnan mesela çok sorun yaşıyor. Bölgeye huzuru ve düzenin gelmesi sanırım hem Washington’un hem de Pekin’in ortak noktasıdır.
İlginizi Çekebilir
-
Çin, stratejik mineraller için devlet fonlarını artırıyor
-
Trump yönetimi NATO’nun Avrupa’daki komutasını bırakmayı düşünüyor
-
Lula, Brezilya’nın uçak üreticisi ve gıda devi şirketlerinin yöneticileriyle Vietnam’ı ziyaret edecek
-
Nvidia, ABD tedarik zinciri için yüz milyarlarca dolar harcayacak
-
AB, savunma stratejisi belgesinde Rusya’yı ‘temel tehdit’ olarak tanımladı
-
80 küresel yönetici önemli bir yıllık zirve için Pekin’de bir araya geliyor
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
1 ay önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
1 ay önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
1 ay önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Rusya ve Pakistan’dan ortak tatbikat

İngiltere, Rus iş insanı Ferhat Ahmedov’a uygulanan yaptırımları kaldırdı

Çin, stratejik mineraller için devlet fonlarını artırıyor

BM Komisyonu, esir alınan Rus askerlerine yapılan işkence konusundaki sessizliğini parasızlıkla açıklıyor

Litvanya Meclis Başkanı’ndan ‘Rusya yanlısı beşinci kol’ suçlaması
Çok Okunanlar
-
AVRUPA1 hafta önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ukrayna’da madene hücum