Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: ABD’nin hava saldırısı Husileri caydırmayacak

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD dış politikasının belirlenmesinde etkili yayın organlarından Foreign Affairs’te yayınlandı. ABD’nin İngiltere ile birlikte Yemen’deki Husilere ait mevzileri bombalamasından saatler önce yayınlanan makalenin başlığı, “Husileri bombalamayın.” Aynı zamanda Rand Coorparation’da araştırmacı olan makalenin yazarı, Husilere düzenlenecek hava saldırılarının neden başarısız olacağını açıklamaya çalışıyor:

***

Husileri Bombalamayın
Dikkatli Diplomasi Kızıldeniz’deki Saldırıları Durdurabilir

ALEXANDRA STARK

Amerika Birleşik Devletleri ile Husiler arasında Kızıldeniz’de yaşanan çatışma giderek tırmanıyor. 31 Aralık’ta Husilere ait küçük tekneler, ticari bir gemiye saldırmaya çalıştı; ABD donanmasına ait helikopterlerin saldırıya karşılık vermesinin ardından, Yemen nüfusunun yüzde 80’inin yaşadığı toprakları kontrol eden isyancı bir grup olan Husiler teknelere ateş açtı. ABD güçleri ateşe karşılık vererek üç Husi teknesini batırdı ve on mürettebatı öldürdü. Ardından 9 Ocak’ta Husiler 18 insansız hava aracı, iki gemi savar seyir füzesi ve bir gemi savar balistik füze ile Kızıldeniz’de bugüne kadarki en büyük saldırılarından birini gerçekleştirdiler ve bu saldırılar ABD ve İngiliz güçleri tarafından önlendi.

Bu angajman Kızıldeniz’deki bir dizi saldırının sadece sonuncusuydu. Husiler Kasım ayının ortasından bu yana, küresel ticaretin yüzde 15’inin geçtiği stratejik açıdan kritik bir boğaz olan Kızıldeniz’de ticari gemilere 20’den fazla saldırı düzenledi. Saldırılarını İsrail-Hamas savaşına bir yanıt olarak nitelendiren Husiler, İsrail’in güneyine doğru füze ateşlediler ve insansız hava araçları gönderdiler. Kızıldeniz saldırıları bazı nakliye şirketlerini Süveyş Kanalı’ndan geçişi geçici olarak durdurmaya, bunun yerine Afrika Boynuzu’ndan geçmeye zorladı ki bu da yolculuklarına yaklaşık on gün ekleyen bir değişiklik. Saldırılar henüz küresel ticarette önemli bir kesintiye yol açmadı, ancak uzun vadede, artan nakliye maliyetlerinin petrol fiyatlarını ve dünya çapında tüketim mallarının maliyetini artırması muhtemel.

Buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri uluslararası ortaklarını harekete geçirerek Aralık ayı ortasında Kızıldeniz’deki ticari gemileri korumayı amaçlayan çok uluslu bir girişim başlattı. Ve 3 Ocak’ta bu ortaklar, ABD’li yetkililerin Washington daha sert adımlar atmadan önce Husilere son bir uyarı niteliğinde olması gerektiğini belirttikleri ortak bir bildiri yayınladılar. ABD’li yetkililer şimdi Husi hedeflerine yönelik askeri saldırıları değerlendiriyor.

Husi saldırılarının küresel ticaret üzerinde ciddi sonuçları olabileceğinden ABD askeri olarak karşılık verme konusunda ciddi bir baskı altında. Ancak ABD misilleme saldırıları yerine diplomatik bir yaklaşımı tercih etmeli. Husiler uluslararası gazete manşetlerine yeni çıkmış olabilirler ama ABD ve Körfez’deki ortaklarına yirmi yıldır meydan okuyorlar. Geçmişte ister eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih rejimi tarafından ister Husilerin 2010’ların ortasında devirdiği hükümeti yeniden kurmak için Suudi Arabistan öncülüğünde yürütülen çabalar olsun Husilere karşı her güç kullanımı, grubun sadece askeri yeteneklerini geliştirmesini ve kendisini kahraman bir direniş hareketi olarak göstermesini sağladı ve ülke içindeki meşruiyetini güçlendirdi.

Aslında grubun bir desteğe ihtiyacı vardı: 7 Ekim’den önce içeride artan bir direnişle karşı karşıyaydı. Ancak şimdi İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına verdiği yanıt, Yemen’de ve bölge genelinde destek kazanmış görünüyor. Misilleme saldırıları İsrail-Hamas savaşının bölgeye yayılması ve Yemen’deki iç savaşın yeniden başlaması ihtimalini de artıracaktır. Geçen bir buçuk yıl boyunca BM tarafından müzakere edilen ateşkes, Yemen’deki ciddi çatışmaların önüne geçti ancak ABD’nin Husi hedeflerini doğrudan vurması iç savaşı yeniden alevlendirebilir. ABD’nin Husi saldırılarına karşılık vermek için çok iyi olmayan iki seçeneği var. Ancak uluslararası ortaklarla birlikte Husi saldırılarını caydırma çabalarını sürdürürken Yemen’deki savaşta sürdürülebilir bir barış için diplomatik baskı yapmak bunların en az kötü olanı.

SALDIRILARA DAYANIKLI

Husi hareketi 1990’larda, o zamanlar kendilerine Ensarullah (“Allah’ın Yardımcıları”) adını veren bir grubun Suudilerin Vahabilik propagandasına direnmeye ve Yemen genelinde Zeydi kimliğini ve dini uygulamalarını savunmaya başlamasıyla ortaya çıktı. Zeydilik, kuzey Yemen ve güney Suudi Arabistan’ın bazı bölgelerinde varlık gösteren Şiiliğin bir çeşidi. Ana akım Şiilik ile Zeydi İslam arasında önemli doktrinsel farklılıklar var: Örneğin ana akım Şiiler 12 imam tanırken Zeydiler sadece beş imam tanıyor.

Ancak hareket Salih rejiminde yaygın olan yolsuzluğa ve onun küresel “terörle savaş”ta ABD ile ortaklığına karşı çıkmaya başladıkça Zeydi cemaatinin ötesinde Yemenli destekçiler kazandı. Medya bazen Yemen’de uzun süredir devam eden iç çatışmayı Sünniler ve Şiiler arasındaki mezhepsel bir çekişme olarak yansıtıyor. Aslında, Husiler üzerinde kapsamlı çalışmalar yapan antropolog Marieke Brandt, yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında Ensarullah hareketinin genişleyerek “kuzey Yemen’de ekonomik olarak ihmal edilmiş, siyasi olarak dışlanmış ve dini olarak marjinalleşmiş” olan herkesi bir araya getirme potansiyeline sahip bir katalizatör haline geldiğini” belirtiyor.

Hareketin artan önemine yanıt olarak Salih hükümeti 2004’ten başlayarak altı kez acımasız bir savaş başlattı ve grubun karizmatik lideri Hüseyin Bedreddin el-Husi’yi öldürdü. Ancak bu askeri çabalar hareketin kökünü kazımakta başarısız oldu. Bunun yerine Ensarullah yeni taraftarlar kazandı ve kurucularının aile üyelerini liderleri olarak kutsadı.

Arap Baharı 2011’de Yemen’e ulaştığında Salih sonunda istifa etmek zorunda kaldı ve yerini yardımcısı Abdurabbu Mansur el-Hadi’ye bıraktı. Ancak demokrasiye geçişi müzakere etmeyi amaçlayan 2013-14 Ulusal Diyalog Konferansı’nın dağılmasıyla ülkenin demokratik konsolidasyonu sekteye uğradı. Güç boşluğunu fark eden Husiler Eylül 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirdi ve ardından nüfuzlarını güneye doğru genişletmeye çalışarak ülkenin büyük bölümünde kontrolü ele aldı.

Husilerin 2014’teki yükselişi başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere komşu ülkeleri alarma geçirdi. Bu dönemde Husiler; Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin düşmanları olan İran ve vekilleri Hizbullah’tan da destek almaya başladı. 2015 yılında bu iki ülkenin başını çektiği ve ABD, Birleşik Krallık ve Fransa tarafından desteklenen bir koalisyon askeri müdahalede bulunarak fiilen Hadi hükümetini destekleyen diğer askeri örgütlere yardım için hava saldırıları başlattı.

Ancak hava saldırıları barışı yeniden tesis etmek yerine, Birleşmiş Milletler’in dünyanın en kötü insani krizi olarak adlandırdığı bir savaşın şiddetlenmesine yardımcı oldu. 2015-2022 yılları arasında, ABD’nin istihbarat paylaşımı, havadan yakıt ikmali ve uçak bakımı ile desteklediği Suudi liderliğindeki koalisyonun hava saldırıları tahminen 9 bin Yemenli sivili öldürdü. Dört buçuk milyon Yemenli yerinden edilmiş durumda ve 21 milyondan fazlası, yani Yemen nüfusunun üçte ikisi insani yardım ve korumaya ihtiyaç duyuyor.

BÜYÜME FIRSATI

Husiler kuzey Yemen’in büyük bir bölümünde kontrollerini sağlamlaştırdıkça, bölgesel sahnede daha fazla görünürlük aramaya başladılar. Beyrut merkezli medya kanalları el-Masirah, görüşlerini daha geniş bir kitleyle paylaşmak için hem Arapça hem de İngilizce içerik üretiyor. Müzik ve videoya uyarlanan ve sosyal medyada yaygın olarak paylaşılan geleneksel Husi şiirleri, İsrail ve ABD’ye karşı Husi muhalefetini ilan ediyor.

Husilerin hedeflerini anlamak için kendilerinin ne istediklerini söylediklerini ciddiye almakta fayda var. Yaklaşık 2003 yılından bu yana Husilerin sarkha dedikleri -genellikle yeşil ve kırmızı renklerde basılan- sloganları İran devriminin sloganını yansıtıyor ve Husi değerlerini ve amaçlarını kesin bir dille ilan ediyor: “Tanrı büyüktür, Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm, Yahudilere lanet, İslam’a zafer.” Husi liderler kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda, mevcut saldırılarını İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına yanıt olarak nitelendiriyor. Amaçlarının İsrail’e Hamas’a karşı yürüttüğü savaşta gerilimi azaltması için baskı yapmak olduğunu söylüyorlar.

Ancak bu retorik duruş aynı zamanda Husilerin Yemen’de ve Orta Doğu’da meşruiyet kazanmalarına ve dikkatleri son yıllarda popülaritelerinin azaldığı kendi ülkelerindeki başarısızlıklarından başka yöne çekmelerine olanak sağladı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın en yoksul ülkesine ekonomik büyüme sağlayamadılar. Husiler aynı zamanda acımasızca baskı uyguluyor, gazetecilere işkence yapıyor ve infaz ediyor, barışçıl protestocuları tutukluyor ve gözaltına alıyor, kadınların ve kız çocuklarının haklarını kısıtlıyor. Pek çok Yemenli, Husilerin, Zeydi elitlerin gücünü koruyan totaliter bir dini devlet kurma arzusuyla hareket ettiğini artık daha fazla düşünüyor.

Eylül 2023’te kamu sektörü maaşlarını ödemediği için Husilere karşı yapılan protestoları tutuklamalar takip etti ancak Husi liderliği bunun bir sorun olduğunu kabul etti. Eylül 2023’te, İsrail-Hamas savaşı onlara meşruiyet kazanmak için yeni bir fırsat vermeden önce, yolsuzluk ve ekonomik sorunları ele almak için hükümetlerinde “radikal bir değişiklik” hazırladıklarını duyurdular. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi’nin 2023 Kasım sonu ve Aralık başında yaptığı bir ankete göre Gazze ve Batı Şeria sakinleri Yemen’in İsrail-Hamas savaşına verdiği tepkiyi bölgesel aktörler arasında en tatmin edici tepki olarak değerlendirdi. Husiler Yemen’deki Filistin yanlısı gösterileri Filistin halkına verdikleri desteğin kanıtı olarak gösterdi.

Bölgesel olarak Husiler, Kızıldeniz’de ve İsrail’e yönelik saldırılarını, İran’ın bölgedeki nüfuzunu yaymak ve İsrail ve Suudi Arabistan gibi rakiplerini kuşatmak için kullandığı devlet ve devlet dışı aktörler ağı olan “direniş ekseni” için önemlerini göstermek için kullandılar. İran ve Husiler arasındaki ortaklık Yemen’deki iç savaş boyunca önemli ölçüde derinleşti. İran Husilere değer veriyor çünkü Husiler Tahran’a daha geniş bir alanda hareket etme ve bunu yaparken de makul bir inkar edilebilirlik sağlıyor. Örneğin Eylül 2019’da İran tarafından gerçekleştirildiğine inanılan Suudi petrol tesislerine düzenlenen insansız hava aracı saldırısının sorumluluğunu Husiler üstlendi. Nisan 2022’deki Yemen ateşkesine kadar Husiler aynı zamanda İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün desteğiyle Suudi Arabistan ve BAE topraklarına bir dizi saldırı düzenledi.

Kudüs Gücü, Husilerin insansız hava araçları ve füzeler de dahil sofistike silahları stoklamalarına yardımcı oldu. Yaklaşık 2016’dan bu yana İran, Husilerin yurtdışından gelen parçaları kullanarak kendi silahlarını monte etmeyi öğretti ve uluslararası toplumun Yemen’e silah kaçakçılığını önleme çabalarını atlattı. Husilerin şu anda İsrail’e ve ticari gemilere yönelik füzeler fırlatabiliyor olması -şimdiye kadar önemli bir misillemeden kaçınırken- şüphesiz grubun İran için stratejik değerini daha da ortaya koyuyor. Tahran, Kızıldeniz’deki saldırılara yardımcı olmak için istihbarat paylaşarak ve kendi savaş gemisini bu sulara göndererek Husi saldırılarına destek verdi.

ÇIKIŞ

Uluslararası aktörler, hem Kızıldeniz nakliye rotasını korumak hem de bölgesel gerilimin daha da tırmanmasını önlemek için Husilerin saldırılarına karşılık vermeli. Ancak ABD bunu nasıl yapacağına dair bir dizi kötü ve daha kötü seçenekle karşı karşıya. Bazı politikacılar ve analistler Husi saldırganlığına karşı koymanın en iyi yolunun “caydırıcılığı yeniden tesis etmek” için tasarlanmış askeri gerilimi tırmandırma olduğunu savunuyor. Bu bakış açısı, ABD’nin 2021 yılında Yemen’de barış müzakereleri başlatma kararını başarısız bir yatıştırma politikası olarak görüyor.

Ancak Husilere karşı hava saldırılarını savunanlar, sonrasında ne olması gerektiğini ifade edemiyor. Geçen on yılda başarısız olan hava saldırılarının şimdi Husi saldırılarını nasıl caydıracağını anlamak zor. Husi hedeflerine yönelik hava saldırıları Husilerin füze ve insansız hava aracı fırlatma kabiliyetlerini marjinal bir şekilde aşındırabilir ancak Husilerin küçük, ucuz, insanlı ve insansız botlarını etkili bir şekilde hedef almak ve ortadan kaldırmak çok daha zor olacak.

Aynı şekilde, Trump yönetiminin 2020’de kısa bir süreliğine yaptığı gibi Husileri yabancı terör örgütü olarak tanımlamanın da muhtemelen pek etkisi olmayacak. Liderleri uzun süredir ABD yaptırımları altındaydı ve şüphesiz bu tanımlamayı güçlü rakiplerini kızdırabileceklerinin bir başka kanıtı olarak kullanacaklardır. Ancak FTO (Yabancı Terör Örgütü) olarak adlandırılmaları Yemen’e insani yardım ulaştırılmasını kesinlikle zorlaştıracaktır.

Diplomasiyi caydırıcılıkla birleştiren bir yaklaşım, ABD’nin yakın vadede bu içinden çıkılmaz sorunla başa çıkmasının kötülerin içindeki en iyi yol. Askeri bir müdahale için uluslararası istek yok. Husilere karşı 2015’teki askeri müdahaleye öncülük eden Suudi Arabistan bile şimdi ABD’yi itidalli davranması konusunda uyarıyor.

Washington Körfez’deki ortaklarının kamuoyu desteğine güvenemez. Husilerin hedef aldığı ticari gemilerden bazılarının İsrail’le görünürde bir bağlantısı olmasa da, saldırılarını sürekli olarak Filistinlileri destekleme çabası olarak adlandırmaları, Arap devletlerinin, müdahil olmaya meyilli olsalar bile, Husi saldırganlığına karşılık verme derecesini sınırlıyor. Örneğin Suudi Arabistan’da kamuoyu İsrail ile diplomatik ilişkiler kurulmasına daha da karşı. Körfez ülkelerinin halklarının gazabına uğrama riskini alma konusunda çok teşvikleri yok. Bahreyn dışında Arap devletleri, Pentagon’un Aralık ortasında duyurduğu çok uluslu operasyonla kendilerini kamuoyu önünde ilişkilendirmekte isteksiz davrandılar.

Yine de bu operasyon (Refah Muhafızı) Husi saldırganlığına karşı uluslararası muhalefeti göstermek ve saldırıları durdurmak ve caydırmak için faydalı bir ilk adım. ABD ayrıca BM’nin Yemen’de sürdürülebilir bir barış için müzakere çabalarını desteklemeye devam etmeli. 2022 ateşkes anlaşması aşağı yukarı tuttu ve taraflar ateşkesi kalıcı hale getirecek ve Yemen’in yönetiminin uzun vadeli geleceği hakkında görüşmeleri başlatacak bir anlaşmaya çok yakınlar.

Husilerin yarattığı tehditle başa çıkabilmek için ABD’nin İsrail ile Hamas arasındaki savaşın ve genel olarak İsrail-Filistin çatışmasının sona ermesi için bastırması gerekiyor. Hoşuna gitsin ya da gitmesin, Husiler saldırılarını İsrail’in Gazze’deki operasyonlarıyla ilişkilendirdiler ve bu sayede yerel ve bölgesel destek kazandılar. Her iki çatışmaya da sürdürülebilir, uzun vadeli bir yaklaşım bulmak, bölgedeki gerilimi azaltmak ve Husilerin ticari gemilere yönelik saldırılarını durdurmasını sağlamak açısından kritik önem taşıyacaktır. Bu çatışmaların olmadığı bir ortamda bu tür saldırıların faydası sınırlı olacaktır.

Bu önlemler Husilerin ABD çıkarlarına ve daha geniş anlamda bölgedeki istikrara yönelik oluşturduğu tehdidi tamamen ortadan kaldıramaz. Ancak kötü seçenekler arasında en iyisi olmaya devam ediyorlar ve ABD’nin son 20 yılda Yemen’e yönelik başarısız yaklaşımları nedeniyle sadece kötü seçenekleri var. Washington hatalarını tekrarlamamalı. Onlarca yıllık deneyim, Husileri yerinden etmeye yönelik askeri çabaların etkili olma ihtimalinin düşük olduğunu gösterdi. Bunun yerine, zaten zor durumda olan Yemen halkının hayatını daha da harap edebilir.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English