Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: Filistin sorunu eski paradigmalara dönerek çözülemez

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, gündemde olan Gazze’deki savaş sonrası senaryoları inceliyor. Ortaya atılan senaryoların hiçbirinin başarı şansı olmadığını belirten makaleye göre bunun temel nedeni tüm senaryoların Gazze’yi tek başına ele alması. Gazze sorununun Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten ayrı ele alınamayacağını savunan makale, bugüne kadar yapılan İsrail-Filistin müzakerelerinin neden başarısızlıkla sonuçlandığını da açıklamaya çalışıyor. Makalenin yazarı, başarılı bir müzakerenin nelere dayanması gerektiğini anlattıktan çözüm için atılabilecek adımları sıralıyor:

***

Gazze’deki Büyük Hedef

Kalıcı Barış İçin İsrail Filistin Topraklarındaki İşgaline Son Vermeli

Mervan Muasher

İsrail’in Gazze’deki savaşı dördüncü ayına girerken, çatışmalar sona erdiğinde bölgeyi kimin yönetmesi gerektiği konusunda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bazıları Mısır, Ürdün ve diğer Arap devletleri tarafından şimdiden reddedilen bir Arap gücü önerdi. Diğerleri ise Filistinlilerin yüzde onundan daha azının böyle bir sonucu destekleyeceği gerçeğini göz ardı ederek yeniden yapılandırılmış bir Filistin otoritesi gündeme getirdi. Üçüncü bir fikir ise Gazze’nin uluslararası kontrol altına alınması ki bu yaklaşım, böyle bir emsal oluşturmak istemeyen İsrail tarafından zaten reddedildi.

Ancak öngörülen bu çözümlerin başarısızlığa mahkûm olmasının daha büyük bir nedeni var: hepsi de Gazze’yi tek başına ele alıyor, sanki daha geniş anlamda Filistin devleti ve kendi kaderini tayin meselesi dikkate alınmadan ele alınabilirmiş gibi. Bu düşünce tarzına göre Hamas ortadan kalktığında ve Gazze’yi kimin yöneteceği sorusu cevaplandığında statükoya geri dönülebilir. Her iki varsayım da temelden hatalı ve bunlara dayalı herhangi bir politika felakete yol açacaktır.

Gazze’nin geleceğine yönelik bir çözümün gerçekten kalıcı olabilmesi planın İsrail kontrolü altındaki tüm Filistinliler için daha geniş bir çerçeveye oturtulmasına bağlı. Nihayetinde bitmek bilmeyen şiddetin temel nedenini ele almalı: İsrail’in Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’daki işgali. Yıllar süren başarısız müzakereler böyle bir planın başarılı olabilmesi için nelere ihtiyaç duyacağını da açıkça ortaya koydu: kendinden önceki pek çok planın aksine, inandırıcı ve zamana bağlı olmalı ve oyunun sonu başlangıçta iyi tanımlanmalı.

Böylesine kapsamlı bir sürecin oluşturulması olağanüstü çaba gerektirecektir. Ancak bunun alternatifi çok daha kötü. Mevcut savaş, halihazırda çok sayıda sivilin ölümüne, Gazze’nin yıkımına, İsrail’in güvenliğinin ve uluslararası desteğinin zayıflamasına, 1,5 milyon Filistinli mültecinin daha ortaya çıkmasına ve Filistinlilerin atalarının topraklarından kitlesel olarak daha fazla sürülmesi tehdidine yol açtı. Bugünün sorununu eski paradigmalara dönerek çözmeye yönelik her türlü girişim, bu felaketlerin tekrarlanmasına davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

EKSİK OYUN SONU

Ertesi gün sorununun gerçek kapsamını anlamak için öncelikle mevcut çatışmanın Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısıyla başlamadığını kabul etmek gerekir.  Sadece Gazze ile de sınırlı değil. Filistin sorunu, tahminen 750.000 kişinin evlerinden edildiği 1948 savaşıyla başlasa da bugünkü kriz için en iyi başlangıç noktası 1967 savaşı. Bu çatışma İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgal etmesine ve tahminen 300,000 yeni Filistinli mültecinin ortaya çıkmasına neden oldu. Aynı zamanda işgalin sona erdirilmesi ve Filistinlilerin yaşayabilir bir geleceğe sahip olması için onlarca yıl süren çabaların da başlangıcını oluşturdu.

Bu yöndeki ilk girişim Kasım 1967’de kabul edilen 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı oldu. Karar “savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliğine” atıfta bulunsa da ayrı bir Filistin devleti öngörmüyordu. Bunun yerine Gazze’nin Mısır’ın, Batı Şeria’nın ise Ürdün’ün kontrolüne geçmesi öngörülüyordu. Karar işgalin sona erdirilmesi için bir zaman dilimi de tanımlamıyor, sadece açık ve bağlayıcı olmayan bir siyasi süreç çağrısında bulunuyordu. Ürdün, Mısır ve İsrail tarafları arasında bir BM arabulucusu aracılığıyla dolaylı müzakereler yürütüldü ancak herhangi bir sonuç alınamadı.

Ardından 1993’te Oslo anlaşmaları geldi, belki de tüm bu barış çabaları arasında en çok bilineni. Bu durumda, iki taraf karşılıklı olarak birbirlerini tanımakla ve Gazze ile Batı Şeria’nın bir kısmında Filistin geçici otoritesini kurmakla kalmadılar, aynı zamanda kalıcı bir barış için beş yıllık bir müzakere süreci başlattılar. Ancak sürecin çatışmaya kalıcı bir çözüm getirmesi beklenirken, taraflar bu çözümün ne olduğunu belirleyemedi: başka bir deyişle, oyunun sonu başlangıçta net değildi. Dahası, Oslo anlaşmaları yerleşim faaliyetlerini dondurmadı, yani taraflardan biri -İsrailliler- bu toprakların coğrafyasını ve demografisini değiştirmeye devam ederken bile iki taraf işgal altındaki toprakların geleceği üzerine müzakere ediyordu. Nitekim Rabin, Eylül 1995’te parlamentonun Oslo anlaşmalarının ikinci bölümünü onayladığı Knesset’teki son konuşmasında İsrail’in hedefinin “devletten daha az bir Filistin varlığı” olduğunu ilan etti.

Aslında çatışmanın ana aktörleri, ABD Başkanı Bill Clinton’ın görev süresinin sonuna yakın 2000 yılına kadar iki devletli bir model üzerinde anlaşmaya varamadı. O dönemde Clinton iki tarafa, büyük ölçüde 1967 sınırlarıyla tanımlanan ve Kudüs, mülteciler ve güvenlik için özel düzenlemelerle İsrail devletinin yanında kurulacak bir Filistin devletine dayanan genel bir çerçeve sundu. Bu parametreler üzerindeki son dakika müzakereleri başarısızlıkla sonuçlanıp ikinci intifada patlak verdiğinde, her iki taraf da masanın diğer ucunda barış için ortakları olmadığına ikna oldu. O zamandan bu yana 2002 Arap Barış Girişimi, 2002-2003 Orta Doğu Yol Haritası, 2007 Annapolis konferansı ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin 2013’teki mekik diplomasisi -ABD’nin bir çözümün müzakere edilmesine yardımcı olmak için son resmi çabası- dahil birbirini izleyen çabaların hepsi başarısız oldu.

Bu müzakere turlarının her birinin karaya oturmasının birçok nedeni olsa da çoğunda ortak olan daha büyük eksiklikler vardı: neredeyse her zaman ya açık uçluydular ya da başlangıçta oyunun sonunu belirtmediler. Ayrıca tarafların kalıcı bir çözüme giden yolda adım adım yükümlülüklerini yerine getirdiklerinden emin olmak için güvenilir bir izleme mekanizması da yoktu. Dahası, pek çok kez müzakereler, bu hedefe ulaşmak için atılması gereken adımlardan ziyade nihai sonucun ne olması gerektiği konusunda tıkandı.

Yirmi beş yıl sonra, ilk Körfez Savaşı’nın ardından 1991 yılında Başkan George H. W. Bush tarafından başlatılan Madrid Konferansı nihayet Filistinlileri doğrudan müzakere masasına getirdi. Ancak süreç bir kez daha, İsrail tarafından uluslararası toplumdan oldukça farklı bir şekilde yorumlanan 242 sayılı karara atıfta bulunmanın ötesinde oyunun sonunu belirsiz bıraktı. (Karar İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörse de İsrail bunu tüm bu topraklardan çekilmek değil, sadece hiçbir zaman belirtmediği sözde güvenli sınırlara çekilmek olarak yorumladı). Merhum İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’in Haziran 1992’de iktidara gelmesinin ardından Filistinliler İsrail ile ayrı ayrı müzakerelere başladıktan sonra bile süreç hiçbir zaman müzakerelerin hedefi olarak ayrı bir Filistin devletini tanımlamadı.

BAŞARISIZLIKTAN FELAKETE

Filistinliler için bu başarısızlıkların sonuçları yıkıcı oldu. İsrail, işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te (ve 2005’e kadar Gazze’de) uluslararası hukuka göre yasadışı olan yerleşim faaliyetlerine devam edebildi, Filistin topraklarını yuttu ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulmasını giderek zorlaştırdı. Oslo anlaşmalarının imzalanmasından bu yana, İsrailli yerleşimci nüfusu yaklaşık 250.000’den 750.000’in üzerine çıkarak tüm Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki nüfusun neredeyse dörtte birine ulaşırken, yerleşimlerin durmaksızın genişlemesi bitişik Filistin topraklarını sürekli olarak parçaladı.

Bu başarısız müzakerelerin ortasında Gazze’nin kaderi özellikle ağır oldu. 2005 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron Gazze’den tek taraflı olarak çekilme kararı alarak İsrail’in doğrudan askeri varlığına son verdi. Ancak İsrail hükümeti bölgeyi izole etmek için etrafına bir güvenlik bariyeri inşa etti ve İsrail şeride kimin girip çıkacağını kontrol etmeye devam etti. İsrail ayrıca Filistinli sakinlerinin bir havaalanı ya da limana sahip olmasını engelleyerek Gazze’yi dünyadan fiilen kopardı. Sonuç olarak, İsrail’in işgali acımasız sonuçlara yol açarak etkin bir şekilde devam etti. Hamas’ın 2007’de Filistin Yönetimi’nden ayrılarak şeridin kontrolünü tamamen ele geçirmesinin ardından yaşam koşulları daha da kötüleşti ve Gazzelilerin kişi başına düşen geliri Batı Şeria’daki Filistinlilerin çok altında kaldı.

Ardından, Obama yönetimi sona erdiğinde, ABD iki taraf arasındaki müzakerelerden tamamen vazgeçti. Önce ABD Başkanı Donald Trump, ardından da ABD Başkanı Joe Biden döneminde Washington, barış çabalarının yerine, 242 sayılı karardan kaynaklanan “barış için toprak” formülüne dayanmayan, çeşitli Arap devletleri ve İsrail arasında bir dizi ikili anlaşma olan İbrahim Anlaşmalarını koydu. Filistinlilerin hiçbir dahli olmadı. Özellikle Biden yönetimi, bölgesel işbirliğini teşvik ederse, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki barışın daha kolay olabileceğini varsaydı. İsrail hükümeti ise anlaşmaları, bölgedeki Arap devletleriyle ayrı anlaşmalar yapabilecekleri için Filistinlilerle bir çözüme varmanın artık gerekli olmadığını savunmak için kullandı.

İşte 7 Ekim saldırılarının gerçekleştiği bağlam budur. Sivillerin hedef alınması, failin hangi taraf olduğuna bakılmaksızın her türlü senaryoda iğrenç. Ancak Gazze’nin son on yılda duvarlarla çevrili dev bir hapishaneye dönüştüğü ve milyonlarca mahkûmun artık işgalin sona ereceğine inanmak için hiçbir nedeni kalmadığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün değil.

BARIŞ IÇIN ÖNKOŞULLAR

Biden yönetimi Gazze’deki savaşın sona ermesinin ardından siyasi bir süreç başlatılması gerektiğini kabul etti. Nihayetinde Mısır ve İsrail arasında barışa yol açan Ekim 1973 savaşı ve Madrid konferansına yol açan 1991’deki ilk Körfez Savaşı’nın rehberliğinde Biden yönetimi Gazze için ertesi gün planlarını tartışmaya başladı. Ancak bu düşünce Hamas’tan sonra Gazze’yi kimin yöneteceği ile sınırlı kalırsa ya da Washington daha öncekilerin hatalarını tekrarlayan açık uçlu bir süreci taahhüt ederse, başarı ihtimali neredeyse yok denecek kadar az olur. Bugün Filistinlilerin büyük çoğunluğu, İsrail sahada iki devletli çözümü imkânsız kılan gerçekleri yaratırken, işgali sona erdirmek için barışçıl çabalar göstererek oyuna getirildiklerini düşünüyor. Dolayısıyla Gazze için herhangi bir siyasi süreç, müzakereler başlamadan önce inandırıcı, zamana bağlı ve net bir şekilde tanımlanmış bir nihai sonuca sahip olmalı. Aksi takdirde, bu sadece zaman kaybı olacaktır.

Şu an itibariyle, ABD öncülüğünde ciddi bir süreç için gerekli unsurların mevcut olmadığını kabul etmek çok önemli. ABD, başta İsrail olmak üzere tüm taraflara baskı uygulanmasını gerektiren bir barış sürecini başlatma şansının uzak olduğu bir seçim yılına giriyor. Mevcut sağcı İsrail hükümeti de işgali sona erdirmek ya da bir Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmak gibi bir niyetinin olmadığını defalarca ve açıkça ilan etti. Her ne kadar İsraillilerin çoğunluğunun 7 Ekim’deki güvenlik zafiyetinden mevcut hükümeti sorumlu tuttuğu doğru olsa da -ve anketler yarın yeni seçimler yapılsa muhalefetin büyük bir farkla kazanacağını gösterse de- bugün İsrail’de kamuoyu on yıllar önce olduğu gibi artık barış yanlısı ve barış karşıtı kamplar arasında bölünmüş değil. Bunun yerine, sadece Netanyahu yanlısı ve karşıtı kamplar arasında, her iki taraf da bir Filistin devletine karşı sert ve neredeyse aynı duruşu paylaşıyor.

Bu arada Filistin Yönetimi güvenilirliğini ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Filistin Yönetimi 2006’dan bu yana seçim yapmadı ve 7 Ekim’den önce bile onaylanma oranı çok düşüktü. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi, Kasım ayı sonunda Gazze’deki kısa süreli ateşkes sırasında yaptığı bir ankette Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüzde 88’inin Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın istifasını istediğini ortaya koydu. Abbas yönetimindeki Filistin Yönetimi’nin savaştan sonra da Gazze’yi yönetmesini isteyenlerin oranı ise sadece yüzde yedi. Seçimler olmadan hiçbir taraf siyasi süreçte Filistinlileri temsil ettiğini iddia edemez ancak ankete göre Hamas’ın oyların çoğunu alabileceği düşünüldüğünde Filistin Yönetimi, İsrail ve ABD’nin yakın vadede böyle bir seçime karşı çıkacağı neredeyse kesin. Aynı anket Mervan Barguti gibi isimlerin hem el Fetih hem de Hamas kamuoyunda geniş bir desteğe sahip olduğunu gösterse de İsrail’in Barguti’nin serbest bırakılmasını kabul edeceği şüpheli çünkü mevcut hükümet siyasi bir anlaşmayla ilgilenmiyor.

Ancak bu zorluklara rağmen, Washington’un geçmiş müzakerelerin tuzaklarından kaçınabilmesi için inandırıcı bir sürecin gerektireceği belirli unsurları ortaya koymaya değer. İlk olarak ABD, üç ila beş yıl gibi belirli bir zaman dilimi içerisinde işgalin sona erdirilmesine yönelik açıkça tanımlanmış bir hedefi ortaya koyacak siyasi bir plan sunmalı. Sınır boyunca yerleşimleri barındıracak küçük ve karşılıklı toprak takasları ile 1967 hatları temelinde kesin sınırlar müzakerelere tabi olmalı. Birleşmiş Milletler 1967 sınırları temelinde bir Filistin devletini tanıyan bir karar yayınlamalı ve ayrıntılar müzakereler yoluyla belirlenmeli. Yeni yerleşim inşaatları tamamen dondurulmalı.

Ardından, bu planı uygulamak için müzakereler oyunun sonunun nasıl göründüğünden ziyade hedefe ulaşmak için gereken adımlara odaklanmalı. Gerekli olası adımların birçoğu halihazırda atılmış durumda. Halk desteğini sağlamak için İsrail’de, Batı Şeria ve Gazze’de planla ilgili referandumlar düzenlenmeli: seçmenler planın açıkça tanımlanmış siyasi ufkuna göre sandığa gitmeli ve bu da her iki tarafta da iki devletli bir çözümün artık mümkün olmadığı izlenimini kırabilir. Bu çerçevede, Gazze’yi kimin yöneteceği meselesi kendi başına bir oyun sonu olmaktan ziyade işgalin sona erdirilmesine giden yolda bir adım haline gelecektir: yönetimle ilgili meselelerde Gazze ve Batı bir bütün olarak ele alınmalı.

Böyle bir süreç başladığında, her iki taraf da geçmişte genel bir siyasi çerçeve veya somut bir zaman çizelgesi olmadığı için reddedilen çözümleri yeniden gözden geçirmeye teşvik edilecektir. Örneğin Gazze’nin yeniden inşası nihai çözüme giden yolda bir adım olabilir ve Körfez ülkeleri, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi taraflar bugün olmadıkları şekilde sürece katılmaya hazır olabilirler. (Suriye örneği bu konuda yararlı bir ders sunuyor: iç savaş yaklaşık beş yıldır fiilen sona ermiş olmasına rağmen, ülkenin geleceğine ilişkin kapsamlı bir planın yokluğunda çok az yeniden yapılanma gerçekleşmişti). Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin kendi topraklarında kalmalarına yardımcı olmak için uluslararası bir fon oluşturularak Filistinlilerin tarihi topraklarının dışına toplu olarak nakledileceklerine dair korkuları azaltılabilir. Tüm Arap devletleri tarafından İsrail için toplu barış anlaşmaları ve toplu güvenlik garantileri öneren Arap Barış Girişimi yeniden canlandırılarak Arap devletlerine Filistin topraklarında siyasi, güvenlik ve ekonomik bir rol verilebilir ve İsraillilerin planı benimsemeleri için güçlü bir teşvik sağlanabilir.

Bu taslak iddialı görünse de gerçekçiliğe dayanıyor: amacı ciddi bir siyasi sürecin neleri gerektireceğini göstermek ve geçmişteki başarısız süreçlerin yeniden diriltilemeyeceğini açıkça ortaya koymak. Bu planın, mevcut yerleşimlerin ne yapılacağı gibi daha da zor bir konuyu bir kenara bıraktığını belirtmek gerekir. Her iki tarafta da işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü benimsemek için siyasi irade mevcut olsa bile, yerleşim sorununa ustaca bir çözüm bulmak yine de göz korkutucu bir görev olacaktır. Eğer uluslararası toplum bu genel planı gerçekleştirmenin gerçekçi olmadığına karar verirse, alternatiflerin maliyetlerini tartmalı.

KÖTÜDEN DAHA KÖTÜYE

Gazze’deki savaşın sonunda ciddi bir siyasi sürecin başlatılmasının imkânsız olduğu ortaya çıkarsa, üç alternatif senaryo gündeme gelebilir. Birincisi, taraflar daha sakin ve daha iyi bir zamanı beklemeye geri dönebilir- tıpkı ABD’nin 7 Ekim saldırılarına kadar yıllarca yaptığı gibi. Eğer şimdi dönülürse bu strateji kesinlikle başarısız olacaktır. Bu strateji, iki devletli bir çözümün nihayetinde tüm taraflar için tercih edilen sonuç olduğunu ve bunun gerçekleşmesi için sadece doğru siyasi güçlerin iktidarda olması gerektiğini varsayıyor. Ancak İsrail’de Knesset’te toprak paylaşımını öngören bir barış anlaşmasına verilen destek 30 yıl önce çoğunluktayken bugün 15 üyeye kadar düştü. Dahası, bekleme mantığı durağan bir statüko olduğunu varsayar ki İsrail’in yerleşim yerlerini genişletmeye devam ettiği göz önüne alındığında durumun böyle olmadığı açık. Eğer bugün yerleşimcilerin sayısı iki toplumu iki devlete ayırmayı son derece zorlaştırıyorsa, birkaç yıl içinde yerleşimci nüfusu bir milyonu aştığında durum geri dönülemez şekilde kötüleşebilir.

Ciddi bir siyasi sürecin yokluğunda ikinci bir alternatif daha da kötü olabilir: Filistinlilerin tarihi topraklarından ya zorla ya da işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin yaşamını savunulamaz veya dayanılmaz hale getirerek kitlesel olarak göç ettirilmesi. Böylesine sert bir sonucun ciddiye alınmasının nedeni, İsrail’in şu anda karşı karşıya olduğu demografik gerçekliktir: İsrail’in kontrolü altındaki bölgelerdeki Filistinli Arapların sayısı şu anda 7.4 milyon- İsrail ve işgal altındaki topraklardaki 7.2 milyon İsrailli Yahudi’den daha fazla. İsrail’in şu anda işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü kabul etmek istemediği ve birçok insan hakları örgütünün apartheid olarak tanımladığı bir ortamda çoğunluğa hükmeden bir azınlık olmak istemediği göz önüne alındığında, tercih ettiği seçenek çok sayıda Filistinliyi İsrail’in kontrolü altındaki topraklardan çıkarmak olacaktır: Gazze’den Mısır’a ve Batı Şeria’dan Ürdün’e.

İsrail hükümeti daha şimdiden bu yönde düşündüğünü açıkça ortaya koydu. Gazze’nin büyük bir kısmı neredeyse yaşanmaz hale getirildi ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisi de dahil birçok İsrailli kabine bakanı Filistinlilerin başka ülkelere taşınması fikrini doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi. Bazı İsrailli ve uluslararası yorumcular da Mısır ve Ürdün’ün sınırlarını Filistinlilere kapatma kararlarını, belki de her iki ülkeye Filistinlilerin kaçmasına izin vermeleri için baskı yapmak amacıyla, insanlık dışı bir eylem olarak nitelendirdi. Ancak İsrail hükümetinin daha sonra geri gelmelerini engelleyeceği açık.

Ancak herhangi bir toplu göç girişiminin uygulanması kolay olmayacak. Ürdün ve Mısır daha şimdiden uluslararası kamuoyunun dikkatini bu senaryoya çekti, öyle ki ABD ve diğer ülkeler buna şiddetle karşı çıktı. Filistinlilerin kendileri de 750,000 kişinin topraklarını terk etmeye zorlandığı ve bir daha geri dönmelerine izin verilmediği 1948’den ders almış olarak, ayrılmaya pek istekli görünmüyorlar.

Geriye üçüncü ve en olası alternatif kalıyor: İsrail işgalinin devam etmesi, ancak şimdi daha da sürdürülemez koşullar altında. Filistinlilerin doğum oranı Yahudi İsraillilerden daha yüksek ve bir Filistin devletine dair umutlarını giderek kaybettikçe, İsraillilerle eşit haklara sahip olma talepleri daha yüksek sesle ve daha ısrarlı bir şekilde dile getirilecek. Bu durumda çatışma daha şiddetli bir hal alabilir. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi’nin anketine göre, bugün Filistinlilerin yüzde 63’ü işgali sona erdirmek için silahlı direnişi destekleyeceğini söylüyor. Aslında bu tür bir direniş 7 Ekim’den önceki aylarda Batı Şeria’da başlamış, genç ve lidersiz gençler silahlanıp İsraillilere ateş etmişti.

Dahası, eğer işgale devam etmeyi seçerse, İsrail’in sorunu sadece kendi içinde kalmayacak. Ülke aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok Batı ülkesinde Filistinlileri ve eşit haklar konusunu öncekilerden çok daha fazla desteklediğini gösteren genç bir nesille de karşı karşıya. Bu kuşak iktidar mevkilerine yükseldikçe, dünya İsrail işgalini giderek daha fazla eleştirecek ve odak noktası hayali bir barış anlaşması tanımlamaktan, süresiz olarak işgal edilmiş topraklardaki derin adaletsizlik sorununu ele almaya kayacak. Ayrıca İsrail’in dünya sahnesinde giderek yalnızlaşması da muhtemel.

Statükonun devamı muhtemelen bu noktada son bulacak. Uluslararası toplum bugün yaşanan şiddet olaylarından kesinlikle kısmen sorumlu. Batılı liderler ve bölgedeki hükümetler, son yıllarda çatışmanın altında yatan nedenleri ele almaya yönelik ciddi bir girişimde bulunmayarak, şu anda var olan savunulamaz durumun yaratılmasına yardımcı oldular. Daha önceki pek çok sürecin devamı niteliğinde yeni bir sürecin başlatılması mümkün. Bu gerçekleşirse, o da başarısız olacak ve şiddet İsraillilerin ve Filistinlilerin dünyasını tanımlamaya devam edecek. Ya Amerika Birleşik Devletleri ve uluslararası ortakları tarihi bir karar vererek çatışmayı şimdi sona erdirecek ve her iki tarafı da hızla iki devletli bir çözüme doğru götürecek ya da dünya daha da karanlık bir gelecekle mücadele etmek zorunda kalacak. Zira çok yakında mesele artık bir işgal meselesi değil, daha zor bir mesele olan düpedüz apartheid meselesi haline gelecektir. Seçim bundan daha net olamaz.

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English