DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Filistin sorunu eski paradigmalara dönerek çözülemez
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, gündemde olan Gazze’deki savaş sonrası senaryoları inceliyor. Ortaya atılan senaryoların hiçbirinin başarı şansı olmadığını belirten makaleye göre bunun temel nedeni tüm senaryoların Gazze’yi tek başına ele alması. Gazze sorununun Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten ayrı ele alınamayacağını savunan makale, bugüne kadar yapılan İsrail-Filistin müzakerelerinin neden başarısızlıkla sonuçlandığını da açıklamaya çalışıyor. Makalenin yazarı, başarılı bir müzakerenin nelere dayanması gerektiğini anlattıktan çözüm için atılabilecek adımları sıralıyor:
***
Kalıcı Barış İçin İsrail Filistin Topraklarındaki İşgaline Son Vermeli
Mervan Muasher
İsrail’in Gazze’deki savaşı dördüncü ayına girerken, çatışmalar sona erdiğinde bölgeyi kimin yönetmesi gerektiği konusunda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bazıları Mısır, Ürdün ve diğer Arap devletleri tarafından şimdiden reddedilen bir Arap gücü önerdi. Diğerleri ise Filistinlilerin yüzde onundan daha azının böyle bir sonucu destekleyeceği gerçeğini göz ardı ederek yeniden yapılandırılmış bir Filistin otoritesi gündeme getirdi. Üçüncü bir fikir ise Gazze’nin uluslararası kontrol altına alınması ki bu yaklaşım, böyle bir emsal oluşturmak istemeyen İsrail tarafından zaten reddedildi.
Ancak öngörülen bu çözümlerin başarısızlığa mahkûm olmasının daha büyük bir nedeni var: hepsi de Gazze’yi tek başına ele alıyor, sanki daha geniş anlamda Filistin devleti ve kendi kaderini tayin meselesi dikkate alınmadan ele alınabilirmiş gibi. Bu düşünce tarzına göre Hamas ortadan kalktığında ve Gazze’yi kimin yöneteceği sorusu cevaplandığında statükoya geri dönülebilir. Her iki varsayım da temelden hatalı ve bunlara dayalı herhangi bir politika felakete yol açacaktır.
Gazze’nin geleceğine yönelik bir çözümün gerçekten kalıcı olabilmesi planın İsrail kontrolü altındaki tüm Filistinliler için daha geniş bir çerçeveye oturtulmasına bağlı. Nihayetinde bitmek bilmeyen şiddetin temel nedenini ele almalı: İsrail’in Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’daki işgali. Yıllar süren başarısız müzakereler böyle bir planın başarılı olabilmesi için nelere ihtiyaç duyacağını da açıkça ortaya koydu: kendinden önceki pek çok planın aksine, inandırıcı ve zamana bağlı olmalı ve oyunun sonu başlangıçta iyi tanımlanmalı.
Böylesine kapsamlı bir sürecin oluşturulması olağanüstü çaba gerektirecektir. Ancak bunun alternatifi çok daha kötü. Mevcut savaş, halihazırda çok sayıda sivilin ölümüne, Gazze’nin yıkımına, İsrail’in güvenliğinin ve uluslararası desteğinin zayıflamasına, 1,5 milyon Filistinli mültecinin daha ortaya çıkmasına ve Filistinlilerin atalarının topraklarından kitlesel olarak daha fazla sürülmesi tehdidine yol açtı. Bugünün sorununu eski paradigmalara dönerek çözmeye yönelik her türlü girişim, bu felaketlerin tekrarlanmasına davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
EKSİK OYUN SONU
Ertesi gün sorununun gerçek kapsamını anlamak için öncelikle mevcut çatışmanın Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısıyla başlamadığını kabul etmek gerekir. Sadece Gazze ile de sınırlı değil. Filistin sorunu, tahminen 750.000 kişinin evlerinden edildiği 1948 savaşıyla başlasa da bugünkü kriz için en iyi başlangıç noktası 1967 savaşı. Bu çatışma İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgal etmesine ve tahminen 300,000 yeni Filistinli mültecinin ortaya çıkmasına neden oldu. Aynı zamanda işgalin sona erdirilmesi ve Filistinlilerin yaşayabilir bir geleceğe sahip olması için onlarca yıl süren çabaların da başlangıcını oluşturdu.
Bu yöndeki ilk girişim Kasım 1967’de kabul edilen 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı oldu. Karar “savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliğine” atıfta bulunsa da ayrı bir Filistin devleti öngörmüyordu. Bunun yerine Gazze’nin Mısır’ın, Batı Şeria’nın ise Ürdün’ün kontrolüne geçmesi öngörülüyordu. Karar işgalin sona erdirilmesi için bir zaman dilimi de tanımlamıyor, sadece açık ve bağlayıcı olmayan bir siyasi süreç çağrısında bulunuyordu. Ürdün, Mısır ve İsrail tarafları arasında bir BM arabulucusu aracılığıyla dolaylı müzakereler yürütüldü ancak herhangi bir sonuç alınamadı.
Ardından 1993’te Oslo anlaşmaları geldi, belki de tüm bu barış çabaları arasında en çok bilineni. Bu durumda, iki taraf karşılıklı olarak birbirlerini tanımakla ve Gazze ile Batı Şeria’nın bir kısmında Filistin geçici otoritesini kurmakla kalmadılar, aynı zamanda kalıcı bir barış için beş yıllık bir müzakere süreci başlattılar. Ancak sürecin çatışmaya kalıcı bir çözüm getirmesi beklenirken, taraflar bu çözümün ne olduğunu belirleyemedi: başka bir deyişle, oyunun sonu başlangıçta net değildi. Dahası, Oslo anlaşmaları yerleşim faaliyetlerini dondurmadı, yani taraflardan biri -İsrailliler- bu toprakların coğrafyasını ve demografisini değiştirmeye devam ederken bile iki taraf işgal altındaki toprakların geleceği üzerine müzakere ediyordu. Nitekim Rabin, Eylül 1995’te parlamentonun Oslo anlaşmalarının ikinci bölümünü onayladığı Knesset’teki son konuşmasında İsrail’in hedefinin “devletten daha az bir Filistin varlığı” olduğunu ilan etti.
Aslında çatışmanın ana aktörleri, ABD Başkanı Bill Clinton’ın görev süresinin sonuna yakın 2000 yılına kadar iki devletli bir model üzerinde anlaşmaya varamadı. O dönemde Clinton iki tarafa, büyük ölçüde 1967 sınırlarıyla tanımlanan ve Kudüs, mülteciler ve güvenlik için özel düzenlemelerle İsrail devletinin yanında kurulacak bir Filistin devletine dayanan genel bir çerçeve sundu. Bu parametreler üzerindeki son dakika müzakereleri başarısızlıkla sonuçlanıp ikinci intifada patlak verdiğinde, her iki taraf da masanın diğer ucunda barış için ortakları olmadığına ikna oldu. O zamandan bu yana 2002 Arap Barış Girişimi, 2002-2003 Orta Doğu Yol Haritası, 2007 Annapolis konferansı ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin 2013’teki mekik diplomasisi -ABD’nin bir çözümün müzakere edilmesine yardımcı olmak için son resmi çabası- dahil birbirini izleyen çabaların hepsi başarısız oldu.
Bu müzakere turlarının her birinin karaya oturmasının birçok nedeni olsa da çoğunda ortak olan daha büyük eksiklikler vardı: neredeyse her zaman ya açık uçluydular ya da başlangıçta oyunun sonunu belirtmediler. Ayrıca tarafların kalıcı bir çözüme giden yolda adım adım yükümlülüklerini yerine getirdiklerinden emin olmak için güvenilir bir izleme mekanizması da yoktu. Dahası, pek çok kez müzakereler, bu hedefe ulaşmak için atılması gereken adımlardan ziyade nihai sonucun ne olması gerektiği konusunda tıkandı.
Yirmi beş yıl sonra, ilk Körfez Savaşı’nın ardından 1991 yılında Başkan George H. W. Bush tarafından başlatılan Madrid Konferansı nihayet Filistinlileri doğrudan müzakere masasına getirdi. Ancak süreç bir kez daha, İsrail tarafından uluslararası toplumdan oldukça farklı bir şekilde yorumlanan 242 sayılı karara atıfta bulunmanın ötesinde oyunun sonunu belirsiz bıraktı. (Karar İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörse de İsrail bunu tüm bu topraklardan çekilmek değil, sadece hiçbir zaman belirtmediği sözde güvenli sınırlara çekilmek olarak yorumladı). Merhum İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’in Haziran 1992’de iktidara gelmesinin ardından Filistinliler İsrail ile ayrı ayrı müzakerelere başladıktan sonra bile süreç hiçbir zaman müzakerelerin hedefi olarak ayrı bir Filistin devletini tanımlamadı.
BAŞARISIZLIKTAN FELAKETE
Filistinliler için bu başarısızlıkların sonuçları yıkıcı oldu. İsrail, işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te (ve 2005’e kadar Gazze’de) uluslararası hukuka göre yasadışı olan yerleşim faaliyetlerine devam edebildi, Filistin topraklarını yuttu ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulmasını giderek zorlaştırdı. Oslo anlaşmalarının imzalanmasından bu yana, İsrailli yerleşimci nüfusu yaklaşık 250.000’den 750.000’in üzerine çıkarak tüm Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki nüfusun neredeyse dörtte birine ulaşırken, yerleşimlerin durmaksızın genişlemesi bitişik Filistin topraklarını sürekli olarak parçaladı.
Bu başarısız müzakerelerin ortasında Gazze’nin kaderi özellikle ağır oldu. 2005 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron Gazze’den tek taraflı olarak çekilme kararı alarak İsrail’in doğrudan askeri varlığına son verdi. Ancak İsrail hükümeti bölgeyi izole etmek için etrafına bir güvenlik bariyeri inşa etti ve İsrail şeride kimin girip çıkacağını kontrol etmeye devam etti. İsrail ayrıca Filistinli sakinlerinin bir havaalanı ya da limana sahip olmasını engelleyerek Gazze’yi dünyadan fiilen kopardı. Sonuç olarak, İsrail’in işgali acımasız sonuçlara yol açarak etkin bir şekilde devam etti. Hamas’ın 2007’de Filistin Yönetimi’nden ayrılarak şeridin kontrolünü tamamen ele geçirmesinin ardından yaşam koşulları daha da kötüleşti ve Gazzelilerin kişi başına düşen geliri Batı Şeria’daki Filistinlilerin çok altında kaldı.
Ardından, Obama yönetimi sona erdiğinde, ABD iki taraf arasındaki müzakerelerden tamamen vazgeçti. Önce ABD Başkanı Donald Trump, ardından da ABD Başkanı Joe Biden döneminde Washington, barış çabalarının yerine, 242 sayılı karardan kaynaklanan “barış için toprak” formülüne dayanmayan, çeşitli Arap devletleri ve İsrail arasında bir dizi ikili anlaşma olan İbrahim Anlaşmalarını koydu. Filistinlilerin hiçbir dahli olmadı. Özellikle Biden yönetimi, bölgesel işbirliğini teşvik ederse, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki barışın daha kolay olabileceğini varsaydı. İsrail hükümeti ise anlaşmaları, bölgedeki Arap devletleriyle ayrı anlaşmalar yapabilecekleri için Filistinlilerle bir çözüme varmanın artık gerekli olmadığını savunmak için kullandı.
İşte 7 Ekim saldırılarının gerçekleştiği bağlam budur. Sivillerin hedef alınması, failin hangi taraf olduğuna bakılmaksızın her türlü senaryoda iğrenç. Ancak Gazze’nin son on yılda duvarlarla çevrili dev bir hapishaneye dönüştüğü ve milyonlarca mahkûmun artık işgalin sona ereceğine inanmak için hiçbir nedeni kalmadığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün değil.
BARIŞ IÇIN ÖNKOŞULLAR
Biden yönetimi Gazze’deki savaşın sona ermesinin ardından siyasi bir süreç başlatılması gerektiğini kabul etti. Nihayetinde Mısır ve İsrail arasında barışa yol açan Ekim 1973 savaşı ve Madrid konferansına yol açan 1991’deki ilk Körfez Savaşı’nın rehberliğinde Biden yönetimi Gazze için ertesi gün planlarını tartışmaya başladı. Ancak bu düşünce Hamas’tan sonra Gazze’yi kimin yöneteceği ile sınırlı kalırsa ya da Washington daha öncekilerin hatalarını tekrarlayan açık uçlu bir süreci taahhüt ederse, başarı ihtimali neredeyse yok denecek kadar az olur. Bugün Filistinlilerin büyük çoğunluğu, İsrail sahada iki devletli çözümü imkânsız kılan gerçekleri yaratırken, işgali sona erdirmek için barışçıl çabalar göstererek oyuna getirildiklerini düşünüyor. Dolayısıyla Gazze için herhangi bir siyasi süreç, müzakereler başlamadan önce inandırıcı, zamana bağlı ve net bir şekilde tanımlanmış bir nihai sonuca sahip olmalı. Aksi takdirde, bu sadece zaman kaybı olacaktır.
Şu an itibariyle, ABD öncülüğünde ciddi bir süreç için gerekli unsurların mevcut olmadığını kabul etmek çok önemli. ABD, başta İsrail olmak üzere tüm taraflara baskı uygulanmasını gerektiren bir barış sürecini başlatma şansının uzak olduğu bir seçim yılına giriyor. Mevcut sağcı İsrail hükümeti de işgali sona erdirmek ya da bir Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmak gibi bir niyetinin olmadığını defalarca ve açıkça ilan etti. Her ne kadar İsraillilerin çoğunluğunun 7 Ekim’deki güvenlik zafiyetinden mevcut hükümeti sorumlu tuttuğu doğru olsa da -ve anketler yarın yeni seçimler yapılsa muhalefetin büyük bir farkla kazanacağını gösterse de- bugün İsrail’de kamuoyu on yıllar önce olduğu gibi artık barış yanlısı ve barış karşıtı kamplar arasında bölünmüş değil. Bunun yerine, sadece Netanyahu yanlısı ve karşıtı kamplar arasında, her iki taraf da bir Filistin devletine karşı sert ve neredeyse aynı duruşu paylaşıyor.
Bu arada Filistin Yönetimi güvenilirliğini ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Filistin Yönetimi 2006’dan bu yana seçim yapmadı ve 7 Ekim’den önce bile onaylanma oranı çok düşüktü. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi, Kasım ayı sonunda Gazze’deki kısa süreli ateşkes sırasında yaptığı bir ankette Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüzde 88’inin Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın istifasını istediğini ortaya koydu. Abbas yönetimindeki Filistin Yönetimi’nin savaştan sonra da Gazze’yi yönetmesini isteyenlerin oranı ise sadece yüzde yedi. Seçimler olmadan hiçbir taraf siyasi süreçte Filistinlileri temsil ettiğini iddia edemez ancak ankete göre Hamas’ın oyların çoğunu alabileceği düşünüldüğünde Filistin Yönetimi, İsrail ve ABD’nin yakın vadede böyle bir seçime karşı çıkacağı neredeyse kesin. Aynı anket Mervan Barguti gibi isimlerin hem el Fetih hem de Hamas kamuoyunda geniş bir desteğe sahip olduğunu gösterse de İsrail’in Barguti’nin serbest bırakılmasını kabul edeceği şüpheli çünkü mevcut hükümet siyasi bir anlaşmayla ilgilenmiyor.
Ancak bu zorluklara rağmen, Washington’un geçmiş müzakerelerin tuzaklarından kaçınabilmesi için inandırıcı bir sürecin gerektireceği belirli unsurları ortaya koymaya değer. İlk olarak ABD, üç ila beş yıl gibi belirli bir zaman dilimi içerisinde işgalin sona erdirilmesine yönelik açıkça tanımlanmış bir hedefi ortaya koyacak siyasi bir plan sunmalı. Sınır boyunca yerleşimleri barındıracak küçük ve karşılıklı toprak takasları ile 1967 hatları temelinde kesin sınırlar müzakerelere tabi olmalı. Birleşmiş Milletler 1967 sınırları temelinde bir Filistin devletini tanıyan bir karar yayınlamalı ve ayrıntılar müzakereler yoluyla belirlenmeli. Yeni yerleşim inşaatları tamamen dondurulmalı.
Ardından, bu planı uygulamak için müzakereler oyunun sonunun nasıl göründüğünden ziyade hedefe ulaşmak için gereken adımlara odaklanmalı. Gerekli olası adımların birçoğu halihazırda atılmış durumda. Halk desteğini sağlamak için İsrail’de, Batı Şeria ve Gazze’de planla ilgili referandumlar düzenlenmeli: seçmenler planın açıkça tanımlanmış siyasi ufkuna göre sandığa gitmeli ve bu da her iki tarafta da iki devletli bir çözümün artık mümkün olmadığı izlenimini kırabilir. Bu çerçevede, Gazze’yi kimin yöneteceği meselesi kendi başına bir oyun sonu olmaktan ziyade işgalin sona erdirilmesine giden yolda bir adım haline gelecektir: yönetimle ilgili meselelerde Gazze ve Batı bir bütün olarak ele alınmalı.
Böyle bir süreç başladığında, her iki taraf da geçmişte genel bir siyasi çerçeve veya somut bir zaman çizelgesi olmadığı için reddedilen çözümleri yeniden gözden geçirmeye teşvik edilecektir. Örneğin Gazze’nin yeniden inşası nihai çözüme giden yolda bir adım olabilir ve Körfez ülkeleri, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi taraflar bugün olmadıkları şekilde sürece katılmaya hazır olabilirler. (Suriye örneği bu konuda yararlı bir ders sunuyor: iç savaş yaklaşık beş yıldır fiilen sona ermiş olmasına rağmen, ülkenin geleceğine ilişkin kapsamlı bir planın yokluğunda çok az yeniden yapılanma gerçekleşmişti). Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin kendi topraklarında kalmalarına yardımcı olmak için uluslararası bir fon oluşturularak Filistinlilerin tarihi topraklarının dışına toplu olarak nakledileceklerine dair korkuları azaltılabilir. Tüm Arap devletleri tarafından İsrail için toplu barış anlaşmaları ve toplu güvenlik garantileri öneren Arap Barış Girişimi yeniden canlandırılarak Arap devletlerine Filistin topraklarında siyasi, güvenlik ve ekonomik bir rol verilebilir ve İsraillilerin planı benimsemeleri için güçlü bir teşvik sağlanabilir.
Bu taslak iddialı görünse de gerçekçiliğe dayanıyor: amacı ciddi bir siyasi sürecin neleri gerektireceğini göstermek ve geçmişteki başarısız süreçlerin yeniden diriltilemeyeceğini açıkça ortaya koymak. Bu planın, mevcut yerleşimlerin ne yapılacağı gibi daha da zor bir konuyu bir kenara bıraktığını belirtmek gerekir. Her iki tarafta da işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü benimsemek için siyasi irade mevcut olsa bile, yerleşim sorununa ustaca bir çözüm bulmak yine de göz korkutucu bir görev olacaktır. Eğer uluslararası toplum bu genel planı gerçekleştirmenin gerçekçi olmadığına karar verirse, alternatiflerin maliyetlerini tartmalı.
KÖTÜDEN DAHA KÖTÜYE
Gazze’deki savaşın sonunda ciddi bir siyasi sürecin başlatılmasının imkânsız olduğu ortaya çıkarsa, üç alternatif senaryo gündeme gelebilir. Birincisi, taraflar daha sakin ve daha iyi bir zamanı beklemeye geri dönebilir- tıpkı ABD’nin 7 Ekim saldırılarına kadar yıllarca yaptığı gibi. Eğer şimdi dönülürse bu strateji kesinlikle başarısız olacaktır. Bu strateji, iki devletli bir çözümün nihayetinde tüm taraflar için tercih edilen sonuç olduğunu ve bunun gerçekleşmesi için sadece doğru siyasi güçlerin iktidarda olması gerektiğini varsayıyor. Ancak İsrail’de Knesset’te toprak paylaşımını öngören bir barış anlaşmasına verilen destek 30 yıl önce çoğunluktayken bugün 15 üyeye kadar düştü. Dahası, bekleme mantığı durağan bir statüko olduğunu varsayar ki İsrail’in yerleşim yerlerini genişletmeye devam ettiği göz önüne alındığında durumun böyle olmadığı açık. Eğer bugün yerleşimcilerin sayısı iki toplumu iki devlete ayırmayı son derece zorlaştırıyorsa, birkaç yıl içinde yerleşimci nüfusu bir milyonu aştığında durum geri dönülemez şekilde kötüleşebilir.
Ciddi bir siyasi sürecin yokluğunda ikinci bir alternatif daha da kötü olabilir: Filistinlilerin tarihi topraklarından ya zorla ya da işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin yaşamını savunulamaz veya dayanılmaz hale getirerek kitlesel olarak göç ettirilmesi. Böylesine sert bir sonucun ciddiye alınmasının nedeni, İsrail’in şu anda karşı karşıya olduğu demografik gerçekliktir: İsrail’in kontrolü altındaki bölgelerdeki Filistinli Arapların sayısı şu anda 7.4 milyon- İsrail ve işgal altındaki topraklardaki 7.2 milyon İsrailli Yahudi’den daha fazla. İsrail’in şu anda işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü kabul etmek istemediği ve birçok insan hakları örgütünün apartheid olarak tanımladığı bir ortamda çoğunluğa hükmeden bir azınlık olmak istemediği göz önüne alındığında, tercih ettiği seçenek çok sayıda Filistinliyi İsrail’in kontrolü altındaki topraklardan çıkarmak olacaktır: Gazze’den Mısır’a ve Batı Şeria’dan Ürdün’e.
İsrail hükümeti daha şimdiden bu yönde düşündüğünü açıkça ortaya koydu. Gazze’nin büyük bir kısmı neredeyse yaşanmaz hale getirildi ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisi de dahil birçok İsrailli kabine bakanı Filistinlilerin başka ülkelere taşınması fikrini doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi. Bazı İsrailli ve uluslararası yorumcular da Mısır ve Ürdün’ün sınırlarını Filistinlilere kapatma kararlarını, belki de her iki ülkeye Filistinlilerin kaçmasına izin vermeleri için baskı yapmak amacıyla, insanlık dışı bir eylem olarak nitelendirdi. Ancak İsrail hükümetinin daha sonra geri gelmelerini engelleyeceği açık.
Ancak herhangi bir toplu göç girişiminin uygulanması kolay olmayacak. Ürdün ve Mısır daha şimdiden uluslararası kamuoyunun dikkatini bu senaryoya çekti, öyle ki ABD ve diğer ülkeler buna şiddetle karşı çıktı. Filistinlilerin kendileri de 750,000 kişinin topraklarını terk etmeye zorlandığı ve bir daha geri dönmelerine izin verilmediği 1948’den ders almış olarak, ayrılmaya pek istekli görünmüyorlar.
Geriye üçüncü ve en olası alternatif kalıyor: İsrail işgalinin devam etmesi, ancak şimdi daha da sürdürülemez koşullar altında. Filistinlilerin doğum oranı Yahudi İsraillilerden daha yüksek ve bir Filistin devletine dair umutlarını giderek kaybettikçe, İsraillilerle eşit haklara sahip olma talepleri daha yüksek sesle ve daha ısrarlı bir şekilde dile getirilecek. Bu durumda çatışma daha şiddetli bir hal alabilir. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi’nin anketine göre, bugün Filistinlilerin yüzde 63’ü işgali sona erdirmek için silahlı direnişi destekleyeceğini söylüyor. Aslında bu tür bir direniş 7 Ekim’den önceki aylarda Batı Şeria’da başlamış, genç ve lidersiz gençler silahlanıp İsraillilere ateş etmişti.
Dahası, eğer işgale devam etmeyi seçerse, İsrail’in sorunu sadece kendi içinde kalmayacak. Ülke aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok Batı ülkesinde Filistinlileri ve eşit haklar konusunu öncekilerden çok daha fazla desteklediğini gösteren genç bir nesille de karşı karşıya. Bu kuşak iktidar mevkilerine yükseldikçe, dünya İsrail işgalini giderek daha fazla eleştirecek ve odak noktası hayali bir barış anlaşması tanımlamaktan, süresiz olarak işgal edilmiş topraklardaki derin adaletsizlik sorununu ele almaya kayacak. Ayrıca İsrail’in dünya sahnesinde giderek yalnızlaşması da muhtemel.
Statükonun devamı muhtemelen bu noktada son bulacak. Uluslararası toplum bugün yaşanan şiddet olaylarından kesinlikle kısmen sorumlu. Batılı liderler ve bölgedeki hükümetler, son yıllarda çatışmanın altında yatan nedenleri ele almaya yönelik ciddi bir girişimde bulunmayarak, şu anda var olan savunulamaz durumun yaratılmasına yardımcı oldular. Daha önceki pek çok sürecin devamı niteliğinde yeni bir sürecin başlatılması mümkün. Bu gerçekleşirse, o da başarısız olacak ve şiddet İsraillilerin ve Filistinlilerin dünyasını tanımlamaya devam edecek. Ya Amerika Birleşik Devletleri ve uluslararası ortakları tarihi bir karar vererek çatışmayı şimdi sona erdirecek ve her iki tarafı da hızla iki devletli bir çözüme doğru götürecek ya da dünya daha da karanlık bir gelecekle mücadele etmek zorunda kalacak. Zira çok yakında mesele artık bir işgal meselesi değil, daha zor bir mesele olan düpedüz apartheid meselesi haline gelecektir. Seçim bundan daha net olamaz.
İlginizi Çekebilir
-
Hamas, Edan Alexander’ı serbest bırakacak
-
İsrail, Suriye’den sonra Lübnan’da da kalıcı işgale hazırlanıyor
-
Witkoff’un yeni ateşkes önerisine Hamas’tan itiraz
-
ABD ve İsrail Filistinlileri Gazze’den sürmek için Afrika’dan yer bakıyor
-
“Diplomatik çözümün” sonu İsrail-Lübnan normalleşmesi mi?
-
ABD-Britanya kavgası: ABD’nin sınır dışı etmek istediği ‘Filistin yanlısı’, İngiliz devleti bağlantılı
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
5 gün önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.
Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor
Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.
İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.
Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.
Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.
Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak
Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.
Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.
Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.
Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.
Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.
Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.
Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.
Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?
Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu
Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.
Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.
Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.
Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.
Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.
Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.
Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.
Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.
Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.
Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.
Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Çevirmenin notu: İktisatçı Michael Roberts’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, Donald Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD ekonomisine vereceği zararı inceliyor. Nitekim, Trump Kanada ve Meksika’ya getirdiği gümrük vergilerinin önemli bir kısmından geri adım atmak zorunda kaldı. ABD Başkanının Kongre konuşmasında bu vergilerin tüketicilerde “küçük bir rahatsızlık” yaratacağı iddiası, gerçeğin bambaşka oluşuyla birlikte boşa düşüyor.
Trump’ın ‘küçük rahatsızlığı’
Michael Roberts
The Next Recession
5 Mart 2025
Görevdeki 100 günün ardından dün ABD Kongresinde konuşan Başkan Donald Trump, ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından ithalata getirilen yeni gümrük vergilerinin “biraz rahatsızlık” yaratacağını iddia etti. Fakat yakında bunun sona ereceğini ve “gümrük vergilerinin Amerika’yı yeniden zenginleştirmek ve Amerika’yı yeniden büyük yapmakla ilgili olduğunu ” söyledi: “Bu gerçekleşiyor ve oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşecek.”
Gerçekten de çok hızlı bir şekilde. Trump dün Kanada ve Meksika’dan ABD’ye ithal edilen mallara %25, Çin’den ithal edilen mallara ise %10 ek gümrük vergisi getirerek Amerika’nın en büyük üç ticaret ortağını önemli ölçüde daha yüksek bariyerlerle karşı karşıya bıraktı. Bu hamleler Pekin’in hemen tepkisini çekti ve Pekin 10 Mart’tan itibaren soya fasulyesi ve sığır etinden mısır ve buğdaya kadar ABD tarım ürünlerine %10-15 gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Kanada da 107 milyar dolarlık ABD ithalatına, 21 milyar dolarlık ithalattan başlamak üzere, derhal gümrük vergisi getireceğini açıkladı. Başbakan Justin Trudeau, “Kanada bu haksız kararın cevapsız kalmasına izin vermeyecektir,” dedi. Ottawa’ya karşı uygulanan vergiler, %10’luk bir tarifeyle karşı karşıya olan Kanada petrol ve enerji ürünleri hariç %25 olarak belirlendi. Kanada, ABD’nin ham petrol ithalatının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor.
Çin ayrıca ABD şirketlerini de hedef alarak on şirketi ulusal güvenlik kara listesine aldı ve diğer 15 şirkete ihracat kontrolü getirdi. Ayrıca ABD’li biyoteknoloji şirketi Illumina’nın gen dizileme ekipmanlarını Çin’e ihraç etmesini yasakladı. Pekin, Trump’ın ilk gümrük vergileri saldırısına yanıt olarak Illumina’yı geçen ay “güvenilmez kuruluşlar” listesine eklemişti.
Planlanan tüm gümrük vergileri ABD’nin gümrük vergisi oranını birkaç hafta içinde %20’nin üzerine çıkaracak ve bu oran Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana görülen en yüksek oran olacak. Joseph Politano’nun da belirttiği gibi, ABD’nin 1,3 trilyon dolarlık ithalatını ya da ABD’ye getirilen tüm malların yaklaşık %42’sini kapsayan bu eylemlerin maliyeti muazzam ya da yaklaşık bir asır önceki meşhur Smoot-Hawley Yasası’ndan bu yana tek başına en büyük tarife artışı.
Gümrük vergileri ABD’de benzin, gübre, çelik, alüminyum, ahşap, plastik ve dahası gibi temel hammaddelerin fiyatlarını artıracak. Özellikle Meksika’dan gelen taze meyve ve sebzeler olmak üzere, bakkaliye ürünlerini bulmak zorlaşacak. Karmaşık entegre Kuzey Amerika tedarik zincirlerine –araçlar, bilgisayarlar, kimyasallar, uçaklar ve daha fazlası– dayanan imalat sektörleri, bu bağlantıların zorla koparılması halinde durma noktasına gelebilir. Üretimin özellikle Çin ve Meksika’da yoğunlaştığı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve beyaz eşyalar için maliyetler artabilir. İhracatçılar artan hammadde maliyetleri, para biriminin değer kazanması ve yaklaşan misilleme gümrük vergileri nedeniyle zarar görecek ve bunların hepsi ABD iktisadi faaliyetlerini azaltacaktır.
Bu tarifelerin toplam maliyeti, ABD’li tüketicilerin ve işletmelerin ithal mal alımları için daha fazla ödeme yapmalarıyla 160 milyar doları bulacak ve daha fazlası da gelecek. Trump’ın salı günü aldığı önlemler, önerdiği önlemlerin yalnızca %40’ını oluşturuyor. Bir sonraki parti uygulamaya konulursa, ithalat maliyetini 600 milyar doların üzerine ya da GSYİH’nin %1,6’sına çıkaracak.
İthal mallara gümrük vergisi koymanın iktisadi argümanlarından biri yerli şirketleri yabancı rekabetten korumak. İthalatın vergilendirilmesiyle yurtiçi fiyatlar nispeten ucuzlar ve vatandaşlar harcamalarını yabancı mallardan yerli mallara kaydırarak yerli sanayiyi genişletir. Fakat bu argümanın çok az ampirik dayanağı vardır. New York Fed yakın zamanda artan gümrük vergilerinin yerli firmalar üzerindeki etkisini analiz etti. Çalışmada şu sonuca varıldı: “Küresel tedarik zincirlerinin karmaşık olması ve yabancı ülkelerin misilleme yapması nedeniyle gümrük tarifelerinin uygulanmasından kazanç elde etmek zordur. Ticaret savaşının açıklandığı günlerde borsa getirilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçlar, firmaların beklenen nakit akışlarında ve reel sonuçlarda büyük kayıplar yaşadığını gösteriyor. Bu kayıplar geniş tabanlı olup, Çin’e maruz kalan firmalar en büyük kayıpları yaşadı.”
Dahası, Danimarkalı iktisatçı Jesper Rangvid’in de gösterdiği gibi, Trump sadece iki taraflı mal ticaretine bakıyor; hizmet ticaretini ve sermaye ile emekten elde edilen kazançları göz ardı ediyor. Öyle ki, ABD’nin en azından Avro bölgesine yaptığı hizmet ihracatından elde ettiği gelir ve bu bölgeye ihraç ettiği sermaye ve işgücü ücretlerinden elde ettiği getiri, mal ticaretindeki iki taraflı açığını telafi etmektedir. Avro bölgesinin ABD ile olan toplam ikili cari işlemler dengesi sıfıra yakındır.
Trump’ın gümrük vergisi yaylım ateşi ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’ bir yana, ABD ekonomisini ve onunla birlikte diğer büyük ekonomileri resesyona sürükleme ihtimaline sahip. Kiel Enstitüsü, AB’nin ABD’ye ihracatının %15-17 oranında düşeceğini, bunun da AB ekonomisinde %0,4 oranında “önemli” bir daralmaya yol açacağını, ABD GSYİH’sinin ise %0,17 oranında küçüleceğini hesaplıyor. AB’nin misilleme gümrük vergileri uygulaması halinde, bu ekonomik zararı iki katına çıkaracak ve enflasyonu 1,5 puan artıracak. Almanya’nın ABD’ye mamul mal ihracatı neredeyse %20 oranında düşerek en kötü darbeyi alacak. Zaman içinde kaybedilen ihracatın tam büyüklüğü belirsiz olsa da (tedarik zincirlerinin yeniden kurulması zaman alacağından), bu vergilerin devam etmesi halinde ABD ile ticaret yapan büyük ekonomilerin GSYİH’lerinde önemli bir düşüş yaratması muhtemel.
ABD imalatı üzerindeki genel etki, ihracat kaybında GSYİH’nin yaklaşık %1’ini bulabilir.
Bu tahminlerden biri. Yale Üniversitesi iktisatçıları daha da ileri gidiyor. Planlanan %25’lik Kanada ve Meksika tarifeleri ile %10’luk Çin tarifelerinin yanı sıra halihazırda yürürlükte olan %10’luk Çin tarifelerinin etkisini modellediler. Bu tarifelerin, efektif ortalama tarife oranını 1943’ten bu yana en yüksek seviyeye çıkaracağını hesapladılar. Yurtiçi fiyatlar mevcut enflasyon oranına göre %1’in üzerinde artacak ki bu da 2024 yılında hane başına ortalama 1.600-2.000 dolar tüketici kaybına eşdeğerdir. ABD’nin reel GSYİH büyümesini bu yıl %0,6 puan düşürecek ve gelecekteki yıllık büyüme oranlarından %0,3-0,4 puan azaltarak yapay zeka infüzyonundan beklenen verimlilik kazanımlarını silecek.
ABD’deki Uluslararası Ticaret Odası [ICC] o kadar endişeli ki, Trump planlarından geri adım atmazsa dünya ekonomisinin 1930’lardaki Büyük Buhran’a benzer bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. ICC Genel Sekreter Yardımcısı Andrew Wilson, “Derin endişemiz, bunun bizi 1930’ların ticaret savaşı bölgesine sokan aşağı doğru bir sarmalın başlangıcı olabileceği,” diyor. Dolayısıyla Trump’ın önlemleri “küçük bir rahatsızlığın” çok ötesine geçebilir .
Yeni gümrük tarifelerinin açıklanmasından önce bile ABD ekonomisinin bir miktar yavaşladığına dair önemli işaretler vardı. Artan ithalat tarifelerinin etkisi resesyon için bir kırılma noktası olabilir. Wall Street de böyle düşünüyordu. Trump gümrük vergisi önlemlerini açıkladığında, Trump’ın seçim zaferinden bu yana ABD borsasında elde edilen tüm kazançlar silindi.
Birkaç hafta içinde ABD ekonomisine ilişkin söylem, ABD ekonomisinin “istisnailiğinden” büyümede ani bir gerilemeye ilişkin endişeye dönüştü. Perakende satışlar, imalat, reel tüketici harcamaları, konut satışları ve tüketici güveni göstergelerinin hepsi son bir iki ay içinde düşüş gösterdi. 2025’in ilk çeyreği için reel GSYİH büyümesine ilişkin konsensüs tahminleri artık sadece yıllık %1,2.
Atlanta Fed’in yakından takip edilen mevcut GSYİH ŞİMDİ izleyicisi ise tam bir daralma öngörüyor.
ABD imalatı bir yıl ya da daha uzun bir süredir durgunluk içinde fakat imalat faaliyetlerine ilişkin son göstergelerde endişe verici olan bir diğer husus da maliyetlerdeki önemli artış. ISM Başkanı Timothy Fiore, “Şirketler yeni yönetimin tarife politikasının ilk operasyonel şokunu yaşarken talep azaldı, üretim dengelendi ve personel çıkarma devam etti. Tarifeler nedeniyle hızlanan fiyat artışı, yeni siparişlerin birikmesine, tedarikçi teslimatlarının durmasına ve imalat envanterinin etkilenmesine neden oldu,” diyor. Yeni siparişler Mart 2022’den bu yana en büyük düşüşü göstererek daralma bölgesine girdi ve üretim keskin bir şekilde yavaşladı. Buna ek olarak, fiyat baskıları Haziran 2022’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı.
Fakat pandeminin sona ermesinden bu yana ABD ekonomisinin sözümona istisnailiği her zaman istatistiksel bir yanılsamaydı. Bir çalışma, birçok Amerikan hanesi için istihdam, ücretler ve enflasyonla ilgili gerçek hikayeyi ortaya koyuyor. İlk olarak, resmi rakamlara göre neredeyse rekor düzeyde düşük olan işsizlik oranı sadece %4,2. Fakat bu rakam, ara sıra iş yapan evsiz insanları da istihdam edilmiş olarak kabul ediyor. İşsizlere yarı zamanlı iş dışında bir iş bulamayanlar ya da yoksulluk ücreti (kabaca 25.000 dolar) alanlar da dahil edilirse, bu oran aslında %23,7. Başka bir deyişle, bugün Amerika’da neredeyse her dört çalışandan biri işlevsel olarak işsizdir. Resmi medyan ücret 61.900 dolar. Fakat işgücündeki herkesi takip ederseniz, yani yarı zamanlı çalışanları ve işsiz iş arayanları dahil ederseniz, medyan ücret aslında yılda 52.300 dolardan biraz fazla. “Medyan ücretle çalışan Amerikalı işçiler, geçerli istatistiklerin gösterdiğinden %16 daha az kazanıyor.” 2023 yılında resmi enflasyon oranı %4,1 idi. Fakat gerçek yaşam maliyeti bunun iki katından daha fazla arttı: tam %9,4. Bu da 2023 yılında satın alma gücünün medyan olarak %4,3 düştüğü anlamına geliyor.
Avrupalı liderlerin Trump’ın gümrük vergisi hamlelerine ve Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemekten açıkça geri çekilmesine cevabı, daha fazla savaş hazırlığı gibi görünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsüne göre, küresel savunma harcamaları geçen yıl 2,2 milyar dolara ulaşarak rekor kırarken, Avrupa’da ise 388 milyar dolara yükselerek ‘soğuk savaş’tan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Financial Times’ın liberal Keynesyen iktisat gurusu Martin Wolf, “Savunma harcamalarının önemli ölçüde artması gerekecek,” diyor. “Bu harcamanın 1970’lerde ve 1980’lerde Birleşik Krallık GSYİH’sinin %5’i ya da daha fazlası olduğunu unutmayın. Uzun vadede bu seviyelerde olması gerekmeyebilir: modern Rusya Sovyetler Birliği değil. Yine de, özellikle ABD’nin çekilmesi durumunda, inşa sırasında bu kadar yüksek olması gerekebilir.”
Bunun bedeli nasıl ödenecek? “Eğer savunma harcamaları kalıcı olarak artırılacaksa, hükümet yeterli harcama kesintisi bulamazsa, ki bu da şüpheli, vergilerin arttırılması gerekir.” Fakat endişelenmeyin, tanklara, askerlere ve füzelere yapılan harcamalar aslında bir ekonomi için faydalıdır, diyor Wolf. “Birleşik Krallık gerçekçi bir şekilde savunma yatırımlarının ekonomik getirilerini de bekleyebilir. Tarihsel olarak savaşlar inovasyonun anası olmuştur.” Wolf daha sonra İsrail ve Ukrayna’nın savaştan elde ettiği kazanımlara ilişkin harika örneklerden bahsediyor: “İsrail’in “startup ekonomisi’ ordusunda başladı. Ukraynalılar şimdi dron savaşında devrim yarattılar.” Savaşın getirdiği yeniliklerin insani maliyetinden bahsetmiyor Wolf: ”Ancak asıl önemli olan nokta, savunmaya önemli ölçüde daha fazla harcama yapma ihtiyacının, her ikisi de doğru olsa da, sadece bir gereklilikten ve sadece bir maliyetten daha fazlası olarak görülmesi gerektiği. Eğer doğru şekilde yapılırsa, bu aynı zamanda iktisadi bir fırsattır.” Yani savaş iktisadi durgunluktan çıkış yolu.
Almanya’nın müstakbel Şansölyesi Friedrich Merz de (son seçimleri kazandıktan sonra) aynı hikayeyi benimsedi. Hükümetin hesaplarını ‘dengelemek’ için herhangi bir ekstra mali harcamaya karşı çıktığı seçim kampanyasından tam bir dönüş yaparak, şimdi Avrupa’nın en büyük ekonomisini canlandırmak ve yeniden silahlandırmak için Almanya’nın ordusuna ve altyapısına yüz milyarlarca dolarlık ekstra fon enjekte etme planını destekliyor. Yeni bir düzenleme ile GSYİH’nin %1’inin üzerindeki savunma harcamaları, hükümetin borçlanmasını sınırlayan “borç freninden” muaf tutularak Almanya’nın silahlı kuvvetlerini finanse etmek ve Ukrayna’ya askeri yardım sağlamak için sınırsız miktarda borçlanmasına izin verilecek. Ayrıca, altyapı için on yıl boyunca sürecek 500 milyar avroluk bir fon oluşturmak üzere bir anayasa değişikliği yapmayı planlıyor. Birdenbire silahlanma ve askeri girişimler için bol miktarda nakit ve borçlanma imkanı ortaya çıktı.
İngiltere’nin planı, dünyanın yoksul ülkelerine yönelik yardım programını keserek ‘savunma’ harcamalarını iki katına çıkarmak. Trump ayrıca ABD’nin dış yardımlarını da dondurdu. Küresel borç 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 318 trilyon dolara ulaştı. Küresel borcun küresel GSYİH’ye oranı son dört yılda ilk kez yükseldi; yani borç nominal GSYİH’den daha hızlı artarak GSYİH’nin %328’ine ulaştı. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), borç yükleri artmaya devam eden yoksul ülkelerin büyük bir baskı altında olduğu uyarısında bulundu. Bu ekonomilerdeki toplam borç 2024 yılında 4,5 trilyon dolar artarak, gelişmekte olan piyasaların toplam borcunu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan GSYİH’nin %245’ine çıkardı. Bu yoksul ekonomilerin birçoğu bu yıl 8,2 trilyon dolarlık rekor bir borcu çevirmek zorunda ve bunun yaklaşık %10’u yabancı para cinsinden; bu da finansmanın kesilmesi halinde hızla tehlikeli bir hal alabilecek bir durum. Yani önümüzde daha fazla savaş ve daha fazla yoksulluk var.

Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu

Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak

G7 bildirisinin hedefinde İran var

NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı

İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
Çok Okunanlar
-
AVRUPA3 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi