Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fransız tarihçi Emmanuel Todd: Batı’nın nihai çöküşüne şahit oluyoruz

Yayınlanma

Ünlü Fransız tarihçi Emmanuel Todd, yeni çıkardığı La Défaite de l’Occident (Batı’nın Yenilgisi) kitabına ilişkin verdiği mülakatta, Batı’nın savaşı destekleyecek endüstriyel araçlara sahip olduğu yanılsamasının sürdürülerek Ukrayna’ya korkunç acılar dayatıldığını belirtti.

Fransa’nın önde gelen entelektüelleri arasında yer alan ve tarihçi, demograf ve antropolog olan Todd, ülkenin son bağımsız düşünürleri arasında gösteriliyor.

BFMTV kanalında katıldığı canlı yayında Todd, Amerikan Protestanlığının ortadan kalkmasının Batı’nın çöküşündeki en önemli faktör olduğu işaret ederek ABD’de Protestanlığın gerilemesinin tüm Batı’da hüküm süren nihilizmin doğmasına neden olduğu değerlendirmesini yaptı.

Nihilizmin hem Batı’nın nihai çöküşünün tetikleyicisi hem de şiddetli emperyalizmin arkasındaki itici gücü olduğuna dikkat çeken Todd, şu ifadeleri kullandı:

“Kitabım temelde Max Weber’in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu) adlı kitabının devamı niteliğinde. Weber, 1914 savaşının arifesinde haklı olarak Batı’nın yükselişinin özünde Protestan dünyanın -Britanya, ABD, Prusya ile birleşik Almanya, İskandinavya- yükselişi olduğuna inanıyordu. Fransa’nın şansı, coğrafi olarak lider gruba yapışmış olmasıydı. Protestanlık, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş yüksek bir eğitim seviyesi, evrensel okuryazarlık üretmişti, zira her inananın Kutsal Yazıları kendi başına okuyabilmesini gerektiriyordu. Buna ek olarak, lanetlenme korkusu ve Tanrı tarafından seçildiğini hissetme ihtiyacı bir çalışma etiği, güçlü bir bireysel ve kolektif ahlak ortaya çıkarmıştır. Olumsuz tarafı ise, Protestanlık ‘Tanrı tarafından seçilmiş’ ve ‘Tanrı tarafından lanetlenmiş’ kavramsal ikilemiyle Katoliklerin tüm insanlar arasındaki eşitlik ilkesinden vazgeçtiği için ABD’de siyah karşıtlığı ya da Almanya’da Yahudi karşıtlığı gibi ırkçılığın en kötü biçimlerinden bazıları ortaya çıktı.”

‘Batı’nın yükselişinin ardından çöküşü geldi’

Son dönemde ABD’de Protestanlığın çöküşünün entelektüel gerilemeyi, çalışma ahlakının ortadan kalkmasını ve bunun yerini kitlesel açgözlülüğün ya da resmi adıyla neoliberalizmin almasını tetiklediği yorumunu yapan Todd, “Batı’nın yükselişinin ardından çöküşü geldi. Dini unsurun bu analizi bende herhangi bir nostalji ya da ahlaki ağıt anlamına gelmiyor, bu tarihsel bir gözlem,” diye konuştu.

ABD’nin endüstriyel eksikliği olduğunu, mevcut GSYİH rakamlarının ‘hayali’ olduğunu, mühendislik eğitiminin yetersiz ve eğitim düzeylerinin düşük olduğunu vurgulayan Todd, ABD’nin GSYİH rakamlarını ‘balon’ olarak nitelendirdi.

Tarihçi, “Batılı orta sınıfların transgenderizm konusundaki saplantısı sosyolojik ve tarihsel bir soruyu gündeme getiriyor. Toplumsal ufukta bir erkeğin gerçekten kadın, bir kadının da erkek olabileceği fikrini oluşturmak, biyolojik olarak imkansız bir şeyi onaylamaktır, dünyanın gerçekliğini inkar etmektir, yanlış olanı onaylamaktır,” dedi.

‘Trans aktivizm gerçekliği yok etme dürtüsünün bayraklarından biri’

Bu nedenle trans aktivizminin şu anda Batı’yı tanımlayan bu nihilizmin gerçekliği yok etme dürtüsünün bayraklarından biri olduğunu kaydeden Todd, “ABD Protestanlığın çöküşü, eğitim seviyesinde bir düşüşe neden oldu. Din ortadan kalktı; Amerikalılar artık kiliseye gitmiyor, artık Tanrı’ya inanmıyorlar,” diye ekledi.

Öte yandan ABD’de güçlü bir nihilist dürtünün, savaş ve şiddet arayışının olduğunu belirten Todd, “Bu, dünyanın her yerinde çatışmaları kışkırtan ya da körükleyen, anlamdan yoksun kayıp bir toplumdur. Batı’da liberal demokrasiden liberal oligarşiye geçiş gibi önemli bir şey oldu,” yorumunu yaptı.

‘Avrupa’nın başına gelebilecek en iyi şey ABD’nin çekilmesidir’

Todd, Fransa’nın halihazırda ABD ile aynı hizada olduğu için var olmadığını ifade ederek şöyle devam etti:

“Amerikalıların takıntısı Almanya ve Rusya arasındaki işbirliğine engel olmak. Bu Amerikalı liderlerin uyguladığı terör. Ama başarısız olacaklar zira Batı kaybedecek. Kazanacak olan gerçekliktir. Avrupa’nın başına gelebilecek en iyi şey ABD’nin çekilmesidir. Amerikan yönetici sınıfı ahlaktan yoksun, artık dini yok, ondan geriye kalan tek şey para ve savaş saplantısı ve tüm dünyada kaos yaratmaktan zevk almak.”

Eski Rus Bakan Galuşka: Tarihi tecrübeye yaslanırsak Batı’yla iktisadi savaşı muhakkak kazanırız

DÜNYA BASINI

Riyad, mega projelerinin ölçeğini küçültüyor

Yayınlanma

Suudi Arabistan maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen mega projelerini finansman sıkıntısı nedeniyle yeniden gözden geçiyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Riyad’ın Vizyon 2030 kapsamındaki dünyanın en büyük petrol üretici için bile iddialı olan projelerin son durumuna odaklanıyor:  

***

Suudi Arabistan amiral gemisi projelerinin maliyeti konusunda zorlu seçimlerle boğuşuyor

Riyad önceliklerini ve sayısız yatırımını en iyi şekilde nasıl finanse edeceğini yeniden gözden geçirirken The Line projesi küçüldü.

Ahmed Al Omran

Muhammed bin Selman 2017’de, Suudi Arabistan’ı, beraberindeki gösterişten yararlanmak isteyen finansçılar ve şirketler için bir mıknatıs haline getiren kapsamlı ekonomik çeşitlendirme planını “Sınır gökyüzüdür” diyerek ilan etti.

Ancak Veliaht Prens’in planları, iddialı Vizyon 2030 programı orta noktasına ulaşmasıyla birlikte, yerel projeler ve küresel finans yoluyla dalgalanabilecek dış harcamalar üzerindeki yansımalarıyla birlikte bir gerçeklik kontrolüyle karşı karşıya.

Doğrudan yabancı yatırımların beklentilerin altında kalması ve küresel faiz oranlarının hala yüksek olması nedeniyle, krallığın liderleri önceliklerini ve sayısız yatırımlarını en iyi nasıl finanse edeceklerini yeniden gözden geçiriyor.

Planlar hakkında bilgi sahibi kişiler, The Line adı verilen bir “yatay şehir” planını da içeren fütüristik bir bölge olan Neom’daki inşaatın açıklanandan daha küçük olacağını, Riyad’ın nüfusunu 15 milyona çıkarma hedefinin ise 10 milyona düşürüldüğünü söyledi.

The Line’ın 170 km boyunca uzanması ve sonunda 1,5 milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyordu, ancak proje yetkilileri kısa süre önce ziyaretçilere, “ilk modüle” öncelik verdiklerini ve bu modülün çok daha kısa olacağını ve bu sayının çok azını barındıracağını söyledi.

Planın arkasındaki devlet varlık fonu olan Kamu Yatırım Fonu’nun düşünce tarzına aşina bir kişi, Prens Muhammed’in hangi projelerin ilerlemesi gerektiği ve hangilerinin bekleyebileceği konusunda “bazı zorlu konuşmalar yapmaya hazır olabileceğini” söyledi.

IMF’nin Suudi Arabistan misyonu başkanı Amine Mati, “Yetkililerin bunun bilincinde olduğunu düşünüyorum,” dedi: “Bazı harcamaların ertelenmesinin gerekip gerekmediğini değerlendirmek için yeniden ayarlama yapıyorlar.”

IMF’nin bu yıl %2,6 olarak tahmin ettiği GSYH’nin 2025’te %6’ya yükseleceği öngörüsüyle ülke ekonomisi hala iyi performans gösteriyor. Hükümet, ekonomik reformların performansını değerlendirirken kilit bir gösterge olarak gördüğü petrol dışı büyümenin orta vadede yüzde 5’in üzerinde olmasını bekliyor.

Geçen ay Riyad’da düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu etkinliğinde konuşan Suudi Arabistan yetkilileri de iyimser olmaya çalışırken finansman konusunda “zorluklar” olduğunu ve yerel bankaların likiditesinde sıkışma yaşandığını kabul ettiler.

Maliye Bakanı Mohammed el-Jadaan etkinlikte “Egomuz yok” dedi: “Rotayı değiştireceğiz, ayarlamalar yapacağız, bazı projeleri uzatacağız, bazı projelerin ölçeğini küçülteceğiz, bazı projeleri hızlandıracağız.”

Yetkililer hangi projelerin Jadaan’ın listelediği farklı kategorilere yerleştirileceğini söylemedi, ancak bu tür bir karar, borçlanma limitlerinden İsrail’in Gazze’deki savaşını sona erdirmek ve bölgesel istikrarı sağlamak için diplomatik çabaların bir parçası olarak dış yardım için ne kadar harcayabileceklerine kadar kritik seçimler üzerinde etkili olacak.

Ekonomiyi çeşitlendirmek ve madencilik, turizm ve eğlence gibi yeni sektörlerin kilidini açmak için üstlenilen farklı projeler arasında, Neom muhtemelen Prens Muhammed ile en yakından ilişkili ve en iddialı olanı.

Neom, The Line ve Sindalah tatil adası için mevcut planlara ek olarak Ekim ayından bu yana Akabe Körfezi’nde bir düzine farklı proje açıkladı. Özel bölge başlangıçta 500 milyar dolarlık bir proje olarak lanse edilmişti, ancak bankacılar ve analistler maliyetlerin çok daha yüksek olacağını söylüyor.

Neom’un nihai olarak ne getireceği konusunda uzun zamandır kuşkular vardı ve birçok analist planların her zaman aşırı iddialı olduğuna inanıyordu. Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olsa bile Suudi Arabistan’ın son yıllarda açıkladığı ve maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen tüm projeleri nasıl finanse edeceğine dair sorular vardı.

Suudi Varlık Fonu, Prens Muhammed’in hırsları için ana araç haline geldi. Yönetiminde 925 milyar dolarlık varlık bulunan fonun diğer girişimleri arasında küp şeklinde bir gayrimenkul geliştirme ve başkent Riyad’da bu ay açılışı yapılan bölgenin en büyük su parkını da içeren bir eğlence kompleksi yer alıyor.

Varlık Fonu büyük ölçüde hükümetin nakit transferleri, borçlar, portföy şirketlerinden elde edilen gelirler ve özelleştirmelerle finanse ediliyor. Saudi Aramco’nun özelleştirilmesinin ana alıcısı oldu ve o zamandan beri devlet petrol şirketinin hisselerinin yüzde 12’sini devraldı. Bankacılar Saudi Aramco’nun bir başka hisse satışının Varlık Fonu’nun kasasını desteklemek için kullanılabileceğini düşünüyor.

Suudi Arabistan yakın zamanda önemli yatırımlar gerektirecek birkaç büyük etkinliğe ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Krallık 2024 Asya Futbol Kupası ve Expo 2030’a ev sahipliği yapacak ve 2034 FİFA Dünya Kupası için tek teklif veren ülke oldu. Ayrıca 2029 Asya Kış Oyunları’na ev sahipliği yapmak için bir kayak merkezinin parçası olarak tatlı su gölü geliştirmek üzere İtalyan WeBuild ile 4.7 milyar dolarlık bir sözleşme imzalandı.

Uluslararası bir bankacı “Her şey için yeterli para yok” dedi: “Yatırılan para ile bu yatırımlardan elde edilen getiriler arasında bir boşluk olacak. Bu da soru işaretleri ve şüpheler yaratacak ve şimdiden bazı yatırımları küçültmeye başladılar.”

Açıkça, planların küçültülmesi ilgili her türlü konuşma, krallığın itibarının ve bu tür büyük girişimleri başarma yeteneğinin zedeleneceği korkusuyla hızla reddediliyor

The Line’ın ölçeğinin daraltıldığı iddiası sorulan Ekonomi Bakanı Faysal Ali İbrahim, “Tüm projeler tam gaz ilerliyor. Daha önce benzeri görülmemiş bir şey yapmak için yola çıktık ve yine benzeri görülmemiş bir şey yapıyoruz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılma çabalarına öncülük eden eski bir hükümet yetkilisi olan Fawaz Alamy’e göre ülkenin agresif bir şekilde iddialı hedefler peşinde koşması, liderliğin ekonomiyi çeşitlendirme hedeflerinde geride kalındığı ve kaybedilen zamanın telafi edilmesi gerektiği yönündeki telaşından kaynaklanıyor.

Alamy, “Petrol sonsuza dek var olmayacak. Dikkatli olmak [ve] çeşitlendirmek zorundasınız” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

The Economist: Liberal uluslararası düzen yavaş yavaş dağılıyor

Yayınlanma

Dünyanın önemli finans dergilerinden The Economist’te çıkan bir makale, küresel ekonomideki karamsar geleceğin ‘dünya düzenini’ de bozacağını yazıyor.

İlk bakışta dünya ekonomisinin ‘güven verici bir şekilde dirençli göründüğünü’ söyleyen dergi, “Amerika, Çin ile ticaret savaşı tırmanırken bile büyümeye devam etti. Almanya, Rus doğalgazının kesilmesine ekonomik bir felaket yaşamadan dayandı. Ortadoğu’daki savaş petrol şoku getirmedi. Füze atan Husi isyancılar küresel mal akışına neredeyse hiç dokunmadı. Küresel GSYİH’nin bir payı olarak ticaret, pandemiden sonra toparlandı ve bu yıl sağlıklı bir şekilde büyümesi bekleniyor,” diyerek önce bardağın dolu tarafına dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, The Economist, daha derine bakıldığında ‘kırılganlık’ görüldüğünü kaydediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel ekonomiyi yöneten düzenin yıllardır aşındığına işaret eden dergi, bu düzenin bugün çöküşe çok yakın olduğunu ileri sürüyor.

Var olan gerginlikler hiçbir zaman çatışma noktasına gelmese bile, ‘normlardaki bir bozulmanın’ ekonomi üzerindeki etkisinin ‘hızlı ve acımasız’ olabileceğini savunuyor.

Daha derin ve kaotik çöküşler mümkün

Eski düzenin dağılmasının her yerde görülebildiğini öne süren The Economist, iktisadi yaptırımların 1990’larda olduğundan dört kat daha fazla kullanıldığını; artık bir sübvansiyon savaşının sürdüğünü ve her ne kadar dolar baskınlığını korusa ve gelişmekte olan ekonomiler daha dirençli olsa da, küresel sermaye akışlarının parçalanmaya başladığını vurguluyor.

‘Eski sistemi koruyan’ kurumların ya çoktan feshedildiğine ya da güvenilirliklerini hızla kaybettiğine işaret eden dergi, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu, Uluslararası Adalet Divanı gibi kurumların içine girdiği çıkmazların altını çiziyor.

“Ne yazık ki tarih daha derin, daha kaotik çöküşlerin mümkün olduğunu ve düşüş başladığında aniden vurabileceğini gösteriyor,” diye yazan The Economist, I. Dünya Savaşı’nın, o dönemde pek çok kişinin sonsuza kadar süreceğini varsaydığı ‘küreselleşmenin altın çağını’ sona erdirdiğini hatırlatıyor.

The Economist, 1930’ların başında, Büyük Buhran’ın ve Smoot-Hawley tarifelerinin(*) başlamasının ardından, Amerika’nın ithalatının sadece iki yıl içinde %40 oranında azaldığını vurguluyor ve Ağustos 1971’de Richard Nixon’ın doların altına çevrilebilirliğini askıya almasından sadece 19 ay sonra sabit döviz kurlarından oluşan Bretton Woods sisteminin çöktüğünü yazıyor.

“Dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecek”

“Bugün de benzer bir kopuş hayal edilebilir gibi görünüyor,” diyen dergi, Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesinin, kurumların ve normların erozyonunu devam ettireceğini öne sürüyor.

Dergi, şu senaryoların çöküşü hızlandırabileceğini yazıyor: İkinci bir ucuz Çin ithalatı dalgası korkusu; Tayvan konusunda ABD ve Çin arasında ya da Batı ve Rusya arasında çıkacak açık bir savaş.

Bugün, küreselleşmeye yönelik eleştirilerin ‘moda olduğunu’ fakat ‘liberal kapitalizmin zirve noktası olan 1990’lar ve 2000’lerdeki başarıların tarihte eşi benzeri bulunmadığını’ savunan The Economist, “Son araştırmalar, günümüz liderlerinin değiştirmeyi umdukları ‘Washington Uzlaşması’ döneminin, yoksul ülkelerin zengin dünya ile aralarındaki farkı kapatarak büyümeyi yakalamaya başladıkları bir dönem olduğunu göstermektedir,” diye yazıyor.

Sistem bir kez bozulduğunda, yerine yeni kuralların konmasının pek olası olmadığını düşünen dergi, “Bunun yerine dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecektir,” iddiasında bulunuyor.

The Economist’teki makale şöyle sona eriyor:

1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin Amerika’nın enternasyonalist ilkeleri ile stratejik çıkarları arasında bir evlilik sağladığı doğrudur. Fakat liberal düzen, dünyanın geri kalanına da büyük faydalar sağlamıştır. Dünyadaki yoksulların çoğu, IMF’nin COVID-19 salgınını takip eden devlet borçları krizini çözememesinin acısını çekmeye başladı bile. Hindistan ve Endonezya gibi zenginliğe giden yolda ticaret yapmayı uman orta gelirli ülkeler, eski düzenin parçalanmışlığının yarattığı fırsatlardan yararlanıyor, fakat sonuçta küresel ekonominin entegre ve öngörülebilir kalmasına güvenecekler. Gelişmiş dünyanın büyük bir kısmının, özellikle de Birleşik Krallık ve Güney Kore gibi küçük, açık ekonomilerin refahı tamamen ticarete bağlıdır. Amerika’daki güçlü büyüme ile desteklenen dünya ekonomisi, üzerine fırlatılan her şeyi göğüsleyebilirmiş gibi görünebilir. Ama göğüsleyemez.


(*) Smoot-Hawley tarifeleri: Smoot-Hawley Yasası, ABD’li çiftçileri ve diğer endüstrileri yabancı rakiplerden korumak için oluşturuldu. Yasa, ABD’ye yapılan yabancı ithalat üzerindeki gümrük vergilerini yaklaşık %20 oranında artırdı. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun SSCB’deki zafer turu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Küba devriminin lideri Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te yaklaşık 40 gün süren ve Özbekistan, Gürcistan ve Ukrayna gibi Sovyet cumhuriyetlerini içeren gezisine dair notlar, bu gezi esnasında gerçekleşen Castro-Hruşçov görüşmeleri ve Hruşçov’un geziye ilişkin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi Prezidyumuna sunduğu rapor ilk kez yayımlandı.

Sovyet lider Hruşçov’un Amerikalıların Türkiye’nin Sovyet sınırına füze yerleştirmelerine karşılık Küba’ya “Jüpiter füzeleri” olarak adlandırılan orta menzilli nükleer füzeler yerleştirmeye karar vermesi ile dünyayı (birkaç günlüğüne dahi olsa) nükleer bir savaşın eşiğine getiren süreci imleyen “füze krizi”, ABD ile Sovyetler’in Türkiye ve Küba’dan habersiz giriştiği stratejik pazarlıklar sonucu her iki ülkeden de füzelerin sökülmesiyle sona ermişti.

Ne var ki bu birkaç haftalık kriz, dünyadaki iki sosyalist devletin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov ile sosyalist Küba’nın önderi Fidel Castro arasında soğuk rüzgarlar estirir. Her iki lideri yeniden yakınlaştırma vesilesi taşıyan bu geziye dair Rus arşivlerinden çıkan yeni belgeler, sadece geziyi değil uluslararası komünist harekette başlayan ayrışmaları, iki liderin sosyalist devrim kavrayışındaki nüansları, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını, fakat her koşulda devam eden yoldaşça dayanışma ilişkisini detaylandırıyor.

Gizliliği kaldıran belgelerin tamamını okumak isteyen okur, National Security Archive’a (ABD Ulusal Güvenlik Arşivi) yönlendiren aşağıdaki bağlantıyı ziyaret edebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Fidel Castro’nun Zafer Turu: Rus Arşivlerinden Çıkan Yeni Belgeler

Ed. Svetlana Savranskaya
National Security Archive
29 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Rus arşivlerinden toplanan ve 29 Nisan’da Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından yayımlanan yeni belgeler, Fidel Castro’nun Nisan-Mayıs 1963’te SSCB’ye yaptığı ve Sovyet lideri Nikita Hruşçov’un Küba Füze Krizi sonrasında bozulan ilişkileri düzeltmek için bir fırsat olarak gördüğü o müstesna geziye dair pek çok ayrıntı sunuyor. Rus devlet arşivlerinden yeni tercüme edilen kayıtlar Küba lideri Castro’nun birçok Sovyet cumhuriyetini gezdiğini, üst düzey Sovyet liderleriyle görüşüp sohbet ettiğini ve belki daha da önemlisi Küba Füze Krizi nasıl sonuçlanmış olursa olsun Sovyetler Birliği’nin Küba’nın güvenilir ortağı ve hamisi olarak kalacağına dair çok sayıda güvence ve güvenlik ve ekonomik yardım vaadi aldığını gösteriyor.

Fidel Castro, 1968 yılında üst düzey yöneticilerine hitaben gece boyu yaptığı gizli bir konuşmada, Küba Füze Krizi’nin ana odağını oluşturan füzelerin geri çekilmesine ilişkin Hruşçov’un Amerikalılarla arkadan pazarlık yapmasını “Sovyet ihaneti” olarak gördüğünü ve bundan dolayı kendisini aşağılanmış hissettiğini söyleyecekti. Castro anlaşmanın koşulları, özellikle de ABD füzelerinin Türkiye ve İtalya’dan kaldırılması konusunda hiçbir zaman tam olarak bilgilendirilmemişti. Fakat Castro Küba’nın reform tedbirleri için hem maddi hem de ideolojik eğitim anlamında Sovyet yardımına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.

Hruşçov ve üst düzey Sovyet liderliği, Batı yarımküredeki tek başarılı komünist devrim olan bu önemli müttefikini elinde tutmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Stratejik tüm nedenlerin yanı sıra, Hruşçov’un “Küba’yı kaybetmesinin” iç politikada yaratacağı tepkiden korkmak için de son derece gerçek nedenleri vardı. Nitekim Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan Kasım 1962’de (krizi çözmek üzere) Küba’da bulunduğu sırada bir eliyle Sovyet füzelerini geri çekerken diğer eliyle de Castro’ya mümkün olan her türlü ekonomik yardımın sözünü vermeye çalışıyordu.

Küba Füze Krizi’nden aşağı yukarı üç ay sonra Sovyet Başbakanı Castro’ya hem füzeleri yerleştirme hem de hızlı bir şekilde geri çekmesine neden olan motivasyonunu açıklayan son derece içten bir mektup yazdı. Esasen bir yandan özür diliyor, bir yandan da Castro’yu Sovyet saflarına geri döndürmek için pratik adımlar atmaya çabalıyordu. Böylece Hruşçov Castro’yu SSCB’nin farklı bölgelerini göreceği ve Sovyet liderliğiyle vakit geçireceği kapsamlı bir geziye davet etti.

Castro’nun ‘zafer turu’ başlıyor

Castro, 27 Nisan 1963’te Havana’dan Murmansk’a aktarmasız bir uçuşla gizlice geldi (uçak, oldukça kötü bir havada ancak üçüncü denemede iniş yapabildi). Burada binlerce insan sokaklara dökülerek onu bir kahraman gibi karşıladı. Nikolay Leonov yolculuk boyunca Castro’ya tercümanlık yaptı, ev sahipliğini ise Mikoyan ve Kuzey Filosu Komutanı Amiral Kasatonov. Castro, Sovyet denizaltılarını görmesi için Severodvinsk’e götürüldü (fakat kriz sırasında Küba’ya giden denizaltılar gösterilmedi), denizcilerle bir araya geldi ve dünyanın nükleer enerjiyle çalışan ilk buzkıranı olan Lenin’de bir resepsiyon verildi.

Murmansk’tan sonra Moskova’ya geçen Castro, Lenin’in Mozolesi’nin tepesinde Sovyet liderliğiyle birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katıldı ve Zavidovo’da devlet daçasında kaldı. Zavidovo’da iki lider, komünizmin dünyadaki ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki kaderini enine boyuna tartıştı. Burada Hruşçov bir “öğretmen”, Castro ise sadık fakat kendi fikirleri olan ve sık sık öğretmenini sorgulayan bir “öğrenci” rolündeydi.

Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri, küresel meselelerdeki yaklaşım farkını gösteriyor

Castro özellikle Afrika’daki kurtuluş mücadelesinin durumundan endişe ediyordu. Hruşçov’dan “Afrika kıtasının gelecekteki siyasi gelişimi”ne ilişkin görüşlerini ifade etmesini istemiş, bu sırada kimi Afrika devletlerinin hızlı siyasi ilerleme beklentisine dair kendisinin de oldukça eleştirel olduğunu belirtmişti. Castro, devrimci lider Ben Bella’nın daveti üzerine Cezayir’i ziyaret etmeyi planlıyordu, fakat Hruşçov, emperyalistlerin Castro’ya (mesela bir mola esnasında) suikast düzenlemesinin çok kolay olabileceğini söyleyerek onu vazgeçirdi. Yine Sovyet lider, Afrika ülkelerindeki komünist zaferlerin karmaşık beklentileri hakkında görüşlerini açık yüreklilikle dile getirmişti, buna Gine lideri Sékou Touré’den “fahişe” olarak bahsetmesi de dahil. Bu tartışma aslında iki liderin küresel meseleler hakkındaki düşünce tarzlarının bir karşılaştırmasını da sunmaktadır: Castro’nun Marksizm-Leninizm’in eninde sonunda galip geleceğine olan samimi inancı ile Hruşçov’un çok daha pratik ve bazen de alaycı görüşleri ile bilhassa münferit liderlere ilişkin değerlendirmeleri.

‘Castro’nun duyması istenen son şey’

Yaptıkları görüşmeler arasında Hruşçov için en belki de önemli konu, Castro’ya 1962 sonbaharındaki Füze Krizi sırasında nükleer silahlar da dahil olmak üzere büyük Sovyet güçlerinin adaya konuşlandırılması ve adadan çıkarılmasına ilişkin Sovyet kararının ardındaki motivasyonu açıklamaktı. Hruşçov’un, Castro’nun ziyareti sırasındaki ana hedefi, Küba liderinin bu olaydan dolayı incinmiş olması muhtemel duygularını teskin etmek ve ABD’den Küba’ya müdahale etmeme taahhüdü alarak elde ettikleri “zafer” ile Küba devriminin güvenliğinin bizzat SSCB tarafından garanti altında olduğuna Castro’yu ikna etmekti. Bu konuşmalar burada yer almıyor çünkü bu yazının yayımlandığı tarihte Rus arşiv yetkilileri tarafından (henüz) gizlilikleri kaldırılmamıştı. Ne var ki, Hruşçov’un 7 Haziran 1963’te Prezidyuma sunduğu rapordan ve Castro’nun 1992’de Füze Krizi’nin 30. yıldönümünde Ulusal Güvenlik Arşivi ve Brown Üniversitesi’nden James Blight ve Janet Lang tarafından düzenlenen önemli bir sözlü tarih konferansında anlattıklarından görüşmelerin gerçekleştiğini ve içeriği hakkında pek çok şey biliyoruz.

4 Mayıs 1963’te Hruşçov Castro’ya kriz sırasında ve sonrasında Sovyetlerin ABD ile ilişkisine dair “gizli kanal” belgelerini gösterdi. Hruşçov belgeleri Küba liderine, Castro’ya sık sık tercümanlık da yapan ve SSCB gezisinde kendisine eşlik eden Meksika’daki Sovyet vatandaşı Nikolay Leonov’un simultane tercümesiyle okudu. Bu çok gizli belgelerin okunması ve tartışılması neredeyse koca bir gün sürdü ve Castro ilk kez bu sırada, hatta görünüşe göre kazara, Küba’daki Sovyet füzelerinin Türkiye ve İtalya’daki ABD füzelerinin sökülmesi karşılığında kaldırıldığını öğrendi. Castro bunun “duymasının isteneceği son şey” olduğunu fark etti: “Türkiye’den füzelerin çekilmesinin Küba’nın savunmasıyla hiçbir ilgisi yoktu.” Castro, Hruşçov’dan bu paragrafı yeniden okumasını istedi fakat Sovyet lider sadece “o müstehzi kahkahasını” atmakla yetindi.

Moskova’daki görüşmeler sonrasında Castro uzun bir Sovyetler Birliği turuna çıktı. Volgograd’da bir traktör fabrikasını ve Mamaev Tepesi’ndeki Sovyet savaş anıtını ziyaret etti. Özbekistan’a yaptığı gezi tarım reformu fikirleri açısından önemliydi; traktör sürücüleriyle bir araya geldi, ipek üretimini gördü ve az gelişmiş bir ülkenin bu denli ilerleme kaydetmesinden ve tarımdaki makineleşmeden etkilendi. İşte fikir tam da buydu: Küba da Sovyet yardımı ve himayesiyle hızla gelişebilirdi. Castro Taşkent’ten sonra İrkutsk’a gitti, Angara’da yerel bir balıkçıyla balık tuttu ve Bratsk hidroelektrik santralini gördü. Her şehirde, her tren istasyonunda, Kübalı devrimci lidere gerçekten büyük bir hayranlık duyan coşkulu ve geniş halk kitleleri tarafından karşılandı. Sibirya’daki bir diğer durağı ise Sverdlovsk (bugünkü Yekaterinburg) oldu. Onur konuğu Sverdlovsk’tan Leningrad’a, oradan ise Kiev’e uçtu.

Emperyalistlere Küba’dan bir selam

Moskova’ya döndüklerinde Hruşçov, Castro’ya bir ICBM (kıtalararası balistik füze) görme fırsatı sundu ve hatta Küba lideri R-16 füzesinin gövdesine adını yazarak imzaladı (böylece Amerikan emperyalistleri, füzenin kullanılması gerektiğinde Küba’dan bir selam taşıdığını bileceklerdi). 23 Mayıs’ta Kremlin’de bir dizi Küba-Sovyet anlaşması imzalandı ve Castro “Sovyetler Birliği Kahramanı” olarak onurlandırıldı. Moskova’daki Lujniki Stadyumu’nda düzenlenen ve 125 bin kişinin katıldığı büyük bir etkinliğin ardından Hruşçov ve Castro, Hurşçov’un Sohum yakınlarındaki Pitsunda’da bulunan en sevdiği güney daçasına uçtular.

Gürcistan gezisi esnasında ikili Küba Füze Krizi hakkında konuşmaya devam etti (transkripsiyonun gizliliği henüz kalkmadı ama [oğul] Sergey Hruşçov, Hruşçov ile Castro arasında Sovyetler’in ABD Başkanı Kennedy ile müzakere etmediği bir durumda Küba devriminin Amerikan işgaline kaç gün direnebileceğine dair bir münakaşadan bahsediyor). Yine Küba ekonomisi ve sosyalist bloktaki durum (Romanyalılar hâlâ burjuva milliyetçi duygulara sahiptiler ve diğer sosyalist ülkelerle iş birliği yapmaktan imtina ediyorlardı) ve Küba’daki Sovyet uzmanlar (çoğu katıksız bürokrattılar ve artık evlerine gönderilmeleri gerekiyordu) da diğer önemli tartışma başlıklarıydı. Castro bu gezi esnasında işlerin gerçekte nasıl yürüdüğüne dair paha biçilemez bilgiler edinerek gerçek anlamda bir sosyalist eğitim müfredatına maruz kaldı.

‘Biz kazandık, kazanan biziz!’

Castro, gizlice gelişine benzer şekilde, Havana’ya Murmansk üzerinden yine gizlice döndü. Tüm gezi boyunca bir kahraman olarak ağırlandı, SSCB’nin en üstün askeri nişanlarıyla ödüllendirildi ve Küba sanayisi ve tarımına dair tüm alanlarda ekonomik yardım taahhütleri aldı ve somut anlaşmalar yaptı. Bu kelimenin gerçek anlamıyla bir zafer turuydu.

Ne var ki Hruşçov’un hâlâ yapması gereken bir iş vardı: Prezidyumu Castro’nun Füze Krizi’ne ilişkin Sovyet anlatısını kabul ettiğine (Castro’nun daha sonra 1968’de Küba liderliğine yaptığı gizli konuşma hiç de böyle bir kabulün olmadığını gösterse de) ve sadık ve güvenilir bir müttefik ve Çin’i değil Sovyetler Birliği’ni asıl öğretmeni olarak gören hevesli bir öğrenci olarak kaldığına ikna etmek. Hruşçov’un Prezidyuma sunduğu rapor, (Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi arasındaki tartışmanın alenileştiği) 1963’te olduğu gibi Füze Krizi sırasında da Çin’in Sovyetler için önemli bir endişe kaynağı olduğunu ortaya koyuyor. Hruşçov, Prezidyuma Çin meselesini Castro’ya açıkladığını ve Castro’nun “Sovyet pozisyonunu doğru anladığını” belirtmişti. Bunu yaparken Sovyet liderinin, Prezidyumu, sadece Castro’yu ikna ettiğine değil, Sovyetlerin Küba’dan çekilmesinin bir fiyasko değil bir zafer olduğuna inandırmaya çalıştığı ve bunu farklı biçimlerde tekrarladığı da anlaşılıyor: “Amacımıza ulaştık, dolayısıyla biz kazandık, kazanan biziz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English