DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Filistin sorunu eski paradigmalara dönerek çözülemez
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, gündemde olan Gazze’deki savaş sonrası senaryoları inceliyor. Ortaya atılan senaryoların hiçbirinin başarı şansı olmadığını belirten makaleye göre bunun temel nedeni tüm senaryoların Gazze’yi tek başına ele alması. Gazze sorununun Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten ayrı ele alınamayacağını savunan makale, bugüne kadar yapılan İsrail-Filistin müzakerelerinin neden başarısızlıkla sonuçlandığını da açıklamaya çalışıyor. Makalenin yazarı, başarılı bir müzakerenin nelere dayanması gerektiğini anlattıktan çözüm için atılabilecek adımları sıralıyor:
***
Kalıcı Barış İçin İsrail Filistin Topraklarındaki İşgaline Son Vermeli
Mervan Muasher
İsrail’in Gazze’deki savaşı dördüncü ayına girerken, çatışmalar sona erdiğinde bölgeyi kimin yönetmesi gerektiği konusunda yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bazıları Mısır, Ürdün ve diğer Arap devletleri tarafından şimdiden reddedilen bir Arap gücü önerdi. Diğerleri ise Filistinlilerin yüzde onundan daha azının böyle bir sonucu destekleyeceği gerçeğini göz ardı ederek yeniden yapılandırılmış bir Filistin otoritesi gündeme getirdi. Üçüncü bir fikir ise Gazze’nin uluslararası kontrol altına alınması ki bu yaklaşım, böyle bir emsal oluşturmak istemeyen İsrail tarafından zaten reddedildi.
Ancak öngörülen bu çözümlerin başarısızlığa mahkûm olmasının daha büyük bir nedeni var: hepsi de Gazze’yi tek başına ele alıyor, sanki daha geniş anlamda Filistin devleti ve kendi kaderini tayin meselesi dikkate alınmadan ele alınabilirmiş gibi. Bu düşünce tarzına göre Hamas ortadan kalktığında ve Gazze’yi kimin yöneteceği sorusu cevaplandığında statükoya geri dönülebilir. Her iki varsayım da temelden hatalı ve bunlara dayalı herhangi bir politika felakete yol açacaktır.
Gazze’nin geleceğine yönelik bir çözümün gerçekten kalıcı olabilmesi planın İsrail kontrolü altındaki tüm Filistinliler için daha geniş bir çerçeveye oturtulmasına bağlı. Nihayetinde bitmek bilmeyen şiddetin temel nedenini ele almalı: İsrail’in Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’daki işgali. Yıllar süren başarısız müzakereler böyle bir planın başarılı olabilmesi için nelere ihtiyaç duyacağını da açıkça ortaya koydu: kendinden önceki pek çok planın aksine, inandırıcı ve zamana bağlı olmalı ve oyunun sonu başlangıçta iyi tanımlanmalı.
Böylesine kapsamlı bir sürecin oluşturulması olağanüstü çaba gerektirecektir. Ancak bunun alternatifi çok daha kötü. Mevcut savaş, halihazırda çok sayıda sivilin ölümüne, Gazze’nin yıkımına, İsrail’in güvenliğinin ve uluslararası desteğinin zayıflamasına, 1,5 milyon Filistinli mültecinin daha ortaya çıkmasına ve Filistinlilerin atalarının topraklarından kitlesel olarak daha fazla sürülmesi tehdidine yol açtı. Bugünün sorununu eski paradigmalara dönerek çözmeye yönelik her türlü girişim, bu felaketlerin tekrarlanmasına davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
EKSİK OYUN SONU
Ertesi gün sorununun gerçek kapsamını anlamak için öncelikle mevcut çatışmanın Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısıyla başlamadığını kabul etmek gerekir. Sadece Gazze ile de sınırlı değil. Filistin sorunu, tahminen 750.000 kişinin evlerinden edildiği 1948 savaşıyla başlasa da bugünkü kriz için en iyi başlangıç noktası 1967 savaşı. Bu çatışma İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgal etmesine ve tahminen 300,000 yeni Filistinli mültecinin ortaya çıkmasına neden oldu. Aynı zamanda işgalin sona erdirilmesi ve Filistinlilerin yaşayabilir bir geleceğe sahip olması için onlarca yıl süren çabaların da başlangıcını oluşturdu.
Bu yöndeki ilk girişim Kasım 1967’de kabul edilen 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı oldu. Karar “savaş yoluyla toprak kazanımının kabul edilemezliğine” atıfta bulunsa da ayrı bir Filistin devleti öngörmüyordu. Bunun yerine Gazze’nin Mısır’ın, Batı Şeria’nın ise Ürdün’ün kontrolüne geçmesi öngörülüyordu. Karar işgalin sona erdirilmesi için bir zaman dilimi de tanımlamıyor, sadece açık ve bağlayıcı olmayan bir siyasi süreç çağrısında bulunuyordu. Ürdün, Mısır ve İsrail tarafları arasında bir BM arabulucusu aracılığıyla dolaylı müzakereler yürütüldü ancak herhangi bir sonuç alınamadı.
Ardından 1993’te Oslo anlaşmaları geldi, belki de tüm bu barış çabaları arasında en çok bilineni. Bu durumda, iki taraf karşılıklı olarak birbirlerini tanımakla ve Gazze ile Batı Şeria’nın bir kısmında Filistin geçici otoritesini kurmakla kalmadılar, aynı zamanda kalıcı bir barış için beş yıllık bir müzakere süreci başlattılar. Ancak sürecin çatışmaya kalıcı bir çözüm getirmesi beklenirken, taraflar bu çözümün ne olduğunu belirleyemedi: başka bir deyişle, oyunun sonu başlangıçta net değildi. Dahası, Oslo anlaşmaları yerleşim faaliyetlerini dondurmadı, yani taraflardan biri -İsrailliler- bu toprakların coğrafyasını ve demografisini değiştirmeye devam ederken bile iki taraf işgal altındaki toprakların geleceği üzerine müzakere ediyordu. Nitekim Rabin, Eylül 1995’te parlamentonun Oslo anlaşmalarının ikinci bölümünü onayladığı Knesset’teki son konuşmasında İsrail’in hedefinin “devletten daha az bir Filistin varlığı” olduğunu ilan etti.
Aslında çatışmanın ana aktörleri, ABD Başkanı Bill Clinton’ın görev süresinin sonuna yakın 2000 yılına kadar iki devletli bir model üzerinde anlaşmaya varamadı. O dönemde Clinton iki tarafa, büyük ölçüde 1967 sınırlarıyla tanımlanan ve Kudüs, mülteciler ve güvenlik için özel düzenlemelerle İsrail devletinin yanında kurulacak bir Filistin devletine dayanan genel bir çerçeve sundu. Bu parametreler üzerindeki son dakika müzakereleri başarısızlıkla sonuçlanıp ikinci intifada patlak verdiğinde, her iki taraf da masanın diğer ucunda barış için ortakları olmadığına ikna oldu. O zamandan bu yana 2002 Arap Barış Girişimi, 2002-2003 Orta Doğu Yol Haritası, 2007 Annapolis konferansı ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin 2013’teki mekik diplomasisi -ABD’nin bir çözümün müzakere edilmesine yardımcı olmak için son resmi çabası- dahil birbirini izleyen çabaların hepsi başarısız oldu.
Bu müzakere turlarının her birinin karaya oturmasının birçok nedeni olsa da çoğunda ortak olan daha büyük eksiklikler vardı: neredeyse her zaman ya açık uçluydular ya da başlangıçta oyunun sonunu belirtmediler. Ayrıca tarafların kalıcı bir çözüme giden yolda adım adım yükümlülüklerini yerine getirdiklerinden emin olmak için güvenilir bir izleme mekanizması da yoktu. Dahası, pek çok kez müzakereler, bu hedefe ulaşmak için atılması gereken adımlardan ziyade nihai sonucun ne olması gerektiği konusunda tıkandı.
Yirmi beş yıl sonra, ilk Körfez Savaşı’nın ardından 1991 yılında Başkan George H. W. Bush tarafından başlatılan Madrid Konferansı nihayet Filistinlileri doğrudan müzakere masasına getirdi. Ancak süreç bir kez daha, İsrail tarafından uluslararası toplumdan oldukça farklı bir şekilde yorumlanan 242 sayılı karara atıfta bulunmanın ötesinde oyunun sonunu belirsiz bıraktı. (Karar İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörse de İsrail bunu tüm bu topraklardan çekilmek değil, sadece hiçbir zaman belirtmediği sözde güvenli sınırlara çekilmek olarak yorumladı). Merhum İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’in Haziran 1992’de iktidara gelmesinin ardından Filistinliler İsrail ile ayrı ayrı müzakerelere başladıktan sonra bile süreç hiçbir zaman müzakerelerin hedefi olarak ayrı bir Filistin devletini tanımlamadı.
BAŞARISIZLIKTAN FELAKETE
Filistinliler için bu başarısızlıkların sonuçları yıkıcı oldu. İsrail, işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te (ve 2005’e kadar Gazze’de) uluslararası hukuka göre yasadışı olan yerleşim faaliyetlerine devam edebildi, Filistin topraklarını yuttu ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulmasını giderek zorlaştırdı. Oslo anlaşmalarının imzalanmasından bu yana, İsrailli yerleşimci nüfusu yaklaşık 250.000’den 750.000’in üzerine çıkarak tüm Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki nüfusun neredeyse dörtte birine ulaşırken, yerleşimlerin durmaksızın genişlemesi bitişik Filistin topraklarını sürekli olarak parçaladı.
Bu başarısız müzakerelerin ortasında Gazze’nin kaderi özellikle ağır oldu. 2005 yılında dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron Gazze’den tek taraflı olarak çekilme kararı alarak İsrail’in doğrudan askeri varlığına son verdi. Ancak İsrail hükümeti bölgeyi izole etmek için etrafına bir güvenlik bariyeri inşa etti ve İsrail şeride kimin girip çıkacağını kontrol etmeye devam etti. İsrail ayrıca Filistinli sakinlerinin bir havaalanı ya da limana sahip olmasını engelleyerek Gazze’yi dünyadan fiilen kopardı. Sonuç olarak, İsrail’in işgali acımasız sonuçlara yol açarak etkin bir şekilde devam etti. Hamas’ın 2007’de Filistin Yönetimi’nden ayrılarak şeridin kontrolünü tamamen ele geçirmesinin ardından yaşam koşulları daha da kötüleşti ve Gazzelilerin kişi başına düşen geliri Batı Şeria’daki Filistinlilerin çok altında kaldı.
Ardından, Obama yönetimi sona erdiğinde, ABD iki taraf arasındaki müzakerelerden tamamen vazgeçti. Önce ABD Başkanı Donald Trump, ardından da ABD Başkanı Joe Biden döneminde Washington, barış çabalarının yerine, 242 sayılı karardan kaynaklanan “barış için toprak” formülüne dayanmayan, çeşitli Arap devletleri ve İsrail arasında bir dizi ikili anlaşma olan İbrahim Anlaşmalarını koydu. Filistinlilerin hiçbir dahli olmadı. Özellikle Biden yönetimi, bölgesel işbirliğini teşvik ederse, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki barışın daha kolay olabileceğini varsaydı. İsrail hükümeti ise anlaşmaları, bölgedeki Arap devletleriyle ayrı anlaşmalar yapabilecekleri için Filistinlilerle bir çözüme varmanın artık gerekli olmadığını savunmak için kullandı.
İşte 7 Ekim saldırılarının gerçekleştiği bağlam budur. Sivillerin hedef alınması, failin hangi taraf olduğuna bakılmaksızın her türlü senaryoda iğrenç. Ancak Gazze’nin son on yılda duvarlarla çevrili dev bir hapishaneye dönüştüğü ve milyonlarca mahkûmun artık işgalin sona ereceğine inanmak için hiçbir nedeni kalmadığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün değil.
BARIŞ IÇIN ÖNKOŞULLAR
Biden yönetimi Gazze’deki savaşın sona ermesinin ardından siyasi bir süreç başlatılması gerektiğini kabul etti. Nihayetinde Mısır ve İsrail arasında barışa yol açan Ekim 1973 savaşı ve Madrid konferansına yol açan 1991’deki ilk Körfez Savaşı’nın rehberliğinde Biden yönetimi Gazze için ertesi gün planlarını tartışmaya başladı. Ancak bu düşünce Hamas’tan sonra Gazze’yi kimin yöneteceği ile sınırlı kalırsa ya da Washington daha öncekilerin hatalarını tekrarlayan açık uçlu bir süreci taahhüt ederse, başarı ihtimali neredeyse yok denecek kadar az olur. Bugün Filistinlilerin büyük çoğunluğu, İsrail sahada iki devletli çözümü imkânsız kılan gerçekleri yaratırken, işgali sona erdirmek için barışçıl çabalar göstererek oyuna getirildiklerini düşünüyor. Dolayısıyla Gazze için herhangi bir siyasi süreç, müzakereler başlamadan önce inandırıcı, zamana bağlı ve net bir şekilde tanımlanmış bir nihai sonuca sahip olmalı. Aksi takdirde, bu sadece zaman kaybı olacaktır.
Şu an itibariyle, ABD öncülüğünde ciddi bir süreç için gerekli unsurların mevcut olmadığını kabul etmek çok önemli. ABD, başta İsrail olmak üzere tüm taraflara baskı uygulanmasını gerektiren bir barış sürecini başlatma şansının uzak olduğu bir seçim yılına giriyor. Mevcut sağcı İsrail hükümeti de işgali sona erdirmek ya da bir Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmak gibi bir niyetinin olmadığını defalarca ve açıkça ilan etti. Her ne kadar İsraillilerin çoğunluğunun 7 Ekim’deki güvenlik zafiyetinden mevcut hükümeti sorumlu tuttuğu doğru olsa da -ve anketler yarın yeni seçimler yapılsa muhalefetin büyük bir farkla kazanacağını gösterse de- bugün İsrail’de kamuoyu on yıllar önce olduğu gibi artık barış yanlısı ve barış karşıtı kamplar arasında bölünmüş değil. Bunun yerine, sadece Netanyahu yanlısı ve karşıtı kamplar arasında, her iki taraf da bir Filistin devletine karşı sert ve neredeyse aynı duruşu paylaşıyor.
Bu arada Filistin Yönetimi güvenilirliğini ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Filistin Yönetimi 2006’dan bu yana seçim yapmadı ve 7 Ekim’den önce bile onaylanma oranı çok düşüktü. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi, Kasım ayı sonunda Gazze’deki kısa süreli ateşkes sırasında yaptığı bir ankette Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüzde 88’inin Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın istifasını istediğini ortaya koydu. Abbas yönetimindeki Filistin Yönetimi’nin savaştan sonra da Gazze’yi yönetmesini isteyenlerin oranı ise sadece yüzde yedi. Seçimler olmadan hiçbir taraf siyasi süreçte Filistinlileri temsil ettiğini iddia edemez ancak ankete göre Hamas’ın oyların çoğunu alabileceği düşünüldüğünde Filistin Yönetimi, İsrail ve ABD’nin yakın vadede böyle bir seçime karşı çıkacağı neredeyse kesin. Aynı anket Mervan Barguti gibi isimlerin hem el Fetih hem de Hamas kamuoyunda geniş bir desteğe sahip olduğunu gösterse de İsrail’in Barguti’nin serbest bırakılmasını kabul edeceği şüpheli çünkü mevcut hükümet siyasi bir anlaşmayla ilgilenmiyor.
Ancak bu zorluklara rağmen, Washington’un geçmiş müzakerelerin tuzaklarından kaçınabilmesi için inandırıcı bir sürecin gerektireceği belirli unsurları ortaya koymaya değer. İlk olarak ABD, üç ila beş yıl gibi belirli bir zaman dilimi içerisinde işgalin sona erdirilmesine yönelik açıkça tanımlanmış bir hedefi ortaya koyacak siyasi bir plan sunmalı. Sınır boyunca yerleşimleri barındıracak küçük ve karşılıklı toprak takasları ile 1967 hatları temelinde kesin sınırlar müzakerelere tabi olmalı. Birleşmiş Milletler 1967 sınırları temelinde bir Filistin devletini tanıyan bir karar yayınlamalı ve ayrıntılar müzakereler yoluyla belirlenmeli. Yeni yerleşim inşaatları tamamen dondurulmalı.
Ardından, bu planı uygulamak için müzakereler oyunun sonunun nasıl göründüğünden ziyade hedefe ulaşmak için gereken adımlara odaklanmalı. Gerekli olası adımların birçoğu halihazırda atılmış durumda. Halk desteğini sağlamak için İsrail’de, Batı Şeria ve Gazze’de planla ilgili referandumlar düzenlenmeli: seçmenler planın açıkça tanımlanmış siyasi ufkuna göre sandığa gitmeli ve bu da her iki tarafta da iki devletli bir çözümün artık mümkün olmadığı izlenimini kırabilir. Bu çerçevede, Gazze’yi kimin yöneteceği meselesi kendi başına bir oyun sonu olmaktan ziyade işgalin sona erdirilmesine giden yolda bir adım haline gelecektir: yönetimle ilgili meselelerde Gazze ve Batı bir bütün olarak ele alınmalı.
Böyle bir süreç başladığında, her iki taraf da geçmişte genel bir siyasi çerçeve veya somut bir zaman çizelgesi olmadığı için reddedilen çözümleri yeniden gözden geçirmeye teşvik edilecektir. Örneğin Gazze’nin yeniden inşası nihai çözüme giden yolda bir adım olabilir ve Körfez ülkeleri, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi taraflar bugün olmadıkları şekilde sürece katılmaya hazır olabilirler. (Suriye örneği bu konuda yararlı bir ders sunuyor: iç savaş yaklaşık beş yıldır fiilen sona ermiş olmasına rağmen, ülkenin geleceğine ilişkin kapsamlı bir planın yokluğunda çok az yeniden yapılanma gerçekleşmişti). Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin kendi topraklarında kalmalarına yardımcı olmak için uluslararası bir fon oluşturularak Filistinlilerin tarihi topraklarının dışına toplu olarak nakledileceklerine dair korkuları azaltılabilir. Tüm Arap devletleri tarafından İsrail için toplu barış anlaşmaları ve toplu güvenlik garantileri öneren Arap Barış Girişimi yeniden canlandırılarak Arap devletlerine Filistin topraklarında siyasi, güvenlik ve ekonomik bir rol verilebilir ve İsraillilerin planı benimsemeleri için güçlü bir teşvik sağlanabilir.
Bu taslak iddialı görünse de gerçekçiliğe dayanıyor: amacı ciddi bir siyasi sürecin neleri gerektireceğini göstermek ve geçmişteki başarısız süreçlerin yeniden diriltilemeyeceğini açıkça ortaya koymak. Bu planın, mevcut yerleşimlerin ne yapılacağı gibi daha da zor bir konuyu bir kenara bıraktığını belirtmek gerekir. Her iki tarafta da işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü benimsemek için siyasi irade mevcut olsa bile, yerleşim sorununa ustaca bir çözüm bulmak yine de göz korkutucu bir görev olacaktır. Eğer uluslararası toplum bu genel planı gerçekleştirmenin gerçekçi olmadığına karar verirse, alternatiflerin maliyetlerini tartmalı.
KÖTÜDEN DAHA KÖTÜYE
Gazze’deki savaşın sonunda ciddi bir siyasi sürecin başlatılmasının imkânsız olduğu ortaya çıkarsa, üç alternatif senaryo gündeme gelebilir. Birincisi, taraflar daha sakin ve daha iyi bir zamanı beklemeye geri dönebilir- tıpkı ABD’nin 7 Ekim saldırılarına kadar yıllarca yaptığı gibi. Eğer şimdi dönülürse bu strateji kesinlikle başarısız olacaktır. Bu strateji, iki devletli bir çözümün nihayetinde tüm taraflar için tercih edilen sonuç olduğunu ve bunun gerçekleşmesi için sadece doğru siyasi güçlerin iktidarda olması gerektiğini varsayıyor. Ancak İsrail’de Knesset’te toprak paylaşımını öngören bir barış anlaşmasına verilen destek 30 yıl önce çoğunluktayken bugün 15 üyeye kadar düştü. Dahası, bekleme mantığı durağan bir statüko olduğunu varsayar ki İsrail’in yerleşim yerlerini genişletmeye devam ettiği göz önüne alındığında durumun böyle olmadığı açık. Eğer bugün yerleşimcilerin sayısı iki toplumu iki devlete ayırmayı son derece zorlaştırıyorsa, birkaç yıl içinde yerleşimci nüfusu bir milyonu aştığında durum geri dönülemez şekilde kötüleşebilir.
Ciddi bir siyasi sürecin yokluğunda ikinci bir alternatif daha da kötü olabilir: Filistinlilerin tarihi topraklarından ya zorla ya da işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin yaşamını savunulamaz veya dayanılmaz hale getirerek kitlesel olarak göç ettirilmesi. Böylesine sert bir sonucun ciddiye alınmasının nedeni, İsrail’in şu anda karşı karşıya olduğu demografik gerçekliktir: İsrail’in kontrolü altındaki bölgelerdeki Filistinli Arapların sayısı şu anda 7.4 milyon- İsrail ve işgal altındaki topraklardaki 7.2 milyon İsrailli Yahudi’den daha fazla. İsrail’in şu anda işgali sona erdirmek ve iki devletli bir çözümü kabul etmek istemediği ve birçok insan hakları örgütünün apartheid olarak tanımladığı bir ortamda çoğunluğa hükmeden bir azınlık olmak istemediği göz önüne alındığında, tercih ettiği seçenek çok sayıda Filistinliyi İsrail’in kontrolü altındaki topraklardan çıkarmak olacaktır: Gazze’den Mısır’a ve Batı Şeria’dan Ürdün’e.
İsrail hükümeti daha şimdiden bu yönde düşündüğünü açıkça ortaya koydu. Gazze’nin büyük bir kısmı neredeyse yaşanmaz hale getirildi ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisi de dahil birçok İsrailli kabine bakanı Filistinlilerin başka ülkelere taşınması fikrini doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi. Bazı İsrailli ve uluslararası yorumcular da Mısır ve Ürdün’ün sınırlarını Filistinlilere kapatma kararlarını, belki de her iki ülkeye Filistinlilerin kaçmasına izin vermeleri için baskı yapmak amacıyla, insanlık dışı bir eylem olarak nitelendirdi. Ancak İsrail hükümetinin daha sonra geri gelmelerini engelleyeceği açık.
Ancak herhangi bir toplu göç girişiminin uygulanması kolay olmayacak. Ürdün ve Mısır daha şimdiden uluslararası kamuoyunun dikkatini bu senaryoya çekti, öyle ki ABD ve diğer ülkeler buna şiddetle karşı çıktı. Filistinlilerin kendileri de 750,000 kişinin topraklarını terk etmeye zorlandığı ve bir daha geri dönmelerine izin verilmediği 1948’den ders almış olarak, ayrılmaya pek istekli görünmüyorlar.
Geriye üçüncü ve en olası alternatif kalıyor: İsrail işgalinin devam etmesi, ancak şimdi daha da sürdürülemez koşullar altında. Filistinlilerin doğum oranı Yahudi İsraillilerden daha yüksek ve bir Filistin devletine dair umutlarını giderek kaybettikçe, İsraillilerle eşit haklara sahip olma talepleri daha yüksek sesle ve daha ısrarlı bir şekilde dile getirilecek. Bu durumda çatışma daha şiddetli bir hal alabilir. Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi’nin anketine göre, bugün Filistinlilerin yüzde 63’ü işgali sona erdirmek için silahlı direnişi destekleyeceğini söylüyor. Aslında bu tür bir direniş 7 Ekim’den önceki aylarda Batı Şeria’da başlamış, genç ve lidersiz gençler silahlanıp İsraillilere ateş etmişti.
Dahası, eğer işgale devam etmeyi seçerse, İsrail’in sorunu sadece kendi içinde kalmayacak. Ülke aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok Batı ülkesinde Filistinlileri ve eşit haklar konusunu öncekilerden çok daha fazla desteklediğini gösteren genç bir nesille de karşı karşıya. Bu kuşak iktidar mevkilerine yükseldikçe, dünya İsrail işgalini giderek daha fazla eleştirecek ve odak noktası hayali bir barış anlaşması tanımlamaktan, süresiz olarak işgal edilmiş topraklardaki derin adaletsizlik sorununu ele almaya kayacak. Ayrıca İsrail’in dünya sahnesinde giderek yalnızlaşması da muhtemel.
Statükonun devamı muhtemelen bu noktada son bulacak. Uluslararası toplum bugün yaşanan şiddet olaylarından kesinlikle kısmen sorumlu. Batılı liderler ve bölgedeki hükümetler, son yıllarda çatışmanın altında yatan nedenleri ele almaya yönelik ciddi bir girişimde bulunmayarak, şu anda var olan savunulamaz durumun yaratılmasına yardımcı oldular. Daha önceki pek çok sürecin devamı niteliğinde yeni bir sürecin başlatılması mümkün. Bu gerçekleşirse, o da başarısız olacak ve şiddet İsraillilerin ve Filistinlilerin dünyasını tanımlamaya devam edecek. Ya Amerika Birleşik Devletleri ve uluslararası ortakları tarihi bir karar vererek çatışmayı şimdi sona erdirecek ve her iki tarafı da hızla iki devletli bir çözüme doğru götürecek ya da dünya daha da karanlık bir gelecekle mücadele etmek zorunda kalacak. Zira çok yakında mesele artık bir işgal meselesi değil, daha zor bir mesele olan düpedüz apartheid meselesi haline gelecektir. Seçim bundan daha net olamaz.
İlginizi Çekebilir
-
Al Arabiya: Rusya, Suriye’deki iki askeri tesisini İsrail’e teslim etti
-
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
SMO Münbiç’e, İsrail Şeyh Dağı’na girdi
-
Berliner Zeitung: Esad’ı Putin-Trump anlaşması mı devirdi?
-
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
DÜNYA BASINI
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
Yayınlanma
3 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trHeyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.
Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.
Şam nasıl düştü?
Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.
Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.
The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.
Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.
Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.
Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.
Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.
Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.
Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.
Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?
The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.
Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.
İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.
RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”
2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.
Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.
Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.
Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.
Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.
Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.
Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı
Suriye’yi neler bekliyor?
Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:
“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”
Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”
Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.
Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.
Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.
Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.
Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.
“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.
Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.
Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.
Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.
ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor
DÜNYA BASINI
ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Yayınlanma
6 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.
ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.
Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.
Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.
Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.
Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.
Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.
Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.
1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.
“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.
Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.
1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.
Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.
¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
Yayınlanma
22 saat önce08/12/2024
Yazar
Harici.com.trSeyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.
Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.
Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.
Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.
Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.
Filistin esas mesele
Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.
Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.
Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.
İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.
Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.
Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.
Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.
Hızlı çöküşün sebepleri
Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.
Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.
İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.
Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.
Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.
Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.
ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.
Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.
Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.
Taliban benzetmesi
Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.
Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.
Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.
Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.
Al Arabiya: Rusya, Suriye’deki iki askeri tesisini İsrail’e teslim etti
Suriye’nin yeni başbakanı Muhammed el-Beşir
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
Almanya, Suriyelilerin iltica başvurularına ilişkin tüm kararları askıya aldı
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
“Anlaşma şartları uygulanmasa da ateşkes devam edecek”