DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: İki devletli çözümden vazgeçme zamanı
Yayınlanma
“ABD, tek devlet gerçeğiyle nihayet yüzleşerek ve ilkeli bir duruş sergileyerek sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmaya başlayacak.”
ABD merkezli yayın kuruluşu Foreign Affairs, İsrail-Filistin sorununa dair Tel Aviv’in politikası ve bu politikanın ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde nasıl göründüğüne mercek tutan bir analiz yayınladı. Analiz, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ve ABD’nin Birleşmiş Milletler Misyonu’nda danışman olan görev yapmış, Brookings Enstütüsü’nde analizleri yayınlanan Maryland Üniversitesi Profesörü Shibley Telhami ve George Washington Üniversitesi, Elliott Uluslararası İlişkiler Okulu’ndan üç profesörün (Michael Barnett, Nathan J. Brown, Marc Lynch) imzasını taşıyor.
Analizin temel iddiası, “iki devletli çözüm” umudunun kalmadığı, artık gerçeğin “tek devlet” olduğu yönünde. Makale, iki devletli çözüm umudunun Batı nezdinde İsrail’in Filistinlilere yönelik baskı ve insan hakları ihlallerini, ki yazarlar bu politika için Apartheid terimini kullanıyor, nasıl maskelediğini açıklıyor. Makale, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki fiili işgalini resmileştirmeyerek Filistinlilerin statüsüyle ilgili sorumluluk almaktan kaçındığını, onların haklarını görmezden gelebildiğini ve bu durumun maskeleme sürecine katkı sunduğunu düşünüyor.
“Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti tek devlet gerçeğinin nedeni değil semptomudur” saptamasında bulunan analiz, Washington yaratılmasına yardımcı olduğu “gerçeklikle” yüzleşmesi gerektiğini söylüyor ve ABD’ye bazı politika önerilerinde bulunuyor:
- Washington İsrail’i varsaydığı gibi değil olduğu gibi görmeli ve buna göre hareket etmeli. *Radikalleşmiş bir gerçekliğe radikal bir tepkiyle karşılık verilebilir.
- Öncelikle Washington iki devletli çözüm ve barış süreci terimlerini sözlüğünden çıkarmalı.
- İsrail’i, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler nezdinde tepkilerden korumaktan vazgeçmeli.
- İsrail’e askeri ve ekonomik yardımı, İsrail’in Filistinliler üzerindeki askeri hakimiyetini sona erdirecek açık ve spesifik şartlara bağlamalı.
- İsrail’in mevcut tutumunda ısrar etmesi halinde, ABD yardımları azaltmayı düşünmeli, hatta belki de İsrail’e ve İsrailli liderlere yönelik hedefli yaptırımlar uygulamalı.
Analizin tamamı:
***
İsrail’in Tek Devlet Gerçeği
İki Devletli Çözümden Vazgeçme Zamanı
Başbakan Binyamin Netanyahu’nun İsrail’de dar, aşırı sağcı bir koalisyonla yeniden iktidara gelmesi, iki devletli çözüm yanılsamasını bile yerle bir etti. Yeni hükümetinin üyeleri, İsrail’in ne olduğu ve kontrol ettiği tüm topraklarda ne olması gerektiği konusundaki görüşlerini açıklamaktan çekinmediler: Sadece bir Yahudi devleti olarak tanımlanan değil, yasanın Yahudilerin orada kalan tüm Filistinliler üzerindeki üstünlüğünü kutsadığı daha büyük bir İsrail. Sonuç olarak, artık tek devlet gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmak mümkün değildir.
Bu gerçeği İsrail’in radikal yeni hükümeti yaratmadı, aksine inkârını imkânsız hale getirdi. Filistin topraklarının geçici “işgal” statüsü, artık bir grup insan tarafından yönetilen bir devletin, başka bir grup insana hükmettiği kalıcı bir durum. İki devletli bir çözüm vaadi, 1993 Oslo Anlaşmaları zamanında hem İsrail hem de Filistin’de uzlaşma yanlılarının olduğu ve olası bir Filistin devletinin kurumlarının inşasına yönelik kısa süreli de olsa somut ilerleme kaydedildiğinde alternatif bir gelecek olarak anlamlıydı.
Ama o dönem çok önce bitti. Bugün, geleceğe yönelik fantastik vizyonların derinlere gömülü mevcut durumu karartmasına izin vermek pek mantıklı değil. Tek devletli bir gerçekliğin siyaset, politika ve analiz için ne anlama geldiğiyle boğuşmanın zamanı çoktan geçti. Filistin (ilan edilmeyi) bekleyen bir devlet değil ve İsrail tesadüfen Filistin topraklarını işgal eden demokratik bir devlet değil. Ürdün Nehri’nin batısındaki tüm topraklar uzun zamandır İsrail yönetimi altında, bölge ve halkın kökten farklı yasal rejimlere tabi tutulduğu ve Filistinlilerin sürekli altı sınıf muamelesi gördüğü, tek bir devlet oluşturuyor. Bu tek devlet gerçeğini göz ardı eden politika yapıcılar ve analistler, statükonun sağlamlaşması için bir sis perdesi sağlamanın ötesinde çok az şey yaparak başarısızlığa ve ilgisizliğe mahkûm edilecekler.
Bu tek devletli gerçekliğin bazı sonuçları aşikâr. İsrail’in (ve Arap yöneticilerin) pek çok destekçisi ne kadar hararetli isterlerse istesinler, dünya Filistinlilerin haklarını önemsemekten vazgeçmeyecek. Şiddet, mülksüzleştirme ve insan hakları ihlalleri son bir yılda tırmanışa geçti ve Filistinlilerin bu sürekli artan yasallaştırılmış baskı ve İsrail saldırı sistemine hapsedildiği her gün büyük çaplı şiddetli çatışma riski artıyor. Ancak, tek devlet gerçekliği herkesin bildiği sırdan inkâr edilemez gerçeğe dönüşürken, önemli aktörlerin ne kadar uyum sağlayacaklar-eğer uyum sağlarlarsa- çok net değil.
ABD Başkanı Joe Biden statükoya tamamen bağlı görünüyor ve yönetiminin konu hakkında düşündüğüne veya kriz yönetimi ve hoşnutsuzluktan bahsetmenin ötesinde bir şey yaptığına dair hiçbir kanıt yok. Ve güçlü bir hüsnükuruntu Washington’a hâkim ve birçok ABD’li yetkili, anormal Netanyahu hükümeti görevden ayrıldıktan sonra hâlâ iki devletli bir müzakereye dönme şansının olduğuna kendilerini ikna etmeye çalışıyor.
Ancak yeni gerçekliği görmezden gelmek daha uzun süre, bir seçenek olmayacak. İsrail ve Filistin’de, Yahudi üstünlüğünü koruyan tek bir devletin ortaya çıkmasındaki en etkin ülkeden acil müdahale talep eden bir fırtına geliyor. ABD, Orta Doğu’daki derin istikrarsızlıktan ve daha geniş küresel gündemine meydan okumadan kaçınmak istiyorsa, İsrail’i Washington’un öncülük etmeyi umduğu liberal uluslararası düzenin yapı ve standartlarından muaf tutmayı bırakmalı.
Söylenemeyenden inkâr edilemeyene
Tek devletli bir düzenleme gelecekteki bir olasılık değildir; kim ne düşünürse düşünsün zaten var. Akdeniz ve Ürdün Nehri arasındaki devlet, insanların ve malların girişini ve çıkışını kontrol ediyor, güvenliği denetliyor ve kararlarını, yasalarını ve politikalarını milyonlarca insana rızası olmadan dayatma kapasitesine sahip.
Tek devlet gerçeği, ilke olarak, demokratik yönetime ve eşit yurttaşlığa dayanabilir. Ancak şu anda böyle bir düzenleme söz konusu değil. İsrail’in Yahudi kimliği ile liberal demokrasi arasında seçim yapmak zorunda kalan İsrail, ilkini seçti. Yahudi olmayanların yapısal olarak ayrımcılığa uğradığı veya çok katmanlı düzende dışlandığı Yahudi üstünlükçü bir sisteme kilitlendi: Bazı Yahudi olmayanlar Yahudilerin sahip olduğu haklardan bazılarına sahipken Yahudi olmayanların çoğu şiddetli ırkçılık, ayrımcılık ve tahakküm altında yaşıyor.
20. yüzyılın son yıllarında yaşanan bir barış süreci, farklı bir şeyin cezbedici olasılığını sunuyordu. Ancak ABD önderliğindeki müzakerelerin iki devletli bir anlaşmaya varamadığı 2000 Camp David zirvesinden bu yana, “barış süreci” ifadesi çoğunlukla sahadaki gerçeklerden uzaklaşmaya ve onları kabul etmemek için bahane üretmeye hizmet etti. Camp David’deki hayal kırıklığından kısa bir süre sonra patlak veren ikinci İntifada ve ardından İsrail’in Batı Şeria’ya müdahalesi, Filistin Yönetimi’ni İsrail için güvenlik taşeronundan biraz daha fazlasına dönüştürdü. Ayrıca İsrail siyasetinin sağa kaymasını, İsrail vatandaşlarının Batı Şeria’ya taşınmasının getirdiği nüfus değişimlerini ve Filistin toplumunun coğrafi parçalanmasını hızlandırdı. Bu değişikliklerin kümülatif etkisi, Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin evlerine el konulduğu 2021 krizi sırasında belirginleşti. (Bu durum) sadece İsrailli yerleşimcileri ve Filistinlileri değil, İsrail’in Yahudi ve Filistinli vatandaşlarını da şehirleri ve mahalleleri bölen bir çatışmada karşı karşıya getirdi.
Netanyahu’nun aşırı sağcı ve milliyetçi aşırılık yanlılarının koalisyonu yeni hükümeti bu değişimi özetliyor. Üyeleri, hayallerindeki yeni İsrail yaratma misyonlarıyla övünüyorlar: daha az liberal, daha dindar ve Yahudi olmayanlara karşı ayrımcılığa daha istekli. Netanyahu, “İsrail tüm vatandaşlarının devleti değildir” daha doğrusu “sadece Yahudi halkına aittir” diye yazmıştı. Ulusal güvenlik bakanı olarak atadığı Itamar Ben-Gvir, Gazze’nin “bizim” olması gerektiğini ve “Filistinlilerin Suudi Arabistan veya Irak, İran gibi başka yerlere gidebileceğini” söyledi. Bu aşırılık yanlısı vizyon, İsraillilerin en azından bir kısmı tarafından uzun süredir paylaşılıyor ve Siyonist düşünce ve uygulamada güçlü temelleri var. İsrail’in 1967 savaşında Filistin topraklarını işgal etmesinden kısa bir süre sonra taraftar kazanmaya başladı. Ve henüz egemen görüş olmasa da makul bir şekilde İsrail toplumunun çoğunluğunca talep edebilir ve artık marjinal bir görüş olarak adlandırılamaz.
Tek devlet gerçeği, İsrail’de ve kontrol ettiği topraklarda yaşayanlar ve sahadaki amansız değişimlere dikkat eden herkes için uzun zamandır apaçık ortada. Ancak son birkaç yılda bir şeyler değişti. Yakın zamana kadar, tek devlet gerçeği önemli aktörler tarafından nadiren kabul ediliyor ve bu gerçeği yüksek sesle söyleyenler görmezden geliniyor veya cezalandırılıyordu. Ancak söylenemez olan olağanüstü bir hızla genel kabule yaklaştı.
Bazıları için demokrasi
Tek devlet gerçekliğini görmek için birçok gözlemcinin yeni gözlük takması gerekecek. Bunlar, işgal altındaki topraklar ile İsrail arasında bir fark görmeye alışkın olan, yani İsrail’i Batı Şeria ve Gazze’yi ele geçirdiği 1967’den önceki haliyle gören ve İsrail’in egemenliğinin 1967’den önce kontrol ettiği topraklarla sınırlı olduğunu düşünen insanlar. Ama devlet ve egemenlik aynı şey değil. Devlet neyi kontrol ettiğiyle tanımlanırken egemenlik diğer devletlerin bu kontrolün yasallığını tanımasına bağlı.
Bu yeni gözlük devlet, egemenlik, ulus ve yurttaşlık kavramlarını ayrıştıracak ve İsrail’in farklılaşmış ama tartışmasız kontrolü altındaki tüm topraklarda kaçınılmaz olarak Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki üstünlük ve aşağılık ilişkilerine dayanan tek devlet gerçeğini görmeyi kolaylaştıracak.
İsrail’e bir devletin merceğinden bakın. Nehirden denize uzanan bir toprak üzerinde kontrolü var, güç kullanımında neredeyse tekele sahip ve bu gücü Gazze’ye yönelik acımasız bir ablukayı sürdürmek ve kontrol noktaları, asayiş ve acımasızca genişleyen yerleşim yerleri sistemiyle Batı Şeria’yı kontrol etmek için kullanıyor. İsrail hükümeti, 2005 yılında Gazze’den güçlerini çektikten sonra bile, bölgenin giriş ve çıkış noktaları üzerindeki kontrolünü elinde tuttu. Batı Şeria’nın bazı bölgeleri gibi, Gazze de bir dereceye kadar özerkliğe sahip ve 2007’deki kısa Filistin iç savaşından bu yana bölge, çok az muhalefeti kabul eden İslamcı örgüt Hamas tarafından yönetiliyor. Ancak Hamas, bölgenin kıyı şeridini, hava sahasını veya sınırlarını kontrol etmiyor. Başka bir deyişle, makul bir tanımla İsrail devleti, Ürdün sınırından Akdeniz’e kadar tüm toprakları kapsıyor. Bu gerçeğin gözden kaçması mümkündü çünkü İsrail tüm bu alanlar üzerinde resmi egemenlik iddiasında bulunmadı. Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri de dahil işgal altındaki bazı bölgeleri ilhak etti. Ancak kontrol ettiği toprakların geri kalanı üzerinde henüz egemenlik ilan etmedi ve İsrail bunu yapsaydı bu tür iddiaları muhtemelen yalnızca bir avuç devlet tanırdı.
Egemenliği resmileştirmeden toprakları kontrol etmek ve kurumsal hakimiyeti pekiştirmek, İsrail’in kendi şartlarına göre tek devlet gerçekliğini sürdürmesini sağlıyor. Filistinlilerin çoğunun sorumluluğunu (ve haklarını) reddedebilir çünkü onlar kendi topraklarında ikamet ediyor ancak devletin vatandaşı değildirler. Bu ayrım iki devletli çözüm olasılığını canlı tuttuğu gerekçesiyle alay eder gibi meşrulaştırılıyor. Egemenliği resmileştirmeden, İsrail vatandaşları için demokratik olabilir, ancak milyonlarca sakinine karşı sorumsuz. Bu düzenleme, İsrail’in yurtdışındaki birçok destekçisinin tüm bunların geçici olduğunu, İsrail’in liberal bir demokrasi olarak kaldığını ve bir gün Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullanacaklarını iddia etmelerine izin verdi.
Ancak İsrail demokrasisinin 1967 öncesi sınırları içinde bile sınırları var ve bu sınırlar vatandaşlık merceğinden bakıldığında belirginleşiyor. İsrail’in Yahudi kimliği ve tek devlet gerçeği, farklılaştırılmış haklar, sorumluluklar ve himayeyi düzenleyen bir dizi karmaşık yasal kategori üretti. 2018 “ulus devlet” yasası, İsrail’i “Yahudi halkının ulus devleti” olarak tanımlıyor ve “İsrail devletinde kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasının Yahudi halkına özgü olduğunu” kabul ediyor; Yahudi olmayan vatandaşlar için demokrasi veya eşitlikten bahsetmiyor.
Bu üyelik hiyerarşisine göre, en eksiksiz vatandaşlık sınıfı İsrailli Yahudilere ayrılmış; koşulsuz vatandaşlar. İsrail vatandaşlığına sahip ve 1967 öncesi İsrail’de ikamet eden Filistinlilerin siyasi ve medeni hakları var ancak bu hak, sorumluluk ve himaye konusunda hem yasal hem de yasal olmayan başka sınırlamalarla karşı karşıya kalıyorlar. Kudüs’ün Filistinli sakinleri teorik olarak İsrail vatandaşı olabilirken, ancak çoğu bunu reddediyor çünkü bunu yapmak sadakatsizlik olarak görülecek. Bölgelerde ikamet eden Filistinliler, tüm sınıfların en alt tabakasını oluşturuyor. Hakları ve sorumlulukları nerede yaşadıklarına bağlı. Gazze’dekiler hiyerarşinin en altında yer alıyor, bu durum Hamas’ın kontrolü ele geçirmesinden bu yana daha da kötüye gitti. Bir Filistinliden yasal statüsünü tanımlamasını istemek, birkaç dakika süren ve hala belirsizliklerle dolu bir yanıta yol açabilir.
Filistinlilerin haklarının tanınmasını sağlayacak iki devletli bir çözüm için umut var olduğu sürece, İsrail’in 1967 sınırları içindeki durumu, bazı vatandaşlara karşı fiili ayrımcılıkla birlikte hukuken eşitlik olarak görmek mümkün ki bu, dünyanın birçok yerinde talihsiz ama yaygın bir gerçeklik. Ancak tek devlet gerçeği kabul edildiğinde daha vahim bir şey ortaya çıkar. Bu tek devlette hareketleri, seyahatleri, medeni halleri, ekonomik faaliyetleri, mülkiyet hakları ve kamu hizmetlerine erişimleri ciddi şekilde kısıtlanan insanlar var. O devletin topraklarında derin ve sürekli köklere sahip ömür boyu ikamet edenlerin önemli bir kısmı vatansız hale getirilmiş. Ve tüm bu marjinalleştirme kategorileri ve dereceleri, nüfusun yalnızca bir kısmına karşı sorumlu olan devlet aktörleri tarafından dayatılan yasal, siyasi ve güvenlik önlemleriyle uygulanıyor.
Bu gerçeği adlandırmak, onu tanımlayan kalıcı ve ciddi eşitsizlikler hakkında bir fikir birliği oluşmuş olsa bile, politik olarak tartışmalı. İsrailli ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının bu eşitsizlikleri belgeleyen bir dizi raporu, “apartheid” terimini İsrail-Filistin tartışmasının kıyısından merkeze taşıdı. Apartheid, Güney Afrika’nın beyaz azınlık hükümetinin 1948’den 1990’ların başlarına kadar beyaz üstünlüğünü güvence altına almak için kullandığı ırk ayrımcılığı sisteminin adı. O zamandan beri uluslararası hukuk ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından yasallaştırılmış bir ırkçılık ve ayrımcılık düzeni olarak tanımlanıyor ve insanlığa karşı suç olarak kabul ediliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü dahil önde gelen insan hakları örgütleri bu terimi İsrail’e uyguladı. Pek çok akademisyen de öyle:
Mart 2022’de üç büyük akademik derneğin üyesi olan Orta Doğu odaklı akademisyenler arasında yapılan bir ankete göre, yanıt verenlerin yüzde 60’ı İsrail ve Filistin topraklarındaki durumu “apartheid’e benzer eşitsizliğe sahip tek devletli gerçeklik” olarak tanımladı.
Terim mükemmel bir uyum olmayabilir. İsrail’in yapısal ayrımcılık sistemi, en liberal olmayan devletlerinkinden bile daha şiddetli. Ancak ‘apartheid’le Güney Afrika’da uygulanan ve uluslararası hukukta tanımlandığı gibi ırka değil, etnik köken, milliyet ve dine dayanıyor. Belki bu ayrım, İsrail’e karşı yasal işlem başlatmak isteyenler için önemli olabilir. Bununla birlikte, politik olarak önemi daha az ve analiz söz konusu olduğunda neredeyse anlamsız. Politik olarak önemli olan, bir zamanlar tabu olan bir terimin giderek daha yaygın, sağduyulu bir gerçeklik anlayışı haline gelmesidir. Analitik olarak önemli olan, apartheid etiketinin sahadaki gerçeği doğru bir şekilde tanımlaması ve bunları değiştirmek için bir yol haritasının başlangıcını sunmasıdır. Apartheid, dayandırıldığında gerçeği değiştiren sihirli bir kelime değil. Ancak siyasi ana akıma girişi, İsrail yönetiminin, devletin kontrol ettiği tüm topraklarda Yahudi üstünlüğünü sürdürmek için tasarlandığının geniş çapta kabul edildiğini ortaya koyuyor. İsrail’in sistemi teknik olarak apartheid olmayabilir, ancak uyumlu.
Soğuk duş
Öncelikle İsrailliler ve Filistinliler tek devlet gerçekliğiyle boğuşmak zorundalar. Ancak bu gerçek, İsrail’in dünyanın geri kalanıyla olan ilişkisini de karmaşıklaştıracak. Barış süreci, yarım asır boyunca Batı demokrasilerinin işgalin müzakerelerle sona ereceği umuduyla İsrail işgalini göz ardı etmesine yol açtı. Kusurlu da olsa İsrail demokrasisi ve İsrail ile işgal altındaki Filistin toprakları arasındaki nominal ayrım da yabancıların bakışlarını kaçırmasına yardımcı oldu. Bütün bu saptırmalar artık yok. Tek devlet gerçeği, ancak şimdi geniş çapta kabul ediliyor olsa da uzun süredir İsrail yasalarına, siyasetine ve toplumuna yerleşmiş durumda. Hazır alternatifler yok ve bir tane yaratmak için anlamlı siyasi bir sürecin ortaya çıkmasından bu yana onlarca yıl geçti.
Belki de bu gerçeklerin kabulü pek bir şey değiştirmeyecek. Pek çok kalıcı küresel sorun asla çözülmüyor. Demokrasi ve insan haklarının tehdit altında olduğu popülist bir dünyada yaşıyoruz. İsrailli liderler, İsrail’in Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerini tesis eden İbrahim Anlaşmaları’na işaret ederek, Arap devletleriyle normalleşmenin Filistin sorununu çözmeyi gerektirmediğini savunuyor. Batılı liderler, İsrail’in liberal demokratik değerleri paylaştığını iddia etmeye devam ederken ABD’deki birçok İsrail yanlısı grup onların desteğini ikiye katlayabilir. Liberal Yahudi Amerikalılar, apartheid’ın birçok özelliğine sahip bir İsrail’i savunmak için mücadele edebilirler ancak protestolarının pratikte çok az etkisi olacaktır.
Yine de iki devletli bir dünya arzusundan gerçek bir tek devletli dünyaya geçişin zorlu olabileceğine inanmak için nedenler var. Apartheid benzetmesinin yaygınlaşması ve Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi’nin (BDS) yükselişi -ve her ikisine karşı oluşan yoğun tepki- siyasi zeminin değiştiğini gösteriyor. İsrail, Batı Şeria’daki faaliyetlerine yönelik birkaç uluslararası veya yerel kısıtlamayla, her zamankinden fazla fiziki güvenlik ve bölgedeki diplomatik tanınırlıktan yararlanabilir. Ancak kontrol, kaba kuvvetten daha fazlasını gerektirir. Ayrıca, statükonun kanıksanmış doğası, sağduyu olarak doğallaştırılması ve haklı bir direnişi düşünmenin bile imkansızlığı ile sürdürülen bir meşruiyet görüntüsü gerektirir. İsrail, seçtiği savaşları kazanmak için hala maddi güce sahip. Ancak bu savaşlar çoğaldıkça, her zafer onun savaş pozisyonunu daha da tüketiyor. Tek devlet gerçekliğini savunmak isteyenler, post-kolonyal dünyada sömürgeci ilkeleri savunuyorlar.
Bu tek devletli gerçekliğin şartlarını tanımlama ve şekillendirme mücadelesi yeni biçimler alabilir. Geçmişte, dramatik devletlerarası savaşlar müzakereler ve yüksek riskli diplomasi için kapıları araladı. Ancak gelecekte ABD’li politika yapıcıların 1967 ve 1973’te İsrail ve Arap devletleri arasında patlak verenler gibi konvansiyonel çatışmalarla karşı karşıya kalmaları pek olası değil. Bunun yerine, birinci ve ikinci İntifada’ya daha yakın bir durumla; Mayıs 2021’deki gibi ani şiddet patlamaları ve kitlesel halk mücadeleleriyle karşı karşıya kalacaklar. O dönemde Kudüs’teki çatışmalar, İsrail ile Hamas arasında roket atışlarını, Batı Şeria’daki gösterileri, şiddeti ve Yahudi ve Filistin kökenli İsraillilerin arasındaki (ve İsrail polisinin) etnik köken vatandaşlıktan üstünmüş gibi davrandığı çirkin olayları içeren daha büyük bir yangını tetikledi. Günlük şiddet eylemleri ve ara sıra yaşanan halk ayaklanmaları hatta belki de üçüncü bir İntifada kaçınılmaz görünüyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde ve başka yerlerde uzun süredir iki devletli çözümün korunması gerektiğinden bahseden politika yapıcılar, giderek daha hazırlıksız oldukları krizlere tepki vermek zorunda kalıyorlar. Tek devlet gerçeğinin ortaya çıkardığı sorunlar şimdiden yeni dayanışma hareketlerini, boykotları ve toplumsal çatışmaları tetikledi. Sivil toplum kuruluşları, İsrail ve Filistin davalarını destekleyen çeşitli siyasi hareketler ve ulus ötesi savunuculuk grupları, yeni ve eski medya kampanyalarıyla küresel normları değiştirmeye ve bireyleri, toplumları ve hükümetleri etkilemeye çalışıyor. Giderek artan bir şekilde, İsrail hükümeti tarafından kontrol edilen yerlerde üretilen malları etiketlemeyi veya boykot etmeyi (veya bu tür boykotları yasaklamayı) ve destekçilerini harekete geçirmek ve hükümet liderlerinin beceriksiz diplomatik çabalarına alternatifler bulmak için medeni haklara başvuruyorlar.
Ancak tüm bu hareketler ve kampanyalar derin bir şekilde bölünmüş olan seçmenleri harekete geçirmeye çalışıyor. Filistinliler, İsrail vatandaşı olanlar ve diğer ikamet şekillerine sahip olanlar ile Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de yaşayanlar olarak bölünmüş durumdalar. Tek devlet realitesinde yaşayanlar ile diasporada yaşayanlar arasında bölünmüş durumdalar. Batı Şeria’da hâkim olan El Fetih siyasi fraksiyonu ile Gazze’yi kontrol eden Hamas örgütü arasında bölünmüş durumdalar. Ayrıca nesiller boyunca da giderek daha fazla bölünüyorlar. Daha genç Filistinliler, ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının siyasi bağlılıklarını ve enerjilerini yönlendiren hareketlere daha az bağlı hissediyor, yeni gruplara yönelme ve yeni direniş taktikleri benimseme olasılıkları daha yüksek.
İsrailli Yahudiler de benzer şekilde devletin doğası, dinin siyasetteki rolü ve gey, lezbiyen ve diğer cinsel azınlıkların hakları da dahil bir dizi başka konuda bölünmüş durumda. Liberal İsrailli Yahudiler, Netanyahu hükümetinin demokrasi ve yargıya yönelik saldırılarına karşı büyük protestolar düzenlerken, Filistin meselesinde seferber olmadılar ve bu da iç anlaşmazlıkların, artık var olmayan bir barış sürecine ilişkin soruları nasıl bir kenara ittiğini gösteriyor.
Sonuç olarak her iki tarafın liderleri de liderlik yapmıyor. Tüm kamplarda, genellikle çözüme yönelik herhangi bir stratejiye hizmet etmek için değil ama etkisizlik ve atalet duygusuyla çatışmanın üstünü örtmek isteyen politikacılar var. Diğer politikacılar ise tam tersini istiyor: ABD Başkanı Donald Trump’ın “yüzyılın anlaşması” ile yaptığı gibi, Filistinlilerin haklarını ve ulusal isteklerini neredeyse hiçe sayarak çatışmayı sona erdirme sözü verip sarsmak ve keskin bir şekilde farklı bir yönde ilerlemek. İşgal altındaki toprakların resmen ilhakını isteyen Yahudiler ve İsrail yönetimine karşı yeni direniş biçimlerini savunan Filistinliler de statükoyu altüst etmeyi umuyor. Ancak tüm bu çabalar yerleşik güç ve çıkar yapılarına dayanıyor.
Bu koşullar altında, çatışmayı adil bir şekilde çözmek adına yürütülen herhangi bir diplomasi, hem mevcut çıkmaza yönelik olası alternatifleri hem de tüm tarafların bunları başarma iradesini yanlış okuduğu için muhtemelen başarısız olacaktır. Daha iyi seçenekler oluşturmak isteyen politika yapıcıların tek devletli sistemin işleyiş ve gelişim biçimlerine dikkat etmeleri gerekecek. Çeşitli sakinlerinin anavatanlarını nasıl hayal ettiklerini, hakların nasıl uygulandığını ya da ihlal edildiğini ve demografik yapının nasıl yavaş ama kaygı verici bir şekilde değiştiğini anlamaları gerekecek.
Arap Baharı’nın hayaleti
Tek devlet gerçeğinin kabul edilmesinin Arap dünyası için önemli ve çelişkili sonuçları var. İki devletli çözüm argümanı, hükümetleri için değilse de Arap halkları için Filistin davasının önemini uzun zamandır gösteriyor. İsrail’in işgal altındaki topraklardan tamamen çekilmesi karşılığında İsrail ile tüm Arap devletleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini öngören 2002 Suudi barış girişimi bir temel oluşturdu: Arap dünyasıyla barış için Filistin meselesinin çözülmesi gerekiyordu.
Trump yönetiminin arabuluculuğunu yaptığı ve Biden yönetiminin coşkuyla desteklediği İbrahim Anlaşmaları, Filistin sorununda ilerleme gerektirmeden İsrail ile bazı Arap devletleri arasında siyasi normalleşme ve güvenlik iş birliğini hızlandırarak bu varsayımı açıkça hedef aldı. Arap normalleşmesinin Filistin meselesinden bu şekilde ayrıştırılması, tek devlet gerçeğini sağlamlaştırma yolunda uzun bir yol kat etti.
Şimdilik İbrahim Anlaşmaları, Netanyahu’nun aşırılık yanlısı bakanlarıyla hükümet kurmasına rağmen ayakta kalmayı başardı. En azından İsrail ile BAE arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, muhtemelen İsrail-Filistin şiddetinin bir sonraki turu ve hatta İsrail’in ilhak yönündeki açık hamlelerinden daha uzun sürecek. Ancak anlaşmaların imzalanmasından bu yana başka hiçbir Arap ülkesi İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmadı ve Suudi Arabistan da İsrail ile resmi bağ kurmayarak riskten kaçınmaya devam etti.
Arap normalleşmesinin Körfez ülkeleri dışında süresiz olarak Filistin meselesine bağlı kalması muhtemel. İsrail’in Kudüs’te daha fazla mülke el koymak için harekete geçtiği, Filistinlilerin yaygın protestolarını kışkırttığı ve ardından bu huzursuzluğa daha büyük bir şiddet ve daha hızlı mülksüzleştirme ile karşılık verdiği ve nihayetinde Filistin Yönetimi’nin nihai çöküşünü tetiklediği bir senaryoyu hayal etmek çok kolay. Böyle bir tırmanış, uzun süredir devam eden ekonomik sıkıntıların ve siyasi baskının bir yangın yeri yarattığı Arap dünyasında kolaylıkla geniş çaplı protestolara yol açabilir. İsrail’in Filistinlileri Batı Şeria’dan ve hatta Kudüs’ten sürmesi gibi daha da vahim bir tehdit de söz konusudur ki bu bazen üstü kapalı bir şekilde “transfer” olarak adlandırılan ve anketlerin iddiasına göre pek çok İsrailli Yahudi’nin destekleyeceği bir olasılık. Hamas ya da İran’ın bu tür koşulları nasıl istismar edebileceği de cabası.
Arap yöneticiler Filistinlileri umursamıyor olabilir, ama onların halkı umursuyor- ve bu yöneticilerin umursadığı tek şey tahtlarını korumak. Yarım asırdan fazla süren en azından retorik desteğin ardından Filistinlileri tamamen terk etmek riskli olacaktır. Arap liderler seçimleri kaybetmekten korkmuyorlar ama 2011’deki Arap ayaklanmalarını çok iyi hatırlıyorlar ve hızla rejimlerine karşı protestolara dönüşebilecek kitlesel halk hareketlerini davetiye çıkaran her şeyden endişe ediyorlar.
Terk etme, sesini yükseltme ya da sadakat?
Tek devlet gerçeğinin kabul edilmesi, İsrail ve Filistinliler hakkındaki Amerikan tartışmalarını da kutuplaştırabilir. Evanjelikler ve siyasi sağdaki pek çok kişi bu gerçeği İsrail’in meşru isteklerinin gerçekleşmesi olarak kabul edebilir. Merkezin solunda yer alan pek çok Amerikalı ise İsrail’in liberal demokrasilerin saflarından düştüğünü nihayet kabul edebilir ve tüm vatandaşlarına eşit haklar tanıyan tek bir devlet hedefi için iki devlet hayalinden vazgeçebilir.
Amerika Birleşik Devletleri tek devlet gerçeğinin yerleşmesinde önemli bir sorumluluk taşıyor ve İsrail-Filistin sorununun çerçevesinin çizilmesi ve şekillendirilmesinde güçlü bir rol oynamaya devam ediyor. ABD’nin İsrail’i, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler nezdinde tepkilerden koruma çabaları olmasaydı, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim inşası devam edemez, hızlanamaz ve işgal sürmezdi. Amerikan teknolojisi ve silahları olmasaydı, İsrail muhtemelen bölgedeki askeri üstünlüğünü sürdüremezdi ve bu üstünlük İsrail’in işgal altındaki topraklarda konumunu sağlamlaştırmasını sağladı. Ve ABD’nin büyük diplomatik çabaları ve kaynakları olmasaydı, İsrail Camp David’den İbrahim Anlaşmalarına kadar Arap devletleriyle imzaladığı barış anlaşmalarını yapamazdı.
Yine de Amerika’da İsrail ve Filistinlilerle ilgili konuşmalarda Washington’un işgale nasıl yardım ettiği kasıtlı olarak ihmal ediliyor. ABD’nin barış sürecine verdiği destek hem İsrail’in güvenliği hem de sadece iki devletli bir çözümün İsrail’i hem Yahudi hem de demokratik olarak koruyabileceği fikriyle ifade ediliyor. Bu iki hedef her zaman gerilim içinde oldu, ancak tek devletli gerçeklik bu iki hedefi uzlaşmaz hale getiriyor.
İsrail-Filistin meselesi Amerikan halkının öncelikler listesinde hiçbir zaman üst sıralarda yer almasa da ABD’nin tutumu önemli ölçüde değişti: iki devletli çözüme verilen destek azaldı ve eşit vatandaşlık sağlayan tek bir devlete verilen destek son birkaç yılda arttı. Anketler, Amerikalı seçmenlerin çoğunun, seçim yapmak zorunda kalmaları halinde, Yahudi bir İsrail yerine demokratik bir İsrail’i destekleyeceklerini gösteriyor. İsrail’e ilişkin görüşler de çok daha partizan bir hal almış durumda; Cumhuriyetçiler özellikle de Evanjelikler, İsrail politikalarını daha fazla desteklerken Demokratların ezici çoğunluğu eşitlikçi bir ABD politikasını tercih ediyor. Genç Demokratlar artık Filistinlilere İsrail’den daha fazla destek veriyor. Özellikle genç Demokratlar arasındaki bu değişimin bir nedeni, İsrail-Filistin meselesinin giderek stratejik çıkar ya da İncil’deki kehanetten ziyade bir sosyal adalet meselesi olarak görülmesi. Bu durum özellikle Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Önemlidir) hareketi döneminde geçerliydi.
Tek devlet gerçeği özellikle Amerikan Yahudilerinin siyasetini sarstı. Siyonizmin ilk yıllarından itibaren, İsrail’in Amerikalı Yahudi destekçilerinin çoğu, İsrail’in aynı anda hem Yahudi hem de liberal olması arzusunu kutsal olarak görüyor. Netanyahu’nun son hükümeti bu grup için bir kırılma noktası olabilir. Liberalizme olan bağlılık ile Yahudilere demokrasinin faydalarını sunan (ve şimdi bunların bazılarını çiğniyor gibi görünen) ancak bunları Yahudi olmayan vatandaşların çoğundan açıkça esirgeyen tek bir devleti desteklemeyi bağdaştırmak zor.
Çoğu Yahudi Amerikalı, fikir ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi temel liberal ilkeleri yalnızca Yahudi değerleri olarak değil, aynı zamanda ayrımcılığa karşı Amerika Birleşik Devletleri’nde kabul görmelerini ve hatta hayatta kalmalarını sağlayan siperler olarak görüyor. Yine de İsrail’in liberalizme olan bağlılığı her zaman sallantıdaydı. Bir Yahudi devleti olarak, sivil bir milliyetçilikten ziyade bir tür etnik milliyetçiliği teşvik ediyor ve Ortodoks Yahudi vatandaşları, Yahudiliğin İsrail yaşamını nasıl şekillendirdiğini belirlemede çok büyük bir rol oynuyor.
1970 yılında politik iktisatçı Albert Hirschman, krizde ya da düşüşte olan kuruluşların üyelerinin üç seçeneği olduğunu yazmıştı: “Terk etme, sesini yükseltme ve sadakat.” Yahudi Amerikalılar da bugün aynı seçeneklere sahip. Birleşik Devletler’deki başlıca Yahudi kurumlarına hâkim olan kamplardan biri, tek devlet gerçeğinin inkârı ile mümkün olan sadakati sergiliyor. Ses çıkarma, daha önce barış kampında yer alan Yahudi Amerikalıların giderek daha baskın hale gelen tercihi. Bir zamanlar iki devletli bir çözüme ulaşmaya odaklanan bu Amerikalılar artık aktivitelerini Filistinlilerin haklarını savunmaya, İsrail sivil toplumunun daralan alanını korumaya ve Netanyahu’nun sağcı hükümetinin yarattığı tehlikelere direnmeye yönlendiriyor. Son olarak, terk etmeyi ya da kayıtsız kalmayı seçen Yahudi Amerikalılar var. İsrail hakkında fazla düşünmüyorlar. Bunun nedeni güçlü bir Yahudi kimliğine sahip olmamaları ya da İsrail’i kendi değerleriyle uyumsuz hatta karşıt olarak görmeleri olabilir. İsrail sağa kaydıkça, özellikle genç Yahudi Amerikalılar arasında bu grubun daha da büyüdüğüne dair bazı kanıtlar var.
Gerçeklik kontrolü
Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti tek devlet gerçeğinin nedeni değil semptomudur ve onu ılımlı olmaya ikna çabasıyla şımartmak, eylemleri için hiçbir bedel ödemediklerini göstererek aşırılık yanlısı liderlerini cesaretlendirmekten başka bir işe yaramayacak.
ABD bunun yerine radikalleşmiş bir gerçekliğe radikal bir tepkiyle karşılık verebilir. Öncelikle Washington “iki devletli çözüm” ve “barış süreci” terimlerini sözlüğünden çıkarmalı. ABD’nin İsraillilere ve Filistinlilere müzakere masasına dönmeleri için yaptığı çağrılar çocukça düşüncelere dayanıyor. ABD’nin İsrail-Filistin meselesi hakkında konuşma şeklini değiştirmek sahada hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ancak ABD’li politika yapıcıların gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmasına izin veren bir cepheyi ortadan kaldıracak. Washington İsrail’e olduğu gibi bakmalı, varsayıldığı gibi değil ve buna göre hareket etmeli. İsrail artık liberal özlemleri sürdürüyormuş gibi bile yapmıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin “ortak değerleri” yok ve milyonlarca sakinine etnik köken ve dinleri nedeniyle ayrımcılık yapan ya da onları istismar eden bir devletle “kopmaz bağları” olmamalı.
Daha iyi bir ABD politikası, İsrail’in hâkim olduğu tek devlet içinde yaşayan tüm Yahudiler ve Filistinliler için eşitlik, vatandaşlık ve insan haklarını savunmalı. Teorik olarak böyle bir politika, tarafların uzak bir gelecekte bu yönde hareket etmesi durumunda iki devletli bir çözümün yeniden canlandırılmasını engellemeyecek. Ancak ahlaki açıdan kınanması gereken ve stratejik açıdan maliyetli olan tek devletli bir gerçeklikten yola çıkmak, derhal eşit insan ve yurttaşlık haklarına odaklanılmasını gerektirecek. Bugünün adaletsiz gerçekliğinin ABD ve uluslararası toplumun geri kalanı tarafından ciddi bir şekilde reddedilmesi, tarafların kendilerini de alternatif gelecekleri ciddi bir şekilde düşünmeye itebilir. Nihai siyasi düzenleme Filistinliler ve İsraillilere kalmış olsa da Amerika Birleşik Devletleri eşitliği şimdi talep etmeli.
Bu amaçla Washington, İsrail’e askeri ve ekonomik yardımı, İsrail’in Filistinliler üzerindeki askeri hakimiyetini sona erdirecek açık ve spesifik tedbirlere bağlamaya başlamalıdır. Böyle bir şarttan kaçınmak Washington’u tek devlet gerçeğinin derin suç ortağı haline getirdi. İsrail’in mevcut tutumunda ısrar etmesi halinde, ABD yardımları ve diğer ayrıcalıkları keskin bir şekilde azaltmayı düşünmeli, hatta belki de İsrail’e ve İsrailli liderlere açıkça ihlal edici eylemlerine karşılık olarak akıllı, hedefe yönelik yaptırımlar uygulamalı. İsrail ne yapmak istediğine kendisi karar verebilir, ancak ABD ve diğer demokrasiler, İsrail’in son derece gayri-liberal ve ayrımcı bir düzeni sürdürmenin ve hatta yoğunlaştırmanın maliyetini bilmesini sağlayabilir.
Biden yönetimi tarafından dile getirilen en net küresel vizyon, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşılık uluslararası yasa ve normları sonuna kadar savunması oldu. Tek devlet gerçekliği göz ardı edilse bile, Küresel Güney’de yaygın olarak kavrandığı gibi, İsrail ve Filistin’de de aynı normlar ve değerler kesinlikle söz konusu olacak. İsrail uluslararası yasaları ve liberal normları ihlal ettiğinde, ABD başka herhangi bir devlete yaptığı gibi İsrail’i de bu ihlallerden dolayı kınamalı. Washington, uluslararası hukuku ihlal ettiğine dair geçerli iddialarla karşılaştığında İsrail’i uluslararası örgütlerde korumayı bırakmalı. Ve İsrail’i sorumlu tutmayı amaçlayan BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmekten kaçınmalı, Filistinlilerin uluslararası mahkemelerde tazminat arama çabalarına direnmeyi bırakmalı ve diğer ülkeleri, sözde geçici önlem olan ancak zamanla zalim ve kurumsallaşmış bir gerçeklik halini alan Gazze kuşatmasının sona erdirilmesini talep etmeleri için bir araya getirmeli.
Ancak tek devlet gerçeği daha fazlasını gerektiriyor. Bu prizmadan bakıldığında İsrail bir apartheid devletini andırıyor. Washington, İsrail’i uluslararası hukukta yer alan apartheid karşıtı güçlü normdan muaf tutmak yerine, yaratılmasına yardımcı olduğu gerçeklikle hesaplaşmalı ve bu gerçekliği görmeye, hakkında konuşmaya ve onunla dürüstçe etkileşime girmeye başlamalı. ABD, yapısal adaletsizliği cesurca dile getirdikleri için şeytanlaştırılan uluslararası, İsrailli ve Filistinli sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve bireysel aktivistlere sahip çıkmalı. Washington, ülkenin liberal değerlerinin son sığınağı olan İsrailli sivil toplum kuruluşlarını ve çabaları, önümüzdeki aylarda kanlı çatışmalardan kaçınmak için kritik öneme sahip olacak Filistinli sivil toplum kuruluşlarını korumalı. Amerika Birleşik Devletleri ayrıca İsrail’in şiddet içermeyen bir halk direnişi sunan Filistinli liderlerin tutuklamasına da karşı çıkmalı. Ve istismarcı politikaları nedeniyle İsrail’i barışçıl bir şekilde boykot etmeyi seçenleri durdurmaya veya cezalandırmaya çalışmamalı.
Washington İsrail ile Arap komşuları arasındaki ilişkilerin normalleşmesini engelleyemese de, ABD bu tür çabalara öncülük etmemeli. Filistin sorunu alevlenirken gelişen İbrahim Anlaşmalarının rüyasına kimse aldanmamalı. Bu tür normalleşme anlaşmalarının İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ayrıştırılması sadece İsrail aşırı sağını güçlendirdi ve devlet içindeki Yahudi üstünlüğünü pekiştirdi.
ABD’nin bu politika değişiklikleri hemen meyve vermeyecektir. Amerikalılar, özellikle de Demokratlar, İsrail’i seçtikleri politikacılardan çok daha eleştirmeye başlamış olsalar da siyasi tepkiler şiddetli olacak. Ancak uzun vadede, bu değişiklikler İsrail ve Filistin’de daha barışçıl ve adil bir sonuca doğru ilerlemek için en iyi umudu sunuyor. ABD, tek devlet gerçeğiyle nihayet yüzleşerek ve ilkeli bir duruş sergileyerek sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmaya başlayacak.
İlginizi Çekebilir
-
ABD’den Gazprom’un Sırbistan’daki en büyük şirketine yaptırım tehdidi
-
Trump, Biden’ın ATACMS kararını gözden geçirebilir
-
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
Colani: Suriye, İsrail’e yönelik saldırılar için üs olarak kullanılmayacak
-
Irak’tan Suriye’ye… tatsız senaryolar
-
WSJ: PKK/YPG Trump’tan Ankara’ya baskı yapmasını istiyor
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
4 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Mihail Hazin: Suriye’deki üsleri kaybedersek, Afrika’ya hava erişimimizi de kaybederiz
AB, ilk kez Rus petrolüne tavan fiyatı ihlal eden bir Avrupalıya yaptırım uyguladı
Macaristan, ikinci kez Patrik Kirill’in AB yaptırım listesine girmesine engel oldu
Rusya Devlet Dumasından Taliban kararı
Rus milletvekili Kartapolov’un aracına bomba konuldu
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş