Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İki devletli çözümden vazgeçme zamanı

Yayınlanma

“ABD, tek devlet gerçeğiyle nihayet yüzleşerek ve ilkeli bir duruş sergileyerek sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmaya başlayacak.”

ABD merkezli yayın kuruluşu Foreign Affairs, İsrail-Filistin sorununa dair Tel Aviv’in politikası ve bu politikanın ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinde nasıl göründüğüne mercek tutan bir analiz yayınladı. Analiz, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ve ABD’nin Birleşmiş Milletler Misyonu’nda danışman olan görev yapmış, Brookings Enstütüsü’nde analizleri yayınlanan Maryland Üniversitesi Profesörü Shibley Telhami ve George Washington Üniversitesi, Elliott Uluslararası İlişkiler Okulu’ndan üç profesörün (Michael Barnett, Nathan J. Brown, Marc Lynch) imzasını taşıyor.

Analizin temel iddiası, “iki devletli çözüm” umudunun kalmadığı, artık gerçeğin “tek devlet” olduğu yönünde. Makale, iki devletli çözüm umudunun Batı nezdinde İsrail’in Filistinlilere yönelik baskı ve insan hakları ihlallerini, ki yazarlar bu politika için Apartheid terimini kullanıyor, nasıl maskelediğini açıklıyor. Makale, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki fiili işgalini resmileştirmeyerek Filistinlilerin statüsüyle ilgili sorumluluk almaktan kaçındığını, onların haklarını görmezden gelebildiğini ve bu durumun maskeleme sürecine katkı sunduğunu düşünüyor.

“Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti tek devlet gerçeğinin nedeni değil semptomudur” saptamasında bulunan analiz, Washington yaratılmasına yardımcı olduğu “gerçeklikle” yüzleşmesi gerektiğini söylüyor ve ABD’ye bazı politika önerilerinde bulunuyor:

  • Washington İsrail’i varsaydığı gibi değil olduğu gibi görmeli ve buna göre hareket etmeli. *Radikalleşmiş bir gerçekliğe radikal bir tepkiyle karşılık verilebilir.
  • Öncelikle Washington iki devletli çözüm ve barış süreci terimlerini sözlüğünden çıkarmalı.
  • İsrail’i, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler nezdinde tepkilerden korumaktan vazgeçmeli.
  • İsrail’e askeri ve ekonomik yardımı, İsrail’in Filistinliler üzerindeki askeri hakimiyetini sona erdirecek açık ve spesifik şartlara bağlamalı.
  • İsrail’in mevcut tutumunda ısrar etmesi halinde, ABD yardımları azaltmayı düşünmeli, hatta belki de İsrail’e ve İsrailli liderlere yönelik hedefli yaptırımlar uygulamalı.

Analizin tamamı:

***

İsrail’in Tek Devlet Gerçeği

İki Devletli Çözümden Vazgeçme Zamanı

Başbakan Binyamin Netanyahu’nun İsrail’de dar, aşırı sağcı bir koalisyonla yeniden iktidara gelmesi, iki devletli çözüm yanılsamasını bile yerle bir etti. Yeni hükümetinin üyeleri, İsrail’in ne olduğu ve kontrol ettiği tüm topraklarda ne olması gerektiği konusundaki görüşlerini açıklamaktan çekinmediler: Sadece bir Yahudi devleti olarak tanımlanan değil, yasanın Yahudilerin orada kalan tüm Filistinliler üzerindeki üstünlüğünü kutsadığı daha büyük bir İsrail. Sonuç olarak, artık tek devlet gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmak mümkün değildir.

Bu gerçeği İsrail’in radikal yeni hükümeti yaratmadı, aksine inkârını imkânsız hale getirdi. Filistin topraklarının geçici “işgal” statüsü, artık bir grup insan tarafından yönetilen bir devletin, başka bir grup insana hükmettiği kalıcı bir durum. İki devletli bir çözüm vaadi, 1993 Oslo Anlaşmaları zamanında hem İsrail hem de Filistin’de uzlaşma yanlılarının olduğu ve olası bir Filistin devletinin kurumlarının inşasına yönelik kısa süreli de olsa somut ilerleme kaydedildiğinde alternatif bir gelecek olarak anlamlıydı.

Ama o dönem çok önce bitti. Bugün, geleceğe yönelik fantastik vizyonların derinlere gömülü mevcut durumu karartmasına izin vermek pek mantıklı değil. Tek devletli bir gerçekliğin siyaset, politika ve analiz için ne anlama geldiğiyle boğuşmanın zamanı çoktan geçti. Filistin (ilan edilmeyi) bekleyen bir devlet değil ve İsrail tesadüfen Filistin topraklarını işgal eden demokratik bir devlet değil. Ürdün Nehri’nin batısındaki tüm topraklar uzun zamandır İsrail yönetimi altında, bölge ve halkın kökten farklı yasal rejimlere tabi tutulduğu ve Filistinlilerin sürekli altı sınıf muamelesi gördüğü, tek bir devlet oluşturuyor. Bu tek devlet gerçeğini göz ardı eden politika yapıcılar ve analistler, statükonun sağlamlaşması için bir sis perdesi sağlamanın ötesinde çok az şey yaparak başarısızlığa ve ilgisizliğe mahkûm edilecekler.

Bu tek devletli gerçekliğin bazı sonuçları aşikâr. İsrail’in (ve Arap yöneticilerin) pek çok destekçisi ne kadar hararetli isterlerse istesinler, dünya Filistinlilerin haklarını önemsemekten vazgeçmeyecek. Şiddet, mülksüzleştirme ve insan hakları ihlalleri son bir yılda tırmanışa geçti ve Filistinlilerin bu sürekli artan yasallaştırılmış baskı ve İsrail saldırı sistemine hapsedildiği her gün büyük çaplı şiddetli çatışma riski artıyor. Ancak, tek devlet gerçekliği herkesin bildiği sırdan inkâr edilemez gerçeğe dönüşürken, önemli aktörlerin ne kadar uyum sağlayacaklar-eğer uyum sağlarlarsa- çok net değil.

ABD Başkanı Joe Biden statükoya tamamen bağlı görünüyor ve yönetiminin konu hakkında düşündüğüne veya kriz yönetimi ve hoşnutsuzluktan bahsetmenin ötesinde bir şey yaptığına dair hiçbir kanıt yok. Ve güçlü bir hüsnükuruntu Washington’a hâkim ve birçok ABD’li yetkili, anormal Netanyahu hükümeti görevden ayrıldıktan sonra hâlâ iki devletli bir müzakereye dönme şansının olduğuna kendilerini ikna etmeye çalışıyor.

Ancak yeni gerçekliği görmezden gelmek daha uzun süre, bir seçenek olmayacak. İsrail ve Filistin’de, Yahudi üstünlüğünü koruyan tek bir devletin ortaya çıkmasındaki en etkin ülkeden acil müdahale talep eden bir fırtına geliyor. ABD, Orta Doğu’daki derin istikrarsızlıktan ve daha geniş küresel gündemine meydan okumadan kaçınmak istiyorsa, İsrail’i Washington’un öncülük etmeyi umduğu liberal uluslararası düzenin yapı ve standartlarından muaf tutmayı bırakmalı.

Söylenemeyenden inkâr edilemeyene

Tek devletli bir düzenleme gelecekteki bir olasılık değildir; kim ne düşünürse düşünsün zaten var. Akdeniz ve Ürdün Nehri arasındaki devlet, insanların ve malların girişini ve çıkışını kontrol ediyor, güvenliği denetliyor ve kararlarını, yasalarını ve politikalarını milyonlarca insana rızası olmadan dayatma kapasitesine sahip.

Tek devlet gerçeği, ilke olarak, demokratik yönetime ve eşit yurttaşlığa dayanabilir. Ancak şu anda böyle bir düzenleme söz konusu değil. İsrail’in Yahudi kimliği ile liberal demokrasi arasında seçim yapmak zorunda kalan İsrail, ilkini seçti. Yahudi olmayanların yapısal olarak ayrımcılığa uğradığı veya çok katmanlı düzende dışlandığı Yahudi üstünlükçü bir sisteme kilitlendi: Bazı Yahudi olmayanlar Yahudilerin sahip olduğu haklardan bazılarına sahipken Yahudi olmayanların çoğu şiddetli ırkçılık, ayrımcılık ve tahakküm altında yaşıyor.

20. yüzyılın son yıllarında yaşanan bir barış süreci, farklı bir şeyin cezbedici olasılığını sunuyordu. Ancak ABD önderliğindeki müzakerelerin iki devletli bir anlaşmaya varamadığı 2000 Camp David zirvesinden bu yana, “barış süreci” ifadesi çoğunlukla sahadaki gerçeklerden uzaklaşmaya ve onları kabul etmemek için bahane üretmeye hizmet etti. Camp David’deki hayal kırıklığından kısa bir süre sonra patlak veren ikinci İntifada ve ardından İsrail’in Batı Şeria’ya müdahalesi, Filistin Yönetimi’ni İsrail için güvenlik taşeronundan biraz daha fazlasına dönüştürdü. Ayrıca İsrail siyasetinin sağa kaymasını, İsrail vatandaşlarının Batı Şeria’ya taşınmasının getirdiği nüfus değişimlerini ve Filistin toplumunun coğrafi parçalanmasını hızlandırdı. Bu değişikliklerin kümülatif etkisi, Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin evlerine el konulduğu 2021 krizi sırasında belirginleşti. (Bu durum) sadece İsrailli yerleşimcileri ve Filistinlileri değil, İsrail’in Yahudi ve Filistinli vatandaşlarını da şehirleri ve mahalleleri bölen bir çatışmada karşı karşıya getirdi.

Netanyahu liderliğindeki koalisyon hükümetinin iki tartışmalı ismi Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotrich.

Netanyahu’nun aşırı sağcı ve milliyetçi aşırılık yanlılarının koalisyonu yeni hükümeti bu değişimi özetliyor. Üyeleri, hayallerindeki yeni İsrail yaratma misyonlarıyla övünüyorlar: daha az liberal, daha dindar ve Yahudi olmayanlara karşı ayrımcılığa daha istekli. Netanyahu, “İsrail tüm vatandaşlarının devleti değildir” daha doğrusu “sadece Yahudi halkına aittir” diye yazmıştı. Ulusal güvenlik bakanı olarak atadığı Itamar Ben-Gvir, Gazze’nin “bizim” olması gerektiğini ve “Filistinlilerin Suudi Arabistan veya Irak, İran gibi başka yerlere gidebileceğini” söyledi. Bu aşırılık yanlısı vizyon, İsraillilerin en azından bir kısmı tarafından uzun süredir paylaşılıyor ve Siyonist düşünce ve uygulamada güçlü temelleri var. İsrail’in 1967 savaşında Filistin topraklarını işgal etmesinden kısa bir süre sonra taraftar kazanmaya başladı. Ve henüz egemen görüş olmasa da makul bir şekilde İsrail toplumunun çoğunluğunca talep edebilir ve artık marjinal bir görüş olarak adlandırılamaz.

Tek devlet gerçeği, İsrail’de ve kontrol ettiği topraklarda yaşayanlar ve sahadaki amansız değişimlere dikkat eden herkes için uzun zamandır apaçık ortada. Ancak son birkaç yılda bir şeyler değişti. Yakın zamana kadar, tek devlet gerçeği önemli aktörler tarafından nadiren kabul ediliyor ve bu gerçeği yüksek sesle söyleyenler görmezden geliniyor veya cezalandırılıyordu. Ancak söylenemez olan olağanüstü bir hızla genel kabule yaklaştı.

Bazıları için demokrasi

Tek devlet gerçekliğini görmek için birçok gözlemcinin yeni gözlük takması gerekecek. Bunlar, işgal altındaki topraklar ile İsrail arasında bir fark görmeye alışkın olan, yani İsrail’i Batı Şeria ve Gazze’yi ele geçirdiği 1967’den önceki haliyle gören ve İsrail’in egemenliğinin 1967’den önce kontrol ettiği topraklarla sınırlı olduğunu düşünen insanlar. Ama devlet ve egemenlik aynı şey değil. Devlet neyi kontrol ettiğiyle tanımlanırken egemenlik diğer devletlerin bu kontrolün yasallığını tanımasına bağlı.

Bu yeni gözlük devlet, egemenlik, ulus ve yurttaşlık kavramlarını ayrıştıracak ve İsrail’in farklılaşmış ama tartışmasız kontrolü altındaki tüm topraklarda kaçınılmaz olarak Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki üstünlük ve aşağılık ilişkilerine dayanan tek devlet gerçeğini görmeyi kolaylaştıracak.

İsrail’e bir devletin merceğinden bakın. Nehirden denize uzanan bir toprak üzerinde kontrolü var, güç kullanımında neredeyse tekele sahip ve bu gücü Gazze’ye yönelik acımasız bir ablukayı sürdürmek ve kontrol noktaları, asayiş ve acımasızca genişleyen yerleşim yerleri sistemiyle Batı Şeria’yı kontrol etmek için kullanıyor. İsrail hükümeti, 2005 yılında Gazze’den güçlerini çektikten sonra bile, bölgenin giriş ve çıkış noktaları üzerindeki kontrolünü elinde tuttu. Batı Şeria’nın bazı bölgeleri gibi, Gazze de bir dereceye kadar özerkliğe sahip ve 2007’deki kısa Filistin iç savaşından bu yana bölge, çok az muhalefeti kabul eden İslamcı örgüt Hamas tarafından yönetiliyor. Ancak Hamas, bölgenin kıyı şeridini, hava sahasını veya sınırlarını kontrol etmiyor. Başka bir deyişle, makul bir tanımla İsrail devleti, Ürdün sınırından Akdeniz’e kadar tüm toprakları kapsıyor. Bu gerçeğin gözden kaçması mümkündü çünkü İsrail tüm bu alanlar üzerinde resmi egemenlik iddiasında bulunmadı. Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri de dahil işgal altındaki bazı bölgeleri ilhak etti. Ancak kontrol ettiği toprakların geri kalanı üzerinde henüz egemenlik ilan etmedi ve İsrail bunu yapsaydı bu tür iddiaları muhtemelen yalnızca bir avuç devlet tanırdı.

Egemenliği resmileştirmeden toprakları kontrol etmek ve kurumsal hakimiyeti pekiştirmek, İsrail’in kendi şartlarına göre tek devlet gerçekliğini sürdürmesini sağlıyor. Filistinlilerin çoğunun sorumluluğunu (ve haklarını) reddedebilir çünkü onlar kendi topraklarında ikamet ediyor ancak devletin vatandaşı değildirler. Bu ayrım iki devletli çözüm olasılığını canlı tuttuğu gerekçesiyle alay eder gibi meşrulaştırılıyor.  Egemenliği resmileştirmeden, İsrail vatandaşları için demokratik olabilir, ancak milyonlarca sakinine karşı sorumsuz. Bu düzenleme, İsrail’in yurtdışındaki birçok destekçisinin tüm bunların geçici olduğunu, İsrail’in liberal bir demokrasi olarak kaldığını ve bir gün Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme haklarını kullanacaklarını iddia etmelerine izin verdi.

Ancak İsrail demokrasisinin 1967 öncesi sınırları içinde bile sınırları var ve bu sınırlar vatandaşlık merceğinden bakıldığında belirginleşiyor. İsrail’in Yahudi kimliği ve tek devlet gerçeği, farklılaştırılmış haklar, sorumluluklar ve himayeyi düzenleyen bir dizi karmaşık yasal kategori üretti.  2018 “ulus devlet” yasası, İsrail’i “Yahudi halkının ulus devleti” olarak tanımlıyor ve “İsrail devletinde kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasının Yahudi halkına özgü olduğunu” kabul ediyor; Yahudi olmayan vatandaşlar için demokrasi veya eşitlikten bahsetmiyor.

Yahudi yerleşimciler, Ramazan boyunca İsrail güçlerinin korumasında Mescid-i Aksa’nın avlusuna baskın düzenledi. Fotoğraf: Mostafa Alkharouf / AA

Bu üyelik hiyerarşisine göre, en eksiksiz vatandaşlık sınıfı İsrailli Yahudilere ayrılmış; koşulsuz vatandaşlar. İsrail vatandaşlığına sahip ve 1967 öncesi İsrail’de ikamet eden Filistinlilerin siyasi ve medeni hakları var ancak bu hak, sorumluluk ve himaye konusunda hem yasal hem de yasal olmayan başka sınırlamalarla karşı karşıya kalıyorlar. Kudüs’ün Filistinli sakinleri teorik olarak İsrail vatandaşı olabilirken, ancak çoğu bunu reddediyor çünkü bunu yapmak sadakatsizlik olarak görülecek. Bölgelerde ikamet eden Filistinliler, tüm sınıfların en alt tabakasını oluşturuyor. Hakları ve sorumlulukları nerede yaşadıklarına bağlı. Gazze’dekiler hiyerarşinin en altında yer alıyor, bu durum Hamas’ın kontrolü ele geçirmesinden bu yana daha da kötüye gitti. Bir Filistinliden yasal statüsünü tanımlamasını istemek, birkaç dakika süren ve hala belirsizliklerle dolu bir yanıta yol açabilir.

Filistinlilerin haklarının tanınmasını sağlayacak iki devletli bir çözüm için umut var olduğu sürece, İsrail’in 1967 sınırları içindeki durumu, bazı vatandaşlara karşı fiili ayrımcılıkla birlikte hukuken eşitlik olarak görmek mümkün ki bu, dünyanın birçok yerinde talihsiz ama yaygın bir gerçeklik. Ancak tek devlet gerçeği kabul edildiğinde daha vahim bir şey ortaya çıkar. Bu tek devlette hareketleri, seyahatleri, medeni halleri, ekonomik faaliyetleri, mülkiyet hakları ve kamu hizmetlerine erişimleri ciddi şekilde kısıtlanan insanlar var. O devletin topraklarında derin ve sürekli köklere sahip ömür boyu ikamet edenlerin önemli bir kısmı vatansız hale getirilmiş. Ve tüm bu marjinalleştirme kategorileri ve dereceleri, nüfusun yalnızca bir kısmına karşı sorumlu olan devlet aktörleri tarafından dayatılan yasal, siyasi ve güvenlik önlemleriyle uygulanıyor.

Bu gerçeği adlandırmak, onu tanımlayan kalıcı ve ciddi eşitsizlikler hakkında bir fikir birliği oluşmuş olsa bile, politik olarak tartışmalı. İsrailli ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının bu eşitsizlikleri belgeleyen bir dizi raporu, “apartheid” terimini İsrail-Filistin tartışmasının kıyısından merkeze taşıdı. Apartheid, Güney Afrika’nın beyaz azınlık hükümetinin 1948’den 1990’ların başlarına kadar beyaz üstünlüğünü güvence altına almak için kullandığı ırk ayrımcılığı sisteminin adı. O zamandan beri uluslararası hukuk ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından yasallaştırılmış bir ırkçılık ve ayrımcılık düzeni olarak tanımlanıyor ve insanlığa karşı suç olarak kabul ediliyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Uluslararası Af Örgütü dahil önde gelen insan hakları örgütleri bu terimi İsrail’e uyguladı. Pek çok akademisyen de öyle:

Mart 2022’de üç büyük akademik derneğin üyesi olan Orta Doğu odaklı akademisyenler arasında yapılan bir ankete göre, yanıt verenlerin yüzde 60’ı İsrail ve Filistin topraklarındaki durumu “apartheid’e benzer eşitsizliğe sahip tek devletli gerçeklik” olarak tanımladı.

Terim mükemmel bir uyum olmayabilir. İsrail’in yapısal ayrımcılık sistemi, en liberal olmayan devletlerinkinden bile daha şiddetli. Ancak ‘apartheid’le Güney Afrika’da uygulanan ve uluslararası hukukta tanımlandığı gibi ırka değil, etnik köken, milliyet ve dine dayanıyor. Belki bu ayrım, İsrail’e karşı yasal işlem başlatmak isteyenler için önemli olabilir. Bununla birlikte, politik olarak önemi daha az ve analiz söz konusu olduğunda neredeyse anlamsız. Politik olarak önemli olan, bir zamanlar tabu olan bir terimin giderek daha yaygın, sağduyulu bir gerçeklik anlayışı haline gelmesidir. Analitik olarak önemli olan, apartheid etiketinin sahadaki gerçeği doğru bir şekilde tanımlaması ve bunları değiştirmek için bir yol haritasının başlangıcını sunmasıdır. Apartheid, dayandırıldığında gerçeği değiştiren sihirli bir kelime değil. Ancak siyasi ana akıma girişi, İsrail yönetiminin, devletin kontrol ettiği tüm topraklarda Yahudi üstünlüğünü sürdürmek için tasarlandığının geniş çapta kabul edildiğini ortaya koyuyor. İsrail’in sistemi teknik olarak apartheid olmayabilir, ancak uyumlu.

Soğuk duş

Öncelikle İsrailliler ve Filistinliler tek devlet gerçekliğiyle boğuşmak zorundalar. Ancak bu gerçek, İsrail’in dünyanın geri kalanıyla olan ilişkisini de karmaşıklaştıracak. Barış süreci, yarım asır boyunca Batı demokrasilerinin işgalin müzakerelerle sona ereceği umuduyla İsrail işgalini göz ardı etmesine yol açtı. Kusurlu da olsa İsrail demokrasisi ve İsrail ile işgal altındaki Filistin toprakları arasındaki nominal ayrım da yabancıların bakışlarını kaçırmasına yardımcı oldu. Bütün bu saptırmalar artık yok. Tek devlet gerçeği, ancak şimdi geniş çapta kabul ediliyor olsa da uzun süredir İsrail yasalarına, siyasetine ve toplumuna yerleşmiş durumda. Hazır alternatifler yok ve bir tane yaratmak için anlamlı siyasi bir sürecin ortaya çıkmasından bu yana onlarca yıl geçti.

Belki de bu gerçeklerin kabulü pek bir şey değiştirmeyecek. Pek çok kalıcı küresel sorun asla çözülmüyor. Demokrasi ve insan haklarının tehdit altında olduğu popülist bir dünyada yaşıyoruz. İsrailli liderler, İsrail’in Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerini tesis eden İbrahim Anlaşmaları’na işaret ederek, Arap devletleriyle normalleşmenin Filistin sorununu çözmeyi gerektirmediğini savunuyor. Batılı liderler, İsrail’in liberal demokratik değerleri paylaştığını iddia etmeye devam ederken ABD’deki birçok İsrail yanlısı grup onların desteğini ikiye katlayabilir. Liberal Yahudi Amerikalılar, apartheid’ın birçok özelliğine sahip bir İsrail’i savunmak için mücadele edebilirler ancak protestolarının pratikte çok az etkisi olacaktır.

Yine de iki devletli bir dünya arzusundan gerçek bir tek devletli dünyaya geçişin zorlu olabileceğine inanmak için nedenler var. Apartheid benzetmesinin yaygınlaşması ve Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi’nin (BDS) yükselişi -ve her ikisine karşı oluşan yoğun tepki- siyasi zeminin değiştiğini gösteriyor. İsrail, Batı Şeria’daki faaliyetlerine yönelik birkaç uluslararası veya yerel kısıtlamayla, her zamankinden fazla fiziki güvenlik ve bölgedeki diplomatik tanınırlıktan yararlanabilir. Ancak kontrol, kaba kuvvetten daha fazlasını gerektirir. Ayrıca, statükonun kanıksanmış doğası, sağduyu olarak doğallaştırılması ve haklı bir direnişi düşünmenin bile imkansızlığı ile sürdürülen bir meşruiyet görüntüsü gerektirir. İsrail, seçtiği savaşları kazanmak için hala maddi güce sahip. Ancak bu savaşlar çoğaldıkça, her zafer onun savaş pozisyonunu daha da tüketiyor. Tek devlet gerçekliğini savunmak isteyenler, post-kolonyal dünyada sömürgeci ilkeleri savunuyorlar.

Bu tek devletli gerçekliğin şartlarını tanımlama ve şekillendirme mücadelesi yeni biçimler alabilir. Geçmişte, dramatik devletlerarası savaşlar müzakereler ve yüksek riskli diplomasi için kapıları araladı. Ancak gelecekte ABD’li politika yapıcıların 1967 ve 1973’te İsrail ve Arap devletleri arasında patlak verenler gibi konvansiyonel çatışmalarla karşı karşıya kalmaları pek olası değil. Bunun yerine, birinci ve ikinci İntifada’ya daha yakın bir durumla; Mayıs 2021’deki gibi ani şiddet patlamaları ve kitlesel halk mücadeleleriyle karşı karşıya kalacaklar. O dönemde Kudüs’teki çatışmalar, İsrail ile Hamas arasında roket atışlarını, Batı Şeria’daki gösterileri, şiddeti ve Yahudi ve Filistin kökenli İsraillilerin arasındaki (ve İsrail polisinin) etnik köken vatandaşlıktan üstünmüş gibi davrandığı çirkin olayları içeren daha büyük bir yangını tetikledi. Günlük şiddet eylemleri ve ara sıra yaşanan halk ayaklanmaları hatta belki de üçüncü bir İntifada kaçınılmaz görünüyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde ve başka yerlerde uzun süredir iki devletli çözümün korunması gerektiğinden bahseden politika yapıcılar, giderek daha hazırlıksız oldukları krizlere tepki vermek zorunda kalıyorlar. Tek devlet gerçeğinin ortaya çıkardığı sorunlar şimdiden yeni dayanışma hareketlerini, boykotları ve toplumsal çatışmaları tetikledi. Sivil toplum kuruluşları, İsrail ve Filistin davalarını destekleyen çeşitli siyasi hareketler ve ulus ötesi savunuculuk grupları, yeni ve eski medya kampanyalarıyla küresel normları değiştirmeye ve bireyleri, toplumları ve hükümetleri etkilemeye çalışıyor. Giderek artan bir şekilde, İsrail hükümeti tarafından kontrol edilen yerlerde üretilen malları etiketlemeyi veya boykot etmeyi (veya bu tür boykotları yasaklamayı) ve destekçilerini harekete geçirmek ve hükümet liderlerinin beceriksiz diplomatik çabalarına alternatifler bulmak için medeni haklara başvuruyorlar.

Ancak tüm bu hareketler ve kampanyalar derin bir şekilde bölünmüş olan seçmenleri harekete geçirmeye çalışıyor. Filistinliler, İsrail vatandaşı olanlar ve diğer ikamet şekillerine sahip olanlar ile Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de yaşayanlar olarak bölünmüş durumdalar. Tek devlet realitesinde yaşayanlar ile diasporada yaşayanlar arasında bölünmüş durumdalar. Batı Şeria’da hâkim olan El Fetih siyasi fraksiyonu ile Gazze’yi kontrol eden Hamas örgütü arasında bölünmüş durumdalar. Ayrıca nesiller boyunca da giderek daha fazla bölünüyorlar. Daha genç Filistinliler, ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının siyasi bağlılıklarını ve enerjilerini yönlendiren hareketlere daha az bağlı hissediyor, yeni gruplara yönelme ve yeni direniş taktikleri benimseme olasılıkları daha yüksek.

İsrailli Yahudiler de benzer şekilde devletin doğası, dinin siyasetteki rolü ve gey, lezbiyen ve diğer cinsel azınlıkların hakları da dahil bir dizi başka konuda bölünmüş durumda. Liberal İsrailli Yahudiler, Netanyahu hükümetinin demokrasi ve yargıya yönelik saldırılarına karşı büyük protestolar düzenlerken, Filistin meselesinde seferber olmadılar ve bu da iç anlaşmazlıkların, artık var olmayan bir barış sürecine ilişkin soruları nasıl bir kenara ittiğini gösteriyor.

Sonuç olarak her iki tarafın liderleri de liderlik yapmıyor. Tüm kamplarda, genellikle çözüme yönelik herhangi bir stratejiye hizmet etmek için değil ama etkisizlik ve atalet duygusuyla çatışmanın üstünü örtmek isteyen politikacılar var. Diğer politikacılar ise tam tersini istiyor: ABD Başkanı Donald Trump’ın “yüzyılın anlaşması” ile yaptığı gibi, Filistinlilerin haklarını ve ulusal isteklerini neredeyse hiçe sayarak çatışmayı sona erdirme sözü verip sarsmak ve keskin bir şekilde farklı bir yönde ilerlemek. İşgal altındaki toprakların resmen ilhakını isteyen Yahudiler ve İsrail yönetimine karşı yeni direniş biçimlerini savunan Filistinliler de statükoyu altüst etmeyi umuyor. Ancak tüm bu çabalar yerleşik güç ve çıkar yapılarına dayanıyor.

Bu koşullar altında, çatışmayı adil bir şekilde çözmek adına yürütülen herhangi bir diplomasi, hem mevcut çıkmaza yönelik olası alternatifleri hem de tüm tarafların bunları başarma iradesini yanlış okuduğu için muhtemelen başarısız olacaktır. Daha iyi seçenekler oluşturmak isteyen politika yapıcıların tek devletli sistemin işleyiş ve gelişim biçimlerine dikkat etmeleri gerekecek. Çeşitli sakinlerinin anavatanlarını nasıl hayal ettiklerini, hakların nasıl uygulandığını ya da ihlal edildiğini ve demografik yapının nasıl yavaş ama kaygı verici bir şekilde değiştiğini anlamaları gerekecek.

Arap Baharı’nın hayaleti

Tek devlet gerçeğinin kabul edilmesinin Arap dünyası için önemli ve çelişkili sonuçları var. İki devletli çözüm argümanı, hükümetleri için değilse de Arap halkları için Filistin davasının önemini uzun zamandır gösteriyor. İsrail’in işgal altındaki topraklardan tamamen çekilmesi karşılığında İsrail ile tüm Arap devletleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini öngören 2002 Suudi barış girişimi bir temel oluşturdu: Arap dünyasıyla barış için Filistin meselesinin çözülmesi gerekiyordu.

Trump yönetiminin arabuluculuğunu yaptığı ve Biden yönetiminin coşkuyla desteklediği İbrahim Anlaşmaları, Filistin sorununda ilerleme gerektirmeden İsrail ile bazı Arap devletleri arasında siyasi normalleşme ve güvenlik iş birliğini hızlandırarak bu varsayımı açıkça hedef aldı. Arap normalleşmesinin Filistin meselesinden bu şekilde ayrıştırılması, tek devlet gerçeğini sağlamlaştırma yolunda uzun bir yol kat etti.

Şimdilik İbrahim Anlaşmaları, Netanyahu’nun aşırılık yanlısı bakanlarıyla hükümet kurmasına rağmen ayakta kalmayı başardı. En azından İsrail ile BAE arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, muhtemelen İsrail-Filistin şiddetinin bir sonraki turu ve hatta İsrail’in ilhak yönündeki açık hamlelerinden daha uzun sürecek. Ancak anlaşmaların imzalanmasından bu yana başka hiçbir Arap ülkesi İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmadı ve Suudi Arabistan da İsrail ile resmi bağ kurmayarak riskten kaçınmaya devam etti.

Arap normalleşmesinin Körfez ülkeleri dışında süresiz olarak Filistin meselesine bağlı kalması muhtemel. İsrail’in Kudüs’te daha fazla mülke el koymak için harekete geçtiği, Filistinlilerin yaygın protestolarını kışkırttığı ve ardından bu huzursuzluğa daha büyük bir şiddet ve daha hızlı mülksüzleştirme ile karşılık verdiği ve nihayetinde Filistin Yönetimi’nin nihai çöküşünü tetiklediği bir senaryoyu hayal etmek çok kolay. Böyle bir tırmanış, uzun süredir devam eden ekonomik sıkıntıların ve siyasi baskının bir yangın yeri yarattığı Arap dünyasında kolaylıkla geniş çaplı protestolara yol açabilir. İsrail’in Filistinlileri Batı Şeria’dan ve hatta Kudüs’ten sürmesi gibi daha da vahim bir tehdit de söz konusudur ki bu bazen üstü kapalı bir şekilde “transfer” olarak adlandırılan ve anketlerin iddiasına göre pek çok İsrailli Yahudi’nin destekleyeceği bir olasılık. Hamas ya da İran’ın bu tür koşulları nasıl istismar edebileceği de cabası.

Arap yöneticiler Filistinlileri umursamıyor olabilir, ama onların halkı umursuyor- ve bu yöneticilerin umursadığı tek şey tahtlarını korumak. Yarım asırdan fazla süren en azından retorik desteğin ardından Filistinlileri tamamen terk etmek riskli olacaktır. Arap liderler seçimleri kaybetmekten korkmuyorlar ama 2011’deki Arap ayaklanmalarını çok iyi hatırlıyorlar ve hızla rejimlerine karşı protestolara dönüşebilecek kitlesel halk hareketlerini davetiye çıkaran her şeyden endişe ediyorlar.

Terk etme, sesini yükseltme ya da sadakat?

Tek devlet gerçeğinin kabul edilmesi, İsrail ve Filistinliler hakkındaki Amerikan tartışmalarını da kutuplaştırabilir. Evanjelikler ve siyasi sağdaki pek çok kişi bu gerçeği İsrail’in meşru isteklerinin gerçekleşmesi olarak kabul edebilir. Merkezin solunda yer alan pek çok Amerikalı ise İsrail’in liberal demokrasilerin saflarından düştüğünü nihayet kabul edebilir ve tüm vatandaşlarına eşit haklar tanıyan tek bir devlet hedefi için iki devlet hayalinden vazgeçebilir.

Amerika Birleşik Devletleri tek devlet gerçeğinin yerleşmesinde önemli bir sorumluluk taşıyor ve İsrail-Filistin sorununun çerçevesinin çizilmesi ve şekillendirilmesinde güçlü bir rol oynamaya devam ediyor. ABD’nin İsrail’i, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler nezdinde tepkilerden koruma çabaları olmasaydı, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim inşası devam edemez, hızlanamaz ve işgal sürmezdi. Amerikan teknolojisi ve silahları olmasaydı, İsrail muhtemelen bölgedeki askeri üstünlüğünü sürdüremezdi ve bu üstünlük İsrail’in işgal altındaki topraklarda konumunu sağlamlaştırmasını sağladı. Ve ABD’nin büyük diplomatik çabaları ve kaynakları olmasaydı, İsrail Camp David’den İbrahim Anlaşmalarına kadar Arap devletleriyle imzaladığı barış anlaşmalarını yapamazdı.

Yine de Amerika’da İsrail ve Filistinlilerle ilgili konuşmalarda Washington’un işgale nasıl yardım ettiği kasıtlı olarak ihmal ediliyor. ABD’nin barış sürecine verdiği destek hem İsrail’in güvenliği hem de sadece iki devletli bir çözümün İsrail’i hem Yahudi hem de demokratik olarak koruyabileceği fikriyle ifade ediliyor. Bu iki hedef her zaman gerilim içinde oldu, ancak tek devletli gerçeklik bu iki hedefi uzlaşmaz hale getiriyor.

İsrail-Filistin meselesi Amerikan halkının öncelikler listesinde hiçbir zaman üst sıralarda yer almasa da ABD’nin tutumu önemli ölçüde değişti: iki devletli çözüme verilen destek azaldı ve eşit vatandaşlık sağlayan tek bir devlete verilen destek son birkaç yılda arttı. Anketler, Amerikalı seçmenlerin çoğunun, seçim yapmak zorunda kalmaları halinde, Yahudi bir İsrail yerine demokratik bir İsrail’i destekleyeceklerini gösteriyor. İsrail’e ilişkin görüşler de çok daha partizan bir hal almış durumda; Cumhuriyetçiler özellikle de Evanjelikler, İsrail politikalarını daha fazla desteklerken Demokratların ezici çoğunluğu eşitlikçi bir ABD politikasını tercih ediyor. Genç Demokratlar artık Filistinlilere İsrail’den daha fazla destek veriyor. Özellikle genç Demokratlar arasındaki bu değişimin bir nedeni, İsrail-Filistin meselesinin giderek stratejik çıkar ya da İncil’deki kehanetten ziyade bir sosyal adalet meselesi olarak görülmesi. Bu durum özellikle Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Önemlidir) hareketi döneminde geçerliydi.

İsrail güçlerinin, Batı Şeria’ya baskınları devam ediyor. Fotoğraf: Nedal Eshtayah / AA

Tek devlet gerçeği özellikle Amerikan Yahudilerinin siyasetini sarstı. Siyonizmin ilk yıllarından itibaren, İsrail’in Amerikalı Yahudi destekçilerinin çoğu, İsrail’in aynı anda hem Yahudi hem de liberal olması arzusunu kutsal olarak görüyor. Netanyahu’nun son hükümeti bu grup için bir kırılma noktası olabilir. Liberalizme olan bağlılık ile Yahudilere demokrasinin faydalarını sunan (ve şimdi bunların bazılarını çiğniyor gibi görünen) ancak bunları Yahudi olmayan vatandaşların çoğundan açıkça esirgeyen tek bir devleti desteklemeyi bağdaştırmak zor.

Çoğu Yahudi Amerikalı, fikir ve ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi temel liberal ilkeleri yalnızca Yahudi değerleri olarak değil, aynı zamanda ayrımcılığa karşı Amerika Birleşik Devletleri’nde kabul görmelerini ve hatta hayatta kalmalarını sağlayan siperler olarak görüyor. Yine de İsrail’in liberalizme olan bağlılığı her zaman sallantıdaydı. Bir Yahudi devleti olarak, sivil bir milliyetçilikten ziyade bir tür etnik milliyetçiliği teşvik ediyor ve Ortodoks Yahudi vatandaşları, Yahudiliğin İsrail yaşamını nasıl şekillendirdiğini belirlemede çok büyük bir rol oynuyor.

1970 yılında politik iktisatçı Albert Hirschman, krizde ya da düşüşte olan kuruluşların üyelerinin üç seçeneği olduğunu yazmıştı: “Terk etme, sesini yükseltme ve sadakat.” Yahudi Amerikalılar da bugün aynı seçeneklere sahip. Birleşik Devletler’deki başlıca Yahudi kurumlarına hâkim olan kamplardan biri, tek devlet gerçeğinin inkârı ile mümkün olan sadakati sergiliyor. Ses çıkarma, daha önce barış kampında yer alan Yahudi Amerikalıların giderek daha baskın hale gelen tercihi. Bir zamanlar iki devletli bir çözüme ulaşmaya odaklanan bu Amerikalılar artık aktivitelerini Filistinlilerin haklarını savunmaya, İsrail sivil toplumunun daralan alanını korumaya ve Netanyahu’nun sağcı hükümetinin yarattığı tehlikelere direnmeye yönlendiriyor. Son olarak, terk etmeyi ya da kayıtsız kalmayı seçen Yahudi Amerikalılar var. İsrail hakkında fazla düşünmüyorlar. Bunun nedeni güçlü bir Yahudi kimliğine sahip olmamaları ya da İsrail’i kendi değerleriyle uyumsuz hatta karşıt olarak görmeleri olabilir. İsrail sağa kaydıkça, özellikle genç Yahudi Amerikalılar arasında bu grubun daha da büyüdüğüne dair bazı kanıtlar var.

Gerçeklik kontrolü

Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümeti tek devlet gerçeğinin nedeni değil semptomudur ve onu ılımlı olmaya ikna çabasıyla şımartmak, eylemleri için hiçbir bedel ödemediklerini göstererek aşırılık yanlısı liderlerini cesaretlendirmekten başka bir işe yaramayacak.

ABD bunun yerine radikalleşmiş bir gerçekliğe radikal bir tepkiyle karşılık verebilir. Öncelikle Washington “iki devletli çözüm” ve “barış süreci” terimlerini sözlüğünden çıkarmalı. ABD’nin İsraillilere ve Filistinlilere müzakere masasına dönmeleri için yaptığı çağrılar çocukça düşüncelere dayanıyor. ABD’nin İsrail-Filistin meselesi hakkında konuşma şeklini değiştirmek sahada hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ancak ABD’li politika yapıcıların gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmasına izin veren bir cepheyi ortadan kaldıracak. Washington İsrail’e olduğu gibi bakmalı, varsayıldığı gibi değil ve buna göre hareket etmeli. İsrail artık liberal özlemleri sürdürüyormuş gibi bile yapmıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin “ortak değerleri” yok ve milyonlarca sakinine etnik köken ve dinleri nedeniyle ayrımcılık yapan ya da onları istismar eden bir devletle “kopmaz bağları” olmamalı.

Daha iyi bir ABD politikası, İsrail’in hâkim olduğu tek devlet içinde yaşayan tüm Yahudiler ve Filistinliler için eşitlik, vatandaşlık ve insan haklarını savunmalı. Teorik olarak böyle bir politika, tarafların uzak bir gelecekte bu yönde hareket etmesi durumunda iki devletli bir çözümün yeniden canlandırılmasını engellemeyecek. Ancak ahlaki açıdan kınanması gereken ve stratejik açıdan maliyetli olan tek devletli bir gerçeklikten yola çıkmak, derhal eşit insan ve yurttaşlık haklarına odaklanılmasını gerektirecek. Bugünün adaletsiz gerçekliğinin ABD ve uluslararası toplumun geri kalanı tarafından ciddi bir şekilde reddedilmesi, tarafların kendilerini de alternatif gelecekleri ciddi bir şekilde düşünmeye itebilir. Nihai siyasi düzenleme Filistinliler ve İsraillilere kalmış olsa da Amerika Birleşik Devletleri eşitliği şimdi talep etmeli.

Bu amaçla Washington, İsrail’e askeri ve ekonomik yardımı, İsrail’in Filistinliler üzerindeki askeri hakimiyetini sona erdirecek açık ve spesifik tedbirlere bağlamaya başlamalıdır. Böyle bir şarttan kaçınmak Washington’u tek devlet gerçeğinin derin suç ortağı haline getirdi. İsrail’in mevcut tutumunda ısrar etmesi halinde, ABD yardımları ve diğer ayrıcalıkları keskin bir şekilde azaltmayı düşünmeli, hatta belki de İsrail’e ve İsrailli liderlere açıkça ihlal edici eylemlerine karşılık olarak akıllı, hedefe yönelik yaptırımlar uygulamalı. İsrail ne yapmak istediğine kendisi karar verebilir, ancak ABD ve diğer demokrasiler, İsrail’in son derece gayri-liberal ve ayrımcı bir düzeni sürdürmenin ve hatta yoğunlaştırmanın maliyetini bilmesini sağlayabilir.

Biden yönetimi tarafından dile getirilen en net küresel vizyon, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşılık uluslararası yasa ve normları sonuna kadar savunması oldu. Tek devlet gerçekliği göz ardı edilse bile, Küresel Güney’de yaygın olarak kavrandığı gibi, İsrail ve Filistin’de de aynı normlar ve değerler kesinlikle söz konusu olacak. İsrail uluslararası yasaları ve liberal normları ihlal ettiğinde, ABD başka herhangi bir devlete yaptığı gibi İsrail’i de bu ihlallerden dolayı kınamalı. Washington, uluslararası hukuku ihlal ettiğine dair geçerli iddialarla karşılaştığında İsrail’i uluslararası örgütlerde korumayı bırakmalı. Ve İsrail’i sorumlu tutmayı amaçlayan BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmekten kaçınmalı, Filistinlilerin uluslararası mahkemelerde tazminat arama çabalarına direnmeyi bırakmalı ve diğer ülkeleri, sözde geçici önlem olan ancak zamanla zalim ve kurumsallaşmış bir gerçeklik halini alan Gazze kuşatmasının sona erdirilmesini talep etmeleri için bir araya getirmeli.

Ancak tek devlet gerçeği daha fazlasını gerektiriyor. Bu prizmadan bakıldığında İsrail bir apartheid devletini andırıyor. Washington, İsrail’i uluslararası hukukta yer alan apartheid karşıtı güçlü normdan muaf tutmak yerine, yaratılmasına yardımcı olduğu gerçeklikle hesaplaşmalı ve bu gerçekliği görmeye, hakkında konuşmaya ve onunla dürüstçe etkileşime girmeye başlamalı. ABD, yapısal adaletsizliği cesurca dile getirdikleri için şeytanlaştırılan uluslararası, İsrailli ve Filistinli sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve bireysel aktivistlere sahip çıkmalı. Washington, ülkenin liberal değerlerinin son sığınağı olan İsrailli sivil toplum kuruluşlarını ve çabaları, önümüzdeki aylarda kanlı çatışmalardan kaçınmak için kritik öneme sahip olacak Filistinli sivil toplum kuruluşlarını korumalı. Amerika Birleşik Devletleri ayrıca İsrail’in şiddet içermeyen bir halk direnişi sunan Filistinli liderlerin tutuklamasına da karşı çıkmalı. Ve istismarcı politikaları nedeniyle İsrail’i barışçıl bir şekilde boykot etmeyi seçenleri durdurmaya veya cezalandırmaya çalışmamalı.

Washington İsrail ile Arap komşuları arasındaki ilişkilerin normalleşmesini engelleyemese de, ABD bu tür çabalara öncülük etmemeli. Filistin sorunu alevlenirken gelişen İbrahim Anlaşmalarının rüyasına kimse aldanmamalı. Bu tür normalleşme anlaşmalarının İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ayrıştırılması sadece İsrail aşırı sağını güçlendirdi ve devlet içindeki Yahudi üstünlüğünü pekiştirdi.

ABD’nin bu politika değişiklikleri hemen meyve vermeyecektir. Amerikalılar, özellikle de Demokratlar, İsrail’i seçtikleri politikacılardan çok daha eleştirmeye başlamış olsalar da siyasi tepkiler şiddetli olacak. Ancak uzun vadede, bu değişiklikler İsrail ve Filistin’de daha barışçıl ve adil bir sonuca doğru ilerlemek için en iyi umudu sunuyor. ABD, tek devlet gerçeğiyle nihayet yüzleşerek ve ilkeli bir duruş sergileyerek sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmaya başlayacak.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English