Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Foreign Affaris: İsrail, kendini güçlü değil zayıf hissettiği için sınırları zorluyor

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz İsrail’in İran ile gerilimde neden el yükselttiğini İsrail’in kendi iç dinamikleri ve güvenlik algısıyla açıklamaya çalışıyor. Analizin temel iddiası İsrail’in kendisini güvende hissetmediği için “çılgınca bir çabayla taktik avantajlar elde etmeye çalıştığı” yönünde. Ancak analiz İsrail’in taktiksel askeri zaferler elde etse bile güvende olamayacağını vurguluyor. Analize göre İsrail için “yalnızca Filistinlilerle kalıcı bir barış gerçek güvenliği sağlayabilir.”

***

İsrail neden gerilimi tırmandırmayı seçti?

Riskli suikastlar, caydırıcılığı yeniden sağlamak için umutsuz bir çaba

Dalia Dassa Kaye

İsrail ile Hamas arasında Gazze Şeridi’nde on aydır devam eden savaş, uzun süre önce yerel coğrafyasından çıkarak Orta Doğu’da tehlikeli askeri tırmanışları tetikledi: İsrail-Lübnan sınırında ölümcül çatışmalar, Kızıldeniz ve Tel Aviv’de Husi saldırıları, İran’a bağlı milislerin Irak ve Suriye’deki ABD güçlerine yönelik saldırıları ve hatta İsrail ile İran arasında doğrudan çatışmalar. Ardından geçen hafta 24 saat içinde İsrail, Hizbullah’ın Golan Tepeleri’ndeki roket saldırısına misilleme olarak Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından Fuad Şükrü’nün Beyrut’ta öldürülmesinin sorumluluğunu üstlendi ve Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniyye’nin Tahran’da öldürülmesinin arkasında da bu ülkenin olduğu varsayıldı. Bu iki darbe birçok gözlemcinin daha da yıkıcı bir bölgesel savaşın patlak vermesinden endişe duymasına neden oldu.

İsrail neden şimdi bu kadar riskli bir şekilde gerilimi tırmandırıyor? Şüphesiz, son saldırıları eşi benzeri görülmemiş saldırılar değil. Filistinli liderlere suikast düzenlemek konusunda kabarık bir sicili olan İsrail; Lübnan ve Suriye’de yüzlerce Hizbullah militanını öldürdü. İsrail ayrıca İran’ın derinliklerine nüfuz etmesini sağlayan istihbarat yeteneklerini de uzun süredir sergiliyor. Ve son on ay içinde yaşanan daha önceki gerilimler topyekûn bir bölgesel savaşa yol açmadı. Ancak nihai olarak gerilimin düşürülmesi ve kontrol altına alınması ihtimali kesinlikle garanti değil; herhangi bir devletin itidalden yana olan rasyonel hesapları sahadaki olaylarla aniden alt üst olabilir, yanlış hesaplamalara ve hatta daha geniş bir çatışmayı kışkırtmak için kasıtlı stratejik kararlara yol açabilir. İsrail’in son saldırılarının temposu ve niteliği, daha ciddi bir gerginlik riskini önemli ölçüde artırıyor. İsrail liderleri, şüphesiz Şükür ve Heniyye’nin arka arkaya öldürülmesinin ve öldürme yöntemlerinin İran’ın itibarını büyük ölçüde zedelediğinin ve bu durumun Tahran ile desteklediği diğer silahlı grupları misilleme yapmaya iteceğinin farkındalar.

Geçen haftaki suikastların Batı medyasında ele alınma, İsrail’in düşman topraklarının derinliklerinde askeri ve teknolojik açıdan sofistike saldırılar düzenleme kabiliyetini vurgulama eğilimindeydi. Bu tasvirler, 7 Ekim’deki utanç verici olaydan sonra İsrail ordusunun bir kez daha yenilmez olduğu izlenimini verebilir. Ancak bu yorum İsrail’in karşı karşıya olduğu zorlu gerçekleri yanlış okumakta. İsrail kendini güçlü hissettiği için değil, zayıf hissettiği için bölgesel eylemlerinde sınırları zorluyor olabilir. Temelde, kararlarında uzun vadeli stratejik hesapları çok dikkate almıyor. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısı caydırıcılık duruşuna yıkıcı bir darbe indirdi. Şimdi, daha büyük riskler almaya ve daha yüksek maliyetlere katlanmaya istekli olan İsrail, caydırıcılığı yeniden sağlamak için çılgınca bir çabayla taktik avantajlar elde etmeye çalışıyor.

Korku faktörü

İsrail’in şu anki hesaplarını anlamak için ülkenin ruh halinin 7 Ekim’den bu yana nasıl değiştiğini anlamak önemli. Hamas’ın saldırısından önce İsrail’in özgüveni zirveye ulaşmıştı. İsrail, Filistinlilerle olan anlaşmazlığını çözmese bile Arap devletlerinin kendisini kabul edeceğine ve İran ile müttefiklerini neredeyse hiçbir sonuçla karşılaşmadan ya da ABD’den aldığı desteği tehlikeye atmadan vurabileceğine inanmaya başlamıştı. Sonra, neredeyse bir gecede, bu özgüven yerini derin bir savunmasızlık hissine bıraktı. Haziran sonunda Tel Aviv’e yaptığım bir ziyarette, güvenlik uzmanları ve eski savunma ve istihbarat yetkilileri bana 7 Ekim’in İsrail’in gücüne dair önceki inançlarının çoğunu altüst ettiğini defalarca söylediler. Hamas’ın saldırısı İsraillilerin en temel varsayımlarını yıktı: askeri ve teknolojik üstünlüklerinin düşmanlarını caydırabileceği, duvarların ve tahkim edilmiş sınırların arkasında güven içinde yaşayabilecekleri ve Filistinlilerle barış yolunda büyük ilerlemeler kaydetmeden ekonomik olarak refaha kavuşabilecekleri. Şimdi ise, eski bir ulusal güvenlik yetkilisinin bana açıkça söylediği gibi, güvenlik kurumlarındaki pek çok kişi “İsrail’in o kadar da güçlü olmadığını” kabul ediyor.

Ulusal güvenlik alanında okuyan ya da çalışan pek çok İsrailli, 7 Ekim ve sonrasındaki büyük güvenlik başarısızlıkları nedeniyle kendi hükümetlerine öfkeli; ayrıca ülkeyi güvende tutmayı başaramayan liderlerin sorumlu tutulmamasına da kızgınlar. Hükümete karşı güvensizlik yaygın. Başbakan Binyamin Netanyahu temmuz ayında ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada ayakta alkışlanmış olabilir. Ancak ulusal güvenlik danışmanı Tzachi Hanegbi, haftalar önce Herzliya’daki bir güvenlik konferansında tek kelime bile edemedi. Dinleyiciler onu yerden yere vurdu ve hükümeti İsrail’in güvenliğini ihmal etmekle ve hala Gazze’de tutulan rehineleri yüzüstü bırakmakla suçladı. İsrail içinde bile Netanyahu’nun kendi siyasi bekası için savaşı uzatıyor olabileceğine dair yaygın bir algı var.

Bu endişe ve öfke, İsrail’in ulusal güvenliğine yönelik somut iç zorlukları yansıtıyor. İsrail Savunma Kuvvetleri, Gazze’den Batı Şeria’ya, İsrail’in kuzeyine ve ötesine kadar pek çok cephede zor durumda. Netanyahu’nun 2023’ün ilk yarısında ülkenin yargısını yeniden yapılandırma girişimi, sivil liderler ile ordunun üst düzey komuta kademesi arasında ciddi çatlaklar yaratmıştı; Netanyahu’nun koalisyonunun baskısına yanıt olarak binlerce İsrailli yedek asker göreve gitmeyecekleri tehdidinde bulundu. Ordu, kendi safları ve hükümet safları da dahil, ülke içindeki aşırı uçlardan gelen benzeri görülmemiş tehditlerle karşı karşıya. Daha geçen hafta sağcı aktivistler ve siyasetçiler, Filistinli tutuklulara kötü muamelede bulunmakla suçlanan yedek askerlerin gözaltına alınmasını protesto etmek için İsrail ordusunun üslerinden birini bastı. Gazze’deki büyük can kaybı ve yıkım nedeniyle İsrail, uluslararası desteğini kaybediyor ve Lahey’deki yasal mahkemelerde, savaştaki tutumu ve Batı Şeria’da devam eden işgali nedeniyle mercek altında.

Nisan saldırıları

İran’ın Nisan ayındaki saldırısının İsrail üzerindeki etkisi de ülke dışında yeterince takdir edilmiyor. İsrail, İranlıların diplomatik bir alan olarak gördükleri Şam’daki bir tesiste Devrim Muhafızları personelini hedef aldığında açıkça yanlış hesap yaptı. İran topraklarından İsrail’e yüzlerce insansız hava aracı ve füze fırlatılmasıyla sonuçlanan benzeri görülmemiş, büyük ve doğrudan bir yanıtı beklemiyordu.

İsrailliler saldırıyı püskürten ABD öncülüğündeki sofistike ve koordineli savunmaya hayranlık duysalar da bu aynı zamanda onların kendine güvenen imajını da zedeledi. Her türlü zafer duygusu, İran’ın böylesine ciddi bir saldırıya kalkışmış olmasından duyulan kaygı ve bir sonraki saldırının bu kadar kolay püskürtülemeyebileceği endişesiyle gölgelendi. İsrailli analistler İsrail’in misillemesinden -İsfahan’daki bir İran askeri üssüne düzenlenen ve İran’ın hava savunmasını hedef alan sınırlı bir hava saldırısı- İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yakın yerler de dahil, İran içindeki hedefleri isabetli bir şekilde vurma kabiliyetini göstermesinden memnun oldular.

Ancak İsrailli savunma yetkilileri, ABD’nin tercih ettiği gibi inkâr yoluyla caydırıcılığa, yani düşman saldırılarının başarılı olamayacağına güvenmek konusunda kendilerini rahat hissetmiyorlar. Bu yetkililere göre, Nisan ayındaki İsrail savunması tam bir başarı değildi çünkü sonuçta koalisyon saldırıyı engelleyemedi; sadece zararı sınırladı. İsrailli savunma planlayıcıları, saldırıların sonuçları olacağını göstererek düşmanları caydırmayı tercih ediyorlar. Birçok İsrailli güvenlik analisti, İsrail’in bölgesel konumunun zayıflamasından endişe duyuyor; İran ve müttefiklerinin güç kazandığını ve İran’ın, konvansiyonel yollarla İsrail’i yeterince caydıramayacağına inanması durumunda, nükleer kapasitesini silahlandırma konusunda daha fazla teşvik duyacağından korkuyor. Eski bir ulusal güvenlik yetkilisinin ifadesiyle, İran “şampiyonlar ligine” ulaşmaya çalışırken ülkenin ikinci kademe statüsüne düşürüldüğüne inanıyorlar. Bir başka eski savunma yetkilisi bana, İsrail’in caydırıcılığını “daha önce hiç görülmemiş ölçüde” kaybettiğini söyledi. Yine de İsrail’in siyasi liderliği halkına ülkelerinin kazandığını söylemeye devam ediyor.

Nisan ayındaki İran saldırısı İsraillilerin Orta Doğu’nun “ruhunda” köklü bir değişiklik olduğu algısını derinleştirdi. Onlara göre İsrail’in düşmanları, artık ülkeyi yok etmenin gerçekçi bir hedef olduğunu düşünüyor. İsrail’in bölgedeki en gelişmiş askeri yeteneklere sahip ülke olduğu ve İran’a karşı mücadelesinde ABD ve diğer Batılı güçlerin güçlü desteğini almaya devam ettiği göz önüne alındığında bu endişe abartılı olabilir. Ancak aklı başında İsrailli analistler, ülkenin 1948’deki bağımsızlığından bu yana hissettiklerinden farklı olarak tanımladıkları bir varoluşsal tehdit hissettiklerini ifade ediyorlar. Ancak eski bir üst düzey yetkili, 1948’dekinin aksine İsrail’in, kurucu başbakanı David Ben-Gurion’un derslerine kulak asmadığını belirtiyor. Ben-Gurion, zayıflığı telafi etmenin en iyi yolunun toplumsal uyumu güçlendirmek, diplomatik ilişkileri derinleştirmek ve barışın peşinden gitmek olduğunu söylemişti. İsrail ise tüm cephelerde tam tersi yönde ilerliyor.

Zorlaşan yol

Ziyaretim sırasında eski bir hükümet yetkilisi bana “Zemin ayaklarımızın altından kayıyor” dedi. Bu bazı açılardan doğru; bazı açılardan ise bir algı, İsraillilerin 7 Ekim’den önce sahip oldukları aşırı özgüvenli imajın tam tersi. Ancak artan savunmasızlık algısı ve gerçekliği -ve İsraillilerin ABD’nin desteğini devam ettireceğine olan güveni- göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş bölgesel bir savaş riskini artırsa bile bölgede saldırgan bir duruş sergilemesi muhtemel. İsrail halkının 7 Ekim travmasından sonra riski kabullenme ve saldırgan eylemlere karşı iştahı da daha yüksek olabilir. İsrailli bir analistin bana söylediği gibi, “Artık her şey hayal edilebilir.”

Ancak İsrail herhangi bir siyasi strateji olmaksızın her şeyi göze alıyor. Caydırıcılığı yeniden tesis etmek için kaba askeri güce güvenmek ve siyasi ya da stratejik bir plan olmaksızın İran ve müttefikleriyle çatışmada el yükseltmesi, İsrailli askeri planlamacıları çok endişelendiren yeni bölgesel dinamikleri değiştirecek gibi görünmüyor. “Direniş ekseni” üyelerini caydırması da pek olası değil, zira onlar da beklenmedik şekillerde el yükseltebilir ve İsrail’i bir kez daha şaşırtabilir.

Gazze’deki savaşı sona erdirmek İsrail’in karşı karşıya olduğu ürkütücü tehditleri azaltmaya kesinlikle yardımcı olacaktır, ancak mevcut gerilimin bir ateşkes anlaşmasını veya İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasını daha da kolaylaştırması pek olası değildir. Ancak Gazze çatışmasının sona ermesi bile İsrail’in daha büyük stratejik ikilemini nihai olarak çözmeyecek. İsrail hala Arap komşularıyla normalleşme anlaşmaları yaparak Orta Doğu’ya daha fazla entegre olmanın İran destekli aşırılık yanlısı grupları marjinalize edeceğine ve ülkeye yönelik düşmanlığı azaltacağına inanıyorsa, Filistinlilerle olan çatışmasının en temel varoluşsal tehdidini oluşturduğu gerçeğiyle yüzleşmeli. Etkileyici taktiksel askeri operasyonlar zafer yanılsaması yaratabilir, ancak yalnızca Filistinlilerle kalıcı bir barış gerçek güvenliği sağlayabilir.

Dünya Basını

Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?

Yayınlanma

Tahran ile Washington nükleer anlaşma için kritik aşamaya yaklaşırken, İran’ın Bender Abbas kentindeki en önemli limanında yaşanan ve en az 46 kişinin öldüğü patlamanın sabotaj mı yoksa kaza mı olduğu tartışılıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz haber, bu soruyu patlamayla ilgili İran basınında yapılan tartışmaları ve yetkililerin açıklamalarına yer vererek yanıtlamaya çalışıyor:

***

İran-ABD diplomasisi ilerlerken İran’ın önemli limanında büyük yangın

Amwaj.media / 28 Nisan 2025

Olay: İran ve ABD, Tahran’ın nükleer programı konusunda üçüncü tur dolaylı müzakereleri tamamladı. Müzakereler, ayrıntıların olası anlaşmanın geleceğini belirleyeceği kritik bir aşamaya girerken, iki taraf Avrupa’da bir araya gelecek. Bu gelişmeler yaşanırken, İran’ın güneyindeki liman kenti Bender Abbas’ta meydana gelen ölümcül patlama, bunun bir kaza mı yoksa müzakereleri sabote etmeye yönelik gizli bir İsrail operasyonu mu olduğu sorularını gündeme getirdi.

Nükleer müzakereler: 26 Nisan’da Umman’da yapılan görüşmelerin ardından taraflar, 3 Mayıs’ta yeniden toplanmak üzere ön anlaşmaya vardı. Üst düzey İranlı bir siyasi kaynak Amwaj.media’ya yaptığı açıklamada, bir sonraki turun Avrupa’da olacağını ancak yine Umman’ın arabuluculuk yapacağını belirtti.

Trump yönetiminin İran’a sunduğu teklif: BAE modeli

-Muskat’ta yaklaşık altı saat süren görüşmelere İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ve ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff katıldı. İlk kez teknik uzmanlar düzeyinde de paralel görüşmeler yapıldı ve bu, nükleer silahların yayılmasını önleme ve yaptırımların kaldırılması gibi teknik konuların detaylıca tartışılmasına zemin hazırladı.

-Irakçi görüşmeleri, “çok ciddi” olarak tanımladı. Baş müzakereci Irakçi, ilerleme kaydedildiğini kabul etti ancak “hem önemli konularda hem de detaylarda hâlâ farklılıklar” bulunduğunu söyledi.

-Irakçi, “Müzakere sürecinden ve hızından memnunum. Ciddiyet ve kararlılık var. Ancak anlaşmaya varılabilir mi? Umutluyum ama çok temkinliyim” dedi.

-İsmi açıklanmayan bir ABD’li yetkili de Axios’a “ilerleme kaydedildiğini” doğrularken, “hala yapılacak çok iş olduğunu” belirtti.

İran basını 27 Nisan’da müzakereler konusunda iyimser bir ton sergilemeye devam etti ancak müzakerecilerin anlaşma detaylarına odaklandıkça ilerlemenin yavaşlayabileceğini de kabul etti.

-Reformist günlük Hammihan gazetesi, müzakerelerdeki “hızlı ilerlemeyi” överken, ekonomi odaklı Donya-e Eqtesad gazetesi ise “anlaşmaya yönelik ortak bir istek” olduğunu savundu.

-Siyasi yorumcu Abdülreza Feracirad, reformist Arman-e Melli gazetesinde yazdığı makalede, “teknik müzakerelerin daha zor ve zaman alıcı olacağını” belirtti. Bu nedenle, başarılı bir sonuca ulaşmanın “her iki tarafın da daha fazla sabır, hassasiyet ve esneklik göstermesini gerektireceğini” ifade etti.

NYT: İsrail’in İran saldırısı ABD’deki çatlak nedeniyle rafa kalktı

-Muhafazakâr Horasan gazetesinde yazan yorumcu Muhammed Mehdi Rahimi ise, 2015 İran nükleer anlaşmasında yer alan ve İran’a yönelik BM yaptırımlarının otomatik olarak geri getirilmesine yol açan “snapback” mekanizmasının, planlandığı gibi Ekim 2025’te sona ermesi gerektiğini savundu. Bu değerlendirme, Batı’nın 2015 anlaşmasının süresi dolan hükümlerini yeni bir anlaşmayla uzatma çabalarına ilişkin haberlerin gündeme geldiği bir dönemde yapıldı.

Patlama: Umman’daki görüşmeler sürerken, Bender Abbas’taki Şehid Recai Limanı’nda bir konteyner terminalinde büyük bir patlama meydana geldi. En az 40 kişi hayatını kaybetti, binden fazla kişi yaralandı.

-İran Parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Ali Hezriyan, patlamanın güçlü devlet kuruluşu Müstezafin Vakfı’na bağlı bir holding ve yatırım şirketi olan Sina Liman ve Denizcilik Hizmetleri şirketinin kullandığı bir terminalde meydana geldiğini açıkladı.

-Şirketin CEO’su Said Caferi, aynı gün yaptığı açıklamada, “son derece tehlikeli malların” normal ürünler gibi etiketlenerek terminale yerleştirildiğini iddia etti.

-İçişleri Bakanı İskender Mumini, patlamanın yaşandığı terminalin, limanın toplam 30 bin konteynerlik kapasitesinin onda biri kadar bir alanı kapladığını ancak olayın yine de büyük bir felaket olduğunu söyledi.

Bazı gözlemciler, çıkan turuncu dumanın, füze yakıtı üretiminde kullanılan kimyasalların yanarken çıkardığı dumana benzediğini iddia etti.

-Ancak Savunma Bakanlığı Sözcüsü Rıza Taleenik, 27 Nisan’da yaptığı açıklamada, olayın yaşandığı bölgede askeri amaçlı veya başka türde herhangi bir yakıtın depolandığı iddiasını kesin bir dille reddetti. Sözcü, yabancı medyayı “hedefli sahte haberler” yoluyla “psikolojik operasyonlar” yürütmekle suçladı.

-Olayla ilgili soruşturma devam ederken, yetkililer şu ana kadar patlamanın resmi nedenine ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı.

Özellikle patlamanın zamanlaması, İran’da birçok kişinin olayın kasıtlı bir sabotaj olup olmadığı konusunda şüphe duymasına yol açtı.

– İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in kıdemli danışmanı Ali Şamhani’ye bağlı Nour News, Umman’daki nükleer görüşmelerle aynı zamana denk gelen patlamanın “bir kaza mı yoksa kasıtlı bir plan mı” olduğunu sorguladı. Ajans, erken sonuçlara varmaktan kaçınılması gerektiğini söyledi ve ABD ile nükleer müzakereler boyunca “sabırlı olunması” çağrısında bulundu.

– Muhafazakar Kayhan gazetesi, yetkililere soruşturmayı hızlandırmaları ve olayın “ihmal ve hata” sonucu mu yoksa “başka faktörlerden” mi kaynaklandığını bir an önce açıklamaları çağrısında bulundu.

-Reformist gazeteci Armin Montazeri ise Şehid Recai Limanı’nın ticari önemine ve olayın zamanlamasına dikkat çekerek, “yabancı müdahale olasılığının yüksek” olduğunu belirtti.

Patlamanın nedeni üzerindeki tartışmalar sürerken, bu trajedi İran genelinde büyük bir dayanışma dalgası yarattı.

-Vatandaşlar, yaralılara yardım etmek için hızla bölgedeki kan bankalarına akın etti. Öte yandan, Bender Abbas’ta faaliyet göstermeyen yolculuk paylaşım uygulaması Tapsi, rakibi Snapp üzerinden şehir sakinlerine ücretsiz yolculuk kodu sağlayarak kan bağışı merkezlerine ulaşmalarına yardımcı oldu.

-İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, 27 Nisan’da Bandar Abbas’a giderek patlamada yaralananları ziyaret etti ve patlama alanında incelemelerde bulundu.

Aynı gün, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı dileklerini iletti.

-Yayımladığı açıklamada Hamaney, yetkililere olayın arkasında herhangi bir ihmal veya kasıtlı eylem olup olmadığının “titizlikle araştırılması” ve “uygun yasal adımların atılması” talimatını verdi.

-Ayrıca, hükümet 28 Nisan’ı ulusal yas günü ilan etti.

Bağlam / Analiz: Şehid Recai Limanı, İran’ın en büyük ve en modern konteyner limanı. Ülkenin toplam ticaretinin %55’i ve tüm konteyner faaliyetlerinin yaklaşık %85’inden fazlası bu liman üzerinden gerçekleşiyor.

-Yılda 100 milyon ton mal işleme kapasitesine sahip liman, ülkenin ana ticari limanı olarak hizmet veriyor.

-Hürmüz Boğazı’na yakın stratejik konumuyla bu tesis, İran’ı dünyanın dört bir köşesinden 80 farklı limana bağlıyor ve hem ithalat, hem ihracat hem de bölgesel transit için hayati öneme sahip. Büyüklüğü ve bağlantı ağı nedeniyle Şehid Recai Limanı, İran ekonomisinin ve uluslararası ticaret akışının merkezinde yer alıyor.

Konteyner terminalinde füze yakıtı üretiminde kullanılabilecek tehlikeli maddelerin depolandığı iddiasını yetkililer resmen yalanlasa da yılın başlarında böyle maddeleri taşıyan gemilerin limana yanaştığına dair haberler bulunuyor.

-Batılı medya kuruluşları, açık kaynak verilerine dayanarak, 2025 yılı Şubat ve Mart aylarında, her biri yaklaşık bin tonluk iki büyük sodyum perklorat sevkiyatının Şehid Recai Limanı’na ulaştığını bildirdi. Sodyum perkloratın katı füze yakıtı üretimi için kritik bir kimyasal madde olduğu biliniyor.

Öte yandan, İran’ın nükleer programının ister diplomasi ister askeri müdahale yoluyla olsun tamamen sökülmesini talep eden İsrail’in, İran’a yönelik uzun bir gizli operasyon geçmişi bulunuyor. Bu operasyonlar özellikle İran’ın nükleer ve füze programlarını hedef alıyor.

-İsrail’e atfedilen önceki gizli operasyonlar arasında, 2010 yılında ABD ile ortak yürütüldüğüne inanılan Stuxnet siber saldırısı yer alıyor. Bu saldırı, İran’ın uranyum zenginleştirme santrifüjlerine ciddi zarar vermişti.

-Ayrıca Tel Aviv, İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik bir dizi suikastın, İran’daki askeri ve nükleer tesislerde meydana gelen patlamaların ve 2018 yılında İran nükleer arşivlerinin çalındığı iddia edilen olayın da arkasında olmakla suçlanıyor.

Gelecek: Bender Abbas’taki patlamaya ilişkin İran’ın yürüteceği soruşturma, yalnızca İran içinde değil, aynı zamanda yabancı hükümetler ve istihbarat servisleri tarafından da yakından izlenecek.

Nükleer program değil, nükleer silah hedefte

-Eğer olayın bir sabotaj olduğu doğrulanırsa, bu durum nükleer müzakerelerde yeni bir güven bunalımı yaratabilir ve İran’ı müzakere masasında daha sert bir tutum almaya itebilir. Bununla birlikte, Tahran’daki karar alıcılar, üçüncü tarafların sabotaj girişimlerinin amacının diplomasi sürecini sekteye uğratmak olduğunu bilerek, pozisyonlarını buna göre dikkatle ayarlayacaklardır.

-Öte yandan, eğer olayın resmi olarak bir kaza olduğu açıklanırsa, yetkililer diplomatik sürecin zarar görmemesi için patlamanın etkisini hafifletmeye çalışabilir.

Bu arada, bir sonraki müzakere turunda, özellikle ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017-21 dönemindeki ilk görev süresi sırasında 2015 nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle, uranyum zenginleştirme, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin takvim ve gelecekteki ihlallere karşı garantiler gibi teknik konulara daha derinlemesine girilmesi bekleniyor.

-Hem İranlı hem de Amerikalı yetkililer, süreci ilerletme konusunda kararlı görünse de, müzakereciler için anlaşmayı sonuçlandırmak adına zaman daralıyor.

-Müzakereler uzadıkça hem iç hem de uluslararası siyasi baskıların artması ve İran-ABD diplomasisine karşı olan üçüncü taraflara fırsat doğması riski büyüyor.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın

Yayınlanma

Editörün notu: Columbia Üniversitesi’nde profesör, Sürdürülebilir Kalkınma Merkezi direktörü ve BM Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı başkanlığı görevlerini yürüten ve “şok terapisi ekonomisti” olarak da bilenen Prof. Jeffrey Sachs, Başkan Trump’ın Asya’daki ABD üslerinin maliyetinden şikayet etmesine karşın, çok daha iyi çözümün bu üsleri kapatıp askerleri geri çekmek olduğunu savunuyor. Sachs’a göre Japonya ve Kore gibi zengin ülkelerin kendi savunmalarını sağlayabileceğini, diplomatik çözümlerin daha etkili olduğunu ve üslerin savunmadan çok ABD’nin güç gösterisine hizmet ettiğini belirtiyor. Sachs, Çin’in tarihi olarak bölgeyi işgal etmediğini ve bu üslerin Çin ile Kuzey Kore tarafından tehdit olarak algılandığını vurguluyor. Ayrıca Sachs, süper güçler arasında “siz bizim mahallemizden uzak durun, biz de sizinkinden” şeklinde karşılıklı bir anlaşmanın trilyonlarca dolar tasarruf sağlayıp nükleer savaş riskini azaltacağını ifade ediyor.


ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın

Jeffrey Sachs, Other News

22 Nisan 2024

Başkan Donald Trump, ABD’nin Asya’daki askeri üslerinin ABD açısından fazla maliyetli olduğundan yine yüksek sesle şikayet ediyor. Japonya ve Kore ile yapılan yeni gümrük vergisi müzakereleri kapsamında Trump, Japonya ve Kore’ye ABD askerlerinin konuşlandırılması için ödeme yapma çağrısında bulunuyor.

Size çok daha iyi bir fikir: Üsleri kapatın ve ABD askerlerini ABD’ye geri gönderin.

Trump, Japonya’da 50 bin ve Kore’de yaklaşık 30 bin asker konuşlandırarak ABD’nin Japonya ve Kore’ye büyük hizmet sunduğunu ima ediyor. Ancak bu ülkelerin kendilerini savunmak için ABD’ye ihtiyacı yok.

Zenginler ve kesinlikle kendi savunmalarını sağlayabilirler. Çok daha önemlisi, diplomasi kuzeydoğu Asya’da barışı Amerikan askerlerinden çok daha etkili ve çok daha ucuza sağlayabilir.

ABD, sanki Japonya’nın Çin’e karşı savunulması gerekiyormuş gibi davranıyor. Bir bakalım. Son 1000 yıl boyunca, ki bu sürenin son 150 yılı hariç Çin bölgenin baskın gücüydü, Çin kaç kez Japonya’yı işgal etmeye kalkıştı? Eğer sıfır cevabını verdiyseniz, haklısınız. Çin tek bir kez bile Japonya’yı işgal etmeye teşebbüs etmedi.

İtiraz edebilirsiniz. Peki ya yaklaşık 750 yıl önceki 1274 ve 1281’deki iki girişime ne demeli? Moğolların 1271 ile 1368 yılları arasında geçici olarak Çin’i yönettiği dönemde, Japonya’yı işgal etmek için iki kez sefer filoları gönderdikleri ve her iki seferde de tayfunların (Japon efsanelerinde Kamikaze rüzgarları olarak bilinir) ve Japon kıyı savunmalarının birleşimiyle yenilgiye uğratıldıkları doğrudur.

Öte yandan Japonya, Çin’e saldırma veya işgal etme amaçlı birden fazla girişimde bulundu.

1592’de kibirli ve dengesiz Japon askeri lider Toyotomi Hideyoşi, Ming Çin’ini fethetme hedefiyle Kore’yi işgal başlattı. Çok ilerleyemedi, 1598’de Kore’yi bile boyunduruk altına alamadan öldü.

1894-1895’te Japonya, Çin-Japon savaşında Çin’i işgal edip yendi ve Tayvan’ı Japon kolonisi olarak aldı. 1931’de Japonya, kuzeydoğu Çin’i (Mançurya) işgal etti ve Mançukuo Japon kolonisini kurdu. 1937’de Japonya, Çin’i işgal ederek Pasifik bölgesinde İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı.

Bugün kimse Japonya’nın Çin’i işgal edeceğini düşünmüyor ve Çin’in Japonya’yı işgal edeceğine inanmak için hiçbir mantıklı sebep veya tarihsel emsal yok. Japonya’nın kendisini Çin’den korumak için ABD askeri üslerine ihtiyacı yok.

Aynı durum Çin ve Kore için de geçerli. Son 1000 yılda Çin, ABD’nin Çin’i tehdit ettiği tek durum dışında Kore’yi hiç işgal etmedi. Çin, 1950 sonlarında Kuzey Kore’nin yanında, Çin sınırına doğru kuzeye ilerleyen ABD birlikleriyle savaşmak için savaşa girdi.

O zamanlar ABD’li General Douglas MacArthur, pervasızca Çin’e atom bombalarıyla saldırmayı tavsiye etmişti. MacArthur ayrıca o dönemde Tayvan’da bulunan Çinli milliyetçi güçlerin Çin anakarasını işgal etmesini desteklemeyi de önermişti. Başkan Harry Truman, Tanrı’ya şükür, MacArthur’un tavsiyelerini reddetti.

Güney Kore’nin Kuzey Kore’ye karşı caydırıcılığa ihtiyacı olduğu kesin ama bu, Kuzey Kore’nin nükleer cephaneliğini ve askeri yığınağını azaltmak yerine defalarca körükleyen ABD’nin varlığından ziyade, Çin, Japonya, Rusya, Kuzey Kore ve Güney Kore’yi içeren bölgesel güvenlik sistemi aracılığıyla çok daha etkili ve inandırıcı bir şekilde sağlanabilir.

Savunma değil, güç gösterisi

Aslında Doğu Asya’daki Amerikan askeri üsleri Japonya veya Kore’nin savunması için değil, gerçekten ABD’nin güç gösterisi içindir. Bu, kaldırılmaları için daha da geçerli neden. ABD, Doğu Asya’daki üslerinin savunma amaçlı olduğunu iddia etse de, Çin ve Kuzey Kore tarafından anlaşılır şekilde doğrudan tehdit olarak görülüyorlar; örneğin, bir “baş kesme” (liderliği yok etme) saldırısı olasılığı yaratarak ve Çin ile Kuzey Kore’nin ABD provokasyonuna veya bir tür yanlış anlaşılmaya yanıt verme sürelerini tehlikeli şekilde kısaltarak…

Rusya, aynı haklı nedenlerle Ukrayna’daki NATO’ya şiddetle karşı çıktı. NATO, sık sık ABD destekli rejim değişikliği operasyonlarına müdahale etti ve füze sistemlerini tehlikeli şekilde Rusya’ya yakın yerleştirdi. Sahiden de, tıpkı Rusya’nın korktuğu gibi, NATO Ukrayna Savaşı’na aktif olarak katıldı; silahlar, strateji, istihbarat sağladı ve hatta Rusya’nın derinliklerindeki füze saldırıları için programlama ve takip bile yaptı.

Trump’ın şu anda Panama’da Hong Konglu şirkete ait iki küçük liman tesisine takıntılı olduğunu, Çin’in ABD güvenliğini tehdit ettiğini iddia ettiğini (!) ve tesislerin Amerikalı alıcıya satılmasını istediğini unutmayın. Öte yandan ABD, Çin’i iki küçük liman tesisiyle değil, Japonya, Güney Kore, Guam, Filipinler ve Hint Okyanusu’nda Çin’in uluslararası deniz yollarına yakın büyük ABD askeri üsleriyle çevreliyor.

Temel mütekabiliyet

Süper güçler için en iyi strateji, birbirlerinin alanlarından uzak durmaktır. Çin ve Rusya, en hafif tabirle, Batı Yarımküre’de askeri üsler açmamalı. Bunun en son denendiği zaman, Sovyetler Birliği’nin 1962’de Küba’ya nükleer silahlar yerleştirdiği zamandı ve dünya neredeyse nükleer yok oluşla sona eriyordu (Dünyanın nükleer kıyamete ne kadar yaklaştığına dair şok edici ayrıntılar için Martin Sherwin’in dikkate değer kitabı Gambling with Armageddon‘a göz atınız).

Ne Çin ne de Rusya, kendi mahallelerindeki ABD üsleriyle karşı karşıya kalmanın tüm provokasyonlarına rağmen, bugün bunu yapmaya en ufak eğilim göstermiyor.

Trump para tasarrufu yapmanın yollarını arıyor; ABD federal bütçesinin yılda 2 trilyon dolar (ABD GSYİH’sinin yüzde 6’sından fazla) kan kaybettiği göz önüne alındığında mükemmel fikir. ABD’nin denizaşırı askeri üslerini kapatmak, başlamak için mükemmel yer olur.

Trump, ikinci döneminin başında bile bu yöne işaret ediyor gibi görünmüştü, fakat Kongre’deki Cumhuriyetçiler askeri harcamalarda azalma değil, artış çağrısında bulundu. Ancak Amerika’nın yaklaşık 80 ülkedeki 750 kadar denizaşırı askeri üssü varken, bu üsleri kapatmanın, tasarrufu cebe indirmenin ve diplomasiye dönmenin tam zamanı.

Ev sahibi ülkeleri ne onlara ne de ABD’ye faydası olmayan şey için ödeme yapmaya zorlamak, hem ABD hem de ev sahibi ülkeler için büyük zaman, diplomasi ve kaynak israfı.

ABD, Çin, Rusya ve diğer güçlerle temel anlaşma yapmalı: “Siz askeri üslerinizi bizim mahallemizden uzak tutun, biz de bizimkileri sizinkinden uzak tutalım.”

Büyük güçler arasındaki temel mütekabiliyet, önümüzdeki on yılda trilyonlarca dolarlık askeri harcamadan tasarruf sağlayacak ve daha da önemlisi, Kıyamet Günü Saati’ni nükleer kıyamete 89 saniye kaladan geriye itecektir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

‘Rusya tehdidi’ ve Kuzey Avrupa’nın askerileşmesi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme, Kuzey Avrupa’da giderek derinleşen güvenlik kaygılarını ve NATO’nun bölgesel genişlemesini stratejik bir zaruret çerçevesinde ele alıyor. Finlandiya ve İsveç’in tarafsızlıktan kolektif savunma mimarisine geçişini, tarihsel hafızanın yeniden seferber edilmesi ve Rusya’ya atfedilen tehditkâr süreklilikle temellendiren bir anlatıya yaslanıyor. Ancak metin, bu dönüşümün jeopolitik sonuçlarını incelerken, Soğuk Savaş’tan miras kalan ve günümüzde yeniden üretildiği görülen güvenlikçi tahayyülleri sorgulamadan yeniden kuruyor. NATO’nun genişleyen sınırlarıyla birlikte Arktik coğrafyasının da Batılı güvenlik paradigmasına dahil edilişi, yalnızca askeri caydırıcılık değil, aynı zamanda doğal kaynaklara erişim ve ticaret yolları üzerinde kurulan yeni bir egemenlik dili olarak da okunabilir. Bu bağlamda metin, kuzeyin buzullarında donmuş görünen büyük güç rekabetinin, aslında derin jeoekonomik fay hatlarında ısınmakta olduğunu da ima ediyor; kimi zaman örtük, kimi zaman ise açık bir dille.


Kuzey Avrupa’nın Üzerinde Dolaşan Rus Tehdidi

Hugo Blewett-Mundy
The Arctic Institute
17 Nisan 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Kuzey Avrupa tarihsel olarak hep Rusya ile Batı dünyası arasında bir çatışma alanı oldu. Büyük Kuzey Savaşı’nda (1700-1721) Büyük Petro, Rusya’yı büyük bir güce dönüştürmek için İsveç İmparatorluğu hakimiyetine meydan okumuştu. Bugün ise bölge kendini bir kez daha Doğu-Batı çatışmasının merkezinde buluyor.

Uzun süredir tarafsızlığını koruyan Finlandiya ve İsveç, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya dönük geniş çaplı işgaline hızlı bir karşılık verdi. Rus yayılmacılığına ilişkin ortak tarihsel deneyim, bu iki İskandinav ülkesini, Moskova’nın Ukrayna’nın çok ötesine uzanabilecek uzun vadeli bir tehdit oluşturduğu sonucuna götürdü. NATO’ya katılmak, biraz da bu yüzden Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası düzeni zor yoluyla yeniden yazma çabasına karşı koymak için gerekli görüldü. Ve katılımlarının ardından her iki ülke de Avrupa-Atlantik güvenlik sağlayıcıları olarak rollerine daha da sıkı sarıldılar.

Finlandiya silahlı kuvvetleri, Avrupa’daki birçok muadilinin aksine, Soğuk Savaş’ın sona erdikten sonra da caydırıcılığa odaklanmaya devam etti. Bu durum, Finlandiya’nın NATO’nun kolektif güvenlik sisteminde merkezi bir rol oynamasına imkân tanıdı. Finlandiya Savunma Bakanı Antti Häkkänen, geçtiğimiz yıl olası bir savaş halinde Kuzey Avrupa’nın savunmasını üstlenmekle görevli yeni bir NATO kara komutanlığı kurdu.

İsveç de bir NATO üyesi olarak Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine önemli katkılar sundu. 2 milyar doların üzerinde savunma malzemesi ihraç ederek Avrupa’nın en büyük savunma sanayi üslerinden biri olma unvanını elde etti. Kuşkusuz İskandinav yarımadasındaki konumu da onu stratejik açıdan önemli kılmaya devam etti. Öyle ki İsveç Donanması’nın Baltık Denizi boyunca uzanan geniş kıyı hattındaki tehditlere ilişkin doğrudan bilgi elde edebiliyor olması, NATO’nun bölgeye yönelik deniz stratejisi geliştirmesini sağlıyordu.

Ancak belki de tüm bunlardan önemlisi, Finlandiya ve İsveç, NATO’ya geniş bir coğrafi erişim sunuyorlar. 2022-2024 yılları arasında İsveç Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Tobias Billström, NATO’nun İskandinavya’ya genişlemesinin, Kuzey Kutbu, Kuzey Atlantik ve Baltık bölgelerini birbirine bağlama etkisi yarattığını belirtmişti. Bu, uluslararası normlar ya da değerler yerine güç dengesi çerçevesinde düşünen bir Rusya ile yüzleşen NATO için hayati önem taşıyacaktır.

İster Çarlık döneminde, ister Sovyet döneminde, isterse de komünizm sonrası dönemde olsun, bazı sabit coğrafi gerçeklikler, Rusya’nın dış politikasını etkileyegelmiştir. Ural Dağları dışında çok az doğal sınırı olan Büyük Avrasya düzlüğünde Rusya, ulusal bekasını hep genişleme yoluyla sağlamaya çalışmıştır. Biraz tuhaf görünse de, Rusya’nın hissettiği bu içsel güvensizlik duygusu bugün bile ülkenin kendi kimliğine nüfuz etmektedir.

Sovyetler Birliği çözüldüğünde Rus liderliği, ülkelerini Doğu Avrupa’nın sınırlarına mahkum eden ABD liderliğindeki uluslararası düzeni kabul etmeyi reddetti. 1996’dan 1998’e kadar Rusya dışişleri bakanı olarak görev yapan Yevgeni Primakov, Mihail Gorbaçov’un Batı ile tutturduğu uzlaşmacı yaklaşımı terk ederek, Sovyet sonrası hakimiyet alanlarını savunmayı önceliklendirdi.

Primakov’un dış politika anlayışının etkisi, bugün Vladimir Putin yönetimindeki Rusya’da hala görülüyor. “Rusya’nın gelişimini güçlendiren elverişli dış ortam”, Putin’in 2012’de başlayan üçüncü döneminden bu yana Kremlin belgelerinin baskın teması olmuştur. Rusya için Kuzey Denizi’nin kontrolü bu jeopolitik hedefe ulaşmada kritik bir rol oynamaktadır.

Kuzey Denizi Rotası (NSR) –Barents Denizi’nden Bering Boğazı’na uzanan ticaret hattı– Moskova’ya Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Rus gazı ithalatındaki azalmanın ekonomik maliyetini dengeleme fırsatı sunuyor. Eylül 2024’te, Rusya’ya ait sıvılaştırılmış doğalgaz taşıyan bir LNG-2 tankeri, NSR üzerinden geçerek yaptırımları ilk kez bu yolla deldi. Güvenlik çıkarlarına gelince, Rusya NATO ile doğrudan bir çatışma çıkması halinde Barents ve Norveç Denizlerinde ve daha geniş anlamda Kuzey Atlantik’te seyrüsefer özgürlüğünü korumaya çalışıyor.

Bu doğrultuda Rusya, geniş ve giderek daha açık hale gelen kuzey sınırlarının savunmasına büyük bir dikkat gösteriyor. Nitekim son Rus dış politika belgesinde, Arktik bölgesi önemli bir stratejik alan olarak tanımlandı. Rusya’nın Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosu, Grönland-İzlanda-Birleşik Krallık hattında NATO’ya deniz erişimini engelleme kapasitesini göstermek için önemli tatbikatlar yaptı. Rusya, Ukrayna’da kayıplar vermeye devam ettikçe gücünü gösterebilmek için Arktik’te nükleer caydırıcılığa daha da fazla başvuracaktır.

Norveç, büyük güç rekabetinin ortaya çıkması ve Kuzey Kutbu’nda giderek artan yanlış hesaplama riskinden büyük endişe duymaya başladı. Norveç hükümeti geçtiğimiz yıl 83,281 kilometrelik kıyı şeridi boyunca harekât kabiliyetine ve durumsal farkındalığa öncelik veren uzun vadeli savunma planını açıkladı. Öneriler kapsamında Norveç, önümüzdeki on yıl içinde savunmaya 600 milyar Norveç kronu (yani 50,9 milyar Avro) harcayacağını açıkladı.

Diğer NATO müttefiklerinin de Norveç örneğinin izinden giderek Rusya’nın oluşturduğu uzun vadeli tehdide uygun, güvenilir bir savunma ve caydırıcılık duruşu inşa etmeleri gerekecektir. Her ne kadar 2022 Stratejik Konsepti Rusya’yı “en önemli ve doğrudan tehdit” olarak tanımlasa da, NATO’nun Rusya’nın sistemik tehdidine karşı hazırlıklı olup olmadığı net değil. Savunma harcamaları için belirlenen yüzde 2’lik asgari eşik, Moskova’nın NATO topraklarına saldırısını caydırmak için gereken “ileri savunma” yeteneklerini elde etmek için oldukça yetersiz görünmektedir.

NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, aralık ayında yaptığı uyarıda, NATO’nun Rusya ile “uzun vadeli bir çatışma” karşısında yetersiz kalabileceğini söylemişti. Rus ekonomisi savaş zamanı modunu açmış durumda, öyle ki 2025 yılı bütçesinin üçte biri savunmaya ayrıldı bile.

Moskova, NATO’nun 5. Maddesinin¹ inandırıcılığını test ettiğinin bir işareti olarak hibrit savaşa yöneldi. Finlandiya’ya göre Moskova, doğrudan askeri güç kullanılmayan [siber saldırılar, dezenformasyon, ekonomik baskı gibi] müdahale biçimlerinin artışından sorumlu. Bu kötü niyetli faaliyetler, oldukça karmaşık ve bir o kadar da kapsamlı: Sabotajdan göçün araçsallaştırılmasına ve Baltık Denizi’ndeki deniz seyrüsefer sistemlerine müdahaleye kadar uzanıyor.

Rusya-NATO ilişkilerindeki kopukluk, Moskova’nın jeopolitik hedeflerine ulaşmak için askeri hazırlıklarını sürdürdüğünü düşündüğümüzde, muhtemeldir ki öngörülebilir gelecekte de devam edecek. Bu yeni güvenlik durumunda, Kuzey Kutbu artık Avrupa-Atlantik alanından ayrı bir varlık olarak görülemez. NATO, Rusya’yı caydırma ihtiyacıyla Arktik’te barış ve istikrarı sürdürme gerekliliği arasında bir denge kurmanın yolunu bulmak zorundadır.


¹ NATO’nun 5. maddesi, bir üyeye yönelik silahlı saldırının tüm üyelere yapılmış sayılacağını belirtir. 5. madde, NATO’nun kolektif savunma ilkesini tanımlar; ancak bu ilke, siyasi koşullara ve ittifak içi güç dengelerine bağlı olarak uygulanabilirliği tartışmalı bir güvenlik vaadine dönüşebilmektedir. İttifak tarihinde sadece bir kez işletilmiştir, o da 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD için. (ç .n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English