Dünya Basını
FP: ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?

Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı operasyona yanıt olarak İsrail, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı hükümetlerin desteğini arkasına alan İsrail, tüm dünyanın gözü önünde her türlü insan haklarını ve savaş hukukunu çiğnemeye devam ediyor. Binlerce sivil Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılar devam ederken ABD’nin İsrail-Filistin politikasına yönelen eleştiriler de artıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, yaşanan savaşta Hamas’ın mı yoksa İsrail’in mi daha hatalı olduğunu tartışmanın diğer önemli hataları gizlediğine dikkat çekiyor. Stephen M. Walt’un kaleme aldığı ve Foreign Policy’de yayınlanan analizde bugünkü savaşın kökeni “ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılına” dayandırılıyor. ABD’nin dış politika hatalarının sorunu savaşa dönüştürdüğünü anlatan analize göre, Biden’ın dış politika ekibi “hem dünyanın hem de Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okuyorlar” ve krize buldukları çözüm “sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.”
***
Amerika, İsrail ve Filistin’in Son Savaşının Temel Sebebidir
ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?
Stephen M. Walt
İsrailliler ve Filistinliler ölenlerin yasını tutarken ve kayıplardan gelecek haberleri korkuyla beklerken, suçlayacak birini arama eğilimine karşı koymak pek çok kişi için imkânsız. İsrailliler ve destekçileri tüm suçu, İsrailli sivillere yönelik korkunç saldırıda doğrudan sorumluluğu tartışmasız olan Hamas’a yüklemek istiyor. Filistin davasına daha sempati duyanlar ise bu trajediyi onlarca yıllık işgalin ve İsrail’in Filistinli tebaasına yönelik sert ve uzun süreli muamelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyor.
Diğerleri ise suçlanacak çok şey olduğunda ısrar ediyor ve bir tarafı tamamen masum, diğer tarafı ise tek sorumlu olarak gören herkesin adil yargılama kapasitesini yitirdiğini söylüyor.
Kaçınılmaz olarak, hangi tarafın daha hatalı olduğunu tartışmak, Siyonist İsrailliler ve Filistinli Araplar arasındaki uzun süreli çatışmanın sadece genel hatlarıyla ilişkili olan diğer önemli nedenleri gizliyor. Ancak mevcut kriz sırasında bile bu diğer faktörleri gözden kaçırmamalıyız, çünkü etkileri mevcut çatışmalar durduktan çok sonra bile yankılanmaya devam edebilir.
Nedenlerin izini sürmeye nereden başlayacağımız doğal olarak keyfidir (Theodor Herzl’in 1896 tarihli kitabı Yahudi Devleti mi? 1917 Balfour Deklarasyonu mu? 1936 Arap isyanı mı? 1947 BM taksim planı mı? 1948 Arap-İsrail savaşı mı yoksa 1967 Altı Gün Savaşı mı?), ancak ben ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılından başlayacağım.
Bu geniş bağlamda, geçen iki haftada yaşanan trajik olaylara gelmemize yol açan en az beş kilit olay ya da unsur var.
Bunlardan ilki 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında gerçekleşen Madrid Barış Konferansı’dır. Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’in bölgesel güç dengesine oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıran ABD askeri gücünün ve diplomatik sanatının çarpıcı bir gösterisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşe yaklaşmasıyla birlikte ABD artık kontrolü eline almıştı. Dönemin Başkanı George H. W. Bush, Dışişleri Bakanı James Baker ve deneyimli bir Orta Doğu ekibi bu fırsatı değerlendirerek Ekim 1991’de İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve ortak bir Ürdün/Filistin delegasyonundan temsilcilerin yer aldığı bir barış konferansı topladı.
Konferans, nihai bir barış anlaşması bir yana, somut sonuçlar üretmemiş olsa da barışçıl bir bölgesel düzen inşa etmek için ciddi bir çabanın temelini atmıştır. Bush 1992’de yeniden seçilebilseydi ve ekibine çalışmalarına devam etme fırsatı verilseydi neler başarılabileceğini düşünmek heyecan verici.
Yine de Madrid, gelecekte yaşanacak pek çok sorunun tohumlarını eken vahim bir kusur da içeriyordu. İran konferansa davet edilmedi ve dışlanmasına “retçi” güçlerin katıldığı bir toplantı düzenleyerek ve daha önce görmezden geldiği Hamas ve İslami Cihad dahil Filistinli gruplara ulaşarak yanıt verdi. Trita Parsi’nin Treacherous Alliance (Hain İttifak) adlı kitabında gözlemlediği gibi, “İran kendisini büyük bir bölgesel güç olarak görüyor ve masada bir koltuk bekliyordu” çünkü Madrid “sadece İsrail-Filistin çatışması üzerine bir konferans olarak değil, yeni Orta Doğu düzeninin oluşturulmasında belirleyici bir an olarak görülüyordu.” Tahran’ın Madrid’e tepkisi ideolojik olmaktan ziyade stratejikti: ABD ve diğerlerine, çıkarları dikkate alınmadığı takdirde yeni bir bölgesel düzen yaratma çabalarını raydan çıkarabileceğini göstermeye çalıştı.
İntihar saldırıları ve diğer aşırılık yanlısı şiddet eylemleri Oslo Anlaşması müzakere sürecini sekteye uğrattı ve İsrail’in müzakere edilmiş bir çözüme olan desteğini zayıflattı. Zaman içinde, barışın sağlanması zorlaştıkça ve İran ile Batı arasındaki ilişkiler daha da kötüleştikçe, Hamas ile İran arasındaki bağlar daha da güçlendi.
İkinci kritik olay ise 11 Eylül 2001 terör saldırıları ile 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin bir araya gelmesiydi. Baasçı Irak, Filistin davasına çeşitli şekillerde destek vermiş olsa da Irak’ı işgal etme kararının İsrail-Filistin çatışmasıyla sadece dolaylı bir ilişkisi vardı. George W. Bush yönetimi, Saddam’ı devirmenin Irak’ın sözde kitle imha silahları tehdidini ortadan kaldıracağına, düşmanlara ABD’nin gücünü hatırlatacağına, terörizme daha sağlam bir darbe vuracağına ve tüm Ortadoğu’nun demokratik çizgide radikal dönüşümünün önünü açacağına inanıyordu.
Ne yazık ki elde ettikleri, Irak’ta maliyetli bir bataklık ve İran’ın stratejik konumunda çarpıcı bir iyileşme oldu. Körfez’deki güç dengesindeki bu değişim Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini endişelendirdi ve İran’dan gelen ortak tehdit algısı, bazı Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini değiştirmek de dahil bölgesel ilişkileri önemli oranda yeniden şekillendirmeye başladı. ABD öncülüğündeki “rejim değişikliği” korkusu da İran’ı gizli bir şekilde nükleer silah peşine düşmeye teşvik ederek uranyum zenginleştirme kapasitesinin sürekli artmasına ve ABD ile BM yaptırımlarının giderek sıkılaşmasına yol açtı.
Geriye dönüp baktığımızda, üçüncü kilit olayın dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) vazgeçmesi ve bunun yerine “azami baskı” politikasını benimsemesi olduğunu görüyoruz. Bu aptalca kararın birçok talihsiz etkisi oldu: KOEP’den çekilmek İran’ın nükleer programını yeniden başlatmasına ve gerçek silah kapasitesine çok daha fazla yaklaşmasına olanak sağladı ve maksimum baskı politikası İran’ın Basra Körfezi ve Suudi Arabistan’daki petrol sevkiyatlarına ve tesislerine saldırmasına yol açarak ABD’ye onları zorlama ya da devirme girişiminin bedelsiz ve risksiz olmadığını gösterdi.
Bekleneceği üzere, bu gelişmeler Suudilerin endişelerini artırdı ve kendi nükleer altyapılarını edinme konusundaki girişimlerini hızlandırdı. Ve realist teorinin öngördüğü gibi, İran’dan gelen tehdidin artığına dair algılar İsrail ile bazı Körfez ülkeleri arasında sessiz ama önemli güvenlik işbirliği biçimlerini teşvik etti.
Dördüncü gelişme, Trump’ın KOEP’den çekilme kararının bazı açılardan mantıksal bir uzantısı olan sözde İbrahim Anlaşmalarıydı. Amatör stratejist (ve Trump’ın damadı) Jared Kushner’in buluşu olan bu anlaşmalar İsrail ile Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan arasındaki ilişkileri normalleştiren bir dizi ikili anlaşmaydı. Eleştirmenler, anlaşmaların barış davasını ilerletmek için nispeten az şey yaptığını, çünkü katılan Arap hükümetlerinin hiçbirinin İsrail’e aktif olarak düşmanlık yapmadığını veya ona zarar verme kapasitesine sahip olmadığını belirtti. Diğerleri ise İsrail kontrolü altında yaşayan 7 milyon Filistinlinin kaderi çözülmediği sürece bölgesel barışın zor olacağı uyarısında bulundu.
Biden yönetimi de aynı yolda ilerlemeye devam etti. İsrail’in giderek aşırı sağcı hale gelen hükümetinin, son iki yılda Filistinlilerin ölümlerinde ve yerlerinden edilmelerinde artışa neden olan aşırılık yanlısı yerleşimcilerin şiddet eylemlerini desteklemesini durdurmak için anlamlı hiçbir adım atmadı. KOEP’ye derhal yeniden katılma yönündeki kampanya vaadini yerine getiremeyen Biden ve ekibi, asıl çabalarını Suudi Arabistan’ı, bir tür ABD güvenlik garantisi ve belki de ileri nükleer teknolojiye erişim karşılığında İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye ikna etmeye odakladı.
Ancak bu çabanın motivasyonunun İsrail-Filistin ile pek ilgisi yoktu ve daha çok Suudi Arabistan’ın Çin’e yaklaşmasını engellemeyi amaçlıyordu. Suudi Arabistan’a güvenlik taahhüdünü normalleşmeyle ilişkilendirmek, öncelikle ABD kongresinin Riyad’la tatlı bir anlaşmaya yönelik isteksizliğini aşmanın bir yoluydu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve kabinesi gibi ABD’li üst düzey yetkililer de Filistinli grupların bu süreci rayından çıkaracak ya da yavaşlatacak veya dikkatleri yeniden kendi kötü durumlarına çekecek hiçbir şey yapamayacaklarını varsaymış görünüyorlar.
Ne yazık ki, söylentilere konu olan anlaşma Hamas’a bu varsayımın ne kadar yanlış olduğunu göstermek için güçlü bir teşvik sağladı. Bu gerçeği kabul etmek hiçbir şekilde Hamas’ın yaptıklarını ve özellikle de saldırıların kasıtlı vahşetini haklı çıkarmaz; sadece Hamas’ın bir şeyler yapma kararının ve özellikle de zamanlamasının, önemli ölçüde başka kaygılar tarafından yönlendirilen bölgesel gelişmelere bir yanıt olduğunu kabul etmektir.
Son köşe yazımda da belirttiğim gibi, beşinci faktör tek bir olaydan ziyade ABD’nin sözde barış sürecini başarılı bir sonuca ulaştırma konusundaki süregelen başarısızlığıdır. Washington, Oslo Anlaşmalarından bu yana (adından da anlaşılacağı üzere Norveç’in arabuluculuğuyla gerçekleşmişti) barış sürecinin yönetimini tekeline almıştı ve yıllar boyunca gösterdiği çeşitli çabalar sonuçta hiçbir yere varmadı. Eski ABD Başkanları Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama, sözde tek kutuplu dönemini yaşayan dünyanın en güçlü ülkesi ABD’nin iki devletli çözüme ulaşmaya kararlı olduğunu defalarca ilan ettiler, ancak bu sonuç artık her zamankinden daha uzak ve muhtemelen imkânsız.
Bu arka plan unsurları önemli, çünkü gelecekteki küresel düzenin doğası tartışmaya açık ve birkaç etkili devlet, ABD’nin on yıllardır savunduğu zaman zaman liberal ve tutarsız bir şekilde takip edilen “kurallara dayalı düzene” meydan okuyor. Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, İran ve diğerleri açıkça gücün daha eşit paylaşıldığı çok kutuplu bir düzen çağrısında bulunuyor. ABD’nin artık sözde vazgeçilmez güç olarak hareket etmediği, başkalarının kendi kurallarına uymasını beklerken, kendisine uymadığında bu kuralları göz ardı etme hakkını saklı tuttuğu bir dünya görmek istemiyorlar.
Ne yazık ki ABD için, az önce anlattığım beş olay ve bunların bölge üzerindeki etkileri (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta işaret etmekte gecikmediği gibi) revizyonist pozisyon için güçlü bir cephane sağlıyor. “Sadece Orta Doğu’ya bakın” diyebilirler: “Amerika Birleşik Devletleri otuz yılı aşkın bir süredir bölgeyi tek başına yönetiyor ve ‘liderliği’ ne getirdi? Irak, Suriye, Sudan ve Yemen’de yıkıcı savaşlar görüyoruz. Lübnan yaşam destek ünitesine bağlı, Libya’da anarşi var ve Mısır çöküşe doğru sürükleniyor. Terörist gruplar şekil değiştirip mutasyona uğrayarak birçok kıtada korku saçıyor ve İran nükleer bombaya yaklaşmaya devam ediyor. İsrail için güvenlik yok, Filistinliler için de ne güvenlik ne de adalet var. Washington’un her şeyi yönetmesine izin verirseniz olacağı budur, dostlarım. Niyetleri ne olursa olsun, ABD liderleri kendileri için bile olumlu sonuçlar doğuracak bilgelik ve tarafsızlıktan yoksun olduklarını bize defalarca gösterdiler.”
Çinli bir yetkilinin şunu ekleyeceği kolayca hayal edilebilir: “Bölgedeki herkesle iyi ilişkilerimiz olduğunu ve buradaki tek hayati çıkarımızın enerjiye güvenilir erişim olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle bölgenin sakin ve barışçıl kalması konusunda kararlıyız ve geçen yıl İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkilerini yeniden kurmalarına yardımcı olduk. ABD’nin oradaki rolünün azalması ve bizim rolümüzün artmasının dünyanın yararına olacağı açık değil mi?”
Eğer böyle bir mesajın Atlantik ötesi toplumun müreffeh sınırları dışında yankı bulmayacağını düşünüyorsanız, o zaman dikkatinizi vermemişsiniz demektir. Ve eğer yükselen Çin’in yarattığı sorunla başa çıkmanın en önemli öncelik olduğunu düşünen biriyseniz, ABD’nin geçmişte yaptıklarının mevcut krize nasıl katkıda bulunduğunu ve geçmişin gölgesinin gelecekte ABD’nin dünyadaki konumunu nasıl zayıflatmaya devam edeceğini düşünmek isteyebilirsiniz.
Geçen hafta boyunca Biden ve dış politika ekibi en iyi yaptıkları şeyi, yani en azından kısmen kendi yarattıkları bir krizi yönetmeyi başardılar. Hasarı sınırlandırmak, çatışmanın yayılmasını önlemek, iç siyasi yansımaları kontrol altına almak ve (umarım olur) şiddeti sona erdirmek için fazla mesai yapıyorlar. Hepimiz çabalarının başarılı olmasını ummalıyız.
Ancak bir yıldan daha uzun bir süre önce belirttiğim gibi, yönetimin dış politika ekibi, dünya siyasetinin kurumsal mimarisinin giderek daha fazla sorun olduğu ve yeni planlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, mimarlar değil, yetenekli mekanikçiler olarak görülüyor. Kısa vadeli sorunları çözmek için ABD gücünün araçlarını ve hükümet mekanizmasını kullanmakta ustalar, ancak çeşitli Orta Doğulu müşterilerini nasıl ele aldıkları da dahil Amerika’nın küresel rolüne ilişkin modası geçmiş bir vizyona takılıp kalmış durumdalar. Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okudukları açık ve bugün yara bandı uygulamak- enerji ve beceriyle yapılsa bile- altta yatan yaraları tedavi edilmeden kapatacak.
Eğer Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın şu anki bakanlıklarının nihai sonucu sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, korkarım ki dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.
Dünya Basını
Siyonist yerleşimlerde Filistinli emeği

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Filistin proletaryasının zorunlu emek göçü örneğinden hareketle, Siyonist yerleşimci sömürgecilik ile kapitalist birikim süreçlerinin nasıl tarihsel olarak iç içe geçtiğini kavramsal bir çözümlemeyle ortaya koyuyor. Filistin’in, özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi gibi işgal altındaki bölgelerinde yaşanan sosyoekonomik dönüşümleri “kalkınmasızlaştırma” ve bağımlılık kuramı çerçevesinde ele alan metin, bu yaklaşımları tarihsel maddeci bir perspektifle yeniden değerlendirerek güncelliyor. Yerli emeğin hem üretici güçlerin bastırılması yoluyla hem de değer yasasının işgal rejimi tarafından keyfi şekilde işletilmesiyle nasıl metalaştırıldığını analiz eden yazar, “atıklaştırma” ve “yoğunlaşmış emperyalizm” kavramları aracılığıyla bu süreçleri küresel düzeydeki artı-değer üretimiyle ilişkilendiriyor. Emek gücünün sistematik olarak değersizleştirilmesi, yalnızca Filistin’in özgül tarihine değil, aynı zamanda çağdaş kapitalist-emperyalist formasyonların doğasına ilişkin daha geniş bir sorgulamaya da kapı aralamakta. Bu yönüyle, metni yalnızca bir bölgesel sömürgecilik eleştirisi değil, sermayenin dünya ölçeğindeki tahakküm biçimlerine dair kavramsal bir müdahale olarak okumak gerek. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Yerleşimlerde Filistinli Emeği: Yaşamın Atıklaştırılması ve Atığın Biriktirilmesi
Ameed Faleh
Al Akhbar
6 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal
“İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında bağımsız, ondan başka bir şey olarak var olduğu, karşısına dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.”¹
Karl Marx, 1844 El Yazmaları
Mülksüzleştirilmiş, yerinden edilmiş ve disipline edilmiş Filistinli işçiler, kapitalizm ile yerleşimci sömürgeciliğin tüm bir insan yaşamını “atık” hâline getirerek nasıl birikim sağladığının en aleni örneklerinden birini oluşturuyor. Kullanılma, bir kenara atılma ve “atık” haline gelme şeklindeki döngüde çevrilir; İsrail işgalciliği tarafından emilir, sömürülür ve sonra bir kenara atılırlar. Ali Kadri’nin 1948’de işgal edilen topraklardaki İsrail yerleşimlerine yönelik Filistinli emek göçü analizinden hareketle, yerleşimci sömürgeciliğin mantığını, işçileri nasıl boyunduruk altına aldığını ve onları sokağa çıkma yasakları, halı bombardımanları ve sosyal mühendislik mekanizmaları aracılığıyla nasıl “atıklaştırdığını” incelemek mümkün.
Batı Şeria’nın Siyasal İktisadı
Filistinli zorunlu emek göçünü daha iyi kavramak için, bu olguyu 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların –özellikle Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin– politik ekonomisi bağlamına oturtmak önem arz ediyor. Bu bağlamı aydınlatacak iki kuramsal çerçeve var: Bağımlılık teorisi ve “kalkınmasızlaştırma” [de-development] kavramı.
Bağımlılık kuramı, başta Latin Amerika’nın politik ekonomisini analiz etmek üzere geliştirilmiş, daha sonra Asya ve Afrika’daki farklı sosyoekonomik bağlamlara merkez-çevre perspektifiyle uyarlanmıştır. Merkez, üretken kapasiteye, ideolojik hegemonyaya ve çevreden hammadde çekebilme yönünde jeopolitik bir üstünlüğe sahip. Bu ticaret döngüsü, merkezin nihai ürünleri çevre pazarlarına sunmasıyla yeniden yeniden sağlanır. Çevrenin payına ise, merkez tarafından dayatılan ticaret açığı ve üretken ataletten oluşan döngüye hapsolmak düşer.
Ancak Sara Roy, bu kurama dair önemli bir eleştiri ortaya atıyor: Ona göre bağımlılık kuramı, üretim ilişkilerini göz ardı ederek ticareti aşırı vurgular ve “hâkim bir ekonomi ile ona tabi olan ekonomi arasındaki yapısal ilişkiyi aydınlatır ve ikincisinin, birincisinin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde nasıl sömürüldüğünü” ortaya koyar. Yine, azgelişmişliğin üretim ilişkilerinden ziyade ticaret ilişkileri tarafından şekillendirildiğini de gösterir. Azgelişmişliğin itici gücü, çevre ekonomilerindeki üretim modellerinden ziyade piyasaların ve ticaretin sonuçlarıdır. Roy’un eleştirisi, bu teorinin meta ile onun üretim süreçleri arasındaki bağı kopardığı savına dayanır.
Ne var ki Arghiri Emmanuel’in, “eşitsiz değişim” üzerine yazılarına –ki bağımlılık teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir– şöyle bir bakılacak olursa, onun merkez-çevre arasındaki ücret farklılıklarının eşitsiz ticaret ilişkilerini nasıl şekillendirdiğine dikkat çektiği fark edilir. Bu, Emmanuel’in ticaret ilişkilerini ciddiye almadığı anlamına gelmez; ancak yine de, merkez ve çevredeki gelişim süreçlerini analizinin merkezine koyduğunu gösterir. Neticede ticaret, üretim araçlarının varlığı ya da yokluğundan kaynaklanır.
Yine de her iki yaklaşım da işgal altındaki Filistin’deki ekonomik hayatın genel hatlarını açıklamak için iyi bir çerçeve sunabilir. Bağımlılık kuramı savunucuları, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin düşük üretim kapasitesine ve İsrail ile olan ekonomik bağlarına bakarak bu teorinin Filistin bağlamında geçerli olduğunu ileri sürecektir. “Kalkınmasızlaştırma” yaklaşımı takipçileri ise, Oslo öncesi ve sonrası dönemde tarım ile küçük ve orta ölçekli sanayinin aşınmasını, İsrail’in Filistin topraklarını işgal politikasının bir parçası olarak ele alacaktır. Ayrıca, Filistinlilerin İsrail’e “ekonomik entegrasyonu”nu, yani Filistinlilerin en alt işlere sürülmesini ve ucuz işgücüyle yerel üretim kapasitesini baltalamasını sistemsel bir sorun olarak teşhir edecektir.
Batı Şeria ve Gazze’nin kurumsal yapısının çözülmesi de “kalkınmasızlaştırma” ile bağlantılıdır; bu süreç genellikle Filistinli sosyoekonomik kurumları, yerel karar alma mekanizmalarını ve benzer yapıları zayıflatır. “Kalkınmasızlaştırma”, işgali, yerli kalkınma stratejilerini baltalamaya dönük bir süreç olarak değerlendirir; bu süreç, sömürgeci dayatmalarla emek ve ticaret piyasalarında yaratılan dengesizlikler aracılığıyla işler; özellikle de Filistin tarımı ve küçük ölçekli sanayisinin aşındırılması yoluyla. Ki bu dengesizlikler, doğrudan İsrail’in lehine ve elbette Filistinlilerin aleyhine olacak şekilde yapılandırılmıştır.
Batı Şeria’nın 1974-1989 dönemindeki GSYİH sektörel dağılımına bakıldığında, “kalkınmasızlaştırma” ve yerleşimci sömürgecilik yoluyla kaynakların eşitsiz değişiminin yaşandığı bir gerçeklik görülecektir: Çiftçiler, İsrail yerleşimlerinde işçi hâline gelmişlerdir. Batı Şeria’nın sektörel bileşimi hizmet sektörünün şişmesiyle karakterize edilir; tarım ve sanayi artık arka planda kalmıştır, her ne kadar 1980’lerden itibaren marjinal artışlar olsa da…. Bu GSYİH analizini, zorunlu emek göçünden ziyade Batı Şeria’daki Filistinlilere dayatılan yerleşimci-sömürgeci diktanın ve Filistin yönetiminin Oslo sonrası kalkınma çerçevesinin bir sonucu olarak okumak gerekir elbette.
7 Ekim öncesi veriler, Batı Şeria’dan İsrail yerleşimlerine (hem Yeşil Hat içi hem dışı) emek akışında kayda değer bir artışa işaret ediyor. Bu artışın, bağımlılık ve “kalkınmasızlaştırma” süreçlerine katkıda bulunduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, yukarıda sayılan faktörler ve 1967’den beri İsrail-Filistin toprakları arasında sürekli artan ticaret açıkları göz önüne alındığında, Sara Roy’un bağımlılık kuramına yönelttiği eleştiriler, işgal altındaki toprakların politik ekonomisini açıklama bağlamında geçersiz kalır.
Yerleşimci Sömürgeciliğin Bir Dayanağı Olarak Zorunlu Emek Göçü
Yukarıda sunulan göstergeler, Batı Şeria ve Gazze’de emek gücünün yalnızca verimsiz ve sınırlı sektörlerde varlık bulabildiği bir “bozulmuş” kalkınma modeline işaret eder. Öyle ki, üretken kapasitenin aşındırılması, İsrail’in özünde taşıdığı yerleşimci sömürgecilik süreçlerinin (toprağa el koyma, yoksullaştırma, kuşatma ve Filistin özerkliğine dönük sistematik erozyon) doğrudan bir sonucudur.
Bu bağlamda, Ali Kadri Filistin’deki zorunlu emek göçünün “yerleşimci sömürgecilik pratiğinde değer yasasının çarpıcı bir tezahürü” olduğunu kaydeder; bunu, Filistinlilerin “ucuz” işgücü olmasından ziyade, yerleşimci sömürgeci formasyonların genel geçer bir kuralı olarak kavrar. Oslo sürecinde İsrail, idari kontrolü Filistin Yönetimi’ne devretmiş, ancak emeğin yeniden üretimini üstlenmekten kaçınmıştır. Yani, sadece asgari koşullar sağlanmıştır; bu şekilde, emeğin yeniden üretiminden kaynaklanan değer harcamalar asgariye indirilerek soykırımsal pratiklerin sahneye çıkması sağlanmıştır.
Batı Şeria’da yabancılaşma çarpıcı bir biçimde tezahür eder: Filistinli işçiler, topraklarına el koyan yerleşimleri inşa ederler. Burada, Marx’ın o ünlü sözü somut bir gerçekliğe bürünmektedir. Gazze’de ise, kalori hesabı ve mahallelerin yerle bir edilmesi, Gazzelilerin “artık emek” olarak -yani sosyal atık olarak- değerlendirilmesinden kaynaklanır. İsrail onların emek gücüne ihtiyaç duymaz; hatta Gazze coğrafyasını yerleşimci sömürgeciliğin mevcudiyetini tehdit eden düşman bir arazi olarak görür.
Buna karşılık, Batı Şeria benzer sömürgeci şiddet biçimlerine maruz kalmaz, çünkü buradaki Filistinliler 7 Ekim sonrası kısıtlamalara rağmen İsrail ekonomisinin önemli bir dayanağı olmaya devam etmektedir. Bugün çok sayıda Filistinli işçi, 1948 topraklarındaki yerleşimler yerine Batı Şeria’daki yerleşimlerde çalışıyorlar. Bu kayma, İsrail’in çelişkili ihtiyaçlarını uzlaştırmasına olanak tanır: Bir yandan Filistinli emeğini sömürürken, bir yandan üretken emek gücünü “atık” hâline getirme arzusunu sürdürebilmektedir. Kadri’nin altını çizdiği gibi, bir “atık işçi ordusu” yoksullaştırılabilir, hatta çadırlarda yakılabilir, çünkü değerin azaltılması en üstün önceliktir.
Tam da bu nedenle Kadri, zorunlu emek göçünün militarizmle ve İsrail’in “yoğunlaşmış sermaye olarak emperyalizmin maddi tezahürü” olmasıyla doğrudan ilişkili olduğunu vurgular. “Atık” ve bu atığın nasıl tanımlanacağı, siyonist-emperyalizm tarafından belirlenir: Yani Filistinlilerin bombalanıp bombalanmayacağı, yavaş yavaş mı aç bırakılacakları, yoksa Batı Şeria, Kudüs ve Yeşil Hat içinde olduğu gibi İsrail’in insafına mı terk edilecekleri bu şekilde karara bağlanır.
Bir İsyan Bastırma Aygıtı Olarak İzin Sistemi
Zorunlu emek göçünün bir isyan bastırma aygıtı olarak işlev gördüğü durumda, Filistin’deki izin sistemi “makul” bir geçim standardının hakemliğini yapar. İsrail bu sistemi, Batı Şeria’daki direnişi bastırmak için maddi ve ideolojik bir tahakküm aracı olarak kullanır: Bir direnişçinin eylemleri nedeniyle tüm ailenin veya köyün izinleri iptal edilir veya reddedilir. Böylece, kendisine yönelen en küçük bir direnişi bile, teknokratik bir şekilde, halkın geçim kaynaklarını ellerinden alarak kontrol altına alır.
Bu durum 7 Ekim’den sonra daha da belirginleşmiştir. Güvenlik endişeleri öne sürülerek toplu halde işten çıkarılan işçiler, Batı Şeria kentlerinde sandviç tezgâhları açmak zorunda kaldılar, ki bu, üretken olmayan emek konumuna itildiklerini gösterir. İsrail, bu yöntemle sömürgeleştirilmişlerin kolektif varlığına zararlı olarak göstererek, kendisine yönelen direnişin meşruiyetini zedeler. Bombardımanlar, baskınlar ve izin uygulamaları, sömürgeleştirilmiş halka “statükoyla oyun oynamaz”ı dayatarak, boyun eğmeye zorlar.
İsrail’i “yoğunlaşmış emperyalizm” olarak kavramak, “sosyal atık” kavramının önemini ve Filistin’in, dünyadaki pek çok mücadele dinamiğinin bir mikrokozmosu olduğunu anlamada anahtar olabilir. Yoksullaştırma, soykırım, sömürgeleştirme ve isyan bastırma süreçleri Filistin’i yalnızca emperyalizmin bir laboratuvarı yapmaz; aynı zamanda, küresel kapitalizmi ayakta tutan ve doğası gereği ölümle ve militarizmle örülü olan küresel değer zincirinin de hayati bir halkası hâline getirir.
¹ Bu alıntı, Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları başlıklı metninin Murat Belge tarafından yapılan Türkçe çevirisinden alınmıştır. Bkz. Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2013) s. 76. (ç.n)
Dünya Basını
National Interest: NATO yardımı Ukrayna’nın askeri olarak geri kalmasına yol açtı

Ukrayna, Soğuk Savaş döneminden kalma Sovyet S-200 hava savunma füzelerini şaşırtıcı bir şekilde Rusya’ya karşı etkili karadan karaya saldırı silahlarına dönüştürdü. The National Interest‘te Kıdemli Ulusal Güvenlik Editörü ve Popular Mechanics‘te yazar olup, jeopolitik konularda çeşitli devlet kurumları ve özel kuruluşlarla düzenli olarak danışmanlık yapan Brandon J. Weichert, David Axe’in gözlemlerine dayanarak, bu durumun modern silah beklentilerini sorgulattığını ve Ukrayna’nın kendi askeri stratejilerini geliştirmesinin NATO’nun Batı tarzı modernizasyonuna kıyasla daha faydalı olabileceğini öne sürüyor.
Ukrayna, antika Sovyet S-200 füze bataryalarını canavara dönüştürdü
Brandon J. Weichert
Eski Sovyet S-200 (NATO kodu SA-5 “Gammon”) şaşırtıcı bir şekilde yeniden gündemde. Efsanevi savaş muhabiri David Axe, yeni Substack yayını Trench Art‘ta, Sovyetler Birliği tarafından Soğuk Savaş sırasında geliştirilen bu uzun menzilli, yüksek irtifa karadan havaya füze (SAM) sisteminin Ukrayna tarafından Rusya’ya karşı ne kadar etkili kullanıldığına dair çarpıcı hikayeler paylaştı.
Antika silahlar hâlâ işe yarıyor!
David Axe’e göre, “İlk teyit edilen S-200 saldırısı, 9 Temmuz 2023 civarında Bryansk Oblastı’nda bir sanayi tesisini havaya uçurmuş olabilir. Bundan 17 gün sonra gerçekleşen ikinci teyitli saldırı ise 5V28 füzesinin, Rusya’nın Karadeniz kıyısında, Ukrayna sınırına 20 mil (yaklaşık 32 kilometre) ve cephe hattına yüz mil (yaklaşık 160 kilometre) uzaklıktaki Taganrog şehrine düşmesiyle sonuçlandı.”
Burada gözlemciler, Ukrayna Savaşı’nın silahlara dair beklentileri nasıl yeniden şekillendirdiğine dair harika örnekle karşılaşıyor. S-200, modern standartlara göre bir fosil sayılır. Aynı zamanda devasa bir sistem; 5P72V sabit bataryasından fırlattığı 5V28 füzesi sekiz ton ağırlığında ve tam 500 pound (yaklaşık 227 kilogram) savaş başlığı taşıyabiliyor. Ancak altın çağını 1960’larda yaşadı.
Ancak bu sistem Ukraynalılar tarafından iyi bilindiği ve tedarik zinciri büyük ölçüde yerli olduğu için, NATO tarafından sağlanan pek çok yeni benzer silahtan muhtemelen çok daha faydalı oldu.
Ukrayna’nın saygıdeğer S-200 füze bataryaları güçlü etki yaratıyor
1950’ler ve 60’larda, Sovyet tasarım bürosu Almaz-Antey (o zamanki adıyla KB-1), Sovyet toprak bütünlüğünü tehdit eden NATO’nun giderek artan uzun menzilli bombardıman uçaklarını imha etme amacıyla kuruldu. Aslında S-200, B-52 Stratofortress avcısı olarak tasarlanmıştı. S-200, bu tür devasa hedefleri Sovyetlerin daha önce kullandığı eski S-75 SAM sistemlerinden daha uzun menzillerde ve daha yüksek irtifalarda engellemek için geliştirildi.
S-200, mobilite veya hızlı konuşlandırma için tasarlanmamıştı. Sovyetler bunu, sabit yüksek değerli hedefleri savunmak için statik veya yarı statik sistem olarak tasarladı. Bu büyük ve karmaşık sistem; füze bataryası, çoklu fırlatıcılar, hedef tespiti ve takibi için radar sistemleri ve komuta-kontrol altyapısı dahil olmak üzere birçok kilit bileşenden oluşuyordu.
Sistemin ana füzesi olan V-880 (veya sonraki versiyonlarda 5V21), katı yakıtlı itici ve sıvı yakıtlı seyir roketine sahip iki aşamalı füze. Varyantına bağlı olarak, yaklaşık 93 ila 186 mil (yaklaşık 150 ila 300 kilometre) menzildeki hedeflere angaje olabiliyor, bu da onu kendi döneminin en uzun menzilli SAM sistemlerinden biri yapıyor. Dahası, sistem 131 bin fit (yaklaşık 40 bin metre) irtifaya kadar hedefleri engelleyebiliyor ki bu da o zaman veya o zamandan beri gökyüzündeki herhangi hava aracını vurmak için yeterli. Ayrıca, S-200 füzesi Mach 4 hıza ulaşarak hızlı hareket eden hedeflerin süratle engellenmesini sağlıyor. 500 poundluk (yaklaşık 227 kilogram) yüksek patlayıcılı parçacıklı savaş başlığı ve hava hedeflerine karşı ölümcüllüğü en üst düzeye çıkarmak için yakınlık tapası, bu sistemin ölümcül görevini yerine getiriyor.
Başlangıçta S-200, hedef aydınlatması için 5N62 (Square Pair) gibi kara tabanlı radarlara dayanan yarı aktif radar güdüm sistemi kullanıyordu. Sistemin atış kontrol radarı hassas takip sağlarken, P-14 (Tall King) gibi erken uyarı radarları hedef tespitini destekliyordu.
Ukrayna’nın S-200’ü dahice yeniden kullanması
David Axe, “Yeniden canlandırılan Ukrayna S-200’lerinin karadan karaya rolündeki makul derecede iyi isabet oranı göz önüne alındığında, Kiev mühendislerinin daha iyi arayıcı başlık takmış olma ihtimali yüksek,” diye spekülasyon yapıyor.
S-200, genellikle altı tek raylı fırlatıcı, komuta merkezi ve ilgili radarlardan oluşan bataryalar hâlinde konuşlandırılıyordu. Statik yapısı ve büyük radar izi onu düşman hava savunmalarının bastırılması (SEAD) operasyonlarına karşı savunmasız kılıyordu, ancak daha uzun menzili, tehditler savunulan alanlara yaklaşmadan önce onlarla çatışmaya girmesine olanak tanıyordu.
Ukrayna’nın bu sistemleri güvenilir şekilde konuşlandırması ve bunlarla Rusya’ya önemli zararlar vermesi, çatışma için yerlileşmenin önemi kadar yenilikçilik derecesini de gösteriyor. Bu durum, Ukrayna’nın hazır bileşenlerden oluşan ucuz insansız hava araçlarını etkili şekilde kullanmasında da görülebilir; bu da Rusya’nın topçudaki büyük avantajına karşı dengeyi korumasına yardımcı oluyor.
Gerçekten de, eğer Ukrayna en başından itibaren yabancı sistemlere bel bağlamak yerine kendi sistemlerini korumaya teşvik edilseydi, mevcut durumu bu kadar hassas olmayabilirdi. Sonuçta Faysal’ın ordusu Akabe’yi nasıl aldı? Çünkü zafere giden yolda eski Bedevi usullerini izlediler.
NATO, Ukrayna’yı aynı teknolojik donanımlara bağımlı minyatür Avrupa tarzı ordu olmaya zorlayarak ona kötülük yaptı. Ukrayna kendi hâline bırakılsaydı, hem ülkeleri hem de silahlı kuvvetlerinin durumu için en iyi yolu kendileri bulurlardı.
Dünya Basını
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü

Editörün notu: Harvard Kennedy School Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü, Uluslararası Ekonomi Birliği Eski Başkanı ve yakında çıkacak olan Parçalanmış Dünyada Paylaşılan Refah: Orta Sınıf, Küresel Yoksullar ve İklimimiz İçin Yeni Ekonomi kitabının yazarı olan Dani Rodrik, Adam Smith’in serbest ticaretçi görüşleriyle karşılaştırarak merkantilizmi, özellikle de Donald Trump’ın yorumunu ele alıyor. Rodrik, iktisatçıların sıkça eleştirdiği merkantilizmin, tarihsel süreçte bazı ülkeler tarafından kalkınma stratejilerinin parçası olarak başarıyla kullanıldığı ve tamamen yanlış bir yaklaşım olmadığını savunuyor. Smithçi (tüketim odaklı) ve merkantilist (üretim ve istihdam odaklı) görüşler arasındaki temel farkları vurgulayan Rodrik, kamu-özel işbirliğinin potansiyel faydalarına dikkat çekiyor. Ancak Rodrik, Trump’ın merkantilizm anlayışının, stratejik gelişim yerine kayırmacılık gibi en kötü unsurları barındırdığı için kusurlu olduğuna işaret ediyor.
Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü
Dani Rodrik
Gelecek yıl iktisatçılar Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinin yayımlanmasının 250. yıl dönümünü kutlarken, ABD Başkanı Donald Trump’ın merkantilizmi bu kutlamalara pek de uymayan bir manzara sunacak. Ne de olsa Trump’ın ikili ticaret dengelerine olan takıntısı, ithalat tarifelerini yüceltmesi ve uluslararası ticarete sıfır toplamlı yaklaşımı, Smith’in öğretilerine meydan okuyarak en kötü merkantilist uygulamaları yeniden canlandırdı.
İktisatçılar, Trump’ın ticaret politikalarını yermekte haklılar. ABD’nin ticaret açığının temel nedeni diğer ülkelerin haksız ticaret uygulamaları değil ve ikili ticaret dengesizliklerini hedef almak düpedüz saçmalık. Ticaret açığı, ABD imalat sanayisindeki düşüşe katkıda bulunmuş olsa da bu, kesinlikle en önemli faktör değil. Ayrıca, bu durum Amerikalı tüketicilerin ve yatırımcıların ucuza borçlanmasını sağlıyor ki bu, çoğu ülkenin sahip olmak isteyeceği bir ayrıcalık.
Esasen merkantilizm, iktisatçıların düşündüğü kadar hiçbir zaman ölmediği gibi, onların iddia ettiği kadar da yanlış bir yaklaşım olmak zorunda değil. Smith’in takipçileri sayesinde laissez-faire ve serbest ticaret genelde önde gelen ülkelerde rağbet görse de öncü ekonomileri yakalamaya çalışan diğerleri tipik olarak karma bir strateji benimsedi.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Alexander Hamilton ve Almanya’da Friedrich List, Smithçi fikirleri açıkça reddederek yeni gelişen sanayilerini büyütmek için ithalat korumacılığını savundular. Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch ve “bağımlılık okulunun” diğer düşünürleri, gelişmekte olan ülkelerin imalat sanayilerini ithalat rekabetinden koruması gerektiğini düşünüyordu ve Brezilya, Meksika ve Türkiye gibi onların tavsiyelerine uyan bazı ülkeler on yıllarca süren hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Benzer şekilde, Doğu Asya hükümetleri, ihracatı ve özel teşebbüsü kullanarak, ancak genellikle korumacı duvarların ardında, merkantilist ve Smithçi yaklaşımların bir karışımını izledi. Sonuç, birçoklarının ekonomik mucize olarak gördüğü şeydi. Bu karar mercilerinin pek azı kendilerini açıkça merkantilizmle ilişkilendirse de benimsedikleri “kalkınmacılık” anlayışı, merkantilizmin pek çok özelliğini paylaşıyordu.
Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki temel fark, tüketim ve üretime nasıl yaklaşıldığından kaynaklanır. Modern iktisat, ekonomik faaliyetin nihai amacı olarak tüketime odaklanma konusunda Smith’i örnek alır. Smith, merkantilistlere karşı çıkarak, “Tüketim, tüm üretimin yegâne nihai amacıdır,” demiş ve “Üreticinin çıkarı, ancak tüketicinin çıkarını desteklemek için gerekli olduğu ölçüde dikkate alınmalıdır,” diye belirtmişti.
Merkantilistler ise içgüdüsel olarak üretimi ve istihdamı vurgular. Bir ülkenin ne ürettiği önemlidir. George H.W. Bush’un danışmanlarından birinin bir zamanlar ifade ettiği gibi, patates cipsi üretmekle bilgisayar çipi üretmek arasında fark olmadığını iddia etmek saçmadır. Dahası, özellikle mamul malların üretimi karar mercilerinin önceliği hâline geldiğinde, ticaret fazlasının ticaret açığına tercih edilmesi gerektiği sonucu çıkar. Geleneksel ana akım yaklaşıma çeşitli piyasa başarısızlıklarını ekleyerek bu iki perspektifi uzlaştırmak mümkündür. Günümüz Smithçileri, belirli imalat ürünlerinin teknolojik yayılmalara yol açtığı veya koordinasyon sorunlarına tabi olduğu durumlarda karar mercilerinin üretimin yapısına kayıtsız kalmaması gerektiğini kabul edecektir. Fakat başlangıç noktası da önemlidir. Aksine güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akım iktisatçı genelde “kazananları seçmeye” karşı çıkacaktır.
Öte yandan, merkantilist veya kalkınmacı eğilimli biri, neyin nasıl üretileceğine dair seçimler yapmaktan çekinmeyecektir. Sorun, ispat yükünün kimde olduğudur, zira bu, örneğin Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını normal mi yoksa bir sapma olarak mı ele alacağımızı belirler.
Çağdaş iktisatçıların Smithçi tüketim odaklılığı, onların refahın belirlenmesinde istihdamın önemini küçümsemelerine de yol açar. İktisatçıların tüketici davranışını karakterize etmek için kullandığı standart “fayda fonksiyonunda” işler, gerekli bir kötülüktür; alım gücü yaratırlar ancak boş zamanı azalttıkları ölçüde negatif değere sahiptirler. Oysa gerçekte işler; anlam, saygınlık ve toplumsal tanınma kaynağıdır. İktisatçıların iş kayıplarının kişisel ve toplumsal maliyetlerini takdir edememesi, onları Çin ticaret şokunun ve otomasyonun sonuçlarına karşı duyarsızlaştırmıştır.
Diğer önemli fark, hükümetin firmalarla ilişkisi etrafında döner. Smith, merkantilizmin kusurlarından birinin, karar mercileri ile özel sektör arasında ahbap çavuş ilişkilerini teşvik etmesi olduğunu düşünüyordu ki bu da yolsuzluğa davetiye çıkarıyordu. Çağdaş iktisat bu uyarıyı dikkate aldı. Politik ekonomi ve rant kollama modelleri, firmaların karar mercilerinden mesafeli tutulmasının önemini vurgular.
Ancak öncü yenilikçilik, yeşil sanayi politikaları veya bölgesel kalkınma gibi birçok ortamda, hükümetler ve firmalar arasındaki yakın, tekrarlayan ilişkiler son derece başarılı olmuştur. Bunun iyi bir nedeni var. Firmaları ve hükümetleri ayrı tutmak ele geçirilme riskini en aza indirebilse de kısıtlamalar ve fırsatlar ile neyin işe yarayıp neyin yaramadığı hakkında bilgi edinmeyi de çok zorlaştırır. Önemli belirsizlikler (teknolojik veya başka türden) olduğunda, firmalarla yakın çalışmak, katı bir ayrımı sürdürmekten daha tercih edilebilir olabilir. Her perspektifin kendi kör noktaları vardır. Merkantilistler, üreticilerin çıkarlarını, özellikle devletle iyi bağlantıları olanlarınkini, çok kolay bir şekilde ulusal çıkarlarla özdeşleştirir. Öte yandan Smith’in entelektüel çocukları, üretimin ve istihdamın önemini küçümser ve kamu-özel işbirliğinin avantajlarını göz ardı eder. İyi politika genellikle doğru kombinasyonu bulma meselesidir.
Elbette bunların hiçbiri Trump’ın yaklaşımını haklı çıkarmaz. Onun kaotik, ayrım gözetmeyen ticaret politikaları, ABD’deki kritik, stratejik yatırımları genişletmek için pek bir şey yapmıyor ve siyasi bağlantılı firmaları muaf tutarak ve sisteme oynamalarına izin vererek kayırmacılıkla dolu. Onun merkantilizminin hiçbir faydası olmayacak, zira bu stratejinin en kötü kusurlarını bünyesinde barındırıyor.
-
Amerika2 hafta önce
Zuckerberg ve AI terapistler: Aklınıza mukayyet olun!
-
Amerika3 gün önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan-Pakistan gerilimi: Geleneksel ve sınırlı bir askerî güç gösterisi oyunu
-
Dünya Basını2 hafta önce
Batı’nın Gazze sessizliği
-
Söyleşi2 hafta önce
‘Alman medyası hükümetin halkla ilişkiler departmanı gibidir’
-
Rusya2 hafta önce
Putin’in tarihi 9 Mayıs konuşması: “Muzaffer halka şan olsun!”
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasını başlattı
-
Asya2 hafta önce
Taliban Afganistan’da satrancı yasakladı