Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

DÜNYA BASINI

“Güney Kore artık devrim dönemindedir”

Yayınlanma

Editörün notu: Güney Kore’de Cumhurbaşkanı Yoon Seok-yeol’ün azli için beklenen süreç uzamış durumda. Ülkede yaklaşık yedi aydır devam eden eylemler her geçen gün etkisini artırıyor. Yoon’un “sıkıyönetim” kararı ardından bastırılan bir siyasi darbe girişimi ülkeyi ikiye böldü. Güney Koreli gazeteci Jaeyoung Choi MindleNews’te kaleme aldığı yazısında, Güney Kore’de bir “devrim arefesi” yaşandığı yorumunu yaptı. Yazının tamanını Harici Editörü Mehmet Emre Öztürk Korece’den Türkçeye çevirdi. 

  1. Devrimin yanlış anlaşılması

Bölünme çağı diyorlar. Birer birer entegrasyondan, birlikte yaşamaktan bahsedenler çıkıyor. Bu doğru. Ancak Konfüçyüs’ün sözlerinin zamana ve mekâna göre değerlendirilmesi gerekir. Bunlar devrim zamanlarıdır. Devrim zamanlarında günlük dilin anlamı bile değişir. Entegrasyon ve birlikte yaşama elbette güzel kelimelerdir, ancak bunlar anayasanın yerinde olduğu ve sağduyunun hakim olduğu bir çağda geçerlidir. Devrim zamanlarında karşı-devrim makul bir bahaneyle ortaya çıkar.

İnsanlar “devrim” kelimesini duyduklarında, akıllarına kanlı sahneler geliyor. Bu, 250 yıl önce Fransız Devrimi sırasında zihinlere kazınmış bir resim. Ama devrim öyle değil. Devrim sağduyunun düzeltilmesidir. Haksız sayılan ama yasal olanı ‘yasadışı’ya, haklı sayılan ama yasadışı olanı ‘yasal’a çevirmektir. Devrim dönemi bu tür şeylerin yaşandığı bir geçiş dönemidir, meşruti dönem ise devrimin sona erdiği ve anayasanın yapıldığı sağduyu dönemidir.

  1. Devrim bir düzen değişikliğidir.

Siyaset teorisyeni Hannah Arendt devrimi “bir milletin temeli” olarak tanımladı. Ülke kamuya açık (respublica) bir şey, yani bir cumhuriyettir. Cumhuriyet iki koşulu sağlayan bir mekandır. Biri özgürlüğün tesisi, diğeri de insanların o özgürlüğü yeni bir düzen olarak kabul etmesidir.

Buradaki özgürlük, karşı çıkma özgürlüğü anlamına geliyor. Özgürlük, siyasi konularda, bunu yapabilecek imkânlara sahip olanların bize zarar vermesinden korkmadan konuşabildiğimizde vardır. Nizam sağlamlıktır. Ne kadar özgürlük garanti altına alınmış olursa olsun, birileri keyfine göre değiştirirse aynı şey tekrarlanır.

Şu anda önemli olan şey adelettir. Kanunlar arasında halkın değiştirmesi zor olan Anayasa’nın değişmesi gerekiyor. Devrim öncesi döneme dönmenin artık zor olduğu hissedilmediğinde, işte o zaman devrimci dönem sona erer. Yani devrim dönemi, yeniliğin ve suçun ne olduğunun belirlendiği bir süreçtir. Sonuç Anayasadır.

Öyleyse devrim, anayasayı değiştirmek demektir. Sonuçta, mesele aynı zamanda ülkeyi değiştirmek meselesidir. İnsanların “Burası bir ülke mi?” diye sorduğu o ülke, anayasa değişikliğiyle ismini “bir tür cumhuriyet” olarak değiştiren o nesnedir. Devrimi bu şekilde anlarsak, devrimin orijinal anlamı da, insan elinin altında olmayan düzeni bir hayvanın tüylerini dökmesi gibi değiştirmek (yenilenmek) ve böylece orijinal noktaya dönmektir.

  1. Devrim döneminde yenilik ve suç

Devrim dönemi, devrimin kendisinden başka bir zamandır. Devrim dönemleri, insanların yerleşik sağduyuyu sorgulamaya başladığı zaman başlar. Çünkü eski sistemin çelişkilerini değiştirmeye yönelik bir girişimdir. Sorun şu ki isyancılar bile suçlarını savunurken bunlara ‘devrim’ adını veriyorlar. Belki Lee Wan-yong da Japonya-Kore İlhak Anlaşması’nı imzalamayı kendince bir devrim olarak düşünmüştü. Devrim dönemi, devrim çağrısı yapan çok sayıda insanın olduğu, ancak gerçek devrimcilerin kim olduğunu bilmenin zor olduğu bir zamandır.

Devrim dönemi başladığında siyasal özgürlük geçici olarak askıya alınır. Çünkü devrim döneminde hukuk ortadan kalkar. Siyaset, kanunlar çerçevesinde, fikirlerin karşılıklı olarak tartışılması özgürlüğünün güvence altına alındığı bir düşünce alışverişidir. Oysa devrim dönemi, yüzeydeki hukukun ortadan kalktığı ve altta yatan düzene yakın yeni bir hukukun ortaya çıktığı bir ara dönemdir. Yani devrim zamanlarında bazen suç sayılan şeyler olur, bazen de yasal sayılan eylemler suç haline gelir. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutan asgari sınırlar ortadan kalkıyor. Bununla birlikte siyasi muhalifleri koruyan yasalar da ortadan kalkıyor. Siyasetçilere suikast düzenleme ve kamu tesislerini tahrip etme girişimleri bunun tipik örnekleridir.

Kargaşalık geçtikten sonra düzen geri gelir. Değişen düzeni artık kimse sorgulamıyorsa, sorgulasa bile bunu rahatlıkla dile getiremiyorsa devrim dönemi bitmiştir. Ancak bir devrim döneminin sonu her zaman devrimin tamamlandığı anlamına gelmez. 1960 Güney Kore Anayasası’nın önsözüne bakınız. 16 Mayıs askeri darbesi, 1 Mart Hareketi ve 19 Nisan Ayaklanması’nın yanında ‘devrim’ adı altında gururla durmaktadır. Onun iç savaşı gerçekten halka siyasal özgürlüğü garantileyen bir devrim olarak görülebilir mi? Devrim zamanlarında yenilik ile suç arasında ince bir çizgi vardır. Devrim zamanları, suçun sıklıkla yenilik kisvesi altında işlendiği zamanlardır.

Devrim dönemindeki mücadele, deyim yerindeyse ölüm kalım mücadelesidir. Devrimde yenilenler tarihin arka sokaklarında kaybolurlar. Basitçe ortadan kalkmakla kalmıyor, bir “suç” olarak nitelendiriliyor ve Anayasa’ya kalıcı olarak yerleştiriliyor. Böyle bakıldığında sessiz bir ölümden ziyade infaza daha yakın bir durum. Öte yandan kazanan, ‘yeniliğin’ bayraktarlığını üstleniyor ve mitolojideki bir tanrı gibi varlığını sürdürüyor.

  1. Ülkemiz bir devrim dönemindedir.

Aslında ülkemiz uzun zamandır bir devrim süreci içerisindedir. Muhtemelen bundan 20 yıl kadar önce, henüz yönetimde yer alan, kamu görevlilerinin arasından çıkan bir avuç elit, halkın seçtiği cumhurbaşkanını ölüme sürükleyebileceklerini fark ettiler. Cumhurbaşkanının on yıllardır söylediği sözlerle köreltilen sağduyu artık çatırdamaya başladı.

Kendilerine ait yeni bir düzen kurmak istiyorlardı. Bu bir hayatta kalma ve ittifak emridir. Çeşitli çıkar gruplarına mensup insanları birbirine bağlamaya başladılar. Çıkarlarına aykırı olduğu takdirde suç sayılan, aksi takdirde yasal sayılan karanlık devrim on yıldan fazla sürdü.

Şu anki kaos, o karanlık devrimin gün yüzüne çıkmasından kaynaklanıyor.

Ama onların devrimi devrim değil. Dolayısıyla devrimleri hiçbir zaman tamamlanamayacak. Çünkü anayasa değiştirilerek ülke yaratılamaz. Siyasi özgürlük onlar için önemli değil. Tek amaçları devrim dönemindeki kaos ortamından yararlanarak ittifaklarını genişletip kendi grupları için servet biriktirmektir. Bu asla devrim niteliğinde olamaz.

Onların devrimini inkâr etmek doğru olmaz. Bu tamamen teorik bir bakış açısıdır. Onlar için Anayasa, ezberlediğiniz takdirde ömür boyu gelir elde etmenizi sağlayacak kalın bir kitaptan başka bir şey değildir. Anayasayı etkisiz kılarak bu kaotik devrim sürecini sürdürmeyi tercih ediyorlar. Neden? Ama sorun değil. Çünkü bu faydalıdır.

Anayasa Mahkemesi’nin Milli Meclis tarafından seçilen bir yargıcı tek bir kamu görevlisinin atamamasının Anayasa’ya aykırı olduğu tespit edildiği halde, gözlerini ve kulaklarını nasıl kapatıyorlar? Herkesin iç savaşı açıkça gördüğü halde azil davasının nasıl ertelendiğine bakın. Zaman geçecek ve artık zevkimize uymayan hakimler istifa edecek. Bu arada, Bakanlar Kurulu, bir sonraki seçimden önce hangi davalara bakacağını düşünebilir. Hayır, seçimleri ezme seçeneğini de değerlendirmeye değer. Anayasanın zaten bir anlamı kalmadı. Çünkü hayatta kalma ve ittifaklar hareketi adeta bir tarikat gibi büyüdü. Yani bir devrim dönemindeyiz.

  1. Devrim döneminde uzlaşmadan bahsedenler devrimi mahvederler.

Peki ne yapmalıyız? Bizim onlarla bütünleşmemiz, bir arada yaşamamız gerektiğini mi savunacaksınız? Öyle mi? Asla! Devrim döneminde meşrutiyet döneminin dilini kullananlar, sadece iktidar elitlerinin oyalama stratejisinin sürmesine hizmet ederler. Aha, eğer her şey yolunda giderse, bir filmin sonundaki jenerikte birkaç küçük harf gibi, tarihe adını yazdırabilirsin.

Bu çağın bölünme çağı olduğunu ve siyasetin başarısız olduğunu söyleyenler, gerçekten rahat bir dünyada yaşıyor olmalılar. Devrim dönemi çoktan başladı. Şimdi bunu nasıl sonlandıracağımızı düşünmemiz gerekiyor. Devrim, ancak siyasal özgürlüğün yeni bir düzen olarak kurulmasıyla tamamlanan bir iştir. Bu, hayatta kalma ve ittifak hareketini kırma eylemidir. Devrim, bütün enerjinizi buna odaklasanız bile zor bir iştir.

Siyasi özgürlüğü tesis etmenin yolu entegrasyon ve bir arada yaşamak mıdır? Yoksa kendini korumak için iktidar elitleriyle ittifak kurmak mı? Bu, her birinizin düşünmesi gereken bir şey.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın İran planını Gazze bozabilir

Yayınlanma

Çevirmen notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Batı merkezli jeopolitik okumaları temel alan ve ABD dış politikasını bu kurumsal çerçeve içerisinde anlamlandırmaya çalışan Atlantic Council’den. Her ne kadar makale, Washington’un bölgesel stratejisinin içsel çelişkilerini doğrudan sorgulamasa da, satır araları, emperyal tahayyüllerin kırılgan doğasını ele veren ipuçları barındırıyor. Trump yönetiminin İran’ı sınırlandırma hedefiyle bölgesel müttefikleri arasında bir denge tesis etme çabası, İsrail’in Gazze’deki savaşına koşulsuz destek verdiğinde bir paradoksa dönüşüyor. Makale de, ABD’nin Yemen, Suriye ve Lübnan’da “istikrar” söylemi altında İran’a karşı mevzilenme girişimlerini aktarırken, aynı zamanda Gazze’de süregiden savaşın bölgedeki güç dengelerini nasıl altüst edebileceğine dair örtük bir eleştiri sunuyor. Ne var ki ABD’nin bölgedeki varlığı, istikrarı sağlamak bir yana, sadece savaşları derinleştiren ve halkları kendi kaderlerine yabancılaştıran bir emperyal tahakküm mekanizması olarak işlemeye devam ediyor.


Trump’ın Orta Doğu stratejisi bir İran anlaşması üzerine kurulu; fakat Gazze bu denklemi bozabilir

Alan Pino
Atlantic Council
21 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD Başkanı Donald Trump ve danışmanlarının Orta Doğu için kapsamlı bir stratejisi var mı, yoksa bölgede yanmaya devam eden ateşi söndürmeye dönük geçici çabalar mı sarf ediyorlar? Beyaz Saray’ın, Yemen’deki İran yanlısı bir milis grubu olan Husilere, Kızıldeniz’deki gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarındaki rolleri nedeniyle hava saldırıları düzenleme kararı, bu soruyu gündemde tutuyor. Ancak bu soruya verilecek yanıt, Yemen’in çok ötesine uzanan sonuçlar doğuracaktır.

Bazı yorumcular Trump’ın Orta Doğu politikasının doğaçlama ve kaotik olduğu hükmünü şimdiden vermişe benziyor. Ancak Trump’ın politik stratejisinin merkezinde İran ile bir nükleer anlaşma sağlamak ve İran’ın bölgedeki zararlı etkisini sınırlamak olduğu düşünüldüğünde, ABD yönetiminin İran, Yemen, Suriye ve Lübnan’a yönelik attığı adımlar, bu temel amaca hizmet eden hamleler olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık yönetimin İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze’deki savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, Trump’ın İran ile mücadelede ihtiyaç duyacağı bölgesel desteğin altını oyma riski taşıdığından pek de akılcı görünmüyor.

Yemen: Mesele tamamen İran ile ilgili

ABD’nin 15 Mart’ta Husilere karşı başlattığı saldırıların birden fazla hedefi var gibi görünüyor. İlk hedef örgütün gemilere ve İsrail’e yönelik saldırılarını durdurmak. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bir röportajında bunu “Husiler saldırılarını durdurduğunda biz de durduracağız” diyerek dile getirdi. Ancak ABD yetkilileri, Husilere silah ve istihbarat sağlayan İran’ı bu saldırılardan sorumlu gördüklerini açık şekilde belirtiyorlar. Nitekim Trump’ın kendisi de Husilerin geri adım atmaması halinde İran’ın bir bedel ödeyebileceğini—muhtemelen İran’a yönelik bir askeri saldırı da dahil olmak üzere—söyledi.

ABD’nin Husilerin füze ve insansız hava aracı saldırılarını susturma konusunda göstereceği başarı, İsrail ve ABD çıkarlarına karşı en aktif İran vekil grubu olan Husilerin tehdidini azaltacaktır. Bu, bilhassa, İsrail ordusunun askeri operasyonları sonucu ciddi ölçüde zayıflayan Hizbullah ve Hamas’ın ateşkes ilanı sonrası daha da önem kazanıyor. Tabii Gazze’deki savaşın tekrar alevlenmesinin, Hamas’ı yeniden öne çıkardığını da hatırda tutmak gerek.

ABD’nin Husilere karşı güç gösterisinde bulunması ve İran’ı sıranın kendisine gelebileceği konusunda uyarması, Trump’ın Tahran’ı nükleer programı konusunda müzakerelere zorlama amacıyla tutarlı görünüyor. Husilere karşı başlatılan bu kampanya, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Trump’ın müzakerelere başlama teklifini reddetmesinden sadece bir hafta sonra geldi. Bir de tabii Husilerin geçtiğimiz hafta İsrail’in Gazze’ye yardımı kesmesine misilleme olarak Kızıldeniz’deki İsrail gemilerine dönük saldırıları yeniden başlatma tehdidinin de hemen sonrasına tekabül ediyor.

İran: Müzakere edin ya da savaş riskini göze alın

Husilere yönelik saldırılar, Trump’ın dolaylı biçimde dile getirdiği uyarıya somut bir yan katıyor. Bu uyarıya göre, İran’ın nükleer silah eşiğine geldiği izlenimini veren nükleer ilerlemelerini durdurma ve geri çevirme konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmemesi halinde, ABD ve/veya İsrail, İran’ın nükleer tesislerine karşı yıkıcı askeri saldırılar gerçekleştirebilir. Nitekim Trump yönetimi, İran’ın nükleer programını hedef alan bir saldırıya hazır olduğu mesajını pekiştirmek amacıyla İsrail ile ortak hava tatbikatları da düzenledi. Bu tatbikatlarda, İran’ın yer altındaki nükleer tesislerini delici bombalarla vurabilecek kapasiteye sahip bir ABD B-52 bombardıman uçağı ile İsrail’e ait F-15I ve F-35I savaş uçakları, “bölgesel tehditlerle başa çıkma kabiliyetlerini artırmak amacıyla operasyonel koordinasyon pratiği” yaptı. Zaten İran, Ekim 2024’te İsrail tarafından ülkenin en gelişmiş hava savunma sistemlerinin imha edilmesinden bu yana, ABD destekli olası bir İsrail saldırısına karşı koyma kapasitesinin önemli ölçüde zayıfladığının da farkında.

ABD, ayrıca İran’ın halihazırda zayıf ve zor durumdaki ekonomisini hedef alarak, ülkeye yönelik “azami baskı” yaptırımlarını yeniden devreye sokmakta ve bu yaptırımları sıkı bir şekilde uygulama taahhüdünde bulunuyor. Örneğin, Trump yönetimi, İran’a yönelik yaptırım rejimindeki açıkları kapatmayı planladığını belirtmişti. Bu kapsamda, son dört yılda Çin ve İran tarafından geliştirilen ve İran’ın Çin’e petrol sevkiyatına yönelik yaptırımları aşmasını sağlayan hayalet gemi ağı ile ikincil şirketleri hedef almayı amaçlıyor. İran’ın Çin’e petrol satışından elde ettiği milyarlarca dolarlık gelir, ülke ekonomisi için adeta bir can simidi işlevi görmüş ve rejimin nükleer programı konusunda taviz vermeye karşı direnmesine yardımcı olmuştur.

Suriye ve Lübnan: İstikrar, İran’a karşı koymaya yardımcı oluyor

Trump yönetimi Yemen’de askerî harekât yürütüp İran’a tehditler savururken, ABD’li yetkililer eş anlı olarak Suriye’de istikrarı teşvik etmeye ve Lübnan’daki ateşkes anlaşmasının bozulmamasını sağlamaya yönelik sessiz bir çaba sarf ediyor. ABD’li askeri yetkililer, Suriye’deki yeni hükümet ile IŞİD’e karşı mücadelede ABD müttefiki olan, Kürtlerin öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında 10 Mart’ta varılan anlaşmanın sağlanmasında önemli bir rol oynadı. Bu anlaşma, Kürtlerin yeni Suriye ordusuna entegrasyonu yolunda önemli bir adım teşkil ediyor ve Kürtlerle yaşanabilecek olası bir çatışma ihtimalini ortadan kaldırarak yeni Suriye hükümetinin elini rahatlatıyor. Bu durum, yeni hükümetin Suriye’nin kuzeyindeki önemli enerji kaynaklarına erişim sağlaması ve ülke topraklarının tamamı üzerinde kontrol tesis etme hedefi açısından gerekliydi.

ABD açısından bakıldığında ise, bu anlaşma İran ve onun vekil güçlerinin Suriye’de yeniden bir askeri varlık inşa etme veya buranın İran’dan Lübnan’a [Hizbullah’a] silah taşımak için bir güzergâh olarak kullanılma riskini azaltıyor. Diğer yandan, Kürtlerin ve onlarla ittifak hâlindeki grupların, son iki yılda Suriye-Irak sınırına yakın bölgelerde kendini yeniden yapılandırmaya çalışan ve saldırılarını artıran IŞİD’e karşı doğu Suriye’de ABD güçleriyle iş birliğinin sürmesini de sağlıyor.

Benzer şekilde, Lübnan’da da bir ABD temsilcisi, Kasım 2024 ateşkes anlaşmasının tam anlamıyla uygulanmasını engelleyen sorunları çözmek amacıyla Lübnanlı ve İsrailli yetkilileri bir araya getirmeyi planlıyor. ABD’nin burada üç temel hedefi var: Birincisi, İsrail-Lübnan sınırına ilişkin süregelen anlaşmazlıkları çözmek. İkincisi, Hizbullah’ın yeniden güç kazanmasını engellemek için Lübnan Silahlı Kuvvetleri (LAF) ile Birleşmiş Milletler barış gücü unsurlarının Güney Lübnan’a tam olarak konuşlandırılmasını sağlamak. Üçüncüsü ise, İsrail ordusunun, kuzey İsrail’deki evlerine dönen sivilleri korumak amacıyla hâlihazırda Güney Lübnan’da işgal ettiği beş noktadan çekilmesine imkân verecek koşulların sağlanması.

Hizbullah’tan gelen tehditlere karşı Lübnan ordusunun kendisini etkin şekilde savunma kapasitesini artırmak ve yeni Cumhurbaşkanı Joseph Aoun ile Başbakan Nawaf Salam’a duyduğu güveni gösterebilmek amacıyla ABD Dışişleri Bakanlığı, dış yardım dondurma kararına istisna getirerek LAF’a 95 milyon dolarlık bir fonu onayladı.

ABD’nin ateşkes anlaşmasının bozulmasını önlemeye, Lübnanlı liderleri ve kurumları güçlendirmeye yönelik çabaları, bu tür adımların, Hizbullah ve İran’ın güç kazanmasına imkân tanıyan istikrarsızlık ve devlet zafiyetini engellemek açısından taşıdığı önemin farkında olunduğunu gösteriyor.

Gazze: ABD’nin İsrail’e desteği, İran’ın çabalarını baltalıyor

Buna karşılık, Gazze söz konusu olduğunda, Trump yönetiminin Netanyahu’nun savaşı yeniden başlatma kararına verdiği destek, İran’ı sınırlandırmaya yönelik daha büyük çaplı hedefiyle çelişme ihtimali taşımakta. İsrail’in Hamas’a yönelik geniş çaplı hava saldırıları ve bu hafta kara birliklerini yeniden Gazze Şeridi’ne sokması, ardından Hamas’ın Tel Aviv’e gerçekleştirdiği roket saldırısı, bu terörist grupla ucu açık bir çatışma riskini de ortaya çıkarıyor. Son günlerdeki sokak protestolarında da görüldüğü üzere, bu yeniden başlayan çatışma, savaşın yeniden başlatılmasına karşı İsrail toplumunda yaygın bir muhalefet olduğu için, İsrail içindeki bölünmeleri daha da derinleştirme potansiyeline sahip. Bu gerilim ve Netanyahu’nun Gazze’de savaşı sürdürme kararı birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in dikkatini İran’la nasıl başa çıkılacağına odaklanmaktan uzaklaştırma riski de taşıyor kuşkusuz.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği korkunç saldırıyla sonuçlanan güvenlik zafiyetlerinin sorumlusu olarak düşünülen Netanyahu, İsrail halkına hesap vermemek için savaşı sürdürmeye çalışabilir. Şu aşamada, savaşı devam ettirmesi onu hala iktidarda tutuyor; zira Netanyahu’nun koalisyonundaki aşırı sağcı üyeler, savaş sona erdikten sonra Hamas hâlâ Gazze’de iktidarda kalırsa hükümetten çekileceklerini söyleyerek tehdit savurmuş, bu da hükümetin çökmesine yol açabilecek bir tabloyu yaratmıştır.

ABD’nin Gazze’deki savaşın sürdürülmesine verdiği destek, halkları ezici bir çoğunlukla Filistinlilere sempati duyan ve Gazze’deki büyük can kayıpları ile yıkımdan dehşete düşen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkileri zora sokma ihtimali de taşıyor. Bu da, ABD’nin İran’a yönelik politikasına dair birleşik bir cephe kurma çabalarını daha da karmaşık hâle büründürüyor.

Üstelik savaş devam ettiği müddetçe, ABD, Suudi -İsrail normalleşmesini sağlama hedefine de ulaşamayacak; çünkü Suudiler, savaş devam ederken ve İsrail’den gelecekteki bir Filistin devletine yönelik açık bir taahhüt gelmedikçe böyle bir adımı değerlendirmeyeceğini net şekilde ortaya koydular.

Ne ters gidebilir ki? Pek çok şey!

Dolayısıyla, Trump yönetimi Ortadoğu’ya yönelik tutarlı bir stratejinin birçok unsuruna sahip olsa da, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında ters gidebilecek pek çok şey var.

Peki bu nasıl olabilir? Öncelikle, uzun süreli bir askeri harekata rağmen Husileri bastırmak düşünülenden çok daha zor olabilir. Yine Tahran, Washington’ın blöfünü görüp, ABD yaptırımları hafifletmeye başlamadan nükleer programı konusunda müzakere etmeyi reddedebilir. Bu türden senaryolar, Beyaz Saray’ı Husilere karşı operasyonlarını yoğunlaştırmaya ve İran’a karşı büyük bir askeri saldırıya başvurmaya ya da geri adım atarak zayıf görünmeye zorlayabilir. Lübnan ve Suriye’de istikrar sağlama çabaları boşa çıkabilir ve bu durum her iki ülkeyi de İran ve Hizbullah’ın yeniden istikrarsızlaştırıcı girişimlerine açık hâle getirebilir. Gazze ise her durumda İsrail için uzun vadeli bir bataklık ve ABD’nin bölgedeki ortaklarıyla daha güçlü iş birliği kurma çabalarına zarar veren ciddi bir sürtüşme kaynağı olabilir.

Yine de Trump ekibinin hakkını teslim etmek gerekirse, bir planla gelmek her zaman plansız olmaya tercih edilir. Ancak Orta Doğu’da başarı, hızla değişen olaylara uyum sağlamayı ve esnekliği gerektirir. Şayet diğer tüm çabalar başarısız olursa ki bu, geçmişte neredeyse tüm ABD yönetimlerinin karşılaştığı bir durumdur– Trump ekibinin doğaçlama davranması gerekecektir.

 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur

Yayınlanma

Yazar

Son günlerde Amerikalı gazeteci Goldberg, yanlışlıkla Yemen’deki savaş planlarının tartışıldığı bir mesajlaşma grubuna dahil edildi. Goldberg, yayımladığı “Trump yönetimi bana yanlışlıkla savaş planlarını mesajla gönderdi” başlıklı yazısında, önce ulusal güvenlik yetkililerinin yer aldığı bir Signal grubuna eklendiğini, ardından Hegseth’in bu grupta Yemen’e yönelik askeri operasyonlarla ilgili ayrıntıları paylaştığını belirtti. Goldberg’in aktardığına göre, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, 11 Mart’ta Signal üzerinden kendisiyle iletişime geçti ve iki gün sonra Yemen’deki Husilere yönelik saldırıların tartışıldığı sohbet grubuna katılması için davet aldı. Yazısında bu durumu anlatan Goldberg, “ABD ulusal güvenlik yetkilileri beni yaklaşan Yemen saldırılarıyla ilgili bir sohbet grubuna ekledi. Önceleri bunun gerçek olamayacağını düşündüm. Fakat kısa süre sonra bombalar düşmeye başladı,” ifadelerini kullandı.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes, olayın doğruluğunu teyit etti. ABD Başkanı Donald Trump ise konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, “Bu konuda herhangi bir bilgim yok,” yanıtını verdi. Tartışmalar hala devam ediyor.

Sovyet asıllı Amerikalı gazeteci ve yazar Yasha Levine, bahse konu olan popüler gizlilik odaklı mesajlaşma uygulaması Signal’ın aslında Amerikan hükümeti tarafından yürütülen operasyonu olduğunu söylüyor. Levine’a göre, uygulama CIA’in yan kuruluşu olarak tanımladığı Radio Free Asia’dan (Open Technology Fund aracılığıyla) milyonlarca dolarlık başlangıç fonu alarak kuruldu. Levine, Signal’ın kurucusu Moxie Marlinspike’ın ABD’nin yumuşak güç aygıtlarıyla olan işbirliğine dikkat çekerek, uygulamanın güvenilir olmadığını ve bu konuyu Surveillance Valley adlı kitabında detaylandırdığını belirtiyor.


Signal bir hükümet operasyonudur

Yasha Levine

16 Ocak 2021

Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Dostunuz değil.

Dünyanın önde gelen kripto uzmanlarının favorisi olan gizlilik odaklı sohbet uygulaması Signal, yeniden gündemde. Twitter ve Facebook’un MAGA Maydan* internet tasfiyesinin (bunu Facebook’un WhatsApp uygulamasından veri çekmeye başlayacağına dair duyurusu takip etti) ardından Signal, gezegende en çok indirilen mesajlaşma uygulaması oldu.

The New York Times bu konuda yazıyor. Edward Snowden bu konuda tweet atıyor ve hayranlarına hayatta kalabilmesinin tek nedeninin Signal olduğunu söylüyor (Rusya’nın güvenlik aygıtı tarafından gece gündüz korunuyor olması gerçeğini değil). Hatta Elon Musk bile insanlara Signal kullanmalarını söylüyor. Uygulamaya o kadar çok insan akın ediyor ki, sistem çöküyor.

Uygulamanın bu kadar popülerleştiği göz önüne alındığında, periyodik kamu hizmeti duyurumu yapmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Evet, bir CIA yan kuruluşu. Signal dostunuz değil.

İşte inkâr edilemez gerçekler.

Signal, uzun boylu, sıska, rastalı saçları olan, sörf yapmayı ve teknesiyle denize açılmayı seven kriptograf “Moxie Marlinspike” tarafından yönetilen kâr amacı güden bir şirket olan Open Whisper Systems tarafından geliştirildi. Moxie, Tor’un şimdilerde dışlanmış baş radikal destekçisi Jacob Appelbaum’un eski bir arkadaşıydı ve benzer sahte radikal bir oyun oynadı; ancak Jake’in dolandırıcılık sanatındaki ham yeteneği ve adanmışlığıyla asla boy ölçüşemedi. Yine de Moxie, kendini tehlike ve gizem havasına büründürüyor ve muhabirlere yaşı dahil hiçbir kişisel bilgiyi ifşa etmemeleri konusunda zorluk çıkarıyor. Sürekli Büyük Birader korkusundan bahsediyor ve FBI’daki dosyasıyla ilgili hikayeler anlatıyor.

Peki Moxie, federal hükümet için ne kadar büyük bir tehdit?

Şu kadar büyük: 2011’de şifreleme girişimini Twitter’a sattıktan sonra Moxie, Amerika’nın yumuşak güç rejim değişikliği mekanizmasıyla —Dışişleri Bakanlığı ve Yayın Yönetim Kurulu (şimdiki adıyla U.S. Agency for Global Media) dahil— yurt dışındaki İnternet sansürüne karşı teknoloji geliştirmek üzere işbirliği yapmaya başladı. Bu ilişki, bir sonraki girişimine yol açtı: Hükümet tarafından finanse edilen bir dizi şifreli sohbet ve sesli mobil uygulama. Signal’a merhaba deyin.

Bugün Signal’ın web sitesine bakarsanız, her türden ünlü desteğini bulacaksınız; Edward Snowden, Laura Poitras ve hatta Jack Dorsey… Ayrıca bir ‘bağış yap’ düğmesi bulacaksınız; bu arada, bu butona basmamalısınız zira Signal’ın bugünlerde bol miktarda teknoloji oligarkı parası var. Bulamayacağınız şey ise Signal’ın köken hikayesini açıklayan bir ‘hakkında’ bölümü; bu hikaye, tarihi 1951’e kadar uzanan ve 1970’lerde katı anti-komünist Kore tarikatı Moon ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere her türlü tuhaf olayı içeren bir CIA yan kuruluşu olan Radio Free Asia‘dan alınan birkaç milyon dolarlık başlangıç ve geliştirme sermayesini içeriyor.

Signal’ın ABD hükümetinden tam olarak ne kadar para aldığı kestirmek zor, zira Moxie ve Open Whisper System, Signal’ın finansman kaynakları konusunda şeffaf davranmadı. Fakat Signal’ı finanse eden Radio Free Asia kanalı olan Open Technology Fund tarafından kamuya açıklanan bilgileri toplarsanız, Moxie’nin ekibinin dört yıllık bir süre içinde —2013’ten 2016’ya kadar— en az 3 milyon dolar aldığını biliyoruz. Bu, Signal’ın federal casuslardan aldığı minimum miktar.

Üç milyon dolar bugünlerde çok gibi görünmeyebilir, özellikle de Signal operasyonunu sürdürmek için yakın zamanda WhatsApp oligarklarından büyük bir nakit akışı aldığı düşünülürse. Ancak bu erken ABD hükümeti başlangıç sermayesi olmadan bugün Signal’ın olmayacağını bilmek önemli. Ve bu sizi düşündürüyor: Eğer Signal’ın süper kripto teknolojisi gerçekten federal ajanlar ve oligarşimizin gücü için bir tehdit oluşturuyorsa, federal casuslar neden onun yaratılmasını finanse etsin? Ve neden Facebook ve Google onun süper güvenli protokollerini benimsemek için acele etsin? Hımm…

Geçen hafta Parler’ın kapatılma şeklinden de görebileceğiniz gibi, emperyal oligarşimiz bir uygulamayı iptal etmek istediğinde, bunu anında ve intikamcı bir şekilde yapabilir. Fakat Signal, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şeye gücü yeten gözetim güçlerine sözde bir tehdit olmasına rağmen yaşamaya ve gelişmeye devam ediyor.

Radio Free Asia ve Open Technology Fund nedir? Ve ABD hükümeti neden Signal gibi kripto teknolojisini finanse etsin? Bunun da ötesinde, kâr amaçlı gözetim üzerine kurulu olan Silikon Vadisi, neden Signal’ın sözde kırılamaz gizlilik teknolojisini benimsesin?

Signal’ın hükümet destekçilerinin geçmişi ve kripto teknolojisinin Amerika’nın emperyal mekanizmasına nasıl entegre olduğu konusunu etraflıca ele aldım. Hatta kitabımda bu konuya tam iki bölüm ayırdım. Bunları burada tekrar yayımlamayacağım. Ancak hikayenin tamamını öğrenmek isterseniz, Surveillance Valley kitabımı yerel kitapçınızdan edinebilirsiniz. Veya yazdığım bazı makalelere göz atabilirsiniz…


(*) Yazar, burada 6 Ocak 2021’deki Kongre binası baskınına atıf yapıyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English