Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Güney Amerika’nın “ortak para birimi” ve de-dolarizasyon

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva, geçen ay ilk resmi yurt dışı ziyaretini Arjantin’e yaparak Devlet Başkanı Alberto Fernandez ile bir araya geldi. Lula, başkent Buenos Aires’e ziyareti kapsamında Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğunun (CELAC) yedinci liderler zirvesine de katıldı. Zirvede, Brezilya’nın teklif ettiği ve Arjantin’in de yeşil ışık yaktığı “sur” adındaki yeni ortak para birimi planı gündeme getirildi. Washington DC merkezli think tank kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezindeki Rusya ve Avrasya Programında konuk araştırmacı ve Kraliyet Elcano Enstitüsünde kıdemli analist olan Federico Steinberg ve yine Kraliyet Elcano Enstitüsünün kıdemli analistlerinden Miguel Otero-Iglesias yorumlamış.


Güney Amerika’nın “ortak para birimi” aslında de-dolarizasyonla ilgili

Federico Steinberg/Miguel Otero-Iglesias — CSIS

14 Şubat 2023

Brezilya ve Arjantin “sur” [güney] adı verilen bir para birimi ortaklığı kurmayı planladıklarını duyurdular. Ekonomistler, iki ülkenin optimal bir para birimi bölgesi olmaktan çok uzak olduğunu belirtmekte gecikmedi. Arjantinli ve Brezilyalı yetkililer, projenin asıl amacının Amerikan dolarına alternatif olarak ikili ticaret ve finansal akışları ifade edecek yeni bir hesap birimi [Uluslararası Para Fonu’nun özel çekme hakları gibi yapay bir para birimi] yaratmak olduğunu açıkladılar. Önerinin neredeyse tüm dünyada reddedilmesine, en azından en azından orta vadede gerçekleşme olasılığının çok düşük olmasına rağmen altında yatan maksadın —Amerikan dolarına olan bağımlılığın azaltılması— dikkate alınması ilginç. Güney Amerika’da daha derin bir ekonomik entegrasyona gidilmesi, her halükârda ihtiyaç duyulan daha hızlı ekonomik büyümeye önayak olabileceği için memnuniyetle karşılanacak bir gelişme.

Teşebbüsün söz konusu iki ülke açısından siyasi cazibesi olduğuna kuşku yok ve teoride, bazı temel makroekonomik, hukuki ve siyasi koşulların yerine getirilmesi halinde parasal birlik potansiyel olarak ekonomik bir anlam ifade edebilir. Güney Amerika’nın kalkınmasını hızlandırmak için daha derin bir ekonomik entegrasyona ihtiyacı var. Dahası küreselleşen dünyada —ve Güney Amerika’nın giderek daha içe dönük olan ABD ve daha iddialı Çin’den özerklik elde etmek istemesiyle— Brezilya ve Arjantin, ABD karşısında bir miktar parasal özerklik elde etmek için parasal egemenliklerini bir araya getirmeyi cazip bulabilir [ABD’nin Kapsamlı Ortak Eylem Planından (KOEP) çekilme kararı ve Trump yönetimi döneminde İran ile iş yapan şirketlere ikincil yaptırımlar uygulama muamelesinin ardından Avrupa’da da bu yönde girişimler olmuştu]. Aslında Amerikan Üniversitesi profesörlerinden C. Randall Henning’in de belirttiği üzere euro, Avrupa’yı kısmen ABD’nin para politikasının olumsuz dışsallıklarından korumak için oluşturulmuştu. Ve küresel rezerv para birimi olarak dolarla anlamlı bir şekilde rekabet etme potansiyelini henüz gerçekleştirememiş olsa da bu açıdan faydalı olduğu yaygın kanı.

İktisadi açıdan bakıldığında Brezilya ve Arjantin’in güçlü ticari bağları, benzer üretim yapıları [Brezilya’nınki daha güçlü olsa da] ve önemli emtia ihracatçıları olduğu görülüyor.

Fakat Arjantin’de enflasyon çok yüksek —2022’de neredeyse yüzde 100’dü— Brezilya’da ise yüzde 5,8 ile kontrol altında. Bu türden bir eşitsizlik ortak para politikasıyla bağdaşmaz zira her iki ülkenin ekonomilerinin aynı faiz oranı seviyesiyle istikrarlı olması mümkün değil. Ek olarak bu farklılık oldukça farklı maliye politikası ayarlarını yansıtıyor, bu da parasal birlik ve bunu destekleyen politikalar [yani mali ortaklıklar ve bankacılık ortaklıkları] için siyasi satın alma ihtiyacına işaret ediyor. Son olarak otuz yıl evvel Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay arasında serbest ticaret için tasarlanan Mercosur anlaşması, proje için kurumsal bir temel sağlıyor. Ancak bu anlaşma kâğıt üzerinde pratikte olduğundan daha fazla işliyor.

Her halükârda proje nihayet başlatılırsa önlerinde zorlu bir yol olacak. Ortak para birimini paylaşmak, ulusal düzeyde makroekonomik istikrar araçları olarak para ve döviz kuru politikasını kaybetmek anlamına gelir. Euro Bölgesi ülkelerinin son on yılda öğrendiği gibi bu acı verici olabilir ve bu nedenle arkasında çoğu yurttaşın çatlak olmaksızın desteklediği bir siyasi proje olduğu açık olmalı. Siyasi ve iktisadi entegrasyon girişimlerinin Avrupa’daki kadar ileri gitmediği ve milliyetçiliğin yerleşik olduğu Brezilya ve Arjantin örneğinde bu durum net olmaktan uzak. İki ülke ilk aşamada real ve pesoyu birbirine bağlamış olsa bile Arjantin devalüasyon yaparsa ne olacak? Bu durum projenin güvenilirliğini nasıl etkileyecek? Avrupalılar da 1980’lerde ECU’yu (Avrupa Para Birimi) uygulamaya koydular ama Avrupa para sisteminin çıpası her zaman Alman markı oldu. Ve Avrupa ülkelerinin hala üzerinde çalıştıkları euroyu hayata geçirmeleri otuz yıldan fazla zaman aldı.

Euronun yaratılması, şimdilik başka bir yerde tekrarlanması neredeyse imkansız olan, nevi şahsına münhasır bir eylemdi. Avrupa’nın tarihsel yörüngesi İkinci Dünya Savaşından sonra siyasi entegrasyonu kolaylaştırdı. Ayrıca Batı Avrupa’daki güç dengesi de şahsına münhasır. Avrupa para birliği, nispeten eşit ve birbirini tamamlayan iki güçten oluşan Fransız-Alman lokomotifine yaslanıyor. Fransız ekonomisi, Almanya’nın GSYİH’sinin yüzde 70’ini temsil ediyor ancak Fransa, BM Güvenlik Konseyinde daimi bir koltuğa sahip askeri güçlerden biri.

Bu denge öbür bölgelerde mevcut değil, bu da küçük ekonomilerin politikalarını çok daha büyük komşularının himayesine teslim etmek zorunda kalacakları anlamına geliyor. Örneğin Çin, Doğu Asya’da oldukça baskın, Suudi Arabistan da Arap Körfezi’nde [ve Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki parasal birlik projesi durdu] ve aynı şey Güney Amerika’da Brezilya için de söylenebilir. Arjantin ekonomisi, Brezilya ekonomisinin sadece yüzde 30’una karşılık geliyor ve köklü ekonomik sorunları bir yana, askeri açıdan Fransa’nın Almanya’ya karşı sahip olduğu dengeleyici güce de sahip değil. Dahası Brezilya’nın ekonomik ve parasal gücü Almanya’nınkiyle kıyaslanamaz. Euro ve Avrupa Merkez Bankası (ECB), kendisini destekleyecek mali ve siyasi bir birliğin yokluğunda Alman markının ve Deutsche Bundesbank’ın güvenilirliği temelinde oluşturuldu. Brezilya Merkez Bankası ve real bu güvenilirlikten yoksun. Sonuç olarak istikrarlı bir ortam para birimi yaratmak için nispeten bağımsız, uluslarüstü bir para otoritesi kurmak şart ve üyeler arasındaki güç dengesi bu kadar asimetrikken bunu başarmak kolay olmaz.

Nihayetinde işin bir de jeopolitik boyut var. Büyük güçler arasındaki rekabetin giderek arttığı bir dünyada Washington, özellikle de Çin’in bölgeye artan ilgisi göz önüne alındığında Güney Amerika’da Amerikan doları kullanımının azalmasını hoş karşılamayabilir. Bunun ciddi sonuçları olabilir. Son krizler, hem 2008 mali krizi hem de 2020’deki Kovid-19 krizi, ABD Merkez Bankasının hala dünyanın merkez bankası olduğunu bir kez daha gösterdi. İkinci küresel rezerv para birimini çıkaran ECB bile finansal sistemini istikrara kavuşturmak için gereken doları elde etmek amacıyla Fed ile takas hatlarını devreye sokmak zorunda kaldı. Fed’in tek başına beş merkez bankasıyla kalıcı likidite hattı bulunuyor: Kanada, Britanya, Japonya, İsviçre ve ECB ile krizler sırasında Brezilya Merkez Bankası da dahil olmak üzere dokuz bankaya daha geçici hatlar açtı [Arjantin ise Çin Merkez Bankasından benzer bir likidite hattı edindi]. “Sur” tedavüle konulursa Fed’in finansal stres durumlarında bu takas hatlarını genişletmeye istekli olup olmayacağı, özellikle de bu girişimin hakiki amacı Amerikan dolarının bölgedeki kullanımını azaltmaksa ve Brezilya Merkez Bankası, Arjantin’dekine bağlandığında prestij ve güvenilirliğini kaybederse görülecek.

Planın gizli [ve genellikle yetkili] aktörlerin dolar cinsinden işlem yapmayı tercih etmelerindeki gerekçeyi kabul etmediğinden bahsetmiyorum bile: Hukuki ve düzenleyici kesinliğe dayanan Amerikan finans piyasalarının derinliği, döviz kuru riskinden gerektiği şekilde korunma anlamına geliyor. Sözleşmelerin sadece üçüncü bir para birimiyle ifade edilmesi döviz kuru riskinin yönetilmesine veya ticaretin teşvik edilmesine yardımcı olmayacak. Bilhassa burası doğru zira Arjantin ve Brezilya sadece kapalı, iki ülkeli bir sistemde değil, ekonomik aktörlerin dünyanın geri kalanıyla işlem yaptığı küresel bir ekonomide varlık gösterecek.

Kısacası Arjantin ile Brezilya arasındaki parasal entegrasyon önerisi, operasyonel maliyetleri azaltmayı ve ekonomilerini ABD’nin para politikasından kaynaklanan şoklardan korumayı amaçlayan, mali ve ticari açıdan yapay bir hesap birimi oluşturulması gibi görünüyor. Başarılı olması halinde bu proje, özellikle Arjantin için akut hale gelen, bölgedeki yoğun dolarizasyonu azaltabilecek ortak bir para birimine doğru atılmış bir adım olabilir. Dahası Luiz Inácio Lula da Silva’nın Brezilya devlet başkanlığına gelmesinin Güney Amerika’da daha derin bir ekonomik entegrasyonu tetikleme potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor. Fakat bu projenin başarısız olması muhtemel. Avrupa’daki uzun ve karmaşık tecrübenin gösterdiği üzere ortaklığın farklı bileşenlerini etkileyebilecek asimetrik şokları hafifletebilecek asgari düzeyde bir mali birlik olmadan parasal birlik sürdürülemez. Eğer nihai hedef buysa bu, ilerlemesi on yıllar boyunca ve şu anda görevde olan politikacıların dönemlerinin çok ötesinde olacak bir proje.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English