Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Günümüzde Almanya’da kim faşist?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da (neo-)faşizmin yükselişine dair çok şey yazılıp çiziliyor. Geleneksel faşist hareketlerin 21. yüzyıl versiyonlarının palazlanması sürerken, özellikle Almanya’da, faşizmin/nazizmin mütemmim cüzü militarizmin kim tarafından yaygınlaştırıldığına biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor. Yeşiller’in içinde bulunduğu ‘trafik lambası’ koalisyonu, hem Ukrayna’da hem de Gazze’de savaşın en büyük destekçileri arasında olmakla kalmıyor; bu savaşlarda egemenlerin anlatısı dışında fikir beyan edenleri de siyasetin ve kültürün dışına itmekten çekinmiyor. Mathew D. Rose’un, faşizmin/nazizmin taşıyıcı kolonları arasında ‘liberal kentli profesyonel elitlerin’ bulunduğunu hatırlatması da önemli; zira bunlar aynı zamanda NATO ve AB gibi emperyalist kurumların kendi ülkelerindeki mümessilliğini de yapmaktadır. Bunlar, neoliberal dönemde semirmiş, Prabhat Patnaik’in tanımlamasıyla, ‘uluslararası orta sınıf’ın mensuplarıdır ve bugün yükselen faşizmde önemli bir rol oynamaktadır.


Faşizm bir kez daha Almanya’nın liberal metropolitan eliti arasında moda

Mathew D. Rose
Brave New Europe
17 Aralık 2023

Üstün ırkın ahlaki kibri Almanya’ya geri döndü. Bu ‘Yeni Faşizm’, aşırı sağcı AfD tarafından değil, ‘iyi Almanlar’, orta sınıf, otoriter liberal metropol elitleri tarafından sürükleniyor.

Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vakfı, 13 Aralık’ta Masha Gessen’e verilecek Hannah-Arendt edebiyat ödülü töreninden çekildi. Bunun nedeni, Yahudi yazarın New Yorker dergisi için Gazze’yi II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Avrupa’da yarattığı gettolarla bir tuttuğunu belirten bir makale yazmasıydı. Böll Vakfı’nın ‘iyi Almanları’ için bu antisemitikti.

Yanis Varoufakis, Adam Tooze ve Daniela Gabor gibi Avrupalı ilericiler, sıcak ilişkiler sürdürdükleri bir örgütün –ilerici ruh ikizlerinin– bunu yaptığına inanmadıklarını açıkladılar.

Bu, Almanya’da neredeyse günlük bir olay gibi görünüyor. Son aylarda Alman liberal kurumları, çoğu Yahudi olan antisemitleri ortaya çıkarmak ve kınamak konusunda birbirlerine fark atıyorlar. Müze sergileri, konuşmalar, kitap ödülleri ve sanatçı komisyonları, Almanlar bunları sanatçıların ve yazarların antisemitik duyguları olarak gördükleri için iptal edildi. Kasım ayında, Britanya İşçi Partisi’nin eski lideri Jeremy Corbyn’in, ‘Ortadoğu konusundaki duruşu’ nedeniyle ev sahibi devlet tiyatrosu tarafından Berlin’deki bir konferansta konuşması yasaklandı.

Bu çok dikkat çekicidir. Şimdi Holokost’un faillerinin çocukları ve torunları, Yahudilerin Almanya’da toplum içinde konuşmasını bir kez daha yasaklamakla kalmadı, aynı zamanda hangi Yahudilerin ‘antisemitik’ olduğunu ve hangilerinin olmadığını belirleme hakkını da kendilerine verdi. Almanya’da ifade özgürlüğü engellendi. İsrail’in soykırım ve etnik temizlik gibi insan hakları ihlallerine yönelik eleştirileri nefret suçu olarak görülüyor. Daha da iyisi, bu ‘İyi Almanların’ İsrail’i eleştirenleri Nazi olarak damgalaması yaygındır. Üstün ırkın ahlaki kibri geri döndü.

Almanların her zaman tarihin yanlış tarafında görünmeleri de aynı derecede dikkat çekicidir. Varşova Gettosu’nun yıkılmasına ve Üçüncü Reich’ta Yahudilere, Romanlara ve Slavlara karşı bir şiddet cümbüşü içinde soykırıma verdikleri sınırsız desteğin ardından, bugün Gessen’in Gazze Gettosu olarak adlandırdığı yerin yıkılmasına ve Filistinlilere karşı bir şiddet cümbüşü içinde soykırıma koşulsuz destek veriyorlar.

Peki buraya nasıl geldik ve Almanya’nın ‘Yeni Faşizmi’nin kahramanları kimler? İşin garibi, en çok kimden, Yahudilerden mi yoksa Müslümanlardan mı nefret ettiğinden emin olmayan aşırı sağcı AfD değil. Bunlar, Heinrich Böll Vakfı’ndakiler gibi ‘iyi Almanlar’, orta sınıf otoriter liberal metropol elitleridir. Vakıf, son on beş yıldır, Yeşiller Partisi ile birlikte, özellikle de giderek artan savaş çığırtkanlığı konusunda, amansız bir şekilde sağa kayıyor. Almanya’da Ukrayna’ya karşı savaşı bu kadar hararetle propaganda eden ve müzakere edilmiş bir barışı yüksek sesle kınayan hiçbir siyasi parti yok. Böll Vakfı’nın bu son kararı, bu yönde atılmış küçük bir adımdı.

Fakat bu sadece Yeşiller ve onların çömezleriyle ilgili değil. Ukrayna’daki ve Gazze’deki savaşlar, devlet ve şirket medyası bir yana, Almanya’nın siyasi sınıfına ve siyasi partilerine egemen olan Almanya’nın metropol profesyonel sınıfı tarafından fanatik bir hırsla yürütülüyor.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, 13 Ekim’de yetkisi olmadan sıradan ayrılarak, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı sırasında çoğu çocuk ve kadın olmak üzere yaklaşık 2.000 Filistinli sivilin hayatını kaybettiği sırada, Yahudi devletiyle dayanışma içinde olduğunu göstermek amacıyla İsrail’i ziyaret etti.

Von der Leyen, “İsrail AB’ye güvenebilir!” sözünü verdi ve ertesi gün, ‘İsrail’in uluslararası insancıl hukuka tam saygı göstererek, kendisini Hamas teröristlerine karşı savunma hakkına’ desteğini ifade etti.

Demek istediği, İsrail’in ne isterse yapabileceği ve arkalarının siyasi olarak korunacağı ve AB’nin cephaneliğini doldurmaya yardımcı olacağıydı. Almanya, ABD’den sonra İsrail’in ikinci büyük silah tedarikçisi.

Bu açıklamalar daha da şaşırtıcıydı, çünkü Leyen’in yakın zamanda Rusya’yı Ukrayna’daki savaşta tüm kalbiyle kınadığı eylemlerini İsrail için birdenbire haklı çıkardı. Avrupa Komisyonu Başkanı, Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’yı işgal etmesinin ortasında, Moskova’nın doğu komşusuna yönelik saldırılarını ‘saf terör’ ve ‘savaş suçu’ teşkil eden eylemler olarak nitelendirmiş ve bunları birçok kez kınamıştı.

Örneğin von der Leyen, Rusya’yı Ukrayna’da sivil altyapıya yönelik hedef gözeten saldırılar düzenlemekle ve soğuk kışa rağmen erkekleri, kadınları ve çocukları su, elektrik ve ısınmadan kesmek gibi ‘net bir amacı’ olmakla suçlamıştı.

Ukrayna’nın Ukrayna ordusu için korkunç kayıplara yol açan feci Bahar Taarruzu’nun ardından, NATO ülkeleri Ukrayna ordusunun daha büyük kazanımlarından vazgeçtiğinde, kasım ayı sonundaki NATO dışişleri bakanları zirvesinde 2024’teki bir sonraki Ukrayna saldırısı için hazırlık çağrısında bulunan bir kez daha Yeşiller’den Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock oldu. “Rusya’ya karşı savaşıyoruz,” diyen aynı Baerbock, İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı konusunda da aynı fanatizmi gösteriyor: “Bugünlerde hepimiz İsrailliyiz.”

Alman medyası da farklı değil. Alman yayıncı Axel Springer’in CEO’su Matthias Döpfner’in İsrailli rapçi Ben Salomo ile yaptığı röportajda, Döpfner’in Alman amiral gemisi gazetesi Die Welt, podcast’i gururla ‘Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir’ başlığıyla manşet yaptı. Alman medyası normali.

Bir Alman gazetesi ‘İsrail’in kendini savunma hakkı var, yeni Heil Hitler’dir’ manşetini atsaydı, sonuçları ağır olurdu. Bugün bir Alman televizyonunu veya radyosunu açmak, bir Alman gazetesini veya dergisini okumak, Nazi Almanyası’nın propagandasına bir geri dönüşü ortaya koyuyor.

Bu ‘Yeni Faşizm’in bir geleneği var. Nazileri iktidara getirmede ve orada tutmada çok önemli olan Alman orta sınıfıydı. Avukatlar, akademisyenler ve doktorlar gibi birçok meslek erbabı Nazi Partisi’nde en yüksek üyelik oranlarına sahipti. Birçoğu, ABD ve İngiltere’deki meslektaşlarının müdahalesi sayesinde cezadan kaçtı. ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı bir müttefik ve asker sağlayıcısı olarak Batı Almanya’ya ihtiyaç duyduğundan, neredeyse tüm kovuşturmalar düşürüldü ve Hitler’in bu sadık takipçilerinin Nazi rejimi sırasında Alman toplumunun onurlu üyeleri olarak konumlarına devam etmelerine izin verildi.

Doksan yıl önce Alman toplumu, Aryan olmayan her şeyi çürütmeye kararlıydı ve şimdi kendi tanımlarına göre ‘antisemitik’ olan her şeyi ortadan kaldırmak için yola çıktı. Her ikisinin de amacı aynıydı: Almanya’nın egemen sınıfına karşı her türlü siyasi muhalefeti yok etmek.

Almanya’nın siyaset sınıfı sırtını duvara dayamış durumda. Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberallerden (FDP) oluşan bir koalisyon olan mevcut Alman hükümeti, Almanya’da şimdiye kadar gördüğüm en sevilmeyen hükümet. Liberaller, Federal Meclis’e yeniden girmek için yüzde 5’lik engeli aşamayabilir. Sosyal Demokratlar, bir önceki seçimde yüzde 25’ten sonra yüzde 10’a doğru gidiyor. Sadece Yeni Faşizm tarafından temsil edildiğini hisseden Yeşil seçmenler partilerine sadık kalıyor. Muhafazakar Hıristiyan Demokratlar kazanımlar elde ediyor, ancak beklendiği kadar değil. Destek alan tek parti, Almanların yüzde 20’sinden fazlasının gerçek muhalefet olarak gördüğü aşırı sağcı AfD. Dolayısıyla mevcut hükümet, faşizmin temeli olan nefreti teşvik ederek hayatta kalmaya çalışıyor. Önce Ruslar, şimdi de antisemitik Yahudiler. Sırada kim var?

Antisemitizm hilesine başvurmak, Almanya’ya has bir özellik değil. 2019 Britanya genel seçimlerinde, kazanma şansı yüksek olan ilerici İşçi Partisi Başbakan adayı Jeremy Corbyn’in antisemitik olarak iftiraya uğradığı zaman çok benzer bir şey gördük. Suçlama saçmalığın ötesindeydi, ama bu önemli değildi. Bu, yönetici sınıfın egemenliğini koruma meselesiydi. ABD’de İsrail Lobisi tarafından finanse edilen ve hızlandırılan aynı yapay histeriyi görüyoruz. Fakat Almanya’da bu, Üçüncü Reich’ı iktidara getirmek için kullanılan aynı titizlik ve fanatizmle yürütülüyor.

Dürüst olmak gerekirse, Almanların çoğunluğunun veya çoğunluğuna yakınının Ukrayna’daki vekalet savaşını veya İsrail’in Gazze’deki soykırımını ve Batı Şeria’daki etnik temizliğini desteklediğini düşünmüyorum. Financial Times kısa süre önce bu yılın Mayıs ayında bir anket yayınladı.

Sonuç aydınlatıcıdır. Almanya’nın sadece yüzde 17’si İsrail’e sempati duyarken, neredeyse aynı oranda kişi, yüzde 15’i Filistinlilere sempati duyuyordu. Diğer üçte ikisi ya her ikisine de eşit derecede sempati duyuyordu (yüzde 26) ya da emin değildi (yüzde 43). Hamas’ın 7 Ekim’de sivilleri öldürmesinden (İsrail ordusunun kaç ölümden sorumlu olduğu giderek belirsizleşse de) ve aynı İsrail ordusunun hem Gazze’de hem de Batı Şeria’da kendini ‘savunmak’ için sivilleri katletmesinden sonra, bazılarının fikrini değiştirmiş olabileceği iddia edilebilir. Fakat propagandanın amacı budur, bir nüfus yalanlara ve yarı gerçeklere o kadar boğulur ki, onlara inanmaya başlarlar. Ayrıca, şu anda Almanya’da gördüğümüz gibi, başka herhangi bir bilgiye maruz kalmalarını yasaklamayı da içerir.

1. Dünya Savaşı’ndan önce birçok kişinin yaptığı gibi, Almanların istediklerini yapmasına izin verin diyebiliriz. Bu onların milletidir ve orada kaldığı sürece onların meselesidir. Bu, egemen sınıfın sıkıntılı zamanlarda iktidarını yeniden sağlamlaştırmasının bir alıştırmasıdır. Bunun kesinlikle arkasında bir mantık var, fakat geçen sefer yanlış mantık olduğu ortaya çıktı. Unutulan şey, bu arada 350 milyon Avrupalının, Almanya’nın hegemon olduğu ve esas olarak finanse ettiği bir AB olan AB üzerinden Almanya ile aynı gemide oturduğudur. Parayı veren söz sahibidir. Von der Leyen’in İsrail’deki açıklamaları buna bir örnektir.

Geçmişten bildiğimiz gibi, faşizmi görmezden gelmek, özellikle de Almanya’dayken, iyi bir fikir değildir.

DÜNYA BASINI

Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?

Yayınlanma

Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.

Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.

Şam nasıl düştü?

Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.

Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.

The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.

Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.

Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.

Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.

Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.

Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.

Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.

Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?

The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.

Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.

İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.

RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”

2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.

Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.

Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.

Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.

Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.

Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.

Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı

Suriye’yi neler bekliyor?

Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:

“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”

Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”

Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.

Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.

Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.

Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.

Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.

“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.

Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.

Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.

Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.

ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Seyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.

Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.

Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ)  (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.

Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.

Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.

Filistin esas mesele

Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.

Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.

Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.

İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.

Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.

Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.

Hızlı çöküşün sebepleri

Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.

Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.

İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.

Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.

Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.

Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.

ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.

Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.

Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.

Taliban benzetmesi

Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.

Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.

Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.

Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.

Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English