DÜNYA BASINI
Harald Kujat: Almanya ve Avrupa, Rusya ile on yıl sürecek bir çatışmayla karşı karşıya
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen mülakatta eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Harald Kujat, Rusya’nın ele geçirdiği topraklar konusunda ileriye dönük tek çözümün, savaşın yeniden başlamasını önlemek için mümkün olan azami güvenlik tedbirlerinin alınması olduğunu belirtiyor. Bu doğrultuda muhtemel her anlaşma hem Kiev hem de Biden yönetimi açısından son derece acı verici olacak.
Moskova’nın, bir çözüm bulunmadığı takdirde Batı ile daimî bir çatışma ve Çin’e bağımlılık tehlikelerine doğru gittiğinin farkında olması da mümkün. Rusların bu sorunlarla ilgili kaygıları, Ukrayna’daki savaşı kaybedebileceklerine dair korkuları azaldıkça artacak gibi görünüyor.
“Batı artık Ukrayna halkının trajik kaderinin sorumluluğunu üstlenmemeli”
Thomas Kaiser
14 Şubat 2024
Emekli General Harald Kujat* ile mülakat
Zeitgeschehen im Fokus: ABD’de Ukrayna’ya yönelik mali destek paketi hala nihayete erdirilemedi. Şimdi ise Avrupa Birliği, 50 milyar avro ile devreye girdi. Özellikle Trump’ın başkan seçilmesi halinde ABD’nin Ukrayna’ya uzun vadede yardım sunmaya devam edip etmeyeceği konusunda şüpheler artıyor. Avrupalılar, söylendiği gibi sonuna kadar ABD’nin yerini ikame edebilir mi?
Emekli General Harald Kujat: Savaşın üçüncü yılının başında, Ukrayna’nın kaderinin muhtemelen bu yıl belirleneceği aşikâr. Ülkenin geleceği Batı’nın elinde. Ancak bu, aynı zamanda Rusya’nın hangi savaş hedeflerini güttüğüne de bağlı. Rusya, Ukrayna’nın NATO’nun bir ileri karakolu haline gelmesini önlemek ve ağırlıklı olarak Rusça konuşan nüfusun yaşadığı bölgedeki önceki fetihlerini pekiştirmek mi istiyor, yoksa şu anda iddia edildiği gibi, bu üsten —NATO ülkeleri de dahil olmak üzere— diğer ülkelere saldırılar düzenlemek için Ukrayna’nın tamamını ele geçirmeye niyetlenmesi mi söz konusu?
Ukrayna’nın paraya, askeri teçhizata, silah ve mühimmata ihtiyacı var ama her şeyden önce asker sıkıntısı var. Zelenskiy, “Mali desteğe bağımlıyız, aksi takdirde kaybederiz,” demişti. Ukrayna devlet bütçesinin neredeyse yarısı Batı tarafından finanse ediliyor. Para akışındaki herhangi bir gecikme ya da azalma devletin iflasını tetikleyebilir ama Ukrayna’nın bizzat kendisi de yaygın yolsuzluk nedeniyle mali sorunlarını kayda değer ölçüde ağırlaştırıyor. Savaş devam ettiği sürece Ukrayna, Batı’dan gelecek kapsamlı askeri desteğe bağımlı olacaktır. Önümüzdeki uzun yıllar boyunca ülkenin yeniden inşası ve ekonomik toparlanması, özellikle Avrupalıların büyük ve uzun vadeli taahhütlerini gerektirecektir.
Bir süre önce Şansölye Scholz, Ukrayna’nın gerekli gördüğü sürece savaşı sürdürmesini sağlayacak ülkeler arasında başı çekmiş ve Avrupa ülkelerini yardım konusunda daha fazla isteklilik göstermeye çağırmıştı. Federal Şansölyenin, Macaristan da dahil olmak üzere tüm AB ülkelerinin finansman paketini kabul etmesinde de önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Fakat 50 milyar avroluk nihai paket 2024 ile 2027 yılları arasında paylaştırılacak. Bu miktar, ABD’nin 60 milyar dolarlık destek paketine kıyasla çok az ve Ukrayna’nın devlet olarak işlevlerini sürdürmeye dönük mali gereksinimlerini ya da askeri destek ihtiyaçlarını karşılamıyor. Bununla birlikte, ABD’nin ana destekçi olarak başarısız olması halinde Avrupalıların tamamen ABD’nin yerini ikame etmesi gerekebileceği yönünde artan bir izlenim var. Bunun nedeni Kongre’nin daha fazla bütçe sunmayı reddetmesi ya da hükümet değişikliğinin ardından yardımın yalnızca mali olarak değil, tamamen de kesilmesi olabilir. Mevcut yardım paketinin uygulanmasında süregelen güçlükler nedeniyle alternatif çözümler şimdiden tartışılmaya başladı. Örneğin, savaş bölgelerine silah sevkiyatı yapmayan Japonya ve Güney Kore, Ukrayna’ya sevk edilmek üzere ABD’ye silah teslim edebilir. Bir başka seçenek de Avrupalıların Ukrayna’ya gönderilen Amerikan silahlarının parasını ödemesi olabilir. Ayrıca askeri yardım artık Ramstein formatında ABD tarafından değil NATO tarafından koordine edilmeli. Bunlar savaşın Avrupalılaştırılması yönünde atılacak önemli adımlar.
Yardımlar silah ve parayla mı sınırlı?
ABD yalnızca para ve silah sağlamakla kalmıyor. Ukraynalı askerlerin eğitimine kayda değer katkılarda bulunuyor, isabetli keşif ve hedefleme verileri sağlıyor ve operasyonel planlamada belirleyici bir rol oynuyor. Trump’ın başkan seçilmesinin ardından radikal bir rota değişikliğine gitmesi halinde Avrupa ülkeleri bu hizmetleri sağlayamayacaktır. Bu nedenle, sadece savaş senaryoları üzerinden düşünen Avrupalı siyasetçilerin Trump’ın seçim öncesi kampanyasındaki ilk başarılarını büyük bir dehşetle izlemeleri anlaşılabilir bir durum.
Gazze savaşının başlamasından bu yana Ukrayna’daki savaşla ilgili bilgi kıtlığı yaşanıyor. Ukrayna, Batı’nın silah yardımıyla Kırım da dahil Rusya tarafından işgal edilen toprakları geri almaya çalışmaya devam edecek mi, yoksa silahlı kuvvetlerinin taarruz sırasında ortaya çıkan zayıflığı nedeniyle ateşkes mi arayacak?
Başarısızlıkla sonuçlanan taarruzun ardından Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, taarruzi kara muharebesi yürütme kabiliyetini büyük ölçüde kaybetti. Bu nedenle Rusya topraklarına saldırarak hala askerî harekât kabiliyetine sahip olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Buna Belgorod ya da Donetsk’te olduğu gibi sivil halka dönük saldırılar da dahil. İleride özel kuvvetlerin Rusya’nın kritik altyapısına yönelik saldırıları mutlaka artacaktır.
Askeri cephede ise Rusya Silahı Kuvvetleri inisiyatifi ele almış durumda. Ancak Ukrayna kuvvetlerinin aksine geniş çaplı bir taarruz başlatmadılar, bunun yerine önceki fetihlerini pekiştirmek ve büyük kayıplardan kaçınmak amacıyla saldırılarını yerel düzeyde yoğunlaştırıyorlar. Rusların şu anki odak noktası, tamamen ele geçirilmesi halinde doğu Donbass bölgesinin konsolidasyonunun önünü açacak olan Avdeyevka. Ruslar Kupyansk bölgesine çok sayıda asker yığdı ve görünüşe göre bu birlikler Harkov oblastını ele geçirmeyi amaçlıyor. Ruslar muhtemelen Odessa’yı da almak istiyorlar.
ABD bu gelişmeye nasıl tepki veriyor?
Ukrayna’daki kritik durum ABD’yi yeni bir strateji geliştirmeye sevk etti. Şu an için Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, hala kontrolleri altında olan toprakları sağlam savunma mevzilerinden tutmak ve yüksek asker kayıplarını azaltmak için stratejik savunmaya geçecektir. Bu, ordunun ve ekonominin uzun vadede güçlenmesi ve daha dirençli olması için gerekli koşulları yaratacaktır. Dört aşamalı strateji (savaş, inşa, toparlanma ve reform) Ukraynalıları, büyük bir savaş gücüne ve dolayısıyla yüksek bir caydırıcılık faktörüne sahip bir Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin on yıl içinde inşa edileceğine ikna etmeyi amaçlıyor. Bununla birlikte, 2024 yılı sonunda Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin savaş gücü bugünkünden kayda değer ölçüde daha fazla olmalı.
Fakat bu, Ukrayna Devlet Başkanı’nın Kırım da dahil olmak üzere Rusya tarafından işgal edilen tüm toprakları geri alma hedefinden vazgeçmesi gerektiği anlamına geliyor. Bu stratejiyi uygulamak için Avrupalı müttefikler, bağlayıcı anlaşmalarda belirtilecek ve Ukrayna ile ikili anlaşmalarda kabul edilecek on yıl boyunca askeri ve iktisadi destek sağlamak için özel taahhütlerde bulunacaklardır. On yıllık taahhüt, Trump tarafından açıklanan Ukrayna’ya yönelik desteğin sona erdirilmesine karşı bir teminat olarak tasarlandı. Bununla birlikte bu, bir Avrupa ülkesindeki hükümet değişikliğinin rota değişikliğine yol açmasını engellemeyi de amaçlıyor. Birleşik Krallık halihazırda Ukrayna hükümetiyle buna uygun bir anlaşma imzalamış durumda. Görünüşe göre Alman hükümeti de bu on yıllık destek ve yardım taahhüdüne girmeye hazır. Tüm NATO ülkelerinin bu örneği benimsemesi, en azından NATO Antlaşmasının 5. Maddesi uyarınca kolektif savunma söz konusu olduğunda, arka kapıdan NATO üyeliğine eşdeğer olacaktır. Bu nedenle ABD, Ukrayna ile 4. Maddeye benzer bir mekanizma üzerinde anlaşmayı da düşünüyor; buna göre üye ülkeler “herhangi birinin görüşüne göre, taraflardan herhangi birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit altında olması halinde birbirlerine danışacaklardır”.
Ukrayna bu uzun vadeli plana uyacak mı?
Şimdilik durum böyle görünmüyor. Ukrayna Devlet Başkanı, Davos da dahil pek çok yerde savunma stratejisi hakkında olumsuz konuştu. Hala Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin öngörülebilir gelecekte gerçekleştiremeyeceği taarruz harekatlarına odaklanıyor.
Bu bağlamda Zelenskiy ile Genelkurmay Başkanı Zalujnıy arasında yaşanan ve görevden alınmasına neden olan anlaşmazlık özel bir önem taşıyor. Son mesele, yüksek asker kayıplarını telafi etmek amacıyla 500 bin askerin seferber edilmesi sorumluluğunu kimin üstleneceğiydi. Fakat operasyonların yürütülmesi, bu savaştaki siyasi hedeflerin ulaşılabilirliği ve askeri başarı ve başarısızlıkların kamuoyuna sunulması konusundaki temel görüş ayrılıkları belirleyici oldu.
Batı’dan büyük beklentilerin ve gerçekçi olmayan başarı umutlarının eşlik ettiği Ukrayna taarruzundan önce Zalujnıy, başarı koşullarını kesin olarak tanımlamış ve bunların karşılanmaması halinde şüpheci olacağını ifade etmişti. Öncelikle Amerikalı ve İngiliz subaylar tarafından hazırlanan harekât planının aksine, savaş alanındaki mevcut koşulları daha fazla dikkate alan farklı bir kuvvet yaklaşımı da seçti. Nihayetinde Kasım 2023’ün başında, taarruzun başarısız olduğunu kamuoyu önünde kabul etti. Zalujnıy bunu yaparken, durumu sürekli olarak aşırı olumlu bir şekilde tasvir eden ve Batılı politikacılar ve medyadan en büyük ilgi ve onayı alan Devlet Başkanı’na açıktan muhalefet etti. Öte yandan Zalujnıy —bana göre— haklı olarak silahlı kuvvetlerde ve halk arasında en yüksek itibara sahip.
Geçtiğimiz günlerde Zalujnıy, kişisel yazısında Ukrayna’nın askeri zaferi için gerekli önkoşulları bir kez daha özetledi. Batı’dan Ukrayna Silahlı Kuvvetlerini saldırgana karşı teknolojik üstünlük sağlayacak sistemlerle donatmasını talep etti. Talep ettiği gibi bunun beş ay içinde mümkün olmadığını ve ABD’nin bunu yapmaya hazır olmadığını da bildiğinden eminim. Zelenskiy, kısa süre önce Zalujnıy’dan istifa etmesini istedi ama Zalujnıy bunu reddetti. Görevden alınması son derece kritik bir zamana denk geliyor. Zelenskiy’in kararının büyük bir hata olduğu yakında ortaya çıkacaktır.
Ukrayna taarruzunun başarısızlığa uğramasının ardından Avrupa’da Rusya’nın stratejik hedefinin Ukrayna’nın tamamını ele geçirerek Baltık ülkelerine ya da Polonya’ya saldırmak ve NATO ile bir savaş başlatmak olduğuna dair korkular artıyor. NATO bu tehdide karşı hazırlanıyor; örneğin kısa süre önce başlatılan büyük manevra da buna dahil.
Alman basını bir süredir Ukrayna’ya dönük saldırının, Sovyetler Birliği’nin etki alanını yeniden ele geçirme amaçlı uzun vadeli bir emperyal stratejinin parçası olduğu teorisini yayıyor. Askeri durum açıkça Rusya’nın lehine döndüğünden beri, “askeri uzmanlar” neredeyse histerik bir şekilde savaş korkusu yayıyorlar. Bunun cehaletten mi, ideolojik dar görüşlülükten mi, kendini beğenmişlikten mi yoksa savunma kapasitelerini geliştirme çabalarını haklı çıkarmak için mi olduğu her zaman net değil. NATO’nun yıllar sonra yeniden, nispeten mütevazı da olsa, büyük bir manevra yaptığını söylemeye gerek yok sanırım. Sonuçta, 1988’deki son büyük manevradan bu yana stratejik çerçeve koşulları ciddi ölçüde değişti. Fakat kamuoyuna Rusya’nın saldırması durumunda ortaya çıkacak ilk durumu açıklamanın NATO’nun savaş histerisini körüklemeye kasten yardımcı olduğu bariz.
Alman halkı buna nasıl tepki veriyor?
Propagandanın halkın geniş kesimlerinde savaş korkusuna yol açtığı izlenimine kapılmış değilim. Belli ki, bir süre önce hala askeri zafer ya da Ukrayna’nın savaşı kazanacağı tahmininde bulunanlar, Ukrayna’nın yenilgisinin Rusya’nın güç açlığını tatmin etmeyeceğini ve bu nedenle NATO ülkelerine saldırmaktan çekinmeyeceğini iddia ederek Ukrayna’ya daha fazla yardımı tereddütsüz seferber etmek istiyorlar. Almanya ve Avrupa, Rusya ile on yıl sürecek bir çatışmayla karşı karşıya.
Politikacıların ülkelerinin askeri kapasitelerini güçlendirmek için savunma harcamalarında ciddi artışlara gidilmesi talebini, Rusya’nın güya yakın saldırı savaşı varsayımıyla gerekçelendirmeleri dikkat çekici. On yılı aşkın bir süredir, 2011 yılında Bundeswehr’in sözüm ona “yeniden yapılanması” sonucunda ortaya çıkan anayasa ihlalini kabul ettiler. Açıkça ifade etmek gerekirse, Bundeswehr’in ulusal ve ittifak savunması yapabilecek kapasitede olması gerektiği hakikatini haklı çıkarmak için savaş histerisine —ki bu da tehlikelidir— ihtiyacımız yok. Nihayetinde anayasal yetkinin yerine getirilmesi yeterlidir.
Dolayısıyla, Rusya’nın birkaç yıl içinde NATO’ya saldırabilecek durumda olmakla kalmayıp, aynı zamanda bunu yapmaya niyetli olduğu için buna hazırlandığına dair ikna edici kanıtlar olup olmadığı sorusu ortada duruyor. NATO ülkelerine dönük bir saldırının ön koşullarından biri, saldırı için uygun bir üs oluşturmak amacıyla Ukrayna’nın tamamının ele geçirilmesi olacaktır. Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldıran Rusya, bunun iki katından daha güçlü olan ve Batı tarafından mükemmel bir şekilde eğitilip donatılan Ukrayna Silahlı Kuvvetlerine karşı yaklaşık 190 bin asker konuşlandırdı. Rusya liderliği bu durumun Ukrayna’nın tamamını ele geçirmeyi imkânsız hale getirdiğini anlamış olsa gerek. Mart 2022 sonunda İstanbul’da yapılan barış müzakereleri esnasında Rusya, her iki taraf için de olumlu sonuçlar doğurması nedeniyle ve iyi niyet göstergesi olarak Kiev civarında ele geçirdiği bölgelerden askerlerini geri çekmiş ve saldırının başlamasından önceki seviyeye tamamen geri çekilmeyi sözleşmeyle teminat altına almıştı.
Bu bağlamda, Ukrayna’ya yönelik saldırının eski Sovyet etki alanını ya da bunun da ötesinde tüm Avrupa’yı yeniden ele geçirme maksatlı emperyal bir planın parçası olmadığını varsayıyorum. Elbette savaş hedefleri savaş sırasında değişebilir. Bu arada, ateşkes ve ardından yapılacak barış müzakereleri, Rusya’nın saldırı niyetine ilişkin şüphelerin doğru olup olmadığını açığa çıkarabilir. Buna ek olarak müzakerelerin sonucu, Ukrayna topraklarının Rusya tarafından Orta Avrupa’ya dönük bir saldırı için konuşlanma bölgesi olarak kullanılması ihtimalini de ortadan kaldıran hükümler içerebilir. Ayrıca Rusya ile öncelikle Baltık ülkelerinin güvenliğini artıracak ama aynı zamanda NATO ile Rusya arasında daha fazla genel istikrara katkıda bulunacak anlaşmalar imzalanabilir. Örneğin, konvansiyonel silahlı kuvvetlerin sınırlandırılmasına ilişkin güncellenmiş bir AKKA Anlaşması ile yeni kanat düzenlemeleri ve siyasi-askeri eylemlerde daha fazla şeffaflık ve öngörülebilirliğe katkıda bulunacak güven artırıcı askeri tedbirleri düşünüyorum.
Fakat Moskova’nın asıl kaygısı, Ukrayna’nın üyeliği yoluyla NATO’nun Rusya sınırına kadar genişlemesini önlemek gibi görünüyor. Rusya 1990’ların ortalarında NATO’ya karşı stratejik bir tampon bölge — “cordon sanitaire” — hedeflemişti ve son zamanlarda bu fikri Ukrayna topraklarında askerden arındırılmış bir bölge şeklinde yeniden gündeme getirdi. Ancak son zamanlarda Rusya’nın operasyonları, Ukrayna’nın topyekûn bir yenilgiye uğramasını önlemek için Batılı birliklerin savaşa müdahale etme riskine karşı tedbirler aldığını da gösterdi.
Bundeswehr’in yetersiz kapasitesinden bahsettiniz. Temelde Bundeswehr’in NATO çerçevesinde kendini savunma imkanına sahip olmasından yana mısınız?
Sürekli değişen güvenlik politikası ve jeostratejik çerçeve koşulları ne olursa olsun, tüm NATO üyesi ülkeler özgürlüklerini, bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini müştereken teminat altına almak için kolektif savunmaya uygun bir katkıda bulunmalı. Son zamanlarda kendime sık sık Helmut Schmidt’in, yaşasaydı Avrupa’daki mevcut güvenlik durumuna nasıl tepki vereceğini soruyorum. Muhtemelen askeri dengenin barışı sağlamak için gerekli ama yeterli olmayan bir unsur olduğunu söylerdi. Ayrıca askeri dengenin siyasi olarak istikrara kavuşturulması için de çaba sarf edilmeli. Ayrıca karşı tarafla görüşme ve onların çıkarlarını dikkate alma konusunda da istekli olunmalı. Silahsızlanma ve silahların kontrolü müzakerelerinin yanı sıra daha fazla şeffaflık ve askeri güven artırıcı önlemlere ilişkin anlaşmalar da bunlara eklenmeli.
Bu yüzyılın başından beri hem askeri hem de siyasi açıdan pek çok yanlış yapıldı. Bu nedenle çabaların, federal ordunun anayasal görevi olan ulusal ve ittifak savunmasını yeniden yerine getirebilecek bir konuma getirilmesine odaklanmasını savunuyorum. Bu amaçla, yedeklerin sorunsuz bir şekilde entegrasyonu yoluyla görevleriyle orantılı bir savunma seviyesine hızlı bir şekilde ulaşmak için, gerekli kabiliyet yelpazesini kapsayan bir personel seviyesi ve tehdide uygun ve teknolojik olarak geleceğe uygun tüm kabiliyet kategorilerinde teçhizat ve silahlarla büyüme kapasitesine sahip yapıları olmalı. Müttefiklerimiz güçlü bir Almanya’dan değil, zayıf bir Almanya’dan korkuyor. Bundeswehr’i yeniden kapasiteli ve modern bir ordu haline getirmek için işe buradan başlamalıyız. Bu arada bu, askeri dengenin aleyhimize değişmesine izin vermeme kararlılığımızın da ikna edici bir işareti olacaktır. Ancak sonuçta bu tek başına barış ve güvenlik için yeterli bir koşul değildir. Bu nedenle, siyasi anlaşmalar yoluyla askeri dengeyi istikrara kavuşturmak için gerekli irade mevcut olmalı.
Artık üçüncü bir dünya savaşı tehlikesinden bile söz ediliyor olması nasıl anlaşılmalı? Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer bile AB’nin kendi nükleer caydırıcılığına ihtiyacı olduğu görüşünde.
Peşinen söylemek isterim ki, meslekten olmayan şahsiyetlerin bu tür ifadelerine tepki vermenin aslında mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu tartışma artık daha fazla yer kaplıyor. Konvansiyonel askeri dengenin öneminden halihazırda söz etmiştik. Bu bağlamda, güçlü bir konvansiyonel savunmanın nükleer eşiği ciddi ölçüde, hatta belki de kesin olarak yükselttiğini vurgulamak isterim. Bunun nedeni nükleer tırmanma riskini azaltması. Bir yandan, başarılı bir konvansiyonel savunma yapabilme kabiliyeti bizi nükleer bir ilk saldırıya zorlamayacaktır. Öte yandan, potansiyel bir saldırganın caydırıcılığı temelden artar, zira saldırısını gerçekleştirmek için nükleer bir ilk kullanımı riske atmak zorunda kalabileceğini baştan hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Şu anda iki seçenek tartışılıyor: Avrupa nükleer güç olmalı ve Almanya nükleer silahlara sahip olmalı. Nükleer güçler ve BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleri olarak Fransa ve İngiltere, Avrupa’da özel bir konuma sahip. Nükleer silahlarının kullanımına ilişkin karar ulusal hükümetlere aittir. Bu karar verme yetkisini diğer Avrupa hükümetleriyle paylaşmayacaklar ve kesinlikle Avrupa Birliği’ne devretmeyeceklerdir. İngiliz ve Fransız nükleer kapasiteleri NATO’nun nükleer caydırıcılık unsurunun bir parçasıdır ve bu nedenle ABD nükleer silahlarının tamamlayıcısı olarak görülmelidir.
Almanya’nın nükleer silah sahibi olmaktan bağlayıcı bir şekilde vazgeçtiği hakikatini göz ardı edersek, nükleer silahlar üzerindeki tasarruf yetkisinin bizim için bir güvenlik kazanımı olup olmayacağı ve bunun Almanya’nın NATO’daki konumu için ne anlama geleceği sorusu ortaya çıkıyor. İttifaka entegre edilmeden ve müttefiklerimizle koordinasyon sağlanmadan nükleer silahların münhasıran ulusal kontrolü, potansiyel bir düşmanın risk hesaplamasını daha zor hale getirecektir ama Almanya ve müttefiklerimiz açısından son derece yüksek bir risk olacaktır. Zira Alman hükümeti, herhangi bir nükleer silah kullanımının dünyamızı sonsuza dek değiştirecek vahim sonuçlar doğuracak öngörülemez tepkiler zincirini tetikleyebileceğini bilerek, acil bir durumda bu silahları kullanmaya hazır olduğunu inandırıcı bir şekilde ifade edebilmeli. Dolayısıyla ne iki Avrupalı nükleer devlet ne de ABD, Almanya’nın nükleer silahlara sahip olmasını ya da bunları kontrol etmesini desteklemeyecektir. Ancak, Almanya’nın nükleer silah potansiyelini sadece NATO çerçevesinde ve ittifak prosedürlerini uygulayarak kullanma niyetinde olmamız halinde, nükleer silahlara sahip olmak ne Almanya ne de müttefiklerimiz için bir güvenlik kazanımı olmayacaktır. Ve bu koşullar altında bile müttefiklerimizden herhangi bir destek alamayız.
Zelenskiy, Davos’ta bir kez daha “barış planını” sundu. Neredeyse iki yıl önce, bugüne dek devam eden çatışmaları önleyebilecek bir barış planı masadaydı. Çatışmanın her iki tarafı da “ad referandum” anlaşmasını kabul etmiş ve başlatmış olmasına rağmen, Batı’nın baskısıyla Ukrayna tarafından sonuçlandırılmamıştı. Batı o dönemde barış anlaşmasını neden dinamitledi? Zelenskiy’in şu anda Batı tarafından kutsanan “barış planının” Rusya ile müzakere edilmesi konusunda gerçek bir şansı var mı?
Zelenskiy şu ana dek Rusya ile planı müzakere etme niyeti bile göstermedi. Zelenskiy’in Ekim 2022 başında Rusya ile müzakereleri yasaklayan kararnamesi de henüz iptal edilmedi. Dahası, teslim olmaya zorlanmadıkça hiçbir egemen devlet böyle bir barış anlaşmasını imzalamaz. Belli ki Zelenskiy ve savaşı destekleyen Batılı ülkeler hala Ukrayna’nın savaşı kazanabileceğini varsayıyor. Ya da —sık sık söylendiği gibi— Ukrayna kazanacak çünkü kazanmak zorunda.
Almanya’da, Mart 2022 sonunda İstanbul’da her iki tarafın da imzaladığı bir anlaşmaya varıldığı hakikati, Ukrayna hükümeti bile bunu inkâr etmese ve Ukraynalı müzakereciler bunu doğrulasa da gizleniyor ya da inkâr ediliyor. Bunun nedenleri son derece bariz. Anlaşmanın muhtevasına daha yakından bakıldığında, Ukrayna’nın altı hafta sonra savaşı oldukça kabul edilebilir şartlarda sona erdirecek çok iyi bir sonuç elde ettiği görülecektir. Ancak aklı başında herhangi bir kişi, Zelenskiy’in Rusya basınında müzakereler hakkında olumlu konuştuktan sonra neden anlaşmayı imzalayarak yüz binlerce Ukraynalının ölümünü ve ülkenin yıkımını önlemeye hazır olmadığını soracaktır. Ve aklı başında her insan, onun ve onu destekleyen Batılı ülkelerin neden hala barışa bir şans vermeye hazır olmadıklarını sormaya devam edecektir. Nisan 2022 başında Rusya ile Ukrayna arasında barışı engelleyen siyasetçiler, belli ki Ukrayna’nın kendi destekleriyle Rusya’yı yenebileceğine inanmışlardı. Şimdiye dek herkes bunun bir hayal ürünü olduğunu anlamış olmalıydı. Ukraynalılar, Batı’nın desteğiyle silahlı kuvvetlerinin yapabileceklerini gösterdiler. Batı artık Ukrayna halkının trajik kaderinin sorumluluğunu üstlenmemeli.
General Kujat, mülakat için teşekkür ederim.
(*) 1 Mart 1942 doğumlu emekli General Harald Kujat, Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve NATO Askeri Komitesi Başkanı olarak NATO’daki en yüksek rütbeli subay. Aynı zamanda NATO-Rusya Konseyi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi başkanlığı görevlerinde bulundu. Harald Kujat, hizmetlerinden dolayı Fransa Cumhuriyeti Onur Lejyonu Komutan Haçı, Letonya, Estonya ve Polonya’dan Komutan Haçı Liyakat Nişanı, Liyakat Lejyonu dahil olmak üzere çok sayıda ödülle onurlandırıldı. ABD ve Belçika Krallığından Büyük Leopold Nişanı Kurdelesi, Federal Almanya Cumhuriyeti Büyük Liyakat Madalyası ve Malta, Macaristan ve NATO’dan da dahil olmak üzere diğer yüksek ödüller aldı.
İlginizi Çekebilir
-
ABD heyeti Bangladeş’in yeni yönetimiyle görüştü, reform çağrısı yapıldı
-
Almanya, sınır kontrollerinin “trafik sıkışıklığına neden olmayacağı” sözünü verdi
-
Fed kararı öncesi gözler faiz indirimi miktarı ve zamanlamasında
-
Almanya ile Özbekistan arasında göç anlaşması
-
Kazakistan, Rusya ile Ukrayna arasında arabuluculuk yapmaya hazır
-
Hollanda, Ukrayna’ya taahhüt ettiği Patriot’ları teslim edemeyecek
DÜNYA BASINI
Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?
Yayınlanma
2 gün önce15/09/2024
Yazar
Emre KöseGeçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.
The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.
Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.
Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok
Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir
George Beebe, Responsible Statecraft
Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.
ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.
Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”
Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.
Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.
Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.
Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.
İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.
Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.
Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.
Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.
Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.
Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.
Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.
Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.
DÜNYA BASINI
Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı
Yayınlanma
5 gün önce12/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.
Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir
Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.
Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.
Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.
Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.
Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.
Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.
Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.
Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”
Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.
Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.
Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.
Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.
Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.
Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
1 hafta önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)
Çin Ticaret Bakanı, elektrikli araçlara yönelik gümrük tarifelerini görüşmek üzere İtalya’da
Orta Avrupa’da sel: Polonya AB acil durum fonuna başvuracak
ABD heyeti Bangladeş’in yeni yönetimiyle görüştü, reform çağrısı yapıldı
Almanya, sınır kontrollerinin “trafik sıkışıklığına neden olmayacağı” sözünü verdi
Fed kararı öncesi gözler faiz indirimi miktarı ve zamanlamasında
Çok Okunanlar
-
ASYA7 gün önce
Huawei, Apple ile aynı anda, yeni 3’e katlanabilir akıllı telefonu tanıttı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 2
-
RUSYA2 hafta önce
Putin, Doğu Ekonomi Forumu’nda konuştu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Kremlin: Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusunu değerlendireceğiz
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye ile normalleşme başka bahara kalamaz: Pişmiş aşa su katılmaz