DÜNYA BASINI
Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığı: Hasar kontrolü politikası
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran’ın reformist yeni cumhurbaşkanının İran’da neleri değiştirebileceği, nelere gücünün yetip neye yetmeyeceği, önündeki zorluklar ve İran’ı neler beklediğine odaklanıyor. İran müesses nizamının Pezeşkiyan’a nasıl baktığı ve nihayetinde İran’ın yapısal sorunlarını karşısında Pezeşkiyan’ın çözüm olup olamayacağını değerlendiriyor:
***
Eskandar Sadeghı-Boroujerdı
İran’ın neredeyse yirmi yıldır ilk kez ‘reformist’ olduğunu açıklayan yeni bir cumhurbaşkanı var. Kalp cerrahı ve 2000’li yılların başında Hatemi yönetiminde görev yapan eski sağlık bakanı Mesud Pezeşkiyan oyların %53.6’sını alarak seçimi kazandı. Mahabad şehrinde Azeri bir baba ve Kürt bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve Batı Azerbaycan’daki Urumiye’de büyüyen Pezeşkiyan’ı, rakiplerinden ayıran en önemli özelliği, halktan biri olması, mütevazı tavırları ve Azeri atasözlerine olan düşkünlüğü. Sadece iki ay önce cumhurbaşkanlığına yükselişi öngörülemezdi. Ancak İbrahim Reisi’nin mayıs ortasında bir helikopter kazasındaki ani ölümü, ülke içinde ve dışındaki yorumcuların hâlâ anlamakta zorlandığı bir siyasi değişime yol açtı.
Pezeşkiyan gibi birinin, seçim adaylarının ‘uygunluğunu’ incelemekten sorumlu din adamlarının hakimiyetindeki Muhafız Konseyi’nin süzgecinden geçmeyi nasıl başardığını anlamak için 2021 yılına dönmemiz gerekiyor. O yılki seçimler belki de İslam Cumhuriyeti’nin yakın tarihindeki en dikkatli şekilde sahnelenen seçimlerdi. Reisi’nin seçimle göreve gelmemiş birçok güç merkezleri aracılığıyla -güçlü Kuds Razavi Vakfı’nın başkanlığı, Başsavcı ve ardından Başyargıç olarak görev yapması- meteorik yükselişi, birçok kişinin onun, dördüncü on yılına giren dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in halefi olarak konumlandırıldığını düşünmesine yol açtı. Görünüşe göre Hamaney ve müttefikleri, İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin zaten sınırlı olan rekabet gücünü, hükümetin üç organının da muhafazakâr kontrolünü garanti altına almak ve sonunda sahneyi terk ettiğinde yumuşak bir geçiş sağlamak için feda etmeye karar vermişlerdi. Trump’ın KOEP’den çekilmesi ve Ruhani yönetiminin yerine getirmediği vaatler nedeniyle öfkelenen milyonlarca İranlı bu seçim maskaralığına boyun eğmeyi reddetti. Seçime katılım oranı %48,8 ile tarihi düşük bir seviyeye ulaştı ve toplu halde geçersiz oy kullanıldı. Reisi her şeye rağmen iktidara geldi.
Ancak Doğu Azerbaycan ormanlarında hayatını kaybetmesi bu planı suya düşürdü. 2021’de cumhurbaşkanlığı yarışı, liderlik halefiyeti sorunundan ayrılamazdı. Şimdi bu iki elit seçim süreci birbirinden ayrılmış durumda. Bunun ışığında, Hamaney’in yakın çevresi, sistemi istikrara kavuşturmanın bir yolu olarak reformistlerin siyasi açıdan daha uyumlu kesimini (eleştirmenleri tarafından genellikle ‘devlet reformistleri’ olarak adlandırılıyor) yeniden entegre etme fikrini değerlendirmeye istekli görünüyor. Müesses nizamın, siyasi sınıfın ‘sol kanadı’ olarak adlandırılan kesimin başarısı karşısında şaşkınlığa uğradığı 1997’deki cumhurbaşkanlığı yarışının aksine, bu kez ilk tercihleri olmasa bile ılımlı bir adaya hazırdılar. Hamaney ve en yakın müttefikleri, İranlı muhafazakârlar (Osulgarayan) devletin her kolunu kontrol ettiğinde, yüce liderin kendisinin sisteme karşı bastırılmış öfkenin hedefi haline geleceğini ve yolsuzluk ve kötü yönetimle ilgili suçlamaları saptırmanın zorlaşacağını fark etmiş olabilirler.
Ancak bu yeniden bütünleşmenin nedenleri elitler arası manevraların ötesine geçiyor. 2022’de ülke çapında kadınların öncülüğünde patlak veren protestolar ve aynı dönemde Kürdistan ve Sistan-Belucistan eyaletlerindeki etnik-ulusal ayaklanmalar, İslam Cumhuriyeti’ni ve onun siyasi sınıfını reddeden güçlü sistem karşıtı güçlerin ortaya çıkışına tanıklık etti. Sağın en uzlaşmazları dışında hiçbir siyasetçi bu gelişmelerin sosyal ve kültürel yansımalarını görmezden gelemezdi. Pezeşkiyan, Mahsa Amini’nin akıbetinin ulusal bir haber haline gelmesinden kısa bir süre sonra bunu açıkça kınayan bir avuç parlamenter arasında yer aldı. Seçim kampanyası sırasında onu birkaç kez anarak, hareketin kalıcı mirasını ve onun acımasızca bastırılmasına yönelik yaygın öfkeyi dile getirdi.
Bu huzursuzluk dönemi, çift haneli enflasyonla sarsılan ve düzenli protesto ve baskı döngüleriyle radikalleşen İran’ın gittikçe yoksullaşan orta sınıfının değişim için harekete geçmeye başlamasıyla, eşi benzeri görülmemiş bir öğretmen grevi ve işçi eylemleri dalgasıyla aynı zamana denk geldi. Son yıllarda, maaşlılardan çalışan yoksullara kadar şehirlerde ve eyaletlerde yaşayan milyonlarca İranlıyı etkileyen, yaşam standartlarında belirgin bir bozulma görüldü. Ülkenin ekonomik sıkıntıları, reformistlerin marjinalleştirilmesi, sivil özgürlüklerin kısıtlanması, toplumsal yeniden üretim ve nüfus kontrolü politikaları gibi gerici bir gündemin takip edilmesiyle daha da arttı. ABD liderliğindeki yaptırımlar para birimindeki devalüasyonu hızlandırdı ve birçok İranlının tasarruflarını borsaya veya kripto para birimine yönlendirmesine neden oldu.
Dolayısıyla İran devleti çok sayıda yapısal çelişkiyle karşı karşıya. Dini liderin ofisi ve Devrim Muhafızları’nın en üst kademeleri başlangıçta ‘ulusal güvenliği’ iki katına çıkararak ve dış saldırılara caydırarak karşılık verdi. Bu strateji kendi açısından bir miktar başarı sağlasa da bırakın refahı, istikrar için bile bir reçete değildi ve içeride artan hoşnutsuzluğun nedenlerini ele almada başarısız oldu. Reisi’nin ölümünden sonra, iktidar seçkinlerinin ve daha geniş siyasi sınıfın önemli bir kısmının, en aşırı kadroları Mukavemet Cephesi (Cebhe-ye paidari) tarafından temsil edilen radikal muhafazakarların krizi yönetebileceklerine, hatta krizin risklerini anlayabileceklerine inanmadıkları açıkça ortaya çıktı. Etkili bir adaptasyon, son derece kontrollü bir şekilde de olsa siyasi karar alma alanını genişletmek anlamına geliyordu.
Pezeşkiyan devreye girdi. Seçim kampanyası yavaş başladı ve televizyonda yayınlanan ilk tartışmalarda iyi bir performans gösteremedi. Sağlık Bakanlığındaki görevine rağmen ulusal profili yetersizdi ve gerekli deneyime sahip olmadığı düşünülüyordu. Hatemi ve diğer önde gelen reformistlerin yanı sıra eski siyasi mahkumlar ve önde gelen entelektüellerin destekleri de kadranı hareketlendiremedi. Seçimin ilk turunda, İslam Cumhuriyeti tarihinde bir cumhurbaşkanlığı seçimine katılım oranının en düşük seviyede olduğu görüldü: %39,9. Oy kullanmayı reddeden %60’lık kesimin bir kısmı sisteme meşruiyet kazandırmak istemezken, bir kısmı da sadece kayıtsızdı ve ulu önder ile diğer siyasi, hukuki, dini ve ekonomik güç merkezlerinin kapsayıcı otoritesi karşısında cumhurbaşkanlığının günlük hayatlarını etkileyebileceğine artık inanmıyordu. Yine de Pezeşkiyan, sistemin favori adayı olan eski Tahran Belediye Başkanı ve şimdiki Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf’ın, yolsuzluk suçlamaları arasında oyların %14’ünü alabilen kötü performansından faydalandı.
Bugüne kadar neredeyse tüm İran cumhurbaşkanları kendi gündemlerini takip etmeye çalıştıklarında dini liderle ters düştüler. 1981’deki Ebulhasan Benisadr’dan 2000’lerdeki Muhammed Hatemi’ye, Mahmud Ahmedinejad’ın ve hatta Hasan Ruhani’nin daha yakın dönem yönetimlerine kadar ilişkiler kaçınılmaz olarak kötüleşti, çoğu zaman yabancılaşmaya ve nihayetinde cumhurbaşkanının gerçek iktidar alanlarından ihracına yol açtı. Pezeşkiyan kampanyasında cumhurbaşkanlığı makamının sınırlarını açıkça tartışarak bu konuyu ele almaya karar verdi. Seçmenlere kendisinin mucize yaratan biri olmadığını, yetkilerinin kısıtlı olduğunu ve sadece kendi kontrolü altındaki alanlarda değişim yaratabileceğini söyledi. Yetkisi dışındaki alanlarda ise halk adına müzakerelere girme sözü verdi. Sistemin kalbindeki yerleşik çıkarlarla yüzleşmek yerine onlarla yapıcı bir şekilde çalışacaktı. Bu merkezcilik, parlamenter demokrasi ve neoliberal küreselleşmenin Tarihin Sonunu temsil ettiğinin düşünüldüğü Hatemi yıllarından ve demokratikleşme ve anayasal reform için yaygın bir örtmece olan daha radikal ‘siyasi kalkınma’ (towse’eh-ye siyasi) vaatlerinden çok uzak. Ancak yine de son üç yılla önemli bir kopuşu temsil ediyor.
İkinci turda Pezeşkiyan, bir zamanların nükleer müzakerecisi ve Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri olan aşırı sağcı Said Celili ile yarıştı. Celili’nin kilit destekçileri arasında Covid inkarcıları, antisemitik komplo teorisyenleri, radikal otarşitler ve mutlakiyetçi teokratlar vardı. Programı, aşırı muhafazakâr bir kültürel politikayı, alttan alta gelen kızgınlık akımlarından yararlanan sözde popülist bir ekonomik teklifle birleştirdi. İran’ın en savunmasız vatandaşlarını korumayı vaat ederken, ahbap-çavuş kapitalist sınıfının yolsuzluk ve rantiyeciliğiyle mücadele etme sözü verdi. Buna karşılık reformistler merkez sağla birleşerek Celili ve ‘gölge hükümetinin’ iktidara gelmesi halinde İran’ın ‘Talibanlaşacağı’ ve İslamcı bir Kuzey Kore’ye dönüşeceği uyarısında bulundu. Bu ihtimalden duyulan korku, seçime katılımı %50’nin biraz altına çekmeye yetti. Nihai sonuçlara göre Celili 13.5 milyon, Pezeşkiyan ise 16.4 milyon oy aldı; bu da siyasette artan kutuplaşmayı yansıtıyor. Muhafazakarların oy oranındaki önemli düşüş -Reisi bir önceki seçimde 18 milyon oy almıştı- birçok ılımlının Pezeşkiyan için Celili’yi terk ettiğini gösteriyor. Yine de 2017’de %73 olan katılım oranındaki düşüş, daha az kötülük ve hasar kontrolü politikalarının sağladığı getirilerin artık azaldığını gösteriyor.
Pezeşkiyan’ın kampanya vaatleri detaylardan yoksundu ancak üç ana alana değinmeyi hedefliyordu. Bunlardan ilki sivil özgürlüklerdi. Aday, aşırı sağın kamusal alan üzerindeki baskılarına -kadınların kıyafetleri ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin giderek sıkılaşan düzenlemeleri, giderek daha sıkı hale gelen sansür yasaları, kısıtlı bir ‘ulusal internet’ tehdidi- karşı çıktı ve bu eğilimleri tersine çevirmek için elinden geleni yapacağına söz verdi.
İkincisi, İran’ın durgun iç ekonomisinden ayrılamaz olarak görülen dış politikaydı. Pezeşkiyan nükleer anlaşmayı kurtarmaya çalışacağına, İran’ı zayıflatıcı ‘yaptırım kıskacından’ kurtaracağına ve ABD ve Avrupa ile gerilimi azaltacağına söz verdi. Bunun da müzakereleri sabote etmek isteyen radikallere karşı sağlam durmak, ‘ideoloji’ yerine ‘uzmanlığı’ tercih etmek, İran’ın bölgesel komşularıyla ilişkileri geliştirmek ve Doğu ile Batı arasında daha dengeli ilişkiler kurmak anlamına geleceğini savundu.
Son olarak, Pezeşkiyan, 2023 boyunca ve 2024’ün başlarında %40’ın üzerinde olan yüksek enflasyonla başa çıkma gereğini vurguladı. Güçlü siyasi ve ekonomik çıkarlar koalisyonu, krizi çözmek için bir dizi önlem önerdi: piyasa liberalleşmesi, ‘şişkin’ devlet sektörünün küçültülmesi, orta sınıfın sermaye kaçışının önlenmesi, (kayırmacı kapitalist yarı devlet sektörüne karşı) özel sektörün güçlendirilmesi ve yabancı yatırımın teşvik edilmesi. Bu önlemlerin, verimsiz işgücü piyasasını düzeltip güçlü dini vakıflar (bonyads) ve çeşitli Devrim Muhafızı bağlantılı firmalar ve taşeronların aşırı etkisini dengeleyeceğine inanıyorlar.
Bu alanların her birinde Pezeşkiyan’ın politikaları teorik olarak milyonlarca İranlı için önemli sonuçlar doğurabilir. İnternet erişimi, ülkenin demokrasi hareketi ve bireysel ifade özgürlüğü için hayati önem taşıyor. Ayrıca, iflasın eşiğindeki sayısız küçük tüccar ve işletme için de belirleyici olabilir. Rehberlik Devriyesi’nin kıyafet kurallarına yönelik sert müdahaleleri, milyonlarca kadının temel haklarını ihlal etti ve sık sık kameraya yakalanan ve sosyal medyada yayılan korkunç eylemleri, sistemi büyük ölçüde itibarsızlaştırdı ve birçok dini gelenekçi arasında bile tiksinti uyandırdı. Onları dizginlemek hem İran halkı hem de rejim için bir ilerleme kaydedecektir.
Dış politika alanında ise İslam Cumhuriyeti’nin güvenlik doktrininin temel ilkelerinin pazarlığa açık olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Ayetullah Hamaney ve Devrim Muhafızları’nın önde gelen isimleri, bugün ‘Direniş Ekseni’ olarak bilinen yapıyı inşa etmek için onlarca yıl harcadı. Bunu, İslam Cumhuriyeti’nin ülkeyi dış tehditlerden ve emperyalist müdahalelerden koruma kabiliyetinin vazgeçilmez bir parçası olarak görüyorlar. Proaktif diplomasiye yönelmek, potansiyel olarak faydalı sonuçlar doğurabilecek bir dereceye kadar gerilimi azaltma etkisi yaratabilecek olsa da İslam Cumhuriyeti’nin savunma doktrininin bu temel parçasını değiştirmeyecektir. Ayrıca Demokrat ya da Cumhuriyetçi herhangi bir ABD başkanının İran devletiyle yapılacak bir anlaşmaya yeni bir soluk getirmek için bir miktar siyasi sermaye harcamaya istekli olup olmayacağı da büyük bir soru işareti.
Ekonomiye gelince, ‘uzmanlığın’ günü kurtaracağı inancı, Pezeşkiyan’ın zayıf bir yetkiyle ve kanını isteyen bir parlamentoyla tedbirlerini geçirebileceği fikri gibi boş görünüyor. Etkili bir teknokrasi geliştirmek önemsiz değil, ancak enflasyon ve düşen yaşam standartlarının yapısal nedenlerini de ortadan kaldırmayacaktır. Yeni cumhurbaşkanı, herhangi bir reform programı için en azından bir nebze de olsa halkın rızasını alması gerektiğinin farkında gibi görünüyor. Ruhani 2019’un sonlarında yakıt sübvansiyonlarını kaldırarak işçi sınıfından İranlıları harap ederek ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü kitlesel protestoları ateşleyerek feci bir şok terapisi uyguladı. Bu hatayı tekrarlamak istemeyen Pezeşkiyan, akaryakıt fiyatlarını ancak halkın hamrahisiyle yani ‘katılımı’ ya da onayı ile artıracağında ısrar ediyor. Bu onay gelecek mi?
Pezeşkiyan, hükümetinin tecrübeli siyasetçiler, teknokratlar ve idarecilerden oluşan tanıdık bir kadroya dayanacağını şimdiden belli etti. Ruhani yönetimindeki iki yüksek profilli bakan, Muhammed Cevad Zarif ve Muhammed Cevad Azeri Cahromi, kampanyasının ön saflarında yer aldılar. Ruhani’nin iktidar bloğunda İran’ın İnşası Partisi’nin neoliberal yöneticileri, ılımlı üst düzey din adamları, Devrim Muhafızları’nın eski ve mevcut unsurları ve hatta tasfiye edilen bazı üniversite profesörleri yer alıyor. Yönetici sınıfın bu kesimi dengeleri bozmak istemiyor. Pezeşkiyan’a akın etmelerinin ana nedenlerinden biri, Gazze soykırımının gölgesinde ekonomiyi kontrol altına alabileceği, iç arenayı istikrara kavuşturabileceği ve uluslararası gerilimleri yatıştırabileceği umuduydu.
Ancak bir şeylerin değişmesi gerektiğini de biliyorlar. Statüko savunulamaz hale geliyor ve nüfusun büyük bir kısmı kırılma noktasında. Buldukları çözüm, kentli orta sınıfları yatıştırmak ve daha fazla beyin göçü ve sermaye kaçışını önlemek için kültürel ve sosyal alanlarda bazı tavizler vermek. Özel sektörün genişlemesinden ve yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinden sadece kişisel olarak kazançlı çıkmakla kalmayacaklar; bu hamle aynı zamanda kamu sektörünü ve onun aşırı siyasi etkisini de kontrol etmelerini sağlayacaktır. Daha yüksek düzeyde yabancı yatırım sağlamak için Batı ile ilişkileri iyileştirmeleri ve ABD’nin ikincil yaptırımlarının kaldırılmasını sağlamaları gerekebilir. Ancak bu gündemin, dini liderin ofisi ve güvenlik-askeri kurum tarafından oldukça sınırlandırılacağının farkındalar.
Bu da açıkça tanımlanmış sınırlar dahilinde ton, üslup, yetkinlik, politika öncelikleri ve ‘yönetişim’ stratejilerinde olası bir değişim anlamına geliyor. Bu durum İranlıların gündelik hayatlarına yansıyabilir ancak teokratik cumhuriyetin içinde bulunduğu derin sosyo-ekonomik sorunlar üzerinde çok az etkisi olacaktır. Bunlar önümüzdeki yıllarda da bozulmaya neden olmaya devam edecek ve bu da ‘kamu düzeni’ adına devlet baskısını ortaya çıkaracaktır. Bir sonraki büyük kriz patlak verdiğinde, orta ve çalışan sınıfların Pezeşkiyan hükümetinin nihayet kendileri için bir şeyler yapacağı umuduyla pasif kalmaları pek olası değil. Bu tür bir beklentiye giremeyecek kadar çok kez hayal kırıklığına uğradılar.
İlginizi Çekebilir
-
İran’ın yeni iç politika sınavı: Hicap ve İffet Yasası
-
Netanyahu’dan HTŞ’ye yeşil ışık
-
Trump’ın Ortadoğu danışmanı Boulos’tan “Filistin devleti için yol haritası” çağrısı
-
İran: Beşar Esad, yardım teklifimizi kabul etmedi
-
‘Esad’ın düşüşü Çin’in Orta Doğu diplomasisinin sınırlarını ortaya koyuyor’
-
DMO medyasında “ileri savunma” doktrini sorgulanıyor
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Çevirmenin notu: Fransa’da seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen Emmanuel Macron tarafından hükümet kurmasına izin verilmeyen sol koalisyon Yeni Halk Cephesi (NFP), Barnier hükümetini deviren ana unsurlar arasında yer alıyor. Ama tüm güçlü görüntüsüne rağmen, NFP hem içsel gerilimlerden muzdarip, hem de kendi programını uygulayabilecek bir çoğunluktan yoksun. Aşağıda çevirisini verdiğimiz analiz, bütünlüklü bir söylem üretemeyen NFP’nin muhtemelen bölüneceğine ve Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in (RN) öne çıkacağına işaret ediyor.
Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?
Philippe Marlière
Dissent
9 Aralık 2024
Temmuz ayında Fransa’da yapılan erken genel seçimlerde sol partilerin koalisyonu Yeni Halk Cephesi (NFP) birinci gelerek Ulusal Mecliste 193 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u destekleyen merkezci blok 166, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) 142 ve merkez sağ Cumhuriyetçiler kırk yedi sandalye elde etti.
Üç tartışılmaz gerçek göze çarpıyor. Birincisi, Macron’un iktidar koalisyonu seçimi kaybetti. İkincisi, Macroncuların ve solcuların belirleyici ikinci turda taktiksel oy kullanmaları ve stratejik olarak adaylarını geri çekmeleri, ilk turda en fazla oyu alan RN’nin seçimi tamamen kazanmasını engelledi. Bu “cumhuriyetçi cephe” stratejisi tüm beklentilerin ötesinde işe yaradı: RN, tüm partiler arasında en fazla oyu almasına rağmen sandalye sayısı bakımından üçüncü oldu. Sonuç olarak, seçim askıda bir parlamento ile sonuçlandı ve siyasi bir muamma yarattı. NFP Ulusal Mecliste en fazla sandalyeyi kazandı ama mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik kaldı.
Manevra alanı sınırlı olan NFP, devlet memuru Lucie Castets’i başbakan adayı olarak öne sürdü. Ağustos ayında Macron, hükümetinin derhal bir güvensizlik önergesine boyun eğeceği gerekçesiyle Castets’in adaylığını reddetti. Bu, cumhurbaşkanının anayasal yetkilerinin tartışmalı bir yorumuydu. Bir NFP hükümetinin hızla gensoru alıp almayacağı ya da uzlaşmaya zorlandığında çöküp çökmeyeceği önemsizdir. Oylarını aşırı sağı yenmek için kullanan vatandaşlar bunu öğrenmeyi hak etti.
Gerçek şu ki Macron emeklilik reformunun geri alınmasını istemedi, bu yüzden sağa döndü ve Avrupa Birliği’nin eski Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier’i atadı. Barnier, oyların yüzde 5,4’ünü alan ve cumhuriyetçi cephe stratejisine katılmayı reddeden bir parti olan Cumhuriyetçiler’in bir üyesi. Başında bulunduğu azınlık hükümetinin hiçbir siyasi meşruiyeti, birliği ve solu görevden uzak tutmak dışında gerçek bir amacı yoktu.
Ekim ayında Barnier, hükümetinin kamu açığını GSYİH’nin yüzde 6,1’inden yüzde 5’ine çekmeyi amaçlayan 2025 bütçe tasarısını sundu. Tasarı vergi artışları ve yarısı devlet bütçesinden, geri kalanı sosyal güvenlik ve yerel yönetimlerden karşılanmak üzere 40 milyar Avroluk harcama kesintisi içeriyordu. Ulusal Mecliste tasarıyı ileriye taşıyacak çoğunluğa sahip olmayan Barnier, başbakanın oylama olmaksızın yasa çıkarmasına olanak tanıyan Anayasanın 49.3 maddesini kullanmak zorunda kaldı. Solun gensoru önergesi vermekten başka çaresi kalmamıştı. Barnier’in RN’nin kilit bütçe taleplerini kabul etmesine rağmen Marine Le Pen, 4 Aralık’ta hükümete güvensizlik oyu vermek için solla birlikte oy kullanmaya karar verdi. Bu, 1962’den bu yana ilk başarılı gensoru önergesiydi ve Barnier, 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana en kısa süre görev yapan başbakan oldu.
Barnier hükümetinin düşmesinden bir gün sonra Macron canlı yayına çıkarak 2027’deki görev süresinin sonuna kadar iktidarda kalacağını ve kısa süre içinde yeni bir başbakan atayacağını söyledi. Bu da sola bir hükümet kurma ya da en azından bir koalisyona katılma şansı verdi. Geçen yaz sol, Ulusal Meclis’teki en büyük bloğu kazanmasının ardından göreve getirilmediği için anlaşılabilir bir şekilde öfkeliydi. Boyun Eğmeyen Fransa (LFI, NFP koalisyonundaki en radikal parti) lideri Jean-Luc Mélenchon, Macron’un seçimi “çaldığını” ilan etti ve cumhurbaşkanının görevden alınması çağrısında bulundu. Yine de NFP muhalefette kalmaya devam etti.
Bundan sonra ne olabileceğine dair üç olasılık var. Birincisi bir NFP hükümeti. Macron solun hedeflerine derinden karşı çıkmaya devam ettiği için bu en az olası senaryo. Sol bir hükümet, milletvekillerinin yüzde 70’i aşırı sağcı değilse bile muhafazakâr iken ilerici yasaları nasıl geçirebilir? Bu, NFP’nin cevabını bulamadığı zor bir soru. İkincisi, Macroncular ve Cumhuriyetçilerden oluşan bir koalisyona liderlik etmesi için bir Barnier 2.0 atanması. Böyle bir atama halkın öfkesini daha da artırabilir ve kaçınılmaz olarak Macron’un göze alamayacağı yeni bir güvensizlik oylamasına yol açabilir.
Üçüncü olarak, merkez soldan bir ismin liderliğinde bir koalisyon hükümeti kurulabilir. Sosyalist Parti (PS) lideri Olivier Faure, sağ ile uzlaşmaya açık solcu bir başbakanın atanabileceğini ima etti. Bu kişi, gensoruya karşı dokunulmazlık karşılığında 49.3. Maddeyi kullanmadan hükümet etmeye kararlı olacaktır. Burada bir sorun var: PS’den bazıları bir koalisyon hükümetini kabul edecek ama LFI bunu reddedecektir. Bu durum NFP ortakları arasında büyük gerilimlere yol açabilir ve hatta koalisyonu bölebilir.
Sosyalist ve Macronist milletvekillerinin toplam sayısı (Macron’un merkezci müttefikleri de dahil olmak üzere) 252’yi bulacaktır ki bu da mutlak çoğunluğun (289) altında kalacaktır. Fakat Cumhuriyetçiler yeni koalisyona karşı çekimser oy kullanırsa bu yeni azınlık hükümeti işleyebilir; LFI ve RN birlikte hükümeti düşürmek için yeterli oya sahip olmayacaktır. PS böyle bir koalisyon hükümetine ancak yeterli sayıda Yeşil ve Komünist milletvekilinin de katılması halinde katılacaktır; Sosyalistler NFP’yi yıkan güç olarak görülmek istemiyorlar. Bu dağınık ve oldukça olasılık dışı senaryo, solun şu anda siyasi etki için en iyi şansı olabilir.
Birleşik Bir Sol
NFP, Macron’un Ulusal Meclisi feshetmesinin ardından 13 Haziran’da kuruldu. Fransız solunun dört ana partisinden oluşuyor: PS, Ekolojistler, Komünist Parti (PCF) ve LFI. Mayıs 2022’de parlamento seçimleri öncesinde kurulan ve LFI’nın Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmayı reddetmesinin ardından Ekim 2023’te dağılan Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliğine (NUPES) benzer bir seçim ittifakı.
NFP, adaylarından radikal bir sosyal demokrat platformu desteklemelerini istedi: Macron’un emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran emeklilik reform yasasını çöpe atmak; asgari ücreti ve kamu sektörü maaşlarını artırmak; temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarını dondurmak ve tüm bunları finanse etmek için bir servet vergisi getirmek ve en yüksek gelirlilerin gelir vergilerini artırmak.
NUPES ve NFP koalisyonları kısmen Sosyalistlerin son dönemde sola dönmesiyle mümkün oldu. Bir zamanlar baskın bir siyasi güç olan PS, Sosyalist seçmenlerin büyük bir kısmının Macron ya da Mélenchon için partiyi terk etmesiyle 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ezici bir yenilgiye uğradı. Buna karşılık Olivier Faure, ekonomi ve kanun ve düzen konularında sürekli sağa kayan François Hollande’ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştı. Bu değişim faydalı oldu: PS geçtiğimiz haziran ayında yapılan Avrupa seçimlerinde tüm sol partiler arasında en fazla oyu aldı ve temmuz ayında Ulusal Meclisteki milletvekili sayısını ikiye katladı.
Sosyalistlerin bu göreceli yükselişi, Mélenchon’un popülaritesi düşerken gerçekleşti. İki yıl önce NUPES, başbakanlık için LFI liderinin arkasında toplanmıştı fakat bu kez partinin ortakları onun adaylığını kesin bir dille reddetti. Yarım asır önce François Mitterrand’ın PS’sinde yaşananlara benzer bir duruma tanıklık ediyor olabiliriz. Parti 1972’de, o zamanlar solun hakim partisi olan PCF ile bir seçim anlaşması yapmıştı. 1978’deki parlamento seçimlerinde PS, Komünistlerden daha fazla oy almıştı. Mitterrand’ın stratejisi plana uygun olarak işledi: solun birleştiği bir ortamda seçmenler daha ılımlı olan partiyi tercih etti.
Son seçimlerde birinci parti çıkmasına rağmen, sol azınlık bir güç olmaya devam ediyor. Kamuoyu yoklamaları ve akademik araştırmalar Fransa’nın göç, cinsellik, cinsiyet eşitliği ve idam cezası gibi konularda eskiye kıyasla daha liberal ve daha hoşgörülü olduğunu gösteriyor. Fakat bu eğilim sandıkta sola destek olarak yansımadı. Aksine, solun gücü azaldı. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda sol adaylar birlikte oyların yüzde 44’ünü almıştı. Bu oran 2022’de yüzde 32’ye düştü. Son yedi yıldır muhalefette olmasına rağmen sol, seçimlerde toparlanma belirtisi göstermiyor. 2024 yasama seçimlerinde NFP’nin dört partisi ilk turda oyların yüzde 28,1’ini, ikinci turda ise yüzde 25,7’sini aldı. Bu rakamları RN’nin ilk turda aldığı yüzde 33,2 ve ikinci turda aldığı yüzde 37 oyla karşılaştırın. Oyların üçte birinden azını alan birleşik sol gerçekten de bir azınlık bloğu.
Dahası, RN’ye verilen destek sosyal kategoriler arasında sola verilen desteği aşıyor. Avrupa Parlamentosu ve 2024 seçimlerinden sonra yayınlanan bir araştırma, özel sektör çalışanlarının yüzde 23’ünün parlamento seçimlerinde NFP’ye oy verirken, yüzde 42’sinin RN’ye oy verdiğini gösteriyor. Mavi yakalı işçilerin yüzde 22’si NFP’ye, yüzde 41’i ise RN’ye oy verdi. İşçilerin büyük bir kısmı oy kullanmıyor, fakat bu grubun seçimlere katılımının solun oy oranını artırıp artırmayacağını göreceğiz. RN son zamanlarda beyaz yakalı mesleklerde de başarılı olmaya başlamıştır. Kamu sektörü çalışanları arasında (solun geleneksel kalesi) sadece öğretmenler hâlâ solu destekliyor. Kamu sektörü çalışanlarının yüzde 36’sı RN’ye, yüzde 25’i ise NFP’ye oy verdi ki bu da geleneksel olarak kamu hizmetlerini savunan bir sol için endişe verici bir eğilimdir. Kamuoyu yoklamaları halkın bu hizmetlere talep gösterdiğini ama seçmenlerin çoğunluğunun solun bu hizmetleri iyileştireceğine ya da modernize edeceğine güvenmediğini ortaya koyuyor.
Mélenchon Sorunu
Jean-Luc Mélenchon 1976’dan 2008’e kadar PS üyesi ve parti yetkilisiydi ve Lionel Jospin hükümetinde bakanlık yaptı. Mitterrand’ın en yorulmaz savunucusu olan Mélenchon, özünde Fransız cumhuriyetçiliğinin değerlerinden ilham alan bir sol milliyetçi. Sosyal ve ekonomik konularda ise bir sosyal demokrat. Bugün yaygın olarak aşırı solcu bir politikacı olarak kabul edilen Mélenchon’un retorik radikalizmi, PS’nin sürekli sağa kaymasıyla açılan seçim alanından faydalanma stratejisinin bir parçasıdır. Üç etkileyici başkanlık kampanyasından sonra Mélenchon’un popülaritesi azalıyor gibi görünüyor. Fakat yine de sol siyaset üzerindeki sıkı kontrolünü sürdürüyor.
Mélenchon, üyelerinin yönetim organlarını seçme ya da önemli kararlara muhalefet etme yetkisi bulunmayan bir hareket olan LFI’nın kendi kendini tayin eden lideridir. Son zamanlarda iç demokrasinin yokluğunu kınayan LFI üyeleri sert sonuçlarla karşılaştı. Özellikle Mélenchon’un PS yıllarındaki iki tarihi müttefiki Alexis Corbière ve Raquel Garrido, feminist ve radikal sol bir figür olan Clémentine Autain ve kuzey Fransa’nın beyaz işçi sınıfı bölgesinden milletvekili seçilen tanınmış bir gazeteci olan François Ruffin olmak üzere, 2024 yasama seçimleri öncesinde birçok yüksek profilli milletvekili eleştirel yorumlarda bulunduktan sonra hareketten ayrıldı ya da tasfiye edildi.
Mélenchon 2008’den bu yana radikal solun farklı kesimlerini seçim koalisyonlarına dahil ederek birleştirmeye çalıştı. 2016’da halk ile elit kesim arasındaki bölünme teorisine dayanan popülist bir strateji benimsedi. Bugün Mélenchon’un sistem karşıtı söylemi, pek çok kişinin de belirttiği gibi, aşırı sağın repertuarı ile benzerlikler taşıyor. RN’den farklı olarak LFI ırkçılıkla mücadele ediyor ve çok sayıda kişi için sosyal reformları teşvik ediyor. Ama her iki parti de “elitlere” karşı aynı abartılı dili kullanıyor, siyasi kişilikleri (genellikle Macron’u) şeytanlaştırıyor, halkın öfkesini kışkırtıyor, komplo teorileri üretiyor (COVID-19 salgını sırasında hem LFI hem de RN’de aşı karşıtı duygular yükselişe geçti) ve ABD emperyalizmine karşı mücadele adına NATO’ya karşı çıkıyor.
Mélenchon, siyasi rakiplerine ve medyaya karşı düşmanlaştırıcı ve zaman zaman küfürlü bir retorik kullanarak, gençler, işçi sınıfı ve etnik azınlıklar da dahil olmak üzere siyasetten vazgeçmiş olanları harekete geçirdi. Fakat bu taktikler şu ana kadar sola seçimlerde fayda sağlamadı. Seçmenlerin çoğu LFI’yı “aşırı sol” bir hareket olarak görüyor ve uzlaşmaz yaklaşımı solcu müttefikleriyle sürekli bir gerilim kaynağı. Mélenchon’un tabanı küçük ve büyüyor gibi de görünmüyor. RN’in popülaritesi ve ana akım saygınlığı giderek artan Marine Le Pen’e karşı doğrudan bir seçimi nasıl kazanabileceğini hayal etmek zor.
Kayıp Bir Anlatı
Temmuz ayındaki seçim gecesinde Mélenchon, solun iktidara gelmesi ve “tüm programını” uygulaması gerektiğini ilan etti – NFP’nin mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik olduğu düşünüldüğünde bu imkansızdı. Yeni başbakanın seçilmesi sürecinde de benzer bir siyasi yanılsama hüküm sürdü. NFP, koalisyon dışındaki unsurlarla geçici çoğunluklar oluşturmak zorunda olduğu gerçeğinden bihaber bir şekilde, bir aday üzerinde mücadele etmek için çok zaman harcadı. (Lucie Castets muhaliflerle temaslar kurulduğunu ve kendisinin “uzlaşmaya” hazır olduğunu ima etti ama bunların hepsi muğlak kaldı).
Macron’un Castets’i atamayacağı netleşince, destekçileri ve medya tarafından iki merkez sol adayın ismi ortaya atıldı. Bunlardan biri eski bir Sosyalist başbakan olan Bernard Cazeneuve idi. Diğeri ise Paris’in eteklerinde etnik çeşitliliğe sahip bir şehir olan Saint-Ouen’in genç Sosyalist belediye başkanı Karim Bouamrane idi. Macron’un her iki adayı da atayıp atamayacağını bilmiyoruz ama her iki isim de müsaitti ve bir koalisyon hükümeti kurmaya hazırdı. NFP liderleri sol birliğe zarar vereceği gerekçesiyle her iki ismi de reddetti ve Castets’e desteklerini yineledi. Gerçekte LFI her iki ismi de fazla “sağcı” olarak değerlendirdi ve PS de buna boyun eğdi. Macron’un sağa dönmek ve Michel Barnier’i atamak için bir bahaneye ihtiyacı olmasa da, Mélenchon bunu yapmasını kolaylaştırdı.
Şimdi Barnier hükümeti dağıldığına göre, sol bir kez daha denenmemiş bir alternatif olarak görünebilir. Fakat Barnier deneyi hiçbir azınlık hükümetinin uzun süre ayakta kalamayacağını göstermiştir. Eğer solun bazı kesimleri Cumhuriyetçiler ve Macron’un partisiyle bir koalisyon hükümetine girmeye karar verirse, bu NFP için büyük bir siyasi meydan okuma anlamına gelecek. Sonuç ne olursa olsun sol, siyasi tempoyu belirleyecek yeterli nüfuza sahip olmayan zayıf bir konumda kalacak.
Her şeyden önce bir seçim fiyaskosunu önlemeye yönelik bir koalisyon olan NFP’nin iddialı bir sosyal demokrat programı var. Sorun şu ki, birleştirici bir anlatısı yok. RN’nin ise her kesimden Fransız seçmen için giderek daha cazip hale gelen bir anlatısı var. Fransız toplumunu iki karşıt sınıfa ayırıyor: Bir tarafta çok çalışarak geçimini sağlayan ve vergi ödeyen “üreticiler” var. Diğer tarafta ise hem küreselleşmeden nemalanan ulusötesi iktisadi elitlerden hem de servetin yeniden dağıtımı ve sosyal yardımların “gayrimeşru alıcılarından” (göçmenler, yabancılar, Müslümanlar) oluşan “asalaklar” var. Bu anlatı, RN’nin kendisini, filozof Michel Feher’in deyimiyle, sömürücü zenginlere ve hak etmeyen yoksullara karşı “çalışkan Fransız halkını” desteklediği iddia edilen parti olarak konumlandırmasını sağlıyor. Ulusal elitlere ve uluslarüstü kurumlara (Avrupa Birliği gibi) yapılan saldırılar RN’nin mazlumların partisi gibi görünmesini sağlarken, göçmenlere ve yabancılara yapılan saldırılar seçmenlere sorunları için suçlayacakları birilerini veriyor. RN giderek namuslu Fransız vatandaşlarını önemseyen tek parti olarak görülüyor.
Buna karşılık sol, bir politika önerileri kataloğu ortaya koyuyor ama özgürleştirici bir anlatı ifade edemiyor. Solun sorunu birlik olmaması ya da iyi fikirlere sahip olmaması değil. Sol hiçbir zaman birlik olamadı ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak. Politikaları mevcut koşullarda olabildiğince iyi. Zayıflığı farklı bir nitelikte. Liderleri ya seçmenlerin çoğu tarafından sevilmiyor (Mélenchon) ya da donuk (diğerleri).
Çoğu seçmen için anlamsız olan “kapitalizmden kopuş” gibi soyut vaatleri bir kenara bırakmanın ve bunun yerine işyerinde ve yaşam tercihlerinde somut özgürlük biçimleri için mücadele etmenin zamanı geldi. RN’ye oy veren milyonlarca kişi ırkçılıkla motive olmuş olsa da, beyaz işçi sınıfı veya kamu sektörü seçmenlerinden vazgeçmek çözüm değil. Bu seçmenlerin solu desteklemesinin üzerinden çok zaman geçmedi.
NFP, kentsel ve kırsal bölgelerdeki işçi ve orta sınıfları birleştiren ilerici bir anlatı bulmak zorunda. Bu kolay bir iş değil. Sendikalar ve dernekler aracılığıyla yerelde insanlarla yeniden ilişki kurmayı ve sosyal medyanın ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bu hedefe ulaşmak için solun, 1971’de Mitterrand’ın PS’sinin yaptığı gibi, çeşitli siyasi gelenekleri kapsayabilecek baskın bir partiye –geniş bir cemaate– ihtiyacı var. Bu parti demokratik ve çoğulcu olmalı, radikalleri ve ılımlıları, “eski solu”, feministleri ve çevrecileri bir araya getirmelidir. Ağırlık merkezi sosyal demokrat olmalıdır. Abartılı sol dil ve sürekli ajitprop sadıklara hitap etse de çoğu seçmen için itici.
Fransız seçmenin kafası karışık ve öfkeli. Sol bu olumsuz havayı anlamalı ve ona göre tepki vermeli. İlkelerine sadık kalmalı ve Macronizme siyasi bir alternatif sunmalıdır ve bunu bir koalisyon hükümetinde başarmak kolay olmayacaktır – fakat solcu kampçılığı veya hizipçiliği de yardımcı olmayacaktır. Sadece pragmatik ve kararlı bir sol fark yaratabilir. Antonio Gramsci’nin çok kullanılan bir sözü mevcut koşullar için çok doğru: “Eski ölüyor ve yeni doğamıyor; bu ara dönemde çok çeşitli hastalıklı semptomlar ortaya çıkıyor.” Fransız solunun içinde bulunduğu durum özet olarak bu.
DÜNYA BASINI
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
Yayınlanma
2 gün önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trHeyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyeleri 8 Aralık’ta hükümet güçlerinin direnişiyle karşılaşmadan Şam’a girdi. Başbakan Muhammed Gazi el-Celali, el Arabiya kanalına yaptığı açıklamada, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.
Başbakan, hükümetin diğer üyeleriyle birlikte Suriye’nin başkentinde kaldı. Esad’la 7 Aralık’tan bu yana temas kurmadı ve başkenti ele geçiren silahlı muhalefetin komutanlarıyla görüşmelere başlayarak, Suriyelilerin özür seçimlerde seçeceği kişiye iktidarı barışçıl bir şekilde devretme sözü verdi.
Şam nasıl düştü?
Medya, Esad’ın Suriye başkentinden Lazkiye’ye doğru uçtuğunu ve IL-76 uçağının geri dönerek Humus yakınlarında radardan kaybolduğunu bildirdi.
Reuters, iki kaynağa dayandırdığı haberinde Suriye Devlet Başkanı’nın kaza sonucu ölmüş olabileceğini bildirdi. Aynı zamanda, ajansın muhatapları uçağın kaybolmasının mürettebatın yanıtlayıcıyı kapatması ve ardından uçağın radardan kaybolması nedeniyle olabileceğini de göz ardı etmedi.
The Wall Street Journal‘a göre, Devlet Başkanı’nın ayrılmasından kısa bir süre önce eşi Esma ve çocukları Rusya’ya, damatları ise BAE’ye uçtu.
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Esad’ın muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin ardından Suriye’den ayrıldığını, Moskova’nın görüşmelere katılmadığını açıkladı. 8 Aralık akşamı Rus haber ajansları Kremlin’e dayanarak Esad’ın Moskova’ya vardığını bildirmişti.
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program koordinatörü İvan Boçarov, Vedomosti gazetesine yaptığı açıklamada, Esad’ın kendi zaferine olan güveninin ona acımasız bir şaka yaptığını belirtti.
Uzmana göre, savaşın galibi olduğuna inanan Esad, Rusya ve İran’ın yardımı olmadan “muhalefetle müzakere etmeyi reddetti ve istemediği herkesi terörist olarak nitelendirdi”. Uzmanlara göre, Esad’ın yenilgisinin nedenlerinden biri de ülkedeki zorlu ekonomik durum nedeniyle savaşmak istemeyen ordu birliklerinin motivasyonunun düşük olmasıydı.
Şam’ın düşmesinin hemen öncesinde Suriye ordusu, muhalifleri neredeyse hiç savaşmadan ülkenin üçüncü büyük kenti Humus’u işgal ederek kıyı illerinin Şam’la bağlantısını kesti.
Bunun öncesinde, hükümet güçleri ülkenin güneyindeki Hama, Dera, Süveyda ve Halep vilayetlerini terk ederek 27 Kasım’da başlayan tırmanıştan üç gün sonra cihatçıların eline geçti. Ayrıca el Cezire‘ye göre, silahlı gruplar Akdeniz kıyısında bir Rus deniz üssünün bulunduğu Tartus kentine girdi.
Şam’ın ele geçirilmesinden hemen sonra Suriye silahlı muhalefetinin liderleri, televizyonda yaptıkları ulusa sesleniş konuşmasında Devlet Başkanı Esad’ın devrildiğini duyurdu.
Ayrıca, silahlı gruplar Şam’ın merkezindeki kamu radyo ve televizyon binasını işgal etti ve HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Culani, astlarına iktidarın resmi geçişine kadar Başbakan Gazi eş-Celali’nin kontrolünde kalacak olan devlet kurumlarını ele geçirmemelerini emretti. Bu karara rağmen, Şam’daki İran Büyükelçiliği ele geçirildi ve yağmalandı.
Boçarov’a göre İran, İsrail ile yaşanan gerilim sırasında tükenen kaynaklar nedeniyle Esad’a yardım etmeyi reddetti. Uzman, “İsrail ordusunun Suriye sınırına çekilmesi göz önünde bulundurulduğunda, Tahran’ın çatışmaya tam ölçekli bir katılım için hazırlıksız olduğu anlaşılıyor,” dedi.
Müttefiklerin ve komşuların tepkisi ne oldu?
The New York Times‘ın haberine göre, İran Şam’ın ele geçirilmesinden bir gün önce Suriye’deki asker ve diplomatlarını tahliye etmeye başladı.
Kaynaklara göre, bazı İranlı diplomatik personel ve aileleri 6 Aralık sabahı erken saatlerde ülkeden ayrılarak Irak ve Lübnan’a doğru yola çıktı. Reuters‘ın Lübnan güvenlik servisinden aldığı habere göre, Hizbullah da önceki gün askeri birliklerini Suriye’den geri çekti.
İran Dışişleri Bakanlığı, Suriye’nin kaderinin yalnızca Suriye halkının sorumluluğunda olduğunu belirtti. 2015 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, son basın toplantısında Rus Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarına ilişkin soruyu yanıtlarken, “Suriyelilerin kendilerinden daha fazla Suriyeli olmayacağız,” demişti.
RIAC araştırma direktörü Andrey Kortunov, İran ve Rusya’nın 2015’teki eylemleri sayesinde Esad’a oyun oynama fırsatı verildiğini ifade etti: “Esad’a bir ‘bonus oyun’ oynama fırsatı verildi; muhalefetle bir anlaşmaya varmak için dokuz yılı vardı.”
2017’den bu yana hükümet, Rusya, Türkiye ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye muhalefetinin temsilcileriyle düzenli görüşmeler yaparak krizden çıkış yolları aradı. Bu platform daha sonra “Astana formatı” olarak adlandırıldı.
Federasyon Konseyi Başkan Yardımcısı Konstantin Kosaçev, Telegram kanalında Moskova’nın Şam’a yardım etmeye devam edeceğini, fakat Suriyelilerin ülkedeki iç savaşla kendi başlarına başa çıkmak zorunda kalacaklarını yazdı.
Kortunov, “Esad hükümetinin düşmesinin yarattığı bazı sorunlara rağmen, Moskova için öncelikli görev Ukrayna’daki özel askeri harekât ve diğer tüm konular arka plana itiliyor,” dedi.
Kosaçev, Rusya’nın öncelikli görevinin diplomatlar ve ailelerinin yanı sıra askeri personel de dahil olmak üzere yurttaşlarının güvenliğini sağlamak olduğunu belirtti.
Rusya daha önce de Şam’ı iç savaşın tarafları arasında verimli bir siyasi diyalog başlatmaya çağırmıştı.
Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksek Okulu profesörlerinden Nikolay Suhov’a göre, Şam yetkilileri çatışmayı çözmek için böyle bir görüşme başlatma fırsatını kaçırdı ve bu da Esad’ın halkın desteğini kaybetmesine neden oldu. Uzman, “Esad ailesinin mensup olduğu Alevilerin bile Lazkiye’de Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın babasının heykelini yıkması bunun bir göstergesi,” diye özetledi.
Kremlin: Suriye muhalefeti, Rus askeri üslerinin güvenliğini garanti altına aldı
Suriye’yi neler bekliyor?
Boçarov, Suriye’de HTŞ’nin kontrolünde bir geçiş hükümeti kurulmasının muhtemel olduğunu belirtti. Uzman, daha kapsayıcı bir kabine kurulması ihtimalini de göz ardı etmedi ancak HTŞ’nin iktidarı diğer güçlerle eşit şekilde paylaşmayı kabul etmesi pek mümkün görünmüyor:
“En azından SMO gibi dost grupların temsilcilerinin yanı sıra bazı Esad dönemi yetkilileri de geçiş hükümetine katılabilir. Belki de HTŞ’nin gözetimi altında seçimler yapılacaktır.”
Boçarov, aynı zamanda Suriye’de “Libya senaryosunun” gerçekleşme ihtimalini de tamamen göz ardı etmemek gerektiğini belirtti. Uzman, bu koşullar altında Moskova’nın askeri varlığını sürdürme konusunda geçici hükümetle anlaşmaya çalışacağını ifade etti: “Doğru, silahlı muhalefetin Rus hava kuvvetlerinin saldırılarını unutması pek mümkün değil. Ancak HTŞ için Rus askeri üsleri konusu öncelikli değil, onlar daha ziyade ülkenin büyük bölümünü yönetme konusuyla ilgileniyorlar.”
Suhov’a göre, Suriye’de HTŞ’nin saha komutanları ile kapsayıcı bir hükümet kurma taahhüdünde bulunan merkezi komuta kademesi arasında çatışma yaşanabilir.
Şam’da yerel halka silah dağıttıklarını ve evleri, dükkanları yağmaladıklarını belirten uzman, “Yağmalamanın taban ile HTŞ’nin üst düzey askeri yetkilileri arasındaki çatışmadan kaynaklandığına inanıyorum,” değerlendirmesini yaptı.
Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Doğu Çalışmaları Bölümü Profesörü Aleksandr Krilov ise, Suriye’de birleşik bir hükümet kurmanın mümkün olmayacağını ve ülkenin Irak’ın kaderini tekrarlama riski taşıdığını söyledi.
Uzman, “Suriye’de Irak’tan çok daha fazla özerk topluluk olduğu için -aynı Dürziler ve Kürtler gibi- şimdi daha fazla olmasa da yaklaşık üç bölgeye bölünme olacak,” yorumunu yaptı.
Krilov, HTŞ’nin yaklaşık 8-12 milyon kişiyi temsil ettiğini belirtti. “Ülkeyi kendi bayrakları altında birleştirmeleri pek mümkün değil,” diyen Krilov’a göre, Esad’ın icraatlarına karşı halkta biriken hoşnutsuzluk ve aşiretine karşı duyulan öfke nedeniyle Suriye uzun zaman önce parçalanabilirdi.
“Yakın zamana kadar, dini bir azınlık olan Aleviler, pratikte devletteki tüm kilit pozisyonları ele geçirdi,” diyen uzman, şimdi de ülkedeki Rus üsleriyle ilgili anlaşmaya yönelik bir tehdit olduğuna inanıyor.
Aynı zamanda ABD Savunma Bakan Yardımcısı Daniel Shapiro, Washington’un “IŞİD’in eniden canlanmasını önlemek” için Suriye’nin doğusundaki Tanf üssündeki askeri varlığını sürdüreceğini söyledi.
Orta Doğu uzmanı Kirill Semyonov’a göre, Suriye’de ciddi bir iç bölgesel değişiklik olmayacak. Uzman, ülkenin halihazırda fiilen ciddi şekilde parçalanmış olduğunu ve silahlı grupların Kürtlerle nasıl müzakere edeceğinin belli olmadığını belirtti.
Uzman, Suriye’deki yönetimin muhtemelen HTŞ’ye bağlı kurtuluş hükümeti gibi yapılar tarafından yürütüleceği görüşünde.
ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor
Macron, “ılımlı” sağcı ve solcularla geçici ittifak arayışında
Çin kritik merkezi ekonomik çalışma konferansına hazırlanıyor
Rusya’dan HTŞ’nin statüsüne ilişkin açıklama
“Storm Shadow” tartışmasında gözden kaçan: Britanya’dan Rusya’ya nükleer tehdit
Bangladeş ve Hindistan Hasina sonrası gerilimi düşürmek için görüştü
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
ORTADOĞU2 gün önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
RUSYA2 gün önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2