GÖRÜŞ
Hindistan’da genel seçimlere doğru–1 / Politik Sistem
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramHindistan’da genel seçimler yaklaşıyor. Ve ülkenin her konuda olduğu gibi politik işleyişi de kafa karıştırıcı olabiliyor. Bu nedenle genel seçimler öncesi Hindistan’ın bu yönüne ilişkin çok boyutlu bir arka plan oluşturmak yararlı olabilir. Bu amaçla “Hindistan’da genel seçimlere doğru” ana başlığı altında “politik sistem” alt başlığı taşıyan bu yazı ile beraber “Hindutva ideolojisi”, “politik ekonomi” ve “dış politika” alt başlıklarını taşıyan gelecekteki üç yazı ile dört yazılık bir yazı dizisinin kaleme alınması yerinde olur. Öncelikle bu yazı ile Hindistan’ın politik işleyişine ana hatlarıyla bir göz atalım: Ve daha fazlası için “Harici”yi takip etmeye devam ediniz…
***
Tarihsel açıdan, Hindistan bağımsız hale geldiğinde birbiriyle kavgalı devletlerden oluşan bir kitle vardı. İngilizler birçok prens devleti çeşitli Britanya Eyaletlerini oluşturan İngiliz Hindistanı’na katmayı başarmıştı, ancak daha İngilizlerin nihai egemenliğini kabul eden ama bunun dışında bağımsız hükümdarlar tarafından yönetilen küçüklü büyüklü 500’den fazla devlet vardı. Tarihsel güçler ve Mountbatten ve daha sonra Patel’in ikna çabaları ile çoğu bir biçimde Hindistan’a katılmayı kabul etti. Çoğu devlet kendi işleri üzerinde bir dereceye kadar otorite talep ediyordu; merkezi hükümetin onların haklarını tamamen devralmayacağına dair bir miktar güvence istiyorlardı. Bu dönemin; bölünmenin neden olduğu isyanlar, İngiliz subaylarının sivil, polis, demiryolu gibi hizmetlerden ayrılarak anavatanlarına dönmeleri ve bir yönetim boşluğuna neden olmaları, devletlerin bağımsızlık ilan etmeye çalışması gibi birçok nedenden dolayı çok fazla karışıklığın olduğu bir dönem olduğunu unutmayın. Dolayısıyla istikrar tek odak noktasıydı ve bu nedenle bir çeşit birleşik ve merkezci bir federasyon(umsu) denilebilecek bir yapılanmaya gidildi. Ve Hindistan, istikrarı sağlamak amacı ile merkezin kapsayıcı gücünü belirtmek için “Birlik” sözcüğünü seçti ve “Devletler Birliği” olarak yapılandı. Kısacası, Hindistan Birliği olarak da bilinen Hindistan (Birlik/Merkez) hükümeti, devleti yönetmek için Westminster parlamenter sistemini örnek alarak modellendi ancak Hindistan Parlamentosu (Bhāratīya Sansad), doğası gereği hem bir çeşit yarı federal (federalimsi) hem de üniter temeller üzerine yapılandı.
***
Bugün Hindistan Birliği veya Hindistan Cumhuriyeti ya da kısaca Hindistan dediğimizde, 28 devlet ve 8 Birlik toprağından oluşan bir yapıdan söz ediyoruz. Devlet ile Birlik bölgesi arasındaki temel fark, bir devletin ayrı bir yönetim organına, kendi Yasama Meclisi ve Başbakanına sahip olmasıdır ve Vali devletlerde Cumhurbaşkanının temsilcisi olarak görev yapar; Birlik bölgesinin ise doğrudan merkezi hükümet veya Birlik hükümeti tarafından yönetilmesidir ve Hindistan Cumhurbaşkanının temsilcisi olan ve Birlik hükümeti tarafından atanan yönetici olarak bir Vali Yardımcısı bulunur. Birlik bölgelerinin Rajya Sabha’da Delhi ve Puducherry dışında hiçbir temsili yoktur. Kısacası, Hindistan’da tüm devletler ve üç Birlik bölgesi, yani Puducherry, Delhi, Jammu ve Keşmir, seçilmiş yasama organına ve hükümete sahip; bunlara Anayasa değişikliği ile kısmi devlet hakkı verilmiştir.
Öncelikle Hindistan’da üç düzeyde hükümet var: Merkezi hükümet veya Birlik hükümeti, Devlet hükümeti ve Yerel yönetim (Panchayati Raj ve Belediyeler). Birlik hükümetinde Cumhurbaşkanı, Lok Sabha ve Rajya Sabha’dan oluşan iki meclisli yasama organı olan Parlamento, yani Birlik Yasama Meclisi var; Devlet hükümetinde, Birlik hükümetinde Parlamento olduğu gibi, Devlet Yasama Meclisleri de var; yani Birlik düzeyinde Lok Sabha olduğu gibi Devlet düzeyinde Vidhan Sabha (Devlet Yasama Meclisi) var. Dolayısıyla Hindistan’ın politik sistemini anlamak için öncelikle Hindistan Yasama Meclisinin işlevsel omurgasını oluşturan üç organı; “Lok Sabha”, “Rajya Sabha” ve “Vidhan Sabha” üçlemesini bilmek gerek.
Hindistan’ın en büyük kanun yapma meclisi veya baş yasama otoritesi Hindistan Parlamentosu‘dur ve iki meclislidir. Hindistan Cumhurbaşkanı Parlamento’nun başıdır. Hindistan’daki Parlamento egemen bir organ değil; yazılı bir Anayasa’nın sınırları dahilinde çalışır. Parlamento’nun yetkisi/otoritesi ve yargı yetkisi, Birlik ile Devletler arasındaki yetki dağılımı ve Anayasa’ya yargılanabilir temel haklar kanununun dahil edilmesi ile sınırlı. Ayrıca, Parlamento tarafından kabul edilen tüm yasaların Anayasa hükümlerine uygun olması ve anayasaya uygunluğunun bağımsız bir Yargı tarafından test edilmesi gerektiği anlamına gelen yargısal denetim hükmü de bulunuyor. Bütün bu hükümler Parlamento’nun yetkisinin/otoritesinin ve yargı yetkisinin niteliğini ve kapsamını belirleme eğilimindedir. Cumhurbaşkanı, Lok Sabha ve Rajya Sabha Hindistan Parlamentosu’nun, yani Merkezi/Birlik yasama organının üç bileşeni. Vali, Vidhan Sabha ve Vidhan Parishad ise Birliğin devlet yasama organının üç bileşeni. Ancak Vidhan Parishad, Birliğin yalnız iki meclisli yasama organına sahip devletlerinde bulunur. Birlik yasama organı gibi Hindistan’ın bazı devletleri de yasama organının iki ayrı meclise bölündüğü iki meclisli bir sistemi izliyor.
“Lok Sabha” (Halk Meclisi), Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi, popüler meclis veya birinci meclis. Birliğin tüm halkı tarafından, yani ulusal çapta doğrudan seçilen üyelerden oluşuyor. Bu nedenle Halk Meclisi olarak da bilinir ve halkın iradesini temsil eder. Seçimler Birlik/Merkez düzeyinde yapılır; yani tüm ülke için yapılan “genel seçimler” Lok Sabha seçimleridir; örneğin, bizim genellikle üzerine konuştuğumuz 2014 ve 2019 genel seçimleri gibi veya şu an yaklaşan genel seçimler gibi ulusal seçimler Lok Sabha seçimleridir. Lok Sabha seçimleri yoluyla Birlik Başbakanı (Prime Minister), onun Bakanlar Kurulu ve diğer Lok Sabha üyeleri seçilir. Lok Sabha üyelerine Parlamento üyeleri veya Milletvekilleri denir. Maksimum sandalye sayısına sahip olan parti, başkanı Başbakan olmak üzere Birlik hükümetini kurar. Seçimleri beş yılda bir oluyor. Seçilen hükümet tarafından lider olarak seçilen Sözcü aynı zamanda Lok Sabha’nın Başkanı ve en yüksek otoritesidir. Lok Sabha, olağanüstü hal durumunda Cumhurbaşkanı tarafından feshedilebilir. Daha önce feshedilmediği sürece 5 yıl süreyle faaliyet gösterir ve her 5 yılda bir dağılır. Lok Sabha mali konularda güce sahip. Diğer konularda Rajya Sabha eşit güce sahip. Hindistan Anayasası, mecliste en fazla 550 üyeye izin veriyor; 530 üye, devletleri ve 20 üye, Birlik bölgelerini temsil ediyor. Şu anda Lok Sabha’nın seçilmiş temsilciler tarafından doldurulmuş 543 sandalyesi var.
“Rajya Sabha” (Devletler Konseyi), Hindistan Parlamentosu’nun üst meclisi, büyükler meclisi veya ikinci meclis. Üyelerine Parlamento üyeleri veya Milletvekilleri denir. Üyeleri dolaylı seçimle seçilir; her devletten halk tarafından seçilen devletler ve Birlik bölgelerinin (yalnız Puducherry ve Delhi bölgeleri) Vidhan Sabha üyeleri, Rajya Sabha üyelerini seçer. Bu nedenle Devletler Konseyi olarak da bilinir ve Birlikteki devletlerin iradesini temsil eder. Lok Sabha gibi 5 yılda bir dağılmıyor, üyeleri kademeli olarak 6 yıl görev yapıyor ve her iki yılda bir üyelerin üçte biri emekli oluyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı resen Rajya Sabha’nın Başkanı ve Sözcüsü olarak görev yapıyor. Rajya Sabha, Parlamento’nun feshedilmesi söz konusu olmayan kalıcı organıdır. Hükümet kurma konusunda söz sahibi olmasa da ülkenin refahı için mali yasa tasarıları dışında önemli yasa tasarılarını geçirir; mali yasa tasarılarına hayır diyemez. Rajya Sabha üyeleri, Lok Sabha üyeleri gibi herhangi bir seçim bölgesini temsil etmez; belirli bir devleti/Birlik bölgesini temsil eder. Dolayısıyla Lok Sabha’nın temel işlevi hükümetin yasa tasarıları ve yasaları geçirmenin yanı sıra işlevlerini yerine getirmesini sağlamak iken Rajya Sabha, Birlik yasama organına yanıt olarak bir devletin haklarını korumaktan sorumludur. En fazla 250 üyeden oluşmalıdır; 238 üye devletleri ve Birlik bölgelerini temsil eder ve 12 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanır.
“Vidhan Sabha” (Devlet Yasama Meclisi), devlet yasama organının bir parçası. Tek meclisli bir yasama organı olması durumunda devlet yasama meclisinin tek meclisi, iki meclisli bir yasama organı olması durumunda devlet yasama meclisinin alt meclisi. Birlik devletindeki halk tarafından doğrudan seçilen üyelerden oluşan meclistir. Vidhan Sabha bir anlamda Birlik devletinin veya Birlik bölgesinin Lok Sabhası gibidir. Birlik düzeyinde Lok Sabha olduğu gibi, Hindistan yarı federal özelliklere sahip, demokratik parlamenter bir hükümet biçimi olduğundan, bazı mekanizmaların devlet düzeyinde de orada olması gerekiyor. Yani her devlette devlet yasama organı veya Vidhan Sabha var. Vidhan Sabha seçimleri yoluyla o devletin Başbakanı (Chief Minister), onun Bakanlar Kurulu ve diğer Vidhan Sabha üyeleri seçilir. Maksimum sandalye sayısına sahip olan parti, başkanı o devletin Başbakanı olmak üzere o devletin hükümetini kurar. Seçimleri beş yılda bir oluyor. Vidhan Sabha lideri o devletin Başbakanıdır; Vidhan Sabha Sözcüsü, Vidhan Sabha’nın baş başkanlık görevlisidir. Vidhan Sabha, olağanüstü hal durumunda Hindistan Valisi tarafından feshedilebilir. Vidhan Sabha, ait olduğu belirli bir devlet ile ilgili konularla ilgilenir. Parlamento tarafından çıkarılan yasaların yargı yetkisi tüm ülkedir ve Vidhan sabha tarafından çıkarılan yasaların yargı yetkisi tüm devlettir.
“Vidhan Parishad” (Yasama Konseyi), Hindistan’ın iki meclisli yasama organına sahip devletlerindeki üst meclistir. Birliğin çok az devletinde bir dereceye kadar Rajya Sabha’ya benzeyen Vidhan Parishad var; Birliğin 28 devletinin 6’sında: Andhra Pradesh, Bihar, Karnataka, Maharashtra, Telangana ve Uttar Pradesh.
Bu kısmı toparlamak gerekirse tüm vatandaşlara anında genel oy hakkı tanıyan, yeni doğmuş demokrasinin coşkusu ve idealizmi doğrultusunda Lok Sabha daha güçlü hale getirildi. Rajya Sabha’nın iki katından fazla temsilcisi var. Hemen hemen tüm mali kararlar onun kontrolü altındadır. Rajya Sabha onlara yalnız öneride bulunabilir, onları engelleyemez. Mali konular dışındaki kanun tasarılarının yasalaşması için Parlamentonun her iki kanadından da geçmesi (ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanması) gerekir. Burada ayrıca Meclisler arasında anlaşmazlık olması durumunda, Parlamentonun ortak bir oturumu vardır ve burada sayılarının fazla olması nedeni ile Lok Sabha genel olarak iradesini gösterebilir. Lok Sabha’da doğrudan halk tarafından, Hindistan’ın her yerinden 550’ye kadar milletvekili seçiliyor ancak bunların içinde ayrıca Cumhurbaşkanı tarafından aday gösterilen iki Anglo-Hint üye de bulunuyor, ancak bunlar seçilmeyip aday gösterildikleri için bir partinin hükümeti oluşturmak için ihtiyaç duyduğu çoğunluğa dahil değiller. Rajya Sabha’nın 250 milletvekili bulunuyor ancak bunlardan 12’si sanat, edebiyat, bilim, sosyal hizmet gibi alanlara özel katkı sağlamak üzere Cumhurbaşkanı tarafından aday gösteriliyor. Birlik ile devletler arasındaki yetki dağılımının değiştirilmesi gibi devletleri ilgilendiren konular mutlaka Rajya Sabha’nın onayını gerektirir. Örneğin, Anayasa’nın VII. eki uyarınca polis bir devlet tebaası olduğundan Goa polisi, Punjab polisi, Maharashtra polisi gibi birimler var. Birlik hükümeti bunların hepsini ortadan kaldırmaya ve bir “Hindistan polisi” oluşturmaya karar verirse, devletlerin yarısının onayının yanı sıra üçte iki çoğunlukla Rajya Sabha’nın onayına sahip olması gerekiyor. Bu nedenle iki meclisli yasama organının temel amacı devletlerin çıkarlarını korumaktır. İkinci meclis aynı zamanda kararların enine boyuna düşünülmesini ve aceleyle ileri götürülmemesini de sağlar. Lok Sabha seçimlerden önce feshedilirken Rajya Sabha’nın asla feshedilememesinin işlevi, istikrarı sağlamaktır. Örneğin, Lok Sabha dağılırken ve seçimler devam ederken herhangi bir ülke Hindistan’ı işgal ederse Rajya Sabha hala orada olacaktır; ancak eski hükümet, yeni kabine yemin edene kadar geçici bir hükümet olarak görev yapar. Rajya Sabha’daki milletvekilleri daha deneyimli olma eğilimindedir; hukuk ve ulusal kalkınma konularında daha derin bakış açıları sunarlar.
***
Bugün Hint politikasına yön veren temel iki aktörden biri ülkenin kurucu partisi “Hindistan Ulusal Kongresi” (INC) veya “Kongre Partisi” ya da kısaca “Kongre” ile 2014’ten beri iktidar kanadı olan “Hindistan Halk Partisi” (BJP). Her iki parti ülkedeki başat iki parti koalisyonundan birine mensup. Şu ana kadar 2004’te oluşturulan merkez sol çizgideki “Birleşik İlerici İttifakı” (UPA) şemsiyesi altında politika yürüten ana muhalefet partisi Kongre, 2014 ve 2019 genel seçimlerini kaybetmesi üzerine 2024 genel seçimleri için geçtiğimiz temmuz ayında 26 muhalefet partisinden oluşan “Hindistan Ulusal Kalkınma Kapsayıcı İttifakı” (INDIA) oluşturulduğunu duyurdu. Ülkenin iktidar partisi BJP ise 1998’de kurulmuş olan ve şu an 38 partinin bulunduğu merkez sağ yelpazesindeki “Ulusal Demokratik İttifakı” (NDA) koalisyonunun desteğini alıyor.
Başlangıçta ülkede parti koalisyonlarının kurulmasındaki itici güç, 1990’lı yılların ortalarına kadar ülkedeki tek hakim parti konumundaki Kongre’nin gücünün zayıflamaya başlaması ile bir partinin kendi başına mutlak çoğunluk kazanmasının zora düşmüş olması. BJP liderliğindeki NDA hükümetinin 30 yıl sonra salt çoğunluk hükümeti olduğunu belirtelim. Kongre’nin ülkenin kendine özgü toplumsal harmonisine yanıt verebilen çizgisine nazaran BJP’nin Hindu milliyetçiliğinin yükselmesinde itici güç olması da dikkate değer. İktidara geldiği 2014 yılında 7 devlet kontrolü altında iken bugün Hindistan’ı oluşturan 28 devlet ve 2 Birlik toprağı olmak üzere 30 idari birimin doğrudan veya bağlı olduğu itttifak üzerinden dolaylı olarak 15’inde BJP yönetimi hakim, ülke nüfusunun yüzde 45,5’ini idare eder durumda; Kongre ise yine doğrudan veya dolaylı olarak bunların 6’sını, ülke nüfusunun yüzde 30’undan biraz fazlasını. Ancak ülkede sürekli bir seçim sirkülasyonu olduğu için bu sayılar sürekli bir tarafın lehine ve diğer tarafın aleyhine olmak üzere değişkenlik gösterebiliyor.
Kongre lideri Rahul Gandhi, Hindistan’ın bağımsızlığından bu yana politikanın öncü konumunda olan ve Nehru-Gandhi ailesi olarak bilinen uzun soluklu politikacılar çevresinden geliyor. Eski Kongre lideri Sonia Gandhi ile 1984-89 yılları arasında Hindistan’ın altıncı başbakanlığını yapmış Rajiv Gandhi’nin oğlu. Tarihsel olarak Hint politikasına hakim olan Kongre için 2014 ve 2019 yılları tam bir felaketti. Kongre’nin iki genel seçimde de kaybetmesinin temel iki nedeni var: parti içi anlaşmazlıklardan kaynaklanan işlevsizleşme girdabı ve buna paralel olarak gün yüzüne çıkan yolsuzluk skandalları. Aynı zamanda şu anki iktidar dönemlerinde de söz konusu olan hatalı ekonomik yönetim, yükselen işsizlik oranları, gelir dağılımındaki artan adaletsizlik, yükselen milliyetçilik de önemli nedenler.
Narendra Modi’nin Hindistan’daki iktidarının neredeyse on yılı da zor durumdaki bir ekonomi, artan işsizlik, Hindu milliyetçilerinin ülkedeki azınlıklara, özellikle de Müslümanlara yönelik saldırıları ve muhalefet ve özgür medya için daralan alan ile kendini gösterdi. “Hindutva” (Hinduluk) ideolojisinin başat figürleri olan BJP ve Modi ülkede önemli ölçüde Hindu milliyetçiliğinin yükselmesine neden oldu. “Hindistan Hindularındır” ve “tek millet, tek kültür, tek din, tek dil” mottoları ile dikkat çeken BJP’nin lideri olan Modi tartışmalı bir kişilik. Hindistan’da üç kez yasaklanan Ulusal Gönüllü Organizasyonu “Rashtriya Swayamsevak Sangh” (RSS) şemsiyesi altında aktif bir üye. 1925’te kurulan ve fanatik Hindu milliyetçiliğinin temeli olan RSS ile ilgili tüm kuruluşların birliği, yani RSS ailesi olarak bilinen “Sangh Parivar”, bugün Hindistan’daki en güçlü yapılanma. BJP ise Sangh Parivar’ın parlamenter politik kanadı olan ve 1951’de kurulan ancak 1977’de çalışmalarına son veren Bharatiya Jana Sangh’ın (Hindistan Halk Birliği) halefi.
Hindistan Birliği’nin Gujarat devletindeki başbakanlık döneminde burada yaşanan Müslümanlara yönelik sistematik şiddet girişimlerinde yeterli müdahalenin gösterilmemiş olması Modi’yi tepkilerin odağına koymuştu. Yakın zamanda Birlik Başbakanı olarak gerçekleştirdiği vatandaşlık konulu üçleme ülkede uzun soluklu sürecek tartışmaları beraberinde getirdi: 2019’da yayımlanan ve önce Hindistan’ın Assam devletini kapsayan Ulusal Vatandaş Kaydı (NRC) güncellemesi, onun ülke genelinde genişletilmesinin ilk adımı olarak düşünülen Ulusal Nüfus Kaydı (NPR) güncellemesi ve 2019 tarihli Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası (CAA). 2020’de yürürlüğe giren CAA dinin Hint vatandaşlığı için bir kriter olarak kullanıldığı ilk örnek; yabancılara vatandaşlık verilmesinde dini inancın bir kriter olmasını sağlayarak anayasal eşitliğe zarar verdiği gerekçesi ile çok tartışma yarattı. Ayrıca yine 2019’da anayasanın geçici olan 370. maddesi kaldırıldı ve özel bir statü ile yönetilen Jammu ve Keşmir doğrudan ülke topraklarına katıldı. Bu tarihe kadar kendi bayrağına, kendi anayasasına sahip olması ile Hindistan Birliği’nin özerk ve aynı zamanda ayrıcalıklı statüsündeki Jammu ve Keşmir devleti olan bölge bu tarihten itibaren Birlik hükümetinin doğrudan yönetebildiği Jammu ve Keşmir ile Ladakh olmak üzere iki birlik bölgesine dönüştü. (Ancak burada Jammu ve Kashmir Birlik bölgesinin kendine ait bir yasama organının hâlâ bulunuyor olduğuna ancak statü değişikliği sonrası bölgede seçimler henüz yapılmadığı için boş bulunduğuna veya şu an için işlevsiz olduğuna dikkati çekelim.) Bu değişikliğin getirdiği en kritik nokta ise yürürlükten kalkan özel statü ile birlikte Birliğin diğer devletlerindeki vatandaşların toprak veya mülk satın almasının önündeki engelin kalkması. Yine 2019’da Hinduların en önemli yedi hac bölgesinden ilki olarak görülen Ayodhya şehrindeki aşırılıkçı Hindular tarafından 1992’de yıkılan Babri Camisi’nin arazisine tartışmalı bir biçimde camiden önce bulunduğu iddia edilen Ram Tapınağı’nın yapılması kararı alındı. Bir önceki yılda, 2018’de ünlü Taj Mahal’de cuma günleri dışında günlük namazların kılınması yasaklandı. Ve yine 2018’de Müslüman erkeklere anında tek taraflı boşanma yetkisi veren üçlü talak yasaklandı.
Tüm bunlar Modi’nin ülkedeki din, dil, etnisite gibi sayısız çeşitliliğin göreli ahengine zarar verebilecek adımları anlamına geliyor. Ancak bir anlamda sağladığı ekonomik iyileştirme, ülkedeki güçlü kesimin desteğini alabiliyor olması, geniş Hint diasporasından yararlanabilmesi, dünya politikasında ülkenin çıtasını yükseltmesi, iç ve dış politikada yenilikçi tarzı, açılımlarını dikkat çekici bir biçimde lanse edebilmesi ve medyayı proaktif olarak kullanabiliyor olması, Modi’nin öyle ya da böyle ülkedeki popülaritesini artırdı/artırıyor.
Ancak başka bir açıdan, Hindistan’ın politik sisteminde, büyük bir muhalefet bloğunun oy payı iktidar partisininkinden daha az olsa dahi daha fazla sandalye kazanarak zafere ulaşma şansı da yüksek olabilir. 2019 genel seçimlerinde Modi’nin BJP liderliğindeki ittifakı, kullanılan oyların yalnızca yüzde 37’sini kazandı ancak yine de 543 sandalyenin 303’ünü aldı. Ancak 2024 genel seçimlerinde de değişimin düşük, Modi liderliğindeki BJP’nin iktidar sürecinin üçüncü bir dönem için de kalıcılığının yüksek olduğunu belirtelim.
Bu arada, neredeyse yılın her ayında bir seçim söz konusu olan ülkenin sonu gelmez bir seçim döngüsü içinde yaşadığına tekrar dikkati çekelim. Dahası, Birliğin bazı devletlerinde politikanın parçalı doğası dikkate alındığında, barışı korumak için çok sayıda güvenlik gücünü harekete geçirmek amacı ile seçimler günlere ve haftalara yayılıyor. Bu durum öncelikle ülkenin kalkınmasını engelliyor. Sürekli seçimler sonu gelmeyen bir seçim süreci için kamunun üretken olmayan kalemlere ayırdığı parayı tüketiyor. Seçimlerin bir arada yapılması durumunda bu tür harcamalardan kaçınılabilir veya önemli ölçüde azaltılabilir. İkinci olarak, güvenlik güçleri seçimle ilgili hareketlerde uzun süreler boyunca bir anlamda alıkonuluyor ve böylece ulusal güvenliği koruma ve önemli kanun ve düzen durumlarına hazır bulunmaya dönük temel görevlerini yerine getirmekte zayıflıyor.
Tam da bu gibi nedenlerle ülkede uzun süredir ara ara gündeme gelen ancak henüz somutlaşmamış bir öneri söz konusu: genel seçimler ile devlet meclis seçimlerinin eş zamanlı yapılmasını öngören “Tek Ulus, Tek Seçim” fikri. Konsept özünde Lok Sabha’ya veya Parlamentonun alt meclisine ve tüm Vidhan Sabhalara veya devlet yasama meclislerine seçimlerin belirli bir zaman dilimi içinde tek bir yılda ve beş yılda bir yapılmasını öneriyor. Birlik Parlamento İşleri Bakanı Pralhad Joshi tarafından “Hint demokrasisinin evrimi” olarak niteleniyor. Bu konuda çalışmalar yürütmesi için ülkede eski Cumhurbaşkanı RamNath Kovind başkanlığında bir komite de kuruldu ve komite ilk toplantısını 23 Eylül 2023’te gerçekleştirdi.
Ancak ülkenin politik tarihinde eş zamanlı seçim döngüsü hiç yaşanmamış değil. Bağımsız Hindistan’ın ilk on yıllarında, 1952, 1957, 1962 ve 1967’de eş zamanlı seçimler yapıldı. Bu yıllardaki tüm devlet yasama meclisi seçimleri parlamento seçimleri ile eş zamanlı olarak yapıldı. Ancak daha sonraki yıllarda politikanın değişkenlikleri ve diğer koşullar bu birleşik döngüyü kırdı. 1968 ve 1969’da birkaç yasama meclisinin zamanından önce dağıtılması bu senkronize seçim modelini bozdu. 1970 yılında dördüncü Lok Sabha görev süresini tamamlamadan feshedildi. Bir süre sonra seçimler yayıldı ve bu olguyu Hindistan demokrasisinin daimi bir özelliği haline getirdi.
Bir de bu fikrin karşıt argümanları var. Öncelikle anayasa ve seçim yasasında bir dizi karmaşık değişiklik yapılması gerekiyor. Dahası, ulusal federal(imsi) yapıya zarar verecek ve Birliğin daha küçük devletlerindeki siyasi partilere karşı ağır bir yük oluşturacak, çünkü ulusal ve devlet seçimleri bir araya toplandığında belirli bir devlet için geçerli olan konular bağımsız bir nefes alma alanı ve müzakere alanı bulamayacak; zorunlu olarak aşırı güçlü ulusal meselelerin gölgesinde kenara itilecekler.
Ülkede başka bir açıdan bu fikri savunan argümanlar da söz konusu. Buna göre seçim, yaşayan bir demokrasinin kutlanmasının işareti olmalı; sosyoekonomik toksisiteye dayalı kutuplaşmayı maksimuma çıkaran bir egzersize dönüşmemeli. Çünkü her yıl yapılan seçimler Hindistan’ın bölge, kast, dil, toplum ve seçmen memnuniyeti gibi çeşitliliğinin çirkin yanını ortaya çıkarıyor. Kazanımlarını korumaya ve ellerini güçlendirmeye hevesli olan ve seçim zaferi arayışındaki siyasi partiler uykuda olan toplumsal bölünmelerden yararlanma konusunda aşırıya kaçıyor ve birçok durumda toplumda yeni bölünmeler yaratmak için anlaşmazlıklar üretiyor. Bunlar ulusal dokuya zarar veriyor ve birlikten çok anlaşmazlıkları besliyor. Beş yılda bir eş zamanlı seçimler yapılırsa bu eğilimlerin oyun alanı çok daha az olacaktır. Aynı zamanda uyumsuzluk konularının normal günlük söylemden çıkarılmasına da yardımcı olacak.
İlginizi Çekebilir
-
Hindistan Afganistan ile ilişkilerini güçlendirmeye çalışıyor
-
WSJ: Rusya Rosneft, Gazpromneft ve Lukoil’i tek çatı altında birleştirmeyi düşünüyor
-
Trump’ın dönüşü Hindistan için hem iyi hem kötü hem de ‘öngörülemez’
-
Yaptırım altındaki Arktik LNG-2’nin akıbeti
-
Çin, Hindistan ve Türkiye, Rusya’dan kömür alımını keskin biçimde azalttı
-
Trump, tüm salıncak eyaletlerde önde
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
GÖRÜŞ
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
Yayınlanma
3 gün önce12/11/2024
Yazar
Sadeq Abu AmerHalkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.
Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.
Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.
Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.
Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.
Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.
İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.
“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.
Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.
Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.
GÖRÜŞ
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
Yayınlanma
4 gün önce11/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.
2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.
Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.
Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.
Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.
Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.
ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.
Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.
Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.
Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.
Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.
Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.
Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.
ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.
Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.
İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.
Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.
Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.
Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.
Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.
Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.
7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.
ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.
Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Anlaşmazlıkların damga vurduğu COP29’da yoksul ülkeler için yılda 1 trilyon dolar çağrısı yapıldı
Elon Musk İtalya’yı karıştırdı, Meloni sessiz
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
Demokrat New York Belediye Başkanı Adams’tan Musk’a övgü
Fransız savcı Le Pen için hapis cezası ve siyasi yasak talep etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AMERİKA6 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
RUSYA2 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız