Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya: askeri güvenlikte değişiklik eğilimleri – 2

Yayınlanma

2017’den beri Rusya Genelkurmay Askeri Akademisi komutanı Vladimir Zarudnitskiy’in Rusya silahlı kuvvetlerinin teorik yayın organı Voennaya mısl’da (Askeri Düşünce) yayımlanan yazısının ikinci bölümü Hazal Yalın’ın çevirisiyle.

Rusya: askeri güvenlikte değişiklik eğilimleri – 1

***

Vladimir Zarudnitskiy

İlk eğilim, askeri güvenliğin sağlanması sistemindeki organları askeri tehditlerin ölçeği ve tipine uyumlu haline getirme zaruretidir. Bu eğilimde başlıca unsur değerlendirmede objektivitedir. Küçümseme, devletin bütün potansiyelinin askeri alana konsantrasyon seviyesinde düşmeye yol açar; abartı ise tersine ülkenin çabalarının askeri faaliyetlerin yürütülmesi için ifrat ölçüsünde konsantre edilmesine. Hem ilki hem de ikincisi neticede askeri güvenliğin durumuna zarar verici olabilir.

Askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yapısı, bu alandaki görevlerin yerine getirilmesinde yer alan kuvvet ve vasıtalar, Rusya’nın askeri güvenliğine yönelik öngörülebilir tehditlerin garantili bir şekilde tasfiyesini temin etmelidir. Bu bağlamda, askeri tehditlerin tip ve ölçeğine bağlı olarak yapı, bunların tasfiyesi için zaruri kuvvetler ve vasıtalar toplamı, keza askeri güvenlik sistemi tarafından çözülecek ödevler değişmelidir. Kimi varyasyonlarda öncelik devletin güvenliğinin sağlanmasında askeri olmayan tedbirlere, başka varyasyonlarda ise askeri kuvvet kullanımına verilebilir. Seçilen varyasyona uygun olarak askeri güvenliği sağlama sisteminin yapısı da dönüşmeli, ortaya çıkan ödevlerin yerine getirilmesi için zaruri kuvvet ve vasıtalar tespit edilmelidir.

Askeri güvenliğin sağlanmasındaki bu eğilim muhakkak ki en önemlilerinden biridir ve bunun hayata geçirilmesi de bu hayata geçirmeyi derinden etkileyen belirsizlik faktörlerinin varlığıyla ilişkilidir. Belirsizlik faktörü, durumun gelişimine veya Rusya’nın çıkarları için öncelikli olan bir bölgedeki askeri-stratejik ortamı önemli ölçüde değiştirebilecek veya devletin askeri güvenliğine doğrudan tehdit teşkil edebilecek siyasi-askeri durumlara dair kesin bir tahmin oluşturma imkânını ortadan kaldırır.

Dolayısıyla bugün, çözümleri fiilen her zaman askeri kuvvet kullanımına yol açan çelişkilerin artmasıyla ilişkili olan ortamın gelişimine dair tahminde bulunmak güçtür. Ukrayna’daki çatışmanın Rusya’yla askeri cepheleşme için kullanılan vekil kuvvetlerden çıkıp genişleyerek Avrupa’da büyük bir savaşa evrilmesi de ihtimal dışı değildir.

Rusya Federasyonu’nun çıkarları için stratejik önem taşıyan, çatışma potansiyeli de belli şartlar altında Rusya’yı askeri çatışmalara sürükleyebilecek olan bölgelerdeki ortam da daha az karmaşık değildir.

İç güvenliğin askeri tehditler açısından önemi de küçümsenemez. ABD ve batılı ülkeler devletimizi zayıflatmak için mümkün olan her yolla Rusya’daki sosyal-siyasi ortamı istikrarsızlaştırmaya çalışıyor, dini, etnik ve uygarlıksal karşıtlıkları kullanıyor; bu karşıtlıklar da askeri kuvvet kullanımına yol açabilir.

Bu yüzden, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yapı, kuvvet ve vasıtaları, ortamdaki olası değişikliklere dair tahminlerin her birine denk düşmelidir. Dolayısıyla, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin potansiyel kabiliyetlerinin tayinine yönelik yaklaşım, ülkenin elde bulunan potansiyeline değil, Rusya Federasyonu’nun jeostratejik ihtiyaçlarına ve askeri kuvvetin yeterliliği ilkesine dayanmalıdır. Bu, savaşları önlemek ve her ölçek ve yoğunluktaki askeri çatışmaları çözmek için, ülkenin askeri güvenliğinin sağlanması sisteminin yapısını askeri tehditlerin ölçek ve tiplerine uyumlu kılma eğilimini de ifade etmektedir.

İkinci eğilim, askeri güvenlik önlemlerinin uygulanmasında modüler ilkeye geçişi tayin eder.

Rusya’ya yönelik askeri tehlike ve tehditler, ortamdaki gelişme şartlarının ve ilk eğilimin sonucu olarak, giderek daha da geniş ölçekli ve çeşitli hale geliyor. Doğal olarak, askeri güvenliğe yönelik tehditlerdeki dönüşüm de muhtelif niteliklerdeki küresel tehditlerin gelişmesinde ortaya çıkan değişikliklerin etkisi altında meydana geliyor. Bunun sonucu, silahlı savunmaya hazırlık ve ülkenin silahlı savunması, sadece askeri tedbirlerle tamamlanamaz ve fiilen bütün toplumun, devlet iktidarının bütün kurum ve organlarının çabalarında konsolidasyon gerektirir.

Rusya’nın güvenliğine yönelik bütün askeri tehditlerin mevcut ortamda sadece askeri kuvvetle tasfiye edilmesi objektif olarak mümkün görünmüyor. Ancak bütün devlet tedbirlerinin kompleks bir şekilde hayata geçirilmesi, bütün toplumun faaliyeti, askeri güvenliğin ödevlerini kesin bir şekilde çözmeye imkân sunar.

Devletin ve toplumun faaliyet istikametlerinden her birinin kendine has işlevleri, yapısı ve dinamiği vardır. Bunlar modüller olarak mülahaza edilmek suretiyle, ortamın gelişiminin, askeri tehditlerin tip ve ölçeğinin tahminine bağlı olarak, askeri tehditlerin tasfiye yolları ve bunun için zaruri modül setleri tayin edilir. Örneğin, bir dizi siyasi tedbirin hayata geçirilmesi sürecinde bu amaçla devlet faaliyetinin enformatif, iktisadi, mali, askeri ve diğer alanlarındaki ödevler çözülür, bunun için de uygun modül setleri yaratılır. Buna karşılık, askeri ödevlerin gereğince çözülmesinde söz konusu ödevler bunun için zaruri olan devlet kurumları tarafından bütün özgül modül setleriyle birlikte kompleks şekilde ele alınır.

Bu yapılırken, modüllerde içkin faaliyetlerin özgünlüğü ihlal edilmez ve kişinin kendi kabiliyetlerinin ötesine geçme ihtimali azaltılır. Farklı modüllerin işlevselliğinin kompleks niteliği ve önceliği de devletin eylem ve stratejik hedefler planlamasına bağlı olarak neticede ülkenin askeri güvenliğini temin eder.

Bu eğilim, askeri güvenliği sağlanması görevinin yerine getirilmesine katılan zaruri kuvvet ve vasıtalar listesinin genişlediği günümüzdeki ortamda özel bir önem taşır.

Üçüncü eğilim, milli güvenlik önceliğinin askeri güvenliğin sağlanması alanına kaymasını tayin eder.

Rusya Federasyonu’nun milli güvenliği hiç tartışmasız, stratejik milli öncelikler tarafından öngörülmüş olan hedeflere ulaşılması ve görevlerin yerine getirilmesi yoluyla, kamu iktidarı organlarının, toplumun örgüt ve kurumlarının kaynak ve çabalarının yoğunlaştırılmasıyla sağlanır. Stratejik milli önceliklerin hayata geçirilmesi, esasen devletin gelişiminde ve askeri güvenliğinin sağlanmasında ifadesini bulan milli menfaatleri temin eder.

Tarihi tecrübe, devletin bütün hayati faaliyet alanlarında menfaatleri mutlak surette savunabilme gücüne sahip olma gayesinin kural olarak çok zorlu bir görev olduğunu gösterir. Bu nedenle, pratikte, özellikle de bugün Rusya ve batı arasındaki çatışma devam ederken olduğu gibi, devletin muhtelif kaynak türlerinin sınırlılığı şartlarında, milli güvenliğin idaresi bazı menfaatlerin güvenliğinin (savunulabilirliğinin) gereken, diğerlerinin ise kabul edilebilir seviyede sağlanmasıyla hayata geçirilmelidir.

Bugünkü aşamada, ortamın bundan sonraki gelişmesine dair tahminleri dikkate alarak, stratejik milli öncelik, yani ülkenin savunması, tayin edici hale geliyor; milli güvenliğin sağlanması hedefi de askeri güvenlik alanıyla giderek daha çok iç içe giriyor. Rusya Federasyonu’nun barışçıl sosyal-iktisadi gelişmesi için şartlar, askeri güvenliği kesin olarak sağlanmadıkça temin edilemez.

Bu nedenle, bu eğilim askeri güvenliğin sağlanması için devlet tarafından yürütülen tedbirlerin amansız bir konsantrasyonunu öngörür. Rusya’nın varoluşuna karşı doğrudan bir tehdit mevcut oldukça, devlet ve toplumun askeri güvenlik ödevlerinin çözülmesiyle ilgili olmayan bütün faaliyetleri destekleyici nitelikte olmalı ve buna uygun bir şekilde düzenlenmelidir.

Dördüncü eğilim, ortamdaki değişme dinamiğiyle ilişkilidir ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idaresinin yüksek bir operasyonel verimlilik ve merkezileştirilmesini tayin eder.

Askeri güvenliği sağlama sistemi, daha önce de belirtildiği gibi, milli güvenliğin bir unsurudur ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı’nın liderliğinde kamu iktidarı organları, sivil toplum örgüt ve kurumlarının koordineli eylemleri yoluyla stratejik planlama çerçevesinde geliştirilen siyasi, örgütsel, sosyal-iktisadi, hukuki, enformatif, askeri, özel ve diğer tedbirlerin entegre bir şekilde uygulanmasıyla, planlı bir temelde işler.

Devletimizde milli güvenlik ve askeri güvenlik alanında yönetime dair kabul edilmiş olan yaklaşım, barış zamanında, hiç kuşkusuz, konulan hedeflere erişilmesini sağlıyor ve Rusya’nın güvenliğine yönelik yeni (ortaya çıkan) tehditlere cevap verilmesini de mümkün kılıyor.

Ülkenin başkanı, Güvenlik Konseyi, Federal Meclis, hükümet, diğer devlet kurumları, bu bağlamda Savunma Bakanlığı da plan seviyesinde (zaruret ve ortamın değişmesi halinde) askeri güvenliğin sağlanması alanında stratejik planlama belgelerini, ilkeleri ve en genel yöntemleri, keza ülkenin askeri güvenlik hedeflerine ulaşması için hayata geçirebileceği faaliyet istikametlerini netleştirir.

Çağdaş şartlarda askeri güvenliğin sağlanması sisteminin işlevselliği esasen barış zamanından farklı ve ABD ve müttefikleri tarafından hayata geçirilen, ülkemizdeki sosyal-siyasi ortamı istikrarsızlaştırmayı, iktidar değişikliğini ve Rusya’nın toprak bütünlüğünü yıkmak için elverişli şartları oluşturmayı hedefleyen Rusya karşıtı siyasetle tayin olunuyor.

Ukrayna’da çatışmanın başlamasından sonra ortamdaki değişiklik dinamiği köklü şekilde yükseldi. Batılı ülkeler sınırlarımız boyunca ve Rusya’nın milli menfaat alanlarındaki kriz durumlarını kasıtlı olarak provoke ediyor, ülkedeki ortamı mümkün olan her yöntemle istikrarsızlaştırmaya çalışıyor, askeri güvenliğe yönelik yeni tehdit kaynaklarının ortaya çıkış sürecini hızlandırıyor ve bunların tayfını genişletiyor.

Bu da, sadece yeni tehditlerin ortaya çıkmasına cevap vermek için değil muhtelif devlet ve toplum yapılarını zamanın kıt olduğu bu şartlarda merkezi şekilde idare etmek için de gerekli olan askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idare parametrelerinde köklü zaman sınırlamaları getiriyor.

Bununla ilişkili olarak askeri güvenliğin sağlanması görevleri için koşulacak kuvvet ve vasıtaların uygulanmasının tek başlı yönetim ve planlamasının örgütlenmesine yönelik ek ihtiyaçlar da ortaya çıkıyor.

Bu suretle, operasyonel verimliliği ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idaresinin merkezileştirilmesini hızlandırma eğilimi, muhtelif işlevler taşıyan devlet organlarının, bu kapsamda askeri örgütlerin ve silahlı kuvvetlerin operasyonel idaresi ve tek başlı planlaması zaruretini de, Rusya Federasyonu’nun askeri güvenliğinin sağlanması gereğinden ötürü tayin ediyor.

Beşinci eğilim, askeri güvenlik ödevlerinin çözülmesinde dost devletlerin potansiyelinin artan önemini tayin ediyor.

Bu eğilim, uluslararası ortamda meydana gelen değişiklikler ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin iyileştirilmesinde yakın vadedeki beklentilerle doğrudan ilişkilidir.

Bir açıdan, mevcut dünya düzeninde başlamış bulunan dönüşüm süreci, batının hegemonyasına karşı kendine yeterlilik ve bağımsızlık hedefleyen devletler arasında yeni ilişkilerin kurulmasını da öngörüyor. Pek çok yeni ittifak (koalisyon) ve devletlerarası ikili ilişkiler ortaya çıktı. Ancak dünya kesin bir şekilde bölünmüş değil ve bu, ABD ve müttefiklerinden siyasi ve askeri bağımsızlığını (özerkliğini) kazanmayı hedefleyen büyük bir grup tarafsız devletin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlar pek az istisnayla Rusya’nın kısa vadeli müttefikleridir; ama bu ülkelerin potansiyelini, askeri potansiyel dahil olmak üzere, devletimizin askeri güvenliğinin sağlanması tedbirlerinin planlanmasında hesaba katmak zaruridir. Bu alanda hiç şüphe götürmeyecek ilgi odağı, Afrika kıtasındaki muhtelif ülkeler, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’daki bir dizi devlettir.

Diğer bir açıdan, devletimiz tarafından batı için stratejik önem taşıyan bölgelerde, öncelikle de ABD sınırlarının yakınında ittifak anlaşmalarının imzalanması, Rusya’nın halihazırda dış siyasette kuvvete dayananlar dışında argüman tanımayan hasımlarının caydırılmasına da yol açar. Bu, Batı’nın stratejik olarak caydırılmasına yönelik çok önemli bir askeri argümandır ve askeri güvenliğe yönelik yeni tehlike ve tehditlere önleyici cevap verme yoluyla Rusya’nın askeri politikasının daha da geliştirilmesi için de bir temeldir.

Bu nedenle, yakın vadede askeri güvenlik görevlerinin yerine getirilmesinde dost ülkelerin potansiyelinin artan önemi, Rusya’nın askeri güvenliğinin sağlanması sistemindeki değişikliğinin öncelikli eğilimlerinden biri olacaktır.

Sonuç olarak: Ukrayna’da çatışmanın bitmesi, Rusya ve batı arasında kriz niteliğindeki karşı karşıya gelişin sonu demek değil. Halihazırda başlamış bulunan, mevcut dünya düzenindeki dönüşüm sürecine, çözümü fiilen her zaman askeri kuvvet kullanımına yol açan çelişkilerin büyümesi eşlik ediyor. Ukrayna’da çatışmanın tırmanarak Avrupa’da büyük kapsamlı bir savaşa dönüşmesi imkânsız değil. Devletimizin kasıtlı olarak yeni askeri çatışmaların içine çekilmesi ihtimali de hızla artıyor.

ABD ve batılı ortakları varlıklarının yolu haline gelen hegemonyalarını bütün vasıtalarla, dünyanın geri kalan kısmı pahasına kendi korumaya çalışıyor. Bunlar tarafından gayet somut bir hedef konulmuş durumda: Rusya’yı “stratejik bozguna” uğratmak, ülkemizdeki ortamı istikrarsızlaştırmak, iktidar değişikliği sağlamak ve Rusya’nın egemenliğini sınırlamak ve toprak bütünlüğünü yıkmak için şartları ortaya çıkarmak.

Rusya’nın varoluşuna karşı bu doğrudan tehdit, askeri güvenliğin sağlanması sistemine yönelik artan talepleri tayin ediyor. Başlıca ödev, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yeni askeri-siyasi ve stratejik ortama ve Rusya’nın yeni statüsüne uygun olmasıdır. Askeri güvenliğin sağlanması sistemi ancak bu durumda şunlara imkân verir: birincisi, devletimize yönelik askeri tehdit kaynaklarının bertaraf edilmesi (bloke edilmesi) ödevlerinin çözümü; ikincisi, küresel ilişkilerin dönüşümü döneminde ülkenin tedrici kalkınmasının sağlanması; üçüncüsü, günümüzdeki aşamada kurulmakta olan yeni (perspektifsel) küresel ve bölgesel güvenlik modellerine organik bir şekilde giriş.

Yazar tarafından gösterilen askeri güvenliğin sağlanması sistemindeki değişiklik eğilimleri yeni araştırmalar gerektiriyor ve herhalde bu eğilimler, sistemin yakın gelecekte iyileştirilmesi için de temel teşkil edecektir. Meydana gelmekte olan ortamı ve devletimizin askeri güvenliğine yönelik yeni tehditlerin dinamik şekilde oluşmasını dikkate alarak, kimi istikametleri bugünkü aşamada hayata geçirmek de uygun olacaktır.

Военная мысль (Askeri Düşünce), № 2 — 2024.

DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler

Yayınlanma

LEE KEATH ve SAMY MAGDY /AP

İsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.

Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.

Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.

Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.

İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:

Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi

İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.

Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.

Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı

  1. AŞAMA (42 gün)
  • Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
  • İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
  • Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
  • Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
  1. AŞAMA (42 gün)
  • “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
  • Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
  1. AŞAMA
  • Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
  • Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
  • Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.

Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.

Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.

Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.

İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü

Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.

Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.

Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.

Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.

AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.

Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.

Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.

İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.

İnsani yardım

İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.

Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.

İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.

Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.

Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.

İkinci aşama

Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.

İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.

Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.

İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.

Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.

Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.

Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.

Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.

İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.

Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: Türkiye Suriye’de henüz bir şey kazanmadı

Yayınlanma

Yazar

erdoğan-zafer

Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.

Steven A. Cook / Foreign Policy

Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.

Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.

Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.

HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)

Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.

Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.

Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.

İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.

Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.

Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.

Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.

Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.

“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.

Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.

Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür

Yayınlanma

Çevirmenin Notu: Cinselliğin duygudan, bağdan ve insani derinlikten yoksun bir “performans” anlayışına indirgenmesinin kadınların bireysel deneyimlerini ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini nasıl derinden sarstığı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, yakında yayımlanması beklenen Pornocracy kitabının ortak yazarlarından Josephine Bartosch’a ait. Bartosch, bu yazısında merceği OnlyFans’e tutarak, cinsellik pazarlayan dijital platformların, kadın cinselliği ve güçlenme kavramlarını nasıl araçsallaştırıp çarpıttığını ele alıyor.

OnlyFans’ın “bireysel güçlenme” adı altında pazarladığı sistemin, kadınları nesneleştiren patriyarkal ve kapitalist normların dijital bir yeniden üretimi olduğu vurgulayan Bartosch, bu tür platformların, toplumsal sorumluluk ve etik sınırları göz ardı ederek, genç kadınlar ve kız çocukları için tehlikeli bir model sunduğunu son dönemde ayyuka çıkan gelişmeler ışığında değerlendiriyor.


OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür

Josephine Bartosch
Unherd
30 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

BBC’de drag queen görmek kadar olağan: Kamuoyunun gözü önündeki bir kadın kârlı ancak onur kırıcı bir iş yaptığında hemen “feminist” kartını oynar. Bu durum, tek bir gün içinde 101 erkekle cinsel ilişkiye girerek adını manşetlere taşıyan OnlyFans sanatçısı Lily Phillips ve “işine” feminizmin yön verdiğini öne süren OnlyFans CEO’su Keily Blair için de geçerli. Fakat Reuters tarafından kısa süre önce yapılan bir araştırma, bu platformda suç teşkil eden unsurları ve kadın düşmanlığının nasıl paraya dönüştürüldüğünü gözler önüne seriyor.

Haber ajansı, bahsi geçen çalışmasıyla, 2019-2024 yılları arası OnlyFans’ta çok sayıda cinsel kölelik, çocuklara dönük cinsel istismar materyali ve rıza dışı veya “intikam” pornosu vakası ortaya çıkardı. Sadece kasım ayında 55 milyon içerik yüklendiği düşünüldüğünde, bu tür suçların platformdan tamamen temizlenebileceği iddiası bir hayalden ibaret. Geçerken belirtelim, iki kızı için daha iyi bir dünya yarattığını gururla dile getiren Blair, şirketin temel faaliyet alanına dair soruları geçiştiriyor, daha da ilginci 1,3 milyar dolarlık dev bir cinsellik markasının başında olmasına rağmen, “pornografi” terimini küçümseyici bularak kullanmaktan imtina ediyor.

OnlyFans 2016 yılında İngiliz girişimci Tim Stokely tarafından kuruldu; 2018’de ise karanlık yatırımcı Leonid Radvinsky’ye satıldı. O zamandan bu zamana ise, şu anda sayıları 4,1 milyonu bulan içerik üreticilerine 20 milyar doların üzerinde ödeme yaptı. Dijital pezevenklik komisyonu olarak ise yüzde 20’lik epey yüklü bir pay alıyor.

Pandemi, içerik üreticilerinin sayısında bir patlamaya neden oldu. Öyle ki 2019’da 348,000 olan içerik üreticisi sayısı, 2020’de 1,6 milyonun üzerine çıkmıştı. Bugün ise rekabet çok daha çetin. OnlyFans, sitedeki içeriklerin reklamını yapma gibi karmaşık bir işe karışmıyor ve pornografik içerik satan genç kadınları, hesaplarına trafik çekebilmek için sosyal medyada müstehcen resimler satmakla baş başa bırakıyor. OnlyFans’e dair göz boyayan, şişirme haberler, ayda 80.000 sterlinden fazla kazanan içerik üreticilerinden sadece en üstteki yüzde 0,1’ini öne çıkarıyor, ortalama bir içerik üreticisinin eline ise ancak 140 dolar kadar geçiyor.

Reuters’in bulguları sıradan bir markayı bile sarsabilirdi. Gazeteciler, siteye içerik oluşturmak için “kandırılan, uyuşturulan, terörize edilen ve cinsel olarak köleleştirilen” kadınların tüyler ürpertici hikayelerini ortaya çıkardı. ABD’deki banliyö evlerinde kadınlar hapsediliyor, tecavüz ediliyor, vahşileştiriliyor, vücutlarına “köpek” ve “oyuncak” gibi aşağılayıcı kelimeler, dövmelerle kazınıyordu. Ancak bu ifşalara rağmen OnlyFans kendisini geleneksel pornografiye karşı ilerici bir alternatif olarak konumlandırmaya, Blair ise içerik üreticilerine kendi sınırlarını belirleme “özgürlüğü” ile böbürlenmeye devam ediyor.

OnlyFans’ın en sinsi yönü, içerik üreticilerinin düşük gelirleri ya da suç teşkil eden istismara varan sömürüsü değil. Cinsel performansların satılmasının sıradanlaştığı bir dünyayı normalleştirmesidir. Bu pornolaştırılmış manzarada, nesneleştirme artık verili bir durum haline gelmiş ve cinselliğin metalaştırılması “güçlendirme” olarak paketlenmiştir. Lily Phillips’in zorlu gösterisini konu alan bir belgeselde belirttiği gibi: “Erkekler beni her zaman cinselleştirecek, o halde bunu paraya çevirebilirim.”

Bu türden düşünceler, pornografi çağında yetişen bir neslin özetini sunuyor. Gerçeklikten kopuk siyasetçiler ve duyarsız teknoloji devleri tarafından yüzüstü bırakılan bu çocuklar, henüz bir başkasının dudaklarına dahi dokunmadan önce çevrimiçi boğulma sahnelerine maruz kalan bir neslin uzantısıdır. Phillips gibi kadınlar için seks bir yakınlık eylemi olmaktan ziyade, maruz bırakılan ve tek tesellisi maddi tazminat olan bir alışveriş.

OnlyFans sadece pornografinin evrimleşmiş bir versiyonu değil, kadınlara ve kız çocuklarına kendi değerlerinin erkeklerin gözündeki cinsel çekiciliklerinde olduğunu ve bunun da bir fiyat etiketi olduğunu söyleyen bir kültürün doğal zirve noktası. Bu platform, porno endüstrisinin önceki kurbanlarını, kendilerinden çalınan cinselliğin dijital bir taklidini satmaya mahkûm eden bir pazar yeri aslında.

Her ne kadar kendini “güçlendirici” olarak pazarlasa da bu platform, gerçek bağın yerini ticaretin aldığı bir sömürüden besleniyor. Toplum bu “normali” benimsemeye devam ettikçe, kolektif insanlığımız için sonuçlarını görmezden gelmek daha da zorlaşacak. OnlyFans sadece bir marka değil, pornografinin sevgi gibi sahici bir duyguya karşı kazandığı zaferinin bir yansıması da aynı zamanda.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English