Yemen’deki Husiler, Kızıldeniz’de Galaxy Leader adlı İsrail yük gemisini ele geçirdiklerini duyurdu. Ardından İsrailli şirketlere ait gemileri hedef almaya devam edeceğini ilan ettiler.
İsrail ordusu, gemiye el konulmasını “küresel ölçekte vahim bir olay” olarak nitelendirerek, gemide İsrail vatandaşı bulunmadığını ve bunun bir İsrail gemisi olmadığını ileri sürdü. İsrail merkezli Jerusalem Post ise ilgili haberinde, el koyulan kargo gemisinin, ortakları arasında İsrail’in en zengin iş insanlarından Rami Unger’in olduğu bir İngiliz şirketinden bir Japon şirketine kiralandığı aktardı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ofisinden yapılan açıklamada ise Husilerin Kızıldeniz’de bir kargo gemisine el koyması kınandı ve olayın arkasında İran’ın olduğuna inanıldığı ifade edildi. İran, suçlamaları reddetti.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Husilerin gemileri alıkoymasını engelleyebilecek senaryoları tartışıyor ve en gerçekçi seçeneğin İran’ın ikna edilmesi olduğunu savunuyor:
ABD’nin gerilimi tırmandırma riskini göze almadan bunu başarabilmesinin tek bir makul yolu var: Sessizce İran’ın yardımını almak.
Pazar günü Husi savaşçıları Kızıldeniz’de Yemen açıklarında bir kargo gemisini kaçırdı.
Türkiye’den Hindistan’a gitmekte olan 189 metre (620 ft) uzunluğundaki Galaxy Leader adlı kargo gemisinin önü küçük sürat tekneleri tarafından kesildi ve üniformalı, silahlı personel gemiye çıktı. Diğer kişiler bir helikopterden güverteye inerek mürettebata rotayı Yemen’in Hodeidah limanına çevirmelerini emretti.
Ateş açılmadı ve el konulan gemi tarafsız ülkeler arasında seyreden sivil bir gemi, ancak olay yine de son İsrail-Filistin çatışmasında ciddi bir tırmanışı tetikleme potansiyeline sahip.
En kötü senaryoya göre bu olay, ABD ve İran’ı savaşa doğrudan müdahil olmaya iten ilk hamle olabilir.
Husi sözcüsü Yahya Sare’e, grubun daha önce yaptığı “Kızıldeniz’de ya da ulaşabileceğimiz herhangi bir yerde herhangi İsrail’e ait gemileri hedef almaktan çekinmeyeceğiz” açıklamasına uygun olarak, gemiye “İsrail’e ait olduğu” için el konulduğunu doğruladı. İsrail gemiyle herhangi bir bağlantısı olduğunu inkâr etse de kamuya açık denizcilik veri tabanlarındaki bilgiler geminin İsrail’in en zenginlerinden birine ait olduğunu gösteriyor.
Kızıldeniz’in çoğu 200 km’den (124 mil) daha geniştir, ancak güney ucu olan Babülmendep Boğazı Yemen’in Mayyun Adasından Cibuti ve Eritre kıyılarına kadar 20 km’den (12 mil) daha az genişlikte bir geniş noktası. Her yıl 17 binden fazla gemi buradan geçiyor. Bu da günde yaklaşık 50 gemi demek.
Bunların birçoğu, Bahamalar bayrağı taşıyan, bir Japon şirketi tarafından işletilen, Bulgar bir kaptanı olan ve hiçbiri İsrail vatandaşı olmayan en az beş mürettebatlı Galaxy Leader gibi yasal statüye sahip. Denizciliğin karmaşık dünyasında, bir geminin mülkiyeti, geminin kayıtlı olduğu ülkeyi gösteren bayrağından ve işletmeci şirketinden daha önemli değil.
“Elverişli bayrak” sunan Bahamalar, düşük vergiler ve daha esnek iş gücü politikalarına sahip bu ülke, operatörleri gemilerini buraya kaydettirmeye çekiyor. İşletmeci şirket, NYK Line olarak bilinen ve 818 gemi işleten Japon Nippon Yusen Kabushiki Kaisha’dır.
Her ay boğazlardan geçiş yapan yaklaşık bin 500 gemi arasında İsrail’le bağlantılı olabilecek ve dolayısıyla Husilerin yeni gemi alıkoyma eylemlerine açık çok sayıda gemi olabilir.
Ne olursa olsun deniz taşımacılığı devam etmeli, peki tüm “İsrail bağlantılı” gemiler Husilerin insafına mı terk edilecek?
Muhtemelen hayır, ancak daha fazla geminin alıkonmasını önlemek için seçenekler sınırlı: Ticari trafiğe eşlik edecek silahlı gemiler göndermek, Husilerin denizdeki saldırı kapasitesini yok etmek ya da ciddi şekilde sınırlandırmak ve onları saldırmaktan kaçınmaya ikna etmek.
İlk seçenek için sorulması gereken soru Kızıldeniz’de silahlı deniz devriyelerini kimin sağlayabileceğidir?
Kızıldeniz’e kıyısı olan Suudi Arabistan ve Mısır güçlü ve sofistike donanmalara sahip. Ancak Suudi Arabistan Husilerle sıkıntılı bir ateşkes içinde ve bunu bozmak istemiyor. Mısır da tarafsız kalmaya çalışıyor ve Husilerle gerginliğe sürüklenmekten çekiniyor. İsrail bu görev için herhangi bir gemi ayıramaz.
Husi tehdidiyle başa çıkabilecek tek güç ABD donanması olabilir.
ABD, 7 Ekim’den bu yana Ortadoğu’ya iki uçak gemisi saldırı grubu (CSG) merkezli çok sayıda güç konuşlandırdı. CSG 12 olarak adlandırılan Akdeniz’deki gruba en yeni ve en modern nükleer enerjili uçak gemisi USS Gerald R Ford liderlik ediyor. Şu anda Umman Körfezi’nde bulunan CSG 2’ye ise USS Dwight D Eisenhower öncülük ediyor. Her uçak gemisine bir güdümlü füze kruvazörü, iki ya da üç destroyer ve tankerler, depo gemileri ve mobil onarım üsleri gibi yardımcılardan oluşan bir filo eşlik ediyor.
İki CSG’nin açıkça tanımlanmış görevleri var: CSG 12 İsrail, Filistin, Lübnan, Suriye ve Irak’ı kapsayan daha geniş bir alanı izlemek ve çatışmayı tırmandırabilecek her türlü tehdide karşı harekete geçmekle yükümlü. CSG 2 ise İran’ı izlemek ve gerilimin tırmanması halinde İran’a karşı harekete geçmekle görevli.
Eisenhower CSG, ABD’nin düşmanca bir niyeti olmadığına dair İran’a doğrudan bir mesaj olarak Hürmüz Boğazı’nın dışında tutuluyor. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney ülkesinin Hamas’ı ve Filistin halkını desteklemeye devam edeceğini ancak ülkesinin savaşa girmek istemediğini açıkça ifade etti.
Dolayısıyla CSG 2, Umman Körfezi’nde kalarak savaştan biraz farklı bir niyet sergiliyor; uçakları ihtiyaç duyulması halinde İran’daki hedeflere ulaşabilir ya da olasılığı düşük de olsa ABD’nin tehdidini tırmandırmak istemesi durumunda buradan Körfez’e hareket edebilir.
CSG’lerin dışında ABD donanmasının Husilerin füze atışlarını izleyen münferit gemileri de var. USS Carney 19 Ekim’de İsrail’i hedef alan birkaç Husi füzesini ve insansız hava aracını düşürdü.
Tüm bu görev gücünün belirli görevleri olduğu için ABD’nin seçenekleri sınırlı. Ticari gemilere eşlik etmek için kullanılabilecek tek gemi, şu anda Süveyş’in hemen güneyinde bulunan amfibi uçak gemisi USS Bataan’ın etrafında gruplanmış olanlar. Bu gemiyi güneye taşımak ABD’nin Gazze çevresindeki herhangi bir gerilime karşılık verme potansiyelini zayıflatacaktır.
Bu da bizi ikinci seçeneğe getiriyor. Husiler kendilerinden daha güçlü düşmanlara karşı koymaya hazır olmalarıyla biliniyor. ABD’nin onları doğrudan hedef alması büyük bir tırmanma riski doğurabilir. Washington İsrail’den uzun menzilli füzelerle Husi limanlarını hedef almasını isteyebilir ama bu bile riskli.
Dolayısıyla üçüncü seçeneğe, gerilimi düşürmeye geliyoruz.
Görünüşe göre anahtar yine İran. Eğer Galaxy Leader’ın ele geçirilmesi Tahran tarafından kışkırtılmamış bağımsız bir Husi eylemiyse ABD İran’ı, vekilini dizginlemeye ve denizde yeni gemi kaçırma olaylarını önlemeye itmek için sessiz bir diplomasi yürütebilir.
Eğer ilgili tüm taraflar itidal gösterirse en gerçekçi çıkış yolu bu olabilir.
Riskler yüksek. Yeni bir gemi alıkoyma eylemi kartopu etkisi yaratarak zaten yıkıcı olan bir çatışmaya diğer ülkeleri de daha aktif bir şekilde çekebilir ve çatışmayı geri dönüşü olmayan bir noktaya itebilir.
İsrail, Lübnan’dan ülkenin kuzeyine iki roket atıldığı bahanesiyle Lübnan’ın güneyini bir dizi hava saldırısıyla hedef aldı, ardından 27 Kasım’da yürürlüğe giren ateşkesten sonra ilk kez Beyrut’u vurdu.
İsrail ordusu sabah saatlerinde Lübnan’dan İsrail’in kuzeyindeki Kiryat Şimona kentine iki roket atıldığını ve bunlardan birinin hava savunma sistemleri tarafından engellendiğini, diğerinin ise açık bir alana düştüğünü duyurdu. Saldırıda herhangi bir can kaybı veya yaralanma yaşanmadı.
İsrail ordusu, bu saldırıya yanıt olarak Lübnan güneyindeki Hizbullah’a ait hedeflere hava saldırıları düzenlediğini açıkladı. Lübnan medyası da İsrail savaş uçaklarının, Lübnan’ın güneyindeki Nebatiye ve Sur kentlerine bağlı birçok bölgeye saldırılar düzenlediğini bildirdi.
Lübnan Sağlık Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, Nebatiye kentine bağlı Kefr Tebnit beldesinde düzenlenen İsrail hava saldırısı sonucu ilk belirlemelere göre bir kişi öldü, 8 kişi yaralandı. Açıklamada, söz konusu saldırılarda yaralananlardan 3’ünün çocuk olduğu belirtildi.
Üst düzey bir Hizbullah yetkilisi de El-Mayadin’e yaptığı açıklamada örgütün bu roket saldırılarıyla bir bağlantısı olmadığını ve bu tür saldırıların “İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarını sürdürmesi için bahane üretmeye yönelik şüpheli bir girişim” olduğunu söyledi.
İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, saldırıların ardından yaptığı açıklamada, “Kiryat Shmona’nın kaderi, Beyrut’un kaderiyle aynıdır” diyerek, Lübnan’ın başkentini hedef alabileceklerinin sinyalini verdi. İsrail Ordu Sözcüsü Avichay Adraee ise Beyrut’un güneyindeki Hades Mahallesi’ni hedef alacaklarını söyleyerek bölge sakinlerinin bulundukları yerleri “tahliye etmelerini” istedi.
Bölge sakinleri, İsrail ordusundan gelen tehdidin ardından bulundukları yerleri terk etmeye başladığı sırada savaş uçakları, Beyrut’un güneyindeki bir binayı 2 füzeyle hedef aldı. Beyrut’un birçok bölgesinde duyulan saldırıya maruz kalan binadan dumanların yükseldiği görüldü. Saldırı sonucu Hades Mahallesi’ndeki bina yerle bir oldu.
Lübnan’ın başkenti en son iki ülke arasında ateşkes anlaşmasının devreye girdiği 27 Kasım 2024’te bombalanmıştı.
Lübnan hükümeti ise ABD ve Fransa’ya çağrıda bulunarak, İsrail’in Beyrut’a yönelik saldırılarını önlemeleri için yardım talep etti.
Suriye İnsan Hakları ve İnsani Yardım Takip Komitesi, yayımladığı ön raporda, geçici hükümetin göreve başlamasının ardından HTŞ ve müttefiki silahlı grupların Suriye sahil bölgesinde, özellikle Alevilere yönelik soykırım boyutuna varan katliamlar işlediğini bildirdi. Raporda, binlerce kişinin öldürüldüğü, on binlercesinin keyfi olarak gözaltına alındığı veya zorla kaybedildiği belirtilirken, BM’ye acil müdahale çağrısı yapıldı.
Suriye İnsan Hakları ve İnsani Yardım Takip Komitesi, 23 Mart 2025 tarihli ön raporunda, Suriye’de kurulan yeni yönetim ve ona bağlı silahlı grupların sahil bölgesinde soykırım işlediğini bildirdi.
Rapor, geçici cumhurbaşkanı Ebu Muhammed el-Colani’nin (şimdiki adıyla Ahmed eş-Şaraa) “rejim kalıntılarının peşine düşme” iddiasıyla genel seferberlik ilan etmesi ve camilerden yapılan “cihat” çağrıları sonrası, Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) öncülüğündeki grupların ağırlıklı olarak Alevilerin yaşadığı köy ve mahallelere baskınlar düzenlediğini belirtiyor.
16 Şubat 2025’te kurulan Suriye İnsan Hakları ve İnsani Yardım Takip Komitesi, Suriye içinden ve dışından 13 insan hakları STK’sı ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla oluşturuldu ve yaklaşık 60 insan hakları aktivistini içeriyor.
Raporda, çoğu genç olmak üzere yaşlı, çocuk ve kadınların da bulunduğu 2 bin 246 Alevi kurbanın isminin doğrulandığı ifade edildi.
Ayrıca, kurbanlarla dayanışma gösterdikleri veya sivilleri saklamaya çalıştıkları için diğer mezheplerden 42 kişinin de öldürüldüğü belgelendi. Komite, 811 video kaydının da bu olayları belgelediğini aktardı.
Raporda, bölgenin zaten yüzde 97’yi aşan yoksulluk oranıyla benzeri görülmemiş insani felaketin eşiğinde olduğu vurgulandı.
Buna ek olarak, 10 binden fazla belgelenmiş yasa dışı gözaltı ve zorla kaybetme vakası, çeşitli devlet sektörlerinden (askeri ve sivil) çalışanların ve özellikle sağlık ve eğitim sektörlerinden 2 bin 14 kişinin işten çıkarılması gibi ihlallerin yaşandığı kaydedildi.
Özel mülklere el konulması, nefret söylemi ve mezhepçi kışkırtmanın yayılması ile korku ve terörün tırmanmasının sahil bölgesini vurduğu ifade edildi.
Rapor, HTŞ’nin (eski adıyla Nusra Cephesi) kuruluşundan itibaren taşıdığı radikal ideolojiye işaret ediyor.
Ebu Musab es-Suri’nin “Bilad’uş Şam Sünnileri Nusayriler, Haçlılar ve Yahudilerle Yüzleşiyor” gibi kitapların cihatçı okullarda öğretildiği, Ömer Abdülhekim’in “Müslüman kelimesinin yanına ‘demokratik’ kelimesini koymak, bir şarap şişesinin üzerine ‘helal’ kelimesini koymak gibidir,” şeklindeki ifadelerinin tekrarlandığı belirtiliyor.
Mısır kökenli Ebu Abdullah el-Muhacir’in (Abdurrahman el-Ali) “Cihad Fıkhında Meseleler” adlı kitabında yer alan ve savaş sırasında hayvanların öldürülmesinin caiz olduğu, “kafir askerlerin diri veya ölü olarak başlarının kesilmesinin meşruiyeti” gibi fetvalara atıfta bulunuluyor.
Komite, HTŞ’nin bu nefret söylemini eğitim müfredatlarında ve kontrolündeki camilerde sürdürdüğüne, Şam’da iktidarı ele geçirdikten sonra da aynı yaklaşımı devam ettirdiğine işaret ediyor.
Rapora göre, mezhepçi saldırılar ve şiddet, kitlesel işten çıkarmalarla tırmandı; yeni otorite ve bağlı milislerin saldırıları ile intikam cinayetleri günlük yaşamın bir parçası haline geldi.
Bu eylemlerin, eski rejimin liderinin biyolojik olarak ait olduğu gruba mensup olma gibi “asılsız bahanelerle” meşrulaştırılmaya çalışıldığı vurgulandı.
Keyfi gözaltılar
Öte yandan raporda, HTŞ’nin askeri ve güvenlik kurumlarından belirsiz sayıda kişiyi ve önceki hükümetle işbirliği yapmakla suçlanan çok sayıda kişiyi gözaltına aldığı belirtiliyor.
İktidarı devraldığı ilk hafta 354 kişinin gözaltına alındığı kaydedilirken, daha sonra silahlarını teslim edip yeni orduya katılmaları istenen asker ve güvenlik görevlilerinden 8 bin 276 kişinin tutuklandığı belgelendi.
Bu tutuklamalarının çoğunun mezhepçi saiklerle yapıldığı ve tutukluların dış dünyayla temas kurmalarına izin verilmediği kaydedildi.
Ayrıca, Irak ve Lübnan’a sığınan ve yeni yönetimin güvenceleri üzerine Suriye’ye dönen asker ve güvenlik personelinin çoğunun dönüşlerinde tutuklandığı belirtiliyor.
Komite, bu şekilde dönen 3 bin 24 kişinin akıbetinin bilinmediğini ve Irak ile Lübnan hükümetlerine bu iadelerin koşullarını açıklama çağrısı yapıyor.
Humus şehrinde 600’den fazla kişinin zorla kaybedildiğine dair teyit edilmiş bilgiler olduğu, ancak korku nedeniyle isimlerin açıklanamadığı ifade ediliyor.
Rapor, soykırım sonucuna vardı
Komite, Suriye’nin 1951’de onayladığı Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne atıfta bulunarak, sahil bölgesindeki Alevi nüfusa yönelik eylemlerin (cinayet, ciddi bedensel veya zihinsel zarar verme, yaşam koşullarını kasten yok etme vb.) soykırım tanımına uyduğunu belirtiyor.
Rapor, bu suçların sorumluluğunu doğrudan geçici hükümet yetkililerine yüklüyor.
Suriye Genelkurmay Başkanı Ali Nureddin el-Naasan (HTŞ ve Nusra liderliğinden), Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra (HTŞ askeri ve güvenlik liderliğinden) ve Genel İstihbarat Direktörü Enes Hasan Hattab’ın (HTŞ güvenlik liderliğinden) “komployu bastırmak” amacıyla sahil bölgesine genel seferberlik ve konuşlandırma emirleri verdiği anımsatılıyor.
Emirlerin verildiği askeri gruplar arasında HTŞ’nin yanı sıra şu Suriyeli gruplar sıralanıyor: Amşe Tümeni, Hamzat Tümeni, Ahrar eş-Şarkiyye, Muntasır Billah Tümeni, Muhammed el-Fetih Tümeni, Sultan Murad Tümeni.
Ayrıca Suriyeli olmayan şu grupların da seferber edildiği belirtiliyor: İran’daki Sünni Muhacirin Hareketi (İran), Kafkas Tugayı (Rusya Federasyonu), Özbek Tugayı (Özbekistan), Türkistan İslam Partisi (Çin), Fas Taburu (Fas), Tacik Grubu (Tacikistan), Arnavut Grubu (Arnavutluk), Guraba Tugayı (çeşitli uyruklar), Beluç Grubu (Pakistan), Utbe bin Ferkad Azerbaycan Grubu (Azerbaycan), Ebu Yakub el-Türki Tugayı (Türkiye) ve Uygur Tugayı.
Komiteden çağrı
Komite, raporun sonunda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri ve Güvenlik Konseyi’ne acil çağrıda bulunarak şu adımların atılmasını talep ediyor:
— Suriye sahili ile Humus ve Hama kırsal bölgelerinin insani felaket bölgesi ilan edilmesi.
— BM’nin bu bölgelerde sürekli ve büyük ölçekli insani müdahale başlatması.
— BM müdahalesinin koruma tedbirleri, yeniden inşa, rehabilitasyon ve uzun vadeli destek programlarını içermesi.
— Etkilenen bölgelerdeki yerel dernekler ve sivil toplumla koordinasyon sağlanarak kaynakların birleştirilmesi.
— Etkilenen köy ve bölgelerde güvenilir yerel figürlerden oluşan mahalle komiteleri kurulması.
— Tüm ihlalleri araştırmak üzere bağımsız uluslararası soruşturma komitesi görevlendirilmesi.
— Daha fazla ihlali önlemek ve kan dökülmesini durdurmak için uluslararası izleme komiteleri gönderilmesi.
Komite, raporun eklerinde yüzlerce sayfalık belge, film ve yeminli ifadenin bulunduğunu ve bunların bağımsız BM soruşturma komisyonlarının talebi üzerine sunulabileceğini de ekliyor.
Ekonomiyi çeşitlendirme yarışında Suudi Arabistan ve BAE’nin gerisinde kalan Kuveyt, borçlanma kararıyla bölgesel rekabette öne çıkmayı ve sürdürülebilir büyüme için yeni bir yol haritası oluşturmayı amaçlıyor.
Zengin Körfez ülkesi Kuveyt, ülke ekonomisini petrol bağımlılığından kurtarma yarışında bölgedeki rakiplerini yakalamak için harekete geçti.
Financial Times’da (FT) yer alan habere göre geçen hafta kabul edilen kamu borcu yasası, Kuveyt’in sekiz yıl sonra yeniden borçlanmasının önünü açtı. Hükümet yetkilileri, yeni liman ve havaalanı projeleri gibi büyük altyapı yatırımlarını finanse edecek bu yasa sayesinde kamu gelirlerinde çeşitliliğin de sağlanacağını söylüyor.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, yapay zekâdan yeni şehir projelerine kadar birçok alanda milyarlarca dolarlık yatırımlarla ekonomilerini çeşitlendirirken, OPEC’in dördüncü büyük petrol ihracatçısı Kuveyt, kamu harcamalarını büyük ölçüde petrol gelirleriyle finanse etmeye devam etti.
Ancak Financial Times’da (FT) yer alan habere göre geçen hafta kabul edilen kamu borcu yasası, Kuveyt’in sekiz yıl sonra yeniden borçlanmasının önünü açtı. Hükümet yetkilileri, yeni liman ve havaalanı projeleri gibi büyük altyapı yatırımlarını finanse edecek bu yasa sayesinde kamu gelirlerinde çeşitliliğin de sağlanacağını söylüyor.
Kuveyt Petrol Şirketi CEO’su ve kraliyet ailesi mensubu Şeyh Nevaf S. El-Sabah, yasadan önce FT’ye yaptığı açıklamada, ülkenin sürdürülebilir bir gelecek inşa etmesi için petrol dışı gelir kaynaklarına yönelmesi gerektiğini vurguladı. Sabah, “Devlet bütçesi, yalnızca petrol gelirine bel bağlayamaz. Artan nüfus ve bütçe giderleri, petrolün sağlayabileceğinden fazlasını gerektiriyor” dedi.
Kuveyt’in muazzam petrol gelirlerinin kamu tarafından “yutulduğu” yorumunu yapan FT’nin haberinde, “Kuveyt’in kamu harcamalarının yaklaşık yüzde 80’i kamu çalışanlarının maaşları ve sübvansiyonlara gidiyor” denildi.
Haberde “Mutlak monarşilerin olduğu bir bölgede canlı bir parlamentoya sahip olan ülke, Körfez’de demokrasiye benzeyen birkaç ülkeden biriydi. Ancak ekonomik yönelimine otoriter bir dönüş eşlik etti. Kuvey Emiri Şeyh Meşal el-Ahmed el-Cabir es-Sabah borç yasası gibi geciken düzenlemeleri geçirmek için geçen yıl parlamentoyu ve anayasanın bazı maddelerini askıya aldı” ifadelerine yer verildi.
Kuveyt, tahmini 970 milyar dolarlık varlığıyla dünyanın en eski egemen varlık fonuna sahip olmasına rağmen, milletvekilleri bu zenginliklerin hükümet harcamalarını finanse etmek için kullanılmasına karşı çıkıyordu.
Yeni borç yasası, kamu borcu üst sınırını 30 milyar Kuveyt dinarı (yaklaşık 97 milyar dolar) olarak belirliyor. Standard Chartered ekonomisti Carla Slim, FT’ye verdiği demeçte yasanın kabulüyle birlikte Kuveyt’in uluslararası borç piyasalarına düzenli ve yüksek miktarda erişim sağlayarak ekonomik dönüşümünü finanse edebileceğini söyledi.
Buna karşın, Kuveyt fosil yakıtlardan vazgeçme niyetinde değil. Ülke, altyapı yatırımlarını petrol gelirleriyle desteklemeyi sürdürüyor. Şeyh Navaf, günlük petrol üretim kapasitesinin 2035 yılına kadar 3 milyondan 4 milyon varile çıkarılacağını belirterek, önümüzdeki on yıl boyunca küresel petrol talebinin günlük 100 milyon varil seviyesinde kalacağını öngördüklerini söyledi.
Petrol endüstrisini büyütmek için aktif bir şekilde araştırma yapan Kuveyt, geçen yıl iki büyük keşif yaparak 4 milyar varilden fazla petrole eşdeğer petrol ve gaz rezervi buldu.