Exeter Üniversitesi’nden İsrailli tarihçi Ilan Pappé, Netanyahu’nun yargı reformu girişimine karşı başlatılan ve aylardır devam eden protestoların perde arkasını yazdı.
“Yeni Tarihçiler” hareketinin önemli isimlerinden olan ve İsrail’in kuruluş efsanelerini çürüten tezleriyle bilinen Pappé, gösterilerin arkasındaki çekirdek grubun ülkenin devasa güvenlik aygıtındaki hegemon güç olduğunu söyledi: “Gazze Şeridi’nde ve daha önce Batı Şeria ve Lübnan’da sayısız savaş suçu işlemiş olan askeri yetkililer, şimdi ortaya çıkan muhalefet bloğunda önemli bir rol oynuyorlar.”
Batı medyasının protestoları İsrail demokrasisini siyasi aşırılıktan kurtarma çabası olarak tasvir etmesini eleştiren Pappé, eylemcilerin motivasyonunun bir tür “İsrail fantezisi” olduğunu söyledi: “Filistin’in işgalini içeride ve dışarıda meşrulaştırmak için yeterli ahlaki sermayeye sahip laik demokratik bir devlet.”
Pappé’ye göre Filistinlilere yönelik ayrımcı politikayı görmezden gelerek “demokrasiyi” yüceltilen protesto dalgası İsrail’in temel paradoksu gözler önüne seriyor: İsrail hem demokratik hem de Yahudi olamaz. Ya ırkçı bir Yahudi devleti olacak ya da tüm vatandaşları için demokratik bir devlet. Bunun ortası yok.
Makalenin tamamı:
***
İsrail Fantezileri
Bu ay İsrail’deki haberleri izlerken ülkenin dört bir yandan saldırı altında olduğunu düşünebilirsiniz. Üç Anglo-İsrailli yerleşimci Batı Şeria’da gerillalar tarafından öldürüldü; Tel Aviv’de muhtemelen bir araba kazası olan ancak yaygın olarak bir terör olayı olarak sunulan olayda bir İtalyan turist öldü ve yedi kişi yaralandı ve IDF 2006’dan bu yana Lübnan’dan ateşlenen en büyük roket saldırısını durdurduğunu iddia etti. Her zaman olduğu gibi bu haberlerde de İsrail askerlerinin giderek artan sayıda Filistinli genci infaz yoluyla ya da evlerini bombalayarak öldürdüğü işgal altındaki topraklarda yer alan ölüm tarlaları özenle görmezden gelindi. Yine de medyada yer alan haberlerde yeni olan şey şaşkınlık havasıydı: İsrail’in aşırı sağcı hükümeti nasıl olur da Yahudi vatandaşlarına güvenlik- ya da en azından güvenlik hissi- sağlayamazdı? Bu ihmalin suçlusu kimdi?
Binjamin Netanyahu’ya göre sorumluluk devam eden protesto hareketindeydi. Ocak ayının başından bu yana eylemciler, mahkemelerin siyasi olarak kontrolünü sağlayacak, Başbakan’ın yolsuzluk davasında mahkumiyetten kaçmasına olanak tanıyacak ve Ortodoks Yahudiliğin hem kamu hayatında hem de hukuk sisteminde etkisini artıracak olan yargı reformlarına karşı çıkmak için yüz binlerle bir araya geldi. Netanyahu kendisini eleştirenleri ulusu bölmek ve zayıflatmakla suçlarken, tasarının yasalaşması halinde göreve gelmeyecekleri tehdidinde bulunan yedek askerlere de ateş püskürdü. Kendisine yakın kişiler de ABD’nin göstericileri finanse ettiği söylentisini yaydı (bu yalan bir haberdi ancak Başkan Biden’ın reformları kamuoyu önünde kınaması göz önüne alındığında su götürür).
Son kamuoyu yoklamalarına bakılırsa Netanyahu’nun mesajı etkili olamadı. Birçok İsrailli için bu tür güvenlik risklerini yaratan bizzat Başbakan’ın kendisiydi. Popülaritesi tarihi bir dip yaşadı ve bugün yapılsa seçimleri kaybetmesi muhtemel. Eski destekçilerinin güvenini yeniden kazanma – İran ve müttefiklerinden geldiği varsayılan savaş tehdidi altında, onları Siyonist uzlaşının sıcak kucağına çekme – girişiminde başarısız olan Başbakan şimdi iki cazip olmayan seçenek arasında seçim yapmak zorunda: Ya reformlardan vazgeçecek ve sokaktaki direnişi yumuşatacak ya da reformları devam ettirecek ve Yahudi vatandaşlar arasındaki bölünmeleri derinleştirecek. Bu bölünmelerin İsrail devletini içeriden zayıflatabileceği öngörüsü şu aşamada erken görünüyor. Ancak Siyonist yapıda önümüzdeki yıllarda daha da genişleyebilecek ciddi çatlakları ortaya çıkardığına şüphe yok.
Eğer ufukta toplumsal bir çöküş görünmüyorsa, bunun nedeni büyük ölçüde ülkenin devasa güvenlik aygıtıdır. İsrail hâlâ ordusu olan bir devletten ziyade devleti olan bir ordudur. Yeni otoriter hükümet bile zorlanmadan, önde gelen askeri figürlerin onayı olmaksızın güvenlik politikasında önemli değişiklikler yapamaz. Bu zümre mevcut sistemin korunmasına yaptığı yatırımının sinyallerini açıkça vermişti. Özünde bu, Filistinlilerin ayrım gözetmeksizin öldürülmeye devam edilmesi, ev yıkımlarının uygulanması ve yerleşimci pogromlarının onaylanması anlamına geliyor. Bu, İsrail’in ifade ve toplanma özgürlüğünden mahrum bıraktığı Filistinli vatandaşlarına karşı kurumsallaşmış ayrımcılığın uygulanması demek. Ve bu Gazze’nin düzenli olarak bombalanması ve kuşatılmasının yanı sıra Suriye’ye neredeyse her hafta düzenlenen hava saldırılarını da kapsıyor.
Fanatik Yahudi yerleşimciler, 10 Nisan’da Filistin’deki yasa dışı Yahudi yerleşim birimlerini desteklemek amacıyla Batı Şeria’nın kuzeyindeki İsrail kontrol noktası “Za’tara” (Tapuah) kavşağından başlayarak kaçak inşa edilen yerleşim birimi Evyatar’a doğru yürüyüş düzenledi. Foto: Enes Canlı/AA
Bu faaliyetleri tasarlayan ve yürüten aygıtlar, son gösterilerin arkasındaki çekirdek grubu oluşturuyor. Gazze Şeridi’nde ve daha önce Batı Şeria ve Lübnan’da sayısız savaş suçu işlemiş olan askeri yetkililer, şimdi ortaya çıkan muhalefet bloğunda önemli bir rol oynuyorlar. Bu kişiler, Netanyahu’nun politikasını sadece güvenlik aygıtlarına değil, aynı zamanda finans kurumları, yargı sistemi ve akademi gibi devlet içindeki kuvvet üslerine yönelik bir saldırı olarak gören daha geniş bir Aşkenazi (Avrupalı Yahudi) elitinin bir parçasını oluşturuyor.
Reformların İsrail’i daha dindar, daha milliyetçi ve daha yayılmacı yapmak isteyen Ortodoks Yahudiler, yerleşimciler ve Mizrahi (Doğulu Yahudi) Likud destekçilerinden oluşan asi koalisyonu güçlendirirken bu kurumlar üzerindeki kontrollerini zayıflatacağını düşünüyorlar. Onlara göre bu neo-Siyonist koalisyonun zaferi, seküler yaşam tarzlarını tehdit edecek, devletin güvenliğini tehlikeye atacak ve uluslararası imajını daha da zedeleyecek.
Dolayısıyla Batı medyasının protestoları, İsrail demokrasisini siyasi aşırılıktan kurtarma çabası olarak tasvir etmesi umutsuzca çarpıtılmış bir yaklaşımdır. Hareket, bırakın yeşil hattın her iki tarafındaki Filistinlilerin haklarını, azınlıkların haklarını bile korumaya çalışmıyor (ki bu her demokrasinin ilk görevi). Yeni yönetimin ilk yüz gününde, laik İsrailli Yahudiler hegemonyalarını korumak için savaşırken, çoğu çocuk olmak üzere yüze yakın Filistinli İsrail güçleri tarafından öldürüldü. Bu öldürme çılgınlığı gösterilerin hiçbirinde yoktu. İsrail bayraklarının yanına Filistin bayrağı açmaya çalışanlar zorla dışarı çıkarıldı. Belli ki İsrail’in Yahudi aileleri arasındaki bu kan davasında, Arapların yeri yok.
İsrail güçlerinin, Batı Şeria’nın güneyindeki Akabet-ü Cebr Mülteci Kampı’na düzenlediği baskın sırasında açtığı ateş sonucu Filistinli Muhammed Bilhan’ın (15) hayatını kaybetti. Foto: Issam Rimawi / AA
Eylemciler bunun yerine, İsrail’in fantezisi olarak adlandırılabilecek bir şeyle motive oluyorlar: Filistin’in işgalini içeride ve dışarıda meşrulaştırmak için yeterli ahlaki sermayeye sahip laik demokratik bir devlet. Bir Yahudi vatanı hayalini korumak için Araplara boyun eğdirmesi gereken istisnai bir ulus olarak görülmekten mutlular ama aynı zamanda Küresel Kuzey’in ‘medeni’ standartlarına uymak için de çaresizler. Liberal Siyonizmleri bir dizi çelişki üzerine kurulu: Aydınlanmış bir işgalci, hayırsever bir etnik temizleyici, ilerici bir Apartheid devleti olarak İsrail. Netanyahu hükümeti sayesinde bu imaj artık tehdit altında; çelişkileri artık sürdürülemez. Devletin imajı sadece ülke içinde değil, aynı zamanda İsrail’i Ortadoğu’daki tek demokrasi ve Tel Aviv’i dünyanın LGBT başkenti olarak selamlarken birkaç mil güneydeki kuşatılmış Gazze gettosunu görmezden gelen ‘uluslararası toplum’ nezdinde de zedeleniyor.
Çoğu liberal, seküler ve Batı kökenli yarım milyon Yahudi’nin apartheid rejimini savunmak için sokaklara dökülmesinin nedeni bu. Netanyahu’yu önerdiği değişiklikleri ertelemeye zorlamış olsalar da nihai başarı şansları belirsizliğini koruyor. Reformlar rafa kaldırılsa bile İsrail, dindar Kudüs’ün yanında laik bir Tel Aviv’in varlığıyla yapısal olarak bölünmüş kalmaya devam edecek. Bu gerilimin siyasi olarak nasıl sonuçlanacağını kimse tahmin edemez. Ancak net olan bir şey var ki o da devletin Filistinlilere yönelik politikası üzerinde çok az somut etkisi olacağı. Tüm farklılıklarına rağmen iki İsrail kampı, ulusun üzerine inşa edildiği yerleşimci-sömürgeci projeye verdikleri destekte birleşiyor. Yerleşimci sömürgecilik, siyasi uyumun önündeki başlıca engel olarak görülen sömürgeleştirilmiş halkların her zaman insanlıktan çıkarılmasını gerektirir. Bu, soykırım, etnik temizlik ya da yerleşim bölgeleri ve gettolar yoluyla yerli nüfusu ortadan kaldırma arzusuna dayanıyor. İsrail’de her Filistinli bir vahşi ya da potansiyel terörist, her Filistin toprağı da bir savaş alanı olarak algılanmalı.
Bu temel mantık, Filistinlilerin statükoya geri dönüşten kazanacakları hiçbir şey olmadığı anlamına geliyor. Nitekim ‘merkezci’ Yair Lapid liderliğindeki önceki hükümet de şiddet içeren işgali sürdürmeye bir o kadar kararlıydı. Arap bir partinin dahil edilmesi İsrail’in Filistinli azınlığı için hiçbir somut fayda sağlamadı. Devlet görmezden gelirken suç çeteleri ya da tetikçi polis memurları tarafından vurulma olasılıkları yine vardı; yine 2018 Apartheid yasası kapsamında ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyorlardı; yine yasal ve mali ayrımcılığa maruz kalıyorlardı ve yine Yahudi kasaba ve yerleşimlerinin çoğalmasıyla mekânsal olarak boğulmuş durumdaydılar. Bu tür ihlalleri görmezden gelerek ‘demokrasiyi’ yücelten mevcut protesto dalgası, İsrail’in temel paradoksunun altını çizdi: İsrail hem demokratik hem de Yahudi olamaz. Ya ırkçı bir Yahudi devleti olacak ya da tüm vatandaşları için demokratik bir devlet. Bunun ortası yok.
Tam da bu nedenle, artık küresel nüfusun geniş kesimleri İsrail’e olumsuz bakıyor. Şimdiye kadar Batı, Arap Dünyası ve bazen de Küresel Güney’deki hükümetlerle stratejik ittifaklar kurmayı başarmış olsa da uluslararası alanda izole olma riski taşıyor. Protestocular haklı olarak, ülkenin fantezi imajını sürdüremezse, Apartheid Güney Afrika’dakine benzer bir kadere maruz kalabileceğinden korkuyor: Güvenirlikte kademeli bir düşüş, öyle ki aşağıdan gelen siyaset yukarıdan siyaseti etkileme yeteneği kazanıyor. Bu durumda, İsrail askeri gücü nedeniyle hâlâ var olabilir, ama daha fazlası değil. Bu da Siyonist projeyi ciddi şekilde tehlikeye atabilir; yine de 1980’lerde Güney Afrika’da olduğu gibi, rejimin en kötü vahşet biçimlerine başvurarak kendini kurtarmaya çalıştığı an da olabilir.
Mevcut hükümetin muhalifleri ve destekçileri arasındaki temel farklardan biri, birincisi küresel sivil toplumun İsrail hakkında ne düşündüğünü önemserken, ikincisinin umursamamasıdır. Aşkenaz seçkinleri, aşırı sağ yönetimin giderek vazgeçmeye daha hazır olduğu bir “insani Siyonizm” biçimini savunuyor. Bu çatışmanın sonucu kısmen İsrail’in dokunulmazlık ve ayrıcalığını koruyup koruyamayacağını belirleyecek. İsrail-Filistin’in yakın tarihi boyunca, dünya kamuoyu genellikle diğer gelişmeler tarafından yönlendirildi: Önce Arap Baharı, şimdi de Ukrayna’daki savaş. Ancak Filistinlilerin davası, bu kararsız ilgiye rağmen devam etti. İsrail’i uluslararası bir paryaya dönüştürmek için şu an kullanılabilir mi?