Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

İsrail tarafından öldürülen Hizbullah Genel Sekreteri Nasrallah kimdir?

Yayınlanma

İsrail ordusu, bu sabah Lübnan’ın başkenti Beyrut’a düzenlediği bir hava saldırısında Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürdüğünü resmen açıkladı. Cuma gece saatlerinde İsrail F-35 savaş uçakları, Nasrallah’ı hedef almak amacıyla Hizbullah’ın kalesi olarak bilinen Beyrut’un güney banliyösündeki Haret Hreyk bölgesinde ‘şiddetli ve eşi görülmemiş’ bir saldırı gerçekleştirdi.

Hizbullah’ın sabah 08.20’ye kadar Nasrallah’ın durumuyla ilgili resmi bir açıklama yapmaması üzerine, İsrail medyası geçtiğimiz saatlerde Nasrallah’ın saldırıda yaralandığına dair doğrulanmamış haberler yayımladı. Ardından İsrail ordusu bu sabah resmi olarak ‘suikastın başarıyla gerçekleştirildiğini’ duyurdu.

Ordu açıklamasında, ‘Nasrallah’ın öldürüldüğü saldırının’, ‘Beyrut’un güney banliyösünde bir konutun altında bulunan Hizbullah’ın merkez karargâhına, istihbarat ve güvenlik kurumlarının titiz çalışmaları sonucu’ gerçekleştirildiği belirtildi.

Saldırının ‘Hizbullah’ın üst düzey yönetiminin karargâhta bulunduğu bir sırada gerçekleştiğini’ söyleyen yetkili, ayrıntı vermeden ‘Hizbullah’ın diğer bazı liderlerinin de öldürüldüğünü’ de sözlerine ekledi.

Hizbullah ise, ilerleyen saatlerde yayımladığı yazılı açıklamada bilgiyi doğruladı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Direnişin Efendisi, salih kul Hazretleri, şehit peygamberler ve imamların izinden giderek, ilahi ve imani yolda Kerbela’nın ebedi ve aydınlık şehitler kervanına katılmış, büyük bir şehit, kahraman, cesur, bilge, anlayışlı ve sadık bir lider olarak Rabbine kavuşmuştur.

Hizbullah Genel Sekreteri Muhterem Seyyid Hasan Nasrallah, otuz yıl boyunca yürüdüğü yolda zaferden zafere koşmuş, sonunda ölümsüz şehit yoldaşlarının yanına katılmıştır. 1992’de İslami Direniş Şehitlerinin Efendisi’nin ardından, 2000 yılında Lübnan’ın kurtuluşuna ve 2006’daki şanlı ilahi zafere öncülük etmiş; Filistin, Gazze ve mazlum Filistin halkına destek vermek için kahramanlık savaşlarına katılmıştır. Tüm bu savaşlar onur ve fedakârlık destanları olarak tarihe geçmiştir.

Çağın Efendisi (Allah zuhurunu hızlandırsın), Müslümanların Velisi İmam Seyyid Ali Hamaney’e (gölgesi daim olsun), büyük liderlere, mücahitlere, müminlere, direniş halkına, sabırlı ve mücadeleci Lübnan halkına, tüm İslam ümmetine ve dünyanın her yerindeki özgür ve mazlum insanlara en derin taziyelerimizi sunuyoruz. Ayrıca, Hizbullah Genel Sekreteri Sayın Seyyid Hasan Nasrallah’ı (Allah kendisinden razı olsun), Kudüs ve Filistin yolunda şehit düşmesi ve en yüce ilahi onur madalyası olan İmam Hüseyin Madalyası’nı alması sebebiyle tebrik ediyoruz. Güney banliyösüne yapılan hain Siyonist saldırının ardından, onun kutsal yürüyüşüne katılan şehit yoldaşlarına da taziyelerimizi ve tebriklerimizi sunuyoruz.

Hizbullah liderliği, fedakârlık ve şehitliklerle dolu bu kutlu yolda, düşmanla yüzleşmede, Gazze ve Filistin’i desteklemede ve Lübnan ile sadık, onurlu halkını savunmada cihat etmeye devam edeceğine söz vermektedir.

Onurlu mücahitlere ve İslami Direniş’in zafer kazanmış kahramanlarına sesleniyoruz: Sizler, aziz şehit Seyyid’in emanetisiniz. Onun zapt edilemez kalkanı ve kahramanlık tacının mücevheri olan kardeşlerisiniz. Liderimiz Seyyid Hazretleri, düşüncesi, ruhu, yolu ve kutsal yaklaşımıyla hâlâ aramızda yaşamaktadır. Sizler, zafere kadar direniş ve fedakârlık yolunda sadakatle bağlı kalacağınıza dair yeminlisiniz.”

İsrail, en büyük düşmanlarından biri olarak gördüğü Hizbullah’ın liderliğindeki rolü nedeniyle Nasrallah’ı kendisi için önemli bir hedef olarak değerlendiriyor.

İsrail, geçmişteki silahlı çatışmalar sırasında Nasrallah’a pek çok kez suikast girişiminde bulunmuş, ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı, 1995 yılında Nasrallah’ı ‘uluslararası teröristler listesine’ aldı ve yerini tespit edecek ya da yakalanmasını sağlayacak her türlü bilgi için 10 milyon dolara kadar ödül koydu.

Nasrallah kimdir?

Hasan Nasrallah, 31 Ağustos 1960 tarihinde Güney Lübnan’ın Sur bölgesindeki el-Bazuriye kasabasında doğdu. Fatma Yasin ile evlendi ve Hadi, Zeynep, Muhammed Cevad, Muhammed Mehdi ve Muhammed Ali adlarında beş çocukları oldu.

En büyük oğlu Hadi, 1997’de Güney Lübnan’da İsrail ordusuyla girdiği çatışmada hayatını kaybetti.

Nasrallah, Lübnan, Irak ve İran’daki medreselerde dini eğitim aldı. Lise yıllarında Emel Hareketi’ne katıldı ve 1979’da hareketin siyasi bürosunun bir üyesi oldu.

İsrail’in Lübnan’ı işgaline karşı koyma stratejisi konusundaki anlaşmazlıkların ardından 1982’de bazı yetkililerle birlikte Emel Hareketi’nden ayrıldı. Aynı yıl kurulan Hizbullah’a katıldı ve Bekaa bölgesindeki (doğu) direniş savaşçılarını örgütlemekten sorumlu oldu. 1985’te Beyrut’a taşındı ve burada bölge sorumlusu yardımcılığı görevini üstlendi, ardından Şura Konseyi’nin kararlarını uygulamaktan sorumlu genel yürütme görevlisi oldu.

Hizbullah liderliği

Nasrallah, selefi Abbas el-Musevi’nin bir İsrail saldırısında öldürülmesinin ardından 16 Şubat 1992’de Hizbullah’ın genel sekreterliği görevini devraldı.

Nasrallah, liderliği üstlenmesinden bu yana örgütü İsrail’e karşı bir dizi etkili operasyona yönlendirdi, özellikle de İsrail güçlerinin 22 yıllık işgalin ardından 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmesinde önemli rol oynadı. Nasrallah, 2004 yılında Hizbullah ve İsrail arasında yüzlerce Lübnanlı ve Arap mahkûmun serbest bırakılmasını içeren en büyük esir takası anlaşmasında kilit bir rol üstlendi.

Nasrallah, örgütün 2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtarılmasındaki rolü ve 2006 Temmuz Savaşı’nda İsrail ile karşı karşıya gelmesi nedeniyle ülkesinde ‘Direnişin Efendisi’ unvanını kazandı.

Ateşli konuşmaları ve İsrail’in Filistinlilere yönelik tekrarlanan saldırılarına karşılık olarak İsrail’e saldırılar düzenleme vaatleri, özellikle Arap ve Müslüman dünyasında popülaritesinin artmasına yardımcı oldu.

Hamas ve İslami Cihad’ın da aralarında bulunduğu Filistinli örgütlerin 7 Ekim 2023’te şafak vakti Gazze’nin civarındaki İsrail yerleşimlerine yönelik başlattığı Aksa Tufanı Operasyonu ve ardından İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik, birinci yılına girmek üzere olan ve 137 binden fazla Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına neden olan saldırıları ile adı yeniden ön plana çıktı.

Nasrallah, ‘Filistin direnişini desteklemek için Güney Lübnan’da bir cephe’ açıldığını duyurdu ve bu cephenin Gazze savaşı sona erene kadar kapanmayacağını bir dizi konuşmasında dile getirdi.

ORTADOĞU

Siyonistlerin kafa kesme hakkı

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in Lübnan’daki çağrı cihazı saldırılarının ardından Bloomberg’de yer alan bir değerlendirmenin başlığı, “Hizbullah’a Çağrı Cihazı Saldırısı Kafa Kesmeye Benziyor” idi. 

Yazının içinde, imza sahibi Marc Champion, imasını daha da açık ediyor: “Başbakan Binyamin Netanyahu’nun savaşı Lübnan’a doğru genişletmeyi planladığına dair spekülasyonların arttığı bir dönemde, Hizbullah’ın üst düzey komuta kademesini etkisiz hale getiren bu saldırı, kafa kesme saldırısına çok benziyor.”

Hem mecazi, hem gerçek bir anlamı var bu kafa kesmenin: Kafa veya uzuv kesmek, bir siyonist geleneği olarak, öldürmeye/yok etmeye/soy kırmaya yönelik canavarlığın “insanileştirilmiş” bir hali olarak gündelik bir pratik haline geldiği gibi, aynı zamanda mecazen de direnme kapasitesini ortadan kaldırmayı, gövde (kitle) ile baş (öncü) arasındaki bağı ortadan kaldırmayı hedefler.

Tarihte örneği çok ve tahmin edileceği gibi “İsrail devleti” kurulmadan önce siyonistler bilinçli bir “uzuv kesme” (ve bunun başka bir versiyonu olarak altyapıyı yok etme) kampanyasına yönelmişti. Şimdilerde Filistinlilerin etnik temizliğinin hararetli bir destekçisi haline gelen tarihçi Benny Morris, Filistinli Mülteci Sorununun Doğuşu isimli kitabında, Filistinli yerlilerin siyonist çetelerin gaddarlığı karşısında şok olarak moral bakımdan nasıl gerilediğine işaret ediyor.

Çok sayıda örnek vermek mümkün. 1947’de Cibaliye’de, Tiberias’ta, Deyr Yasin’de örgütlenen katliamlar, basitçe Filistinlileri öldürmek için değil, Filistinlilerin evlerinde kalarak dahi olsa direnme kapasitelerini yok etmeyi hedefliyordu. Bu bakımdan İngiliz icadı tipik bir kontrgerilla operasyonunu andırıyordu.

Ama dahası var. Morris yazıyor: “Nisan ortasına gelindiğinde, Yafa sakinleri de ülkenin başka yerlerinde, özel olarak da Deyr Yasin’de yaşanan olaylar nedeniyle demoralize olmuştu. Bir Yafa sakini, Mısır’daki bir arkadaşına veya akrabasına şunu yazıyordu: ‘Yahudiler çok gaddar. Tiberias’ta da Deyr Yasin’de olduğu gibi barbarca davrandılar ve ahalinin ve çocukların ellerini ve bacaklarını kesmek için balta kullandılar. Kadınlara ağza alınamayacak şeyler yaptılar, ama bunu yazan kişi utancından dolayı onları yazamaz.”

***

Yerli halkı sakat bırakmak elbette siyonistlere özgü değil; tüm sömürge savaşlarında yerlileri “total yok etme” hedefinin yanı sıra, onları sakat bırakma arzusu da öne çıkar. Belçika Kongo’su, Fransa’nın Cezayir savaşı, Britanya’nın özel olarak Hindistan’daki faaliyetleri bunun binlerce örneğiyle dolu.

Siyonistleri özel kılan, bugün emperyalistler için “laboratuvar” veya koç başı olarak kullanıldıkları için, dünyadaki tüm emperyalist hükümetlerin olmak istediği (ama şimdilik olamadığı) bir “öz-imge” haline geldiği için, Filistinlileri ve Lübnanlıları “sakat bırakma hakkına” sahip çıkması.

İsrail devletinin biyopolitik bir kontrol mekanizması olarak, üstü kapalı, görünmeyen bir sakat bırakma ve Filistinli bedenlerini güçsüzleştirme “hakkına” sahip olmasına Jasbir K. Puar, Sakat Bırakma Hakkı kitabında ayrıntılı bir şekilde değinir.

Filistinlilerin direniş kapasitesini ortadan kaldırmak, “bilimsel olarak yetkilendirilmiş insani ekonomi” için merkezi önemde sayılır. Yazarın “spekültatif rehabilitasyon ekonomisinin kârlılığı” dediği şey, aynı zamanda sakat bırakma politikasının “üretken” tarafıdır.

Güçten düşürmenin (debilitation) biyopolitikası, sakatlanmaya hazır nüfusun yerleşimci sömürgeciliğin hizmetine koşulması anlamına gelir. 

“Kötürüm bırakmak için ateş etmek” bunun tipik bir göstergesidir. Gösterileri dağıtmak için kullanılan “geleneksel” yöntemlerden (biber gazı, plastik mermi, vb.) göstericilerin dizine, uyluk kemiğine ve hayati organlarına hedef alarak ateş etmek, İsrail devletinin yeni uygulamalarına da işaret eder.

Puar bunu şöyle anlatır: “İlk intifadada taş atanların kollarını kırma uygulamasının devamı ve yoğunlaştırılması olarak, kötürüm bırakmak için ateş etmek, bir sonraki intifadanın direniş kapasitelerini önleyici bir şekilde zayıflatma girişimidir.”

Kötürüm bırakmak için ateş açmak, İsrail ordusunun savaşta “insani yüzü” için de propaganda edilir. Yitzhak Rabin Birinci İntifada’da, gösterilere katılanlar arasında yaralananların sayısını mümkün olduğunca artırmak ama onları öldürmemek için plastik mermi kullanmaya başlamaktan bahsediyordu.

Bu politikanın çok daha bariz bir şekilde anlatımı için yine Puar’dan uzun bir alıntı gerekiyor:

“2002 yılında İsrailli dilbilimci Tanya Reinhart ikinci intifada sırasındaki ‘yaralama politikasını’ analiz etmiştir. Reinhart ‘İsraillilerin ateş açma politikalarını gizlemeye bile çalışmadıklarını’ iddia etmektedir. Jerusalem Post’un IDF askerleriyle yaptığı röportajlara atıfta bulunan Reinhart, Nashon Taburundan keskin nişancı Çavuş Raz’dan temsili bir örnek seçiyor: ‘İki kişiyi dizlerinden vurdum. Bunun kemiklerini kırması ve onları etkisiz hale getirmesi ama öldürmemesi gerekiyordu.’  Reinhart, gazetenin IDF’nin Filistin mücadelesine olan ilgiyi, sempatiyi ve dayanışmayı saptırmak için Filistinli kayıpları düşük tutma stratejisini açıkça detaylandırdığını belirtiyor. Reinhart ayrıca, pek çok kişinin yaptığı gibi, durumu belgeleyebilecek kadar yakın olan insan hakları örgütlerine de başvuruyor. İnsan Hakları için Hekimler’den bir heyet ‘İsrail askerlerinin hayati tehlike olmayan durumlarda bile Filistinli protestocuların başlarını ve bacaklarını kasten hedef aldığı’ sonucuna varmıştır.”

Reinhart, özel eğitimli İsrail birliklerinin, öldürülen Filistinlilerin istatistiklerini düşük tutarken sakat bırakmak için hesaplı bir şekilde ateş ettiği sonucuna varıyor.

***

Sakat bırakma ve bundan kaynaklı mobilizasyon kısıtları, aslında Filistinlilere yerleşimci sömürgeci baskının yeniden üretildiği alanlardan biridir.

Filistinliler, kendi topraklarında, özellikle de Batı Şeria’da, zaten coğrafi bölünmüşlük ve İsrail güçlerinin kontrol noktaları aracılığıyla halihazırda hareket kısıtlamasına maruz kalmaktadır.

Zaman Filistinliler için zaten yavaş akmaktadır; uzam (veya uzaklık) ise sürekli genişlemekte, zamanla birlikte Filistinlileri birbirinden uzaklaştırmaktadır.

Puar, Hagar Kotef’ten, hareket özgürlüğünün Filistinliler açısından ortaya çıkardığı paradoksal durumu aktarıyor: çok fazla hareket edersen asi sayılırsın; çok az hareket edersen ilkel…

Puar şöyle yazıyor: “Burada söz konusu olan sadece ‘yaşamın kendisinin’ ele geçirilmesi ve soyulması değil, aynı zamanda ‘direnişin kendisinin’ ele geçirilmeye çalışılmasıdır. Nüfusu gerçekten yok etmeden direnişin ne kadarı sökülüp atılabilir? Elbette bir başka soru da şudur: Filistinlilerin canlılığını, metanetini ve isyanını ezmeye yönelik bu tür girişimlerin üretken, dirençli, hatta yaratıcı etkileri nelerdir?”

***

Nazilerin hesapçı, soğuk, yer yer teknik açıdan bilimsel soykırım politikaları üzerine çok yazıldı. Toplama kamplarındaki tanıklıklar, kamplardaki 72 milletten tutsakların direnme kapasitelerinin yok edilmesi için kaba dayağın ötesinde hareket kısıtlamalarının ve diyetin etkisini ayrıntıları ile anlatır.

Eyal Weizman’ın Olası Tüm Kötülüklerin En Küçüğü: Arendt’ten Gazze’ye İnsani Şiddet kitabında, İsrail devletinin Gazze’deki Filistinlilere gidecek gıdayı kalori hesabıyla nasıl kontrol ettiği şok edici ayrıntılarla anlatılır.

İsrail, Gazze’ye girmesine izin verdiği gıda miktarını, Filistinlilerin BM’nin açlık tanımının biraz üzerinde kalmaları için gerekli minimum kalori miktarını hesaplayarak ayarlar.

Weizman’a göre İsrailli yetkililer erkekler için günlük 2.100, kadınlar için 1.700 ve çocuklar için değişen miktarlarda kalori hesaplamıştı; fakat İsrail bu temel kalori alımını bile karşılamak için Gazze’ye giren gıda kamyonlarının miktarını yarıdan fazla azaltmak için nedenler bulduğundan bu rakamlar bile karşılanmamıştı.

Weizman, “öldürmemek ama süründürmek” olarak nitelendirilebilecek bu politikanın özetini, dönemin başbakanı Ehud Olmert’in danışmanı Dov Weisglass’ın ağzından aktarır: “Amaç Filistinlileri diyete sokmak ama açlıktan ölmelerine neden olmak değil.”

***

Sömürgeci yerleşimci zalimliğin arkaik yüzü, yine de bir yerlerden, hatta çağdaşı kimi uygulamalardan tanıdık geliyor. Yerli halkı kötürüm bırakma, onun bedenine, emeğine, nesillerine, geçmişine, şimdisine ve geleceğine el koyma hakkı, tam da Marx’ın fabrika disiplinindeki işçi tasvirine benzemiyor mu?

Kapital’in ilk cildinde, manifaktürün işçiye yaptıklarını, tam da sermayenin emeği nasıl kötürüm bıraktığına ilişkin doğrudan göndermelerle şöyle anlatır:

“Manifaktür, işçinin bir yığın üretken içgüdü ve eğilimini baskı altında tutma yoluyla tek bir parça-işteki hünerini seradaki gibi geliştirerek, onu bir hilkat garibesi [crippled monstrosity](*) haline sokar; tıpkı La Plata devletlerinde kürk veya yağını almak için koca bir hayvanın boğazlanması gibi. … Jehova’nın malı olduğu nasıl seçilmiş kavmin alnında yazılı ise, iş bölümü de manifaktür işçisine sermayenin malı olduğunu gösteren bir damga vurur.”

Marx’ın kapitalizm ve engelli olma hali üzerine kurduğu bağlantıyı inceleyen Staffan Bengtsson, sistemin bilişsel bir engeli kendisini korumak ve güçlendirmek için kullanabileceğine işaret ederek, Marx’ın on sekizinci yüzyılın ortalarında bazı imalatçıların, ticari sır niteliğindeki bazı işlemler için “yarı aptal kişileri” istihdam etmeyi tercih ettiğini söylediğini aktarır.

Bengtsson’a göre Marx, kapitalizmi bir sakatlık üreticisi olarak da tanımlar. Bu nedenle Kapital, kapitalizmin kâr arayışının emek gücünü normal, ahlaki ve fiziksel gelişim ve işlev koşullarından soyarak insan üzerinde nasıl derin bir etkisi olduğunu vurgulayan anlatımlarla doludur.

Sanayileşme, “endüstriyel savaşa” eşittir. Yeni teknoloji aynı zamanda daha hızlı hareket etmeyi de gerektirir. Yeni iplik makinesinde çalışan işçiler, parmaklarının kopmamasını istiyorlarsa hız ve dikkati azamileştirmelidirler, “çünkü tereddütle ya da dikkatsizlikle yerleştirildiklerinde feda edilirler.”

Bu nedenle vücut fonksiyonlarındaki en sınırlı bir azalma bile, örneğin bir parmağın kaybı, bireyin işgücü piyasasında rekabet etme yeteneği üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olabilir. İşgücü piyasasından atılmak ise, özellikle yerleşimci sömürgecilik koşullarında, sömürgeci güce neredeyse tam kölelik anlamına gelir.

Bengtsson şu sonuca varır:

“Dolayısıyla, Marx’ın görüşüne göre, engelli insanlar, siyasal iktisadi sistem nedeniyle zayıf ve savunmasız bırakılmışlardır ve kendi failliklerinden yoksundurlar. Örneğin, zayıf iktisadi kaynaklara dayalı olarak, onları haklarını uygulamak için yasal sistemden yararlanamayan kişiler olarak resmetmiştir ki bu da engellilik söz konusu olduğunda çeşitli faktörlerin nasıl çakıştığına dair fikirlerinin altını çizmektedir. 1800’lerde Britanya’da engellilikle başa çıkmanın bir yolu, Marx’ın hüsnükuruntu olarak reddettiği hukuk sistemiydi. Engelli bir işçinin işverene dava açacağını düşünmek, Marx’a göre, ‘İngiliz yasal maliyetleri göz önüne alındığında tam bir alay konusuydu.’”

***

BM Engelli Hakları Komitesi (CRPD) geçen mayıs ayında bir rapor yayınladı. Komitenin raporunun BM’nin resmi sitesinde duyurulduğu manşet her şeyi anlatıyordu: “Engelli Filistinliler ilk önce öldürülmekten korkuyor”

Komitenin yayınladığı bir bildiride, erişilebilir formatlarda önceden uyarı yapılmamasının ve iletişim ağlarının tahrip edilmesinin engelli Filistinliler için tahliyeyi imkansız hale getirdiğinin altını çizdi.

Meselenin sadece iletişim ağının tahribatı olmadığının altını çizmek gerek. Araştırmacılar, Filistinlilerinmiş gibi görünen telekomünikasyon altyapısının İsrail tarafından kontrol edildiğini ortaya çıkarmış durumda. Örneğin Puar, Gazze’nin tamamını dış dünyaya bağlayan tek fiber-optik kablonun İsrail’den geçtiğine ve İsrail tarafından kontrol edildiğine işaret ediyor. Filistinlilerin cep telefonlarına saldırılardan önce İsrail tarafından gönderilen tahliye SMS’leri de bunun bir başka kanıtı.

Fakat tekrar olacak, mesele sadece bu değil. “Dijital işgal”, Filistinlilere siyonist düşman karşısında ne kadar güçsüz olduklarını göstermeye hizmet ediyor.

Tıpkı çağrı cihazı saldırıları gibi. Siyonizme direnişi başsız bırakmanın ötesinde, baş ile bir araya gelmeye hevesli gövdeye, sonsuz bir sakat kalma halinden başka bir çıkışının olmadığını benimsetmeye çalışıyor.

Kapitalist barbarlığın yerleşimci sömürgeci evreninde, kötürüm bırakılmak, ölümden beter olduğu için. Kötürüm bırakmak için ateş açmak, daha “insani” sayıldığı için. Engelli olmaya hazır bir nüfus bölmesinin her anlamda kârlı olacağını düşündükleri için.


(*) Kapital’in İngilizce metninde geçen “crippled” sözcüğü, aynı zamanda “kötürüm” anlamına da geliyor. Nitekim İsrail’in Filistinlilere uyguladığı uzuvlarından mahrum bırakma, kötürüm etme stratejisi de aynı sözcükle karşılanıyor. Kapitalistin karşısındaki proleter ile yerleşimci sömürgecinin karşısındaki yerlinin tıpatıp aynı muameleye tabi tutulmaları, dile de yansıyor.


Kaynaklar:

Eyal Weizman, The Least of All Possible Evils: Humanitarian Violence from Arendt to Gaza, 2012, Verso, New York.
Jasbir K. Puar, The Right to Maim: Debility, Capacity, Disability, 2017, Duke University Press, Durham&Londra.
Staffan Bengtsson, “Out of the frame: disability and the body in the writings of Karl Marx”, Scandinavian Journal of Disability Research, 2017, Cilt: 19, Sayı: 2, s. 151-160.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

Netanyahu’dan ABD’ye “ters köşe”

Yayınlanma

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD ve Fransa’nın öncülük ettiği Lübnan’da ateşkes önerisinin formüle edilmesinde rol aldı ancak koalisyon ortaklarından gelen tehditler üzerine bu öneriye karşı çıktı. Benzer bir durum ABD Başkanı Joe Biden’ın Gazze’deki ateşkes önerisinde de yaşanmıştı. Netanyahu Biden’ın dünyaya duyurduğu önerinin hazırlanmasında rol oynamış ancak Biden bu öneriyi kamuoyuna açıkladıktan sonra geri adım atmıştı.

ABD ve Fransa’nın girişimiyle 10 ülkenin ve Avrupa Birliği’nin (AB) imza koyduğu ortak bir açıklamayla Lübnan’da üç haftalık geçici bir ateşkes çağrısı yapıldı. Aynı saatlerde İsrail basını Netanyahu’nun bu girişime sıcak baktığı hatta olumlu karşılık verdiğini ve Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’ı müzakereleri yürütmekle görevlendirdiği basına sızdı. Netanyahu resmi bir açıklama yapmamasına rağmen aşırı sağcı koalisyon ortaklarının yanı sıra kendi partisi ve muhalefet ateşkes girişimine sert tepki gösterdi. Koalisyon ortakları her anlaşmazlıkta olduğu gibi Netanyahu’yu yine hükümeti düşürmekle tehdit etti.

Kısa bir süre sonra açıklama yayınlayan Başbakanlık Ofisi, Netanyahu’nun ABD ile Fransa’nın Lübnan’da geçici ateşkes çağrısına yanıt vermediğini ve “İsrail ordusuna tüm gücüyle kuzeyde saldırılarına devam etmesi talimatı verdiğini” açıkladı.

İsrail’den ateşkes iddiasına yalanlama

Konuyla ilgili İsrail’in Walla haber sitesinde, sürecin nasıl geliştiğine ilişkin bilgilere yer verildi.

Adı açıklanmayan ABD’li ve İsrailli yetkililere dayandırılan habere göre, Netanyahu ve ona yakın isimler ateşkes önerisinin formüle edilmesinde doğrudan rol aldı.

ABD ve Fransa’nın girişimleriyle hazırlanan önerinin basına yansıması üzerine İsrail’in aşırı sağcı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich Hizbullah ile ateşkese karşı oldukları ve Netanyahu’nun kabul etmesi halinde hükümetten çekilecekleri tehdidinde bulundu. Bunun üzerine Netanyahu, öneriden geri adım atarak Hizbullah’a yönelik saldırılara devam edecekleri mesajını verdi.

Beyaz Saray: İsrail’in haberi vardı ve tavrı olumluydu

Bu açıklama üzerine Beyaz Saray, ateşkes önerisinin hazırlanmasında Netanyahu’nun rol aldığını “eğer İsrail’den olumlu dönüş almasalardı ortak açıklamayı bu şekilde yayımlamayacaklarını” söyleyerek ima etti.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby, telekonferans yoluyla düzenlediği basın brifinginde ortak ateşkes çağrısı açıklamasından önce İsrail’in bundan haberi ve bilgisinin olduğunu vurguladı.

Kirby, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ateşkes anlaşması önerisine sıcak bakmadığı ve Lübnan’a yönelik saldırılara devam edeceklerini beyan eden açıklamalarının, dünkü ortak açıklamanın tam zıddı olup olmadığı yönündeki birçok soruya net yanıtlar vermekten kaçındı.

“Tek söyleyebileceğim şey, İsrailli dostlarımızla bu görüşmeler ortak açıklamadan önce de yapıldı, bugün de devam ediyor” şeklinde konuşan Kirby, Netanyahu’nun açıklamalarıyla ilgili yorum yapmayacağını kaydetti.

İsrail tarafından dün olumlu bir geri dönüş almış olmasalar dünkü ortak açıklamayı yayımlamayacaklarını vurgulayan Kirby, “Eğer üst düzey İsrailli yetkililerle dün yaptığımız görüşmelerden destek mesajı almasaydık (ortak açıklamayı) bu şekilde yayımlamazdık” dedi.

Netanyahu itirazını yumuşattı

Beyaz Saray’ın açıklamasından sonra Netanyahu, ABD-Fransa ortak girişimini doğrudan reddeden tavrını yumuşattı.

İsrail Başbakanlık Ofisinden yapılan açıklamada, “ABD bu hafta başında uluslararası, bölgesel ortaklarıyla Lübnan’da bir ateşkes teklifi sunma niyetini iletti. ABD liderliğindeki girişimin kuzey sınırındaki vatandaşların evlerine güven içinde dönmesi amacını İsrail de paylaşıyor” ifadeleri kullanıldı. Başbakanlık, “Amerika ve İsrail heyetinin ABD’nin girişimini ve İsrail’in kuzey sınırındaki vatandaşların güvenli şekilde eve dönmesi ortak amacının nasıl sağlanabileceğini ele aldıklarını, ilerleyen günlerde görüşmelerinin devam edeceğini” kaydetti.

Gazze’deki ateşkes için de aynısını yapmıştı

Netanyahu benzer bir durumu Gazze için Hamas’la yapılması planlanan ateşkes sürecinde de yaşatmıştı. ABD Başkanı Joe Biden, İsrail ile istişare ederek ateşkes önerisi hazırlamış ve bunu kamuoyuna açıklamıştı. Ancak Netanyahu yine koasliyon ortaklarınca tehdit edilmiş ve tüm dünyada büyük beklenti yaratan ateşkes önerisine itiraz etmişti.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

İsrail’den ateşkes iddiasına yalanlama

Yayınlanma

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD ile Fransa’nın Lübnan’da geçici ateşkes çağrısına yanıt vermediğini, kuzeye saldırıların azaltılması yönündeki haberlerin doğru olmadığını ve “İsrail ordusuna tüm gücüyle kuzeyde saldırılarına devam etmesi talimatı verdiğini” açıkladı.

İsrail Başbakanlık Ofisi, yaptığı yazılı açıklamada, Netanyahu’nun Lübnan’da geçici bir ateşkesi görüşmeye razı olduğuna ilişkin haberleri yalanladı.

Netanyahu geçici ateşkes için müzakereye onay verdi mi?

Açıklamada, “Ateşkesle ilgili haberler doğru değil. Netanyahu, ABD-Fransa’nın teklifine yanıt vermedi. İsrail’in kuzeydeki saldırılarını azaltması yönündeki haberler gerçeği yansıtmıyor. Netanyahu, kendisine sunulan planlara göre İsrail ordusuna kuzeyde tüm gücüyle saldırılarına devam etmesi talimatı verdi. Gazze’deki saldırılar da savaşın tüm hedefleri gerçekleşene kadar sürecektir.” ifadelerine yer verildi.

Netanyahu’nun ateşkes iddialarını yalanlamasının ardından Dışişleri Bakanı Israel Katz “Kuzeyde ateşkes olmayacak” dedi. Katz, “Zafere ve kuzeyde yaşayanların güvenli bir şekilde evlerine dönmesine kadar Hizbullah terör örgütüyle tüm gücümüzle savaşmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.

İsrail basınındaki haberlerde, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, ABD ve Fransa’nın girişimiyle Lübnan’da üç haftalık geçici bir ateşkes sağlanmasının görüşülmesine izin verdiği ve bunun için bir bakanını görevlendirdiği iddia edilmişti.

Öte yandan İsrail Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi de dün hedeflerinin İsrail’in kuzeyinde yaşayanların evlerine geri dönmesi olduğunu ve bunun için Lübnan’a “kara saldırısı manevrasına hazırlandıklarını” açıklamıştı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English