Bizi Takip Edin

Dünya Basını

İsrail’in Husilere karşı Somaliland hamlesi

Yayınlanma

somaliland

İsrail, Husilerin çok düşük maliyetlerle Yemen’den ateşlediği füze ve İHA’ları durdurmak için önemli bir mali bedel ödüyor. Bunun sürdürülebilir olmadığını bilen İsrail Husilerle mücadelenin farklı yollarını aramaya başladı. Bu noktada İsrail’in aradığı çözümlerden biri olarak Afrika’daki başka bir krizin göbeğinde bulunan Somaliland’ın öne çıktığı basına yansımıştı.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Somaliland’a teklifini ve bölgedeki kamplaşmayı ele alıyor. Makale, İsrail’den yayın yapan Haaretz’de yayınlandı ve İsrail’in stratejik çıkarlarını önceleyen bir üsluba sahip. Ancak hem Somaliland konusundaki genel kamplaşma hem de İsrail’in hedefi ile ilgili derli toplu bilgi sunması açısından dikkate değer bir çalışma. Olası bir İsrail-Somaliland işbirliğinin Mısır-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceği konusuna değinmemiş olması tek eksikliği olabilir.

***

Tüm gözler Somaliland’da: İsrail’in Husi terörüne karşı savaşında kilit önemdeki küçük Afrika devleti

Tanınmayan Somaliland devleti nasıl oldu da Somali ve Etiyopya’nın yanı sıra Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmaların da odağı haline geldi? Ve Mısır ondan ne istiyor?

Nadan Feldman

19 Temmuz gecesi, bir İHA Tel Aviv’in sahilleri üzerinde alçalarak ABD Büyükelçiliği binasına yakın bir noktada uyumakta olan Evgeny Freder’i öldürdü. İsrail savunma sistemi hazırlıksız yakalanmıştı. Yemen’den, yaklaşık 2.000 kilometre (1.200 mil) uzaklıktan fırlatılan küçük, yavaş ve hantal bir hava aracının İsrail’in gelişmiş hava savunma sistemlerini aşarak Tel Aviv üzerinde dolaşabileceği, bir kişiyi öldürüp 10 kişiyi yaralayabileceği ve paniğe yol açabileceği kimsenin aklına gelmemişti.

Saldırı, Arap Baharı’ndan bu yana Suudi Arabistan ve İsrail ile çatışmalarında İran için finanse edilen ve silahlandırılan bir vekil haline gelen Yemen’deki Husilerin operasyonel kabiliyetlerini ortaya koydu. O zamana kadar Husi tehdidine karşı askeri yanıt vermeyi ABD ve İngiltere’ye bırakan İsrail, Yemen’den gelen tehdidi bertaraf etmek için kendi çözümlerini bulması gerektiğini anladı.

İsrail ayrıca Husilerin düşük maliyetli bir İHA’yı ülke içine her fırlattığında savaş uçaklarını Yemen’e uzun ve maliyetli baskınlar düzenlemek için gönderemeyeceğini fark etti. Özellikle de Husilerin dünyanın en büyük İHA stoklarından birine sahip olduğu göz önüne alındığında İsrail daha verimli alternatifler aramak zorunda kaldı.

Bu alternatiflerden biri, uluslararası arenada tanınmayan küçük ve uzak bir devletle ilgili. Bu devlet, son bir yıl içinde patlamaya hazır bölgesel bir mücadelenin ve yoğun jeopolitik çıkarların arenası haline geldi.

Bu yer, 1991 yılında ana devlet Somali’den ayrılan ve uluslararası güvenceler olmaksızın bağımsızlığını ilan eden Müslüman Issa kabilesi tarafından yönetilen Somaliland’dır. O tarihten bu yana bir yandan ülkeler tarafından tanınmaya çalışırken diğer yandan öncelikle bu bölgeyi yeniden kontrol altına almak isteyen Somali başta olmak üzere bölgesel tehditlere karşı kendini güçlendirmeye çalışıyor.

Uluslararası hukuk Somaliland’ı sadece Somali içinde özerk bir bölge olarak tanıyor ve 2024 yılına kadar, kendisi de tanınmayan bir devlet olan Tayvan dışında, tek bir ülke bile onu bağımsız bir ülke olarak tanımadı.

Bu durum önemli ekonomik sonuçlar doğuruyor. Somaliland uluslararası ticarete katılamıyor, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlardan mali yardım alamıyor ve ekonomik olarak kendi kendine yetmek zorunda. Bu nedenle bölgede deniz korsanlığı artıyor.

Somaliland’ın bağımsızlık talebi Afrika’daki sömürge dönemine kadar uzanıyor. 19. yüzyılın sonlarında Britanya ve İtalya, Somali topraklarında kontrolü ele geçirerek günümüz Somaliland’ına karşılık gelen bölgede Britanya protektorası kurdu. II. Dünya Savaşı’nda Britanya, Mussolini’nin faşist İtalya’sına ait olan İtalyan Somaliland’ını işgal ederek iki bölgeyi birleştirdi ve bu birleşik topraklar, Britanya İmparatorluğu içerisinde siyasi bir birim olarak faaliyet gösterdi. 1960 yılında birleşik Somaliland bağımsızlığını kazandı ve Somali Cumhuriyeti kuruldu. Ülkenin merkezi hükümetinin 1991 yılında çökmesi ve şiddetli iç savaş, Somaliland bölgesinin ana devletten ayrılmasına yol açtı.

On yıllardır ölümcül iç savaşlarla boğuşan ve bu dönemin bir kısmında başta Eş-Şebab olmak üzere İslami milisler tarafından yönetilen Somali’nin aksine, 6.2 milyon nüfuslu Somaliland, adil ve özgür seçimler ve istikrarlı demokratik kurumlar da dahil işleyen bir demokratik rejimi kan dökmeden sağlamlaştırmayı başardı. Somali’nin başkenti Mogadişu’da hâkim olan anarşi, Somaliland’ın başkenti Hargeisa’daki huzurla keskin bir tezat oluşturuyor.

İsrail ve Somaliland’ın iki temel noktada benzer olduğu söylenebilir: Her ikisi de otoriter rejimlerin ve ölümcül savaşların yoğun olduğu bölgelerde yer alan küçük ve savunmasız demokrasiler. Ayrıca her ikisi de uluslararası toplum nezdinde egemenlik sorunlarıyla karşı karşıya ve yok edilmelerini isteyen düşmanları var.

Etiyopya’nın hamlesi

17 Ekim’de Katar yanlısı haber sitesi Middle East Monitor, İsrail’in Yemen’in Aden şehrinin karşısında yer alan Somaliland’a her iki tarafın da çıkarına olacak gizli bir teklifte bulunduğunu bildirdi: İsrail, Somaliland’da askeri bir üs kuracak ve bu üs, Husilere yönelik saldırılar ve onları caydırmak için kullanılacak. Bunun karşılığında ise İsrail, Somaliland’ı resmen tanıyacak ve ülkeye mali yatırımlar yapacak.

Diplomatik kaynaklara dayanan habere göre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) iki ülke arasında arabuluculuk yapıyor. BAE, Somaliland’ı askeri üssün inşasına izin vermeye ikna etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu üssün finansmanını da üstlenecek. İsrail ile 2020 İbrahim Anlaşması’nı imzalayan BAE’nin böyle bir anlaşmadan çıkarı olduğu açık zira Husiler kendisi için de bir güvenlik tehdidi haline geldi ve Somaliland’daki İsrail askeri güçleri bu tehditle mücadelede BAE’ye kesinlikle yardımcı olacak.

Yabancı basına göre geçen yıllarda Somaliland, Berbera limanına yaptığı 440 milyon dolarlık yatırım karşılığında BAE’nin Berbera limanını ve havaalanını Yemen’deki askeri faaliyetleri için bir üs olarak kullanmasına izin verdi. BAE’nin bu arabuluculuğu, İsrail ile askeri iş birliği çerçevesinde gerçekleşiyor. İddialara göre iki ülke, Aden Körfezi’nde, Yemen yakınlarındaki dünyanın en uzak ve ekolojik olarak en çeşitli adalarından biri olan Sokotra Takımadaları’nda ortak bir askeri-istihbarat üssü kurmuş durumda.

İsrail ile Somaliland arasındaki temasları ilk olarak haberleştiren Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü araştırmacısı Ahmet Vefa Rende, “Somaliland’ı bağımsız bir devlet olarak tanımanın İsrail için sayısız avantajı var” diyor: “Bunlar arasında ulusal güvenliğini arttırmak, bölgesel tehditlere karşı koymak, yeni ekonomik fırsatlar yaratmak, diplomatik ilişkileri geliştirmek ve bölgedeki demokratik yönetişimi desteklemek yer alıyor. Stratejik konumu ve kaynakları nedeniyle pek çok gücün pay kapmak için yarıştığı bölgede İsrail’in, pek çok ülke tarafından dışlanan yerel ortağı Somaliland aracılığıyla yarışa girmesi bekleniyor.”

Bölgesel güçler için Somaliland’ın Afrika Boynuzu’ndaki konumu ona ekonomik cazibenin yanı sıra stratejik bir önem de kazandırıyor. Dünya deniz taşımacılığının üçte birinin geçtiği Babülmendep Boğazı’nın girişinde yer alan Somaliland, körfez boyunca uzanan uzun kıyı şeridi sayesinde Doğu Afrika, Orta Doğu, Arap Denizi ve oradan da Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir deniz erişimine sahip.

Bu deniz ticareti ağında en önemli unsur ise Kızıldeniz bölgesi. Son bir yılda Husi saldırıları nedeniyle Kızıldeniz’deki nakliye rotaları uluslararası gerilimlerin odak noktası haline geldi ve bu durum tüm küresel ticareti etkiledi. Geçen yıl aralık ayında çok sayıda firma Kızıldeniz yakınlarındaki gemi seferlerini durdurmak zorunda kaldı. Husilerin iki gemisine saldırmasının ardından Maersk bu konuda ilk adım atan şirket oldu. Onu Çin’in OOCL, Almanya’nın Hapag-Lloyd, Fransa’nın CMA CGM ve dünyanın en büyük denizcilik firması Mediterranean Shipping Company (MSC) izledi.

14 Aralık 2023’te Husiler Babülmendep Boğazı’nı kapattıklarını duyurdular ve tam bir ay sonra Yemen’in Hudeyde limanından bir Amerikan gemisine füze attılar. Füze düşürüldü. Husilerin füzeyi ateşlemesi Amerikan güçlerinin düzenli deniz trafiğinin yeniden başlamasını sağlamak için limana saldırmasının ardından gerçekleşti. Husiler terörist faaliyetlerinin yanı sıra İHA ve balistik füzeler kullanarak İsrail’deki hedefleri vurma çabalarını da sürdürdü.

18 Temmuz’da ABD ve İngiltere Hudeyde’nin uluslararası havaalanına ortak bir saldırı düzenledi ve iki gün sonra İsrail Hava Kuvvetleri, Amerikalılar ve Suudi Arabistan ile koordineli olarak Hudeyde limanına bir saldırı gerçekleştirdi. Tüm bunlar, İran’ın Kızıldeniz bölgesinde nüfuz kazanmaya yönelik çabalarına ilişkin İsrail’in duyduğu endişenin arka planında gerçekleşti. Bu çabalar, artan Husi terör faaliyetleri ve İran savaş gemileri ile istihbarat gemilerinin bölgede varlık göstermesi şeklinde ayyuka çıkıyor.

Başlıca aktörler

Husilerle yaşanan gerilimlere rağmen, İsrail, Somaliland çevresindeki çıkar çatışmalarında sadece ikincil bir oyuncu konumunda. Bu çatışmada üç ana aktör bulunuyor: Somali, Etiyopya ve Türkiye. Bunun yanı sıra Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Sudan ve komşu Cibuti de bu süreçte etkilerini hissettiriyor. Tüm bunların üzerinde ise dünyanın iki süper gücü; ABD ve Çin yer alıyor.

Büyük endişe, Somaliland’ın geleceği konusunda Somali ve Etiyopya arasında gelişen krizin, diğer ülkeleri de içine çekerek kanlı bir çatışmaya dönüşmesi. Bu senaryo, İsrail ve İran arasında Yemen’deki Husi vekili üzerinden süregelen savaş, Afrika Boynuzu’ndaki cani İslamcı milislerin varlığı ve Somali ile Etiyopya’nın kanlı geçmişi göz önüne alındığında oldukça olası. İki ülke, 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen iki savaş da dahil bölgesel çatışmalarla dolu bir geçmişe sahip.

Mevcut krizi tetikleyen adım, 2024 yılının ilk gününde gerçekleşti. Somali’ye komşu olan ve denize kıyısı olmayan Etiyopya, Somaliland ile tarihi bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma, Etiyopya’ya Berbera Limanı üzerinden Aden Körfezi’ne erişim hakkı sağlıyor ve karşılığında Etiyopya, Somaliland’ın bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor. Etiyopya tarafından tanınmak Somaliland için diğer Afrika ülkeleri ve hatta diğer ülkelerin de bu adımı atmasına yol açacak önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.

Kendisini Afrika’da bölgesel bir güç olarak gören ancak ekonomik kırılganlık ve yaygın yoksulluktan mustarip olan Etiyopya için denize erişim, finansal büyüme ve daha fazla jeopolitik güç için önemli bir anahtar. 130 milyondan fazla nüfusa sahip olan Etiyopya, dünyada denize kıyısı olmayan en kalabalık ülkesi konumunda.

Yapılan anlaşma, Etiyopya’nın Berbera Limanı’nda bir askeri deniz üssü kiralamasına ve bu limandan ticaret yapmasına olanak tanıyor. AFP’nin haberine göre, Somaliland, Etiyopya’ya kıyılarının 20 kilometrelik (12 mil) bir bölümünü 50 yıllığına kiralamayı ve burada bir deniz üssü ile ticari liman kurmasına izin vermeyi kabul etti.

Bu adım, son yıllarda Berbera Limanı’nı kendi çıkarları doğrultusunda geliştiren ve burada deniz ticaretini teşvik eden BAE sayesinde mümkün oldu. Anlaşma aynı zamanda Somaliland’ın ekonomik çıkarlarına da hizmet ediyor; Etiyopya gibi büyük bir ülkenin liman faaliyetlerinden, gümrük gelirlerinden ticari iş birliklerine kadar birçok fayda sağlaması bekleniyor.

Somali anlaşmaya sert tepki gösterdi ve hükümet anlaşmayı yasadışı ve bölgesel istikrara yönelik bir tehdit olarak ilan etti. Somali hükümeti, Etiyopya büyükelçisini nota vermek için çağırdı ve Somali, büyükelçisini Addis Ababa’dan geri çekti. Somali hükümetinden yapılan açıklamada, “Somali hükümeti, Etiyopya’nın eylemlerini Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün bariz bir ihlali olarak kabul ediyor” denildi ve Somali’nin topraklarını “tüm yasal yollarla” savunacağı vurgulandı.

Bu arada Somali, Ankara’nın Afrika’daki, özellikle Kızıldeniz bölgesindeki etkisini artırmak için son yirmi yılda önemli bir müttefik haline gelen Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek için harekete geçti. Somali, Türkiye ile bir güvenlik ve deniz işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, Türkiye’ye Somaliland açıkları da dahil Somali’nin karasuları üzerinde kontrol sağlıyor. Karşılığında, Türkiye tarafından çıkarılacak kaynaklardan özellikle ham petrol ve doğalgaz rezervlerinden elde edilen gelirlerin bir kısmı Somali’ye aktarılacak.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında Somali’ye yaptığı ve iç savaştan zarar görmüş ülkeye mali yardım sağlama ve temel eğitim ve sağlık hizmetlerini yeniden başlatma sözü verdiği ziyaretin ardından Afrika Boynuzu bölgesindeki etkisini artırmaya başladı. Ardından Türkiye, Somali’de altyapı ve araştırma projeleri, Somali kıyılarında petrol ve gaz aramaları, Somali ile komşuları ve ülke içindeki muhalif güçler arasında arabuluculuk faaliyetleri gibi birçok alanda etkisini genişletti. En önemli adım ise 2017 yılında Mogadişu’da Türkiye’nin en büyük denizaşırı askeri üssünün inşa edilmesi oldu. Bu üs, Somali askerlerinin eğitimi için tasarlandı. Ayrıca Türkiye, Çin’in Afrika’daki yatırımlarında yaşanan yavaşlamadan faydalanarak, BAE ve Mısır gibi, bölgedeki ekonomik etkisini artırdı.

Bu süreçte Türkiye, Somali ile Etiyopya arasında Somaliland krizi konusunda bir uzlaşma sağlamak için, Etiyopya ile olan iyi ilişkilerini kullanarak arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Somali ise Erdoğan’ın kararlarına bağımlı hale gelmek istemediğinden, Türkiye’ye bağımlılığını azaltmak amacıyla bu yıl Mısır ile bir güvenlik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma kapsamında, gerilimin artması durumunda Mısır, Somali’ye asker ve askeri ekipman göndermeyi taahhüt etti. Son yıllarda Mısır ile Türkiye arasındaki ilişkilerin iyileşmesine rağmen Kahire, Türkiye’nin Mısır’ın güneyinde artan nüfuzundan endişe duyuyor ve Afrika Boynuzu’nda kendi nüfuzunu arttırmaya çalışıyor.

Türk bağlantısı

Şimdi ise Türkiye, İsrail de dahil tüm bölge için güvenlik sonuçları olacak bir önemli bir adım atmak istiyor. Eylül ayında Bloomberg, Erdoğan’ın temsilcilerinin Somali topraklarında uzun menzilli bir füze fırlatma test sahası kurulması konusunda Somali ile görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Afrika’nın doğusunda yer alan Somali, Türkiye’nin geliştirdiği 565 kilometre (351 mil) menzile sahip ve Tayfun olarak bilinen balistik füzelerini test etmesine olanak tanıyacak. Buna ek olarak Türkiye’nin Somali topraklarından uzaya roket fırlatma denemeleri yapmayı düşündüğü bildiriliyor. Türk hükümeti, Erdoğan’ın, ülkesinin gücünü ve prestijini artırma arzusunun bir parçası olarak yıllardır bir uzay programını teşvik ediyor ve dünya güçleri kulübüne katılmayı hedefliyor.

Füze programı, Erdoğan’ın füzelerinin mevcut menzilini iki katına çıkarma hedefi nedeniyle Türkiye’nin komşuları arasında endişeye neden oluyor. Erdoğan, 2023’te Türkiye’nin gizli füze programının ortaya çıkmasının ardından “Bugün itibariyle füzelerimizin menzili 565 kilometre. Bu yeterli değil. Bunu 1.000 kilometreye çıkaracağız” demişti.

Mayıs 2023’te Tayfun füzesi başarılı bir şekilde test edildikten sonra üretime girdi. Türkiye’nin, komşularının gözlerinden uzak, 1.000 kilometre menzilli füze fırlatma kapasitesine ulaşmak için Somali’de testler yapmakla ilgilendiği değerlendiriliyor. Saldırgan açıklamalarıyla tanınan Erdoğan, 2022’de Atina’yı tehdit ettiğinde Yunanistan’da gerçek bir endişeye neden olmuştu. Erdoğan’ın, Karadeniz yakınlarındaki bir etkinlikte, “Şimdi füzelerimizi inşa etmeye başlıyoruz. Tabii bu üretim Yunanlıları korkutuyor. ‘Tayfun’ dediğinizde Yunanlı korkuyor ve ‘Atina’yı vuracak’ diyor. Tabii ki vuracak” sözlerine dikkat çekiliyor.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilim, 200 yıldır devam ediyor ve 19. yüzyılın sonlarından 1922’ye kadar iki ülke arasında dört şiddetli çatışma yaşandı. Ayrıca Türkiye, 1974’te Kıbrıs’taki iç savaş sırasında, dönemin Kıbrıs lideri Başpiskopos 3. Makarios’un Yunanistan ile birleşme arzusunu açıklamasının ardından işgal ettiği Kuzey Kıbrıs’ı hala kontrol altında tutuyor.

Peki Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir füzeye ne ihtiyacı var? Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi ve Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü’nde Türkiye uzmanı olan Hay Eytan Cohen Yanarocak, “Türkiye bölgesel bir güç ve İran ile rekabet halinde. Füzeleri mevcut menzilde olduğu sürece sadece Yunanistan’ı tehdit edebilir” diyor.

-Ya İsrail? Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir balistik füzesi, bizi doğrudan menzil içine alıyor.

-Yanarocak: Doğru, ancak Erdoğan’ın Yunanistan’a yönelttiği türden bize karşı resmi bir açıklama yok.

-Gazze’den çekilmezsek Erdoğan bizi füzelerle tehdit edebilir.

-Yanarocak: Henüz o aşamaya gelmedik. Ancak Erdoğan söz konusu olduğunda ciddi bir tehdit potansiyeli var.

Cohen Yanarocak Türkiye’nin Afrika’daki stratejisinin işe yaradığını savunuyor. “Askeri varlığı ve yumuşak güç unsurları sayesinde Türkiye Doğu Afrika’da, özellikle de Afrika Boynuzu’nda kilit bir oyuncu haline geldi. Türkiye’nin Doğu Afrika ülkelerinde politika değişikliği başlatma kabiliyeti, bölgedeki Türk etkisinin zirve noktasıdır” diyor.

Türkiye’nin başarı öyküsündeki en önemli unsurun saygı olduğunu söylüyor: “Afrika ülkelerine sömürgeci, etnomerkezci bir tavırla yaklaşan süper güçlerin aksine Türkiye, benzer dini ve kültürel kodlara sahip olan Afrikalılara, özellikle de Müslüman Afrika ülkelerine saygı gösteriyor. Afrikalılar bunu hissediyor.”

Bu arada, Somaliland çevresinde tırmanan kriz, bölgedeki en küçük ve en zayıf ülke olan Cibuti tarafından çözülebilir. Somaliland, Etiyopya, Eritre ve Kızıldeniz arasında sıkışmış olan Cibuti’nin nüfusu yaklaşık bir milyon. Küçük boyutuna rağmen, stratejik konumu sayesinde başta Amerika, Çin ve Fransa olmak üzere birçok yabancı limana, deniz ve hava üssüne ev sahipliği yapıyor. Cibuti, krizi sona erdirmek amacıyla Somaliland’a alternatif olarak kullanılabilecek bir deniz limanını Etiyopya’ya teklif etti.

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English