Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İsrail’in Husilere karşı Somaliland hamlesi

Yayınlanma

somaliland

İsrail, Husilerin çok düşük maliyetlerle Yemen’den ateşlediği füze ve İHA’ları durdurmak için önemli bir mali bedel ödüyor. Bunun sürdürülebilir olmadığını bilen İsrail Husilerle mücadelenin farklı yollarını aramaya başladı. Bu noktada İsrail’in aradığı çözümlerden biri olarak Afrika’daki başka bir krizin göbeğinde bulunan Somaliland’ın öne çıktığı basına yansımıştı.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Somaliland’a teklifini ve bölgedeki kamplaşmayı ele alıyor. Makale, İsrail’den yayın yapan Haaretz’de yayınlandı ve İsrail’in stratejik çıkarlarını önceleyen bir üsluba sahip. Ancak hem Somaliland konusundaki genel kamplaşma hem de İsrail’in hedefi ile ilgili derli toplu bilgi sunması açısından dikkate değer bir çalışma. Olası bir İsrail-Somaliland işbirliğinin Mısır-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyeceği konusuna değinmemiş olması tek eksikliği olabilir.

***

Tüm gözler Somaliland’da: İsrail’in Husi terörüne karşı savaşında kilit önemdeki küçük Afrika devleti

Tanınmayan Somaliland devleti nasıl oldu da Somali ve Etiyopya’nın yanı sıra Türkiye ve Yunanistan arasındaki çatışmaların da odağı haline geldi? Ve Mısır ondan ne istiyor?

Nadan Feldman

19 Temmuz gecesi, bir İHA Tel Aviv’in sahilleri üzerinde alçalarak ABD Büyükelçiliği binasına yakın bir noktada uyumakta olan Evgeny Freder’i öldürdü. İsrail savunma sistemi hazırlıksız yakalanmıştı. Yemen’den, yaklaşık 2.000 kilometre (1.200 mil) uzaklıktan fırlatılan küçük, yavaş ve hantal bir hava aracının İsrail’in gelişmiş hava savunma sistemlerini aşarak Tel Aviv üzerinde dolaşabileceği, bir kişiyi öldürüp 10 kişiyi yaralayabileceği ve paniğe yol açabileceği kimsenin aklına gelmemişti.

Saldırı, Arap Baharı’ndan bu yana Suudi Arabistan ve İsrail ile çatışmalarında İran için finanse edilen ve silahlandırılan bir vekil haline gelen Yemen’deki Husilerin operasyonel kabiliyetlerini ortaya koydu. O zamana kadar Husi tehdidine karşı askeri yanıt vermeyi ABD ve İngiltere’ye bırakan İsrail, Yemen’den gelen tehdidi bertaraf etmek için kendi çözümlerini bulması gerektiğini anladı.

İsrail ayrıca Husilerin düşük maliyetli bir İHA’yı ülke içine her fırlattığında savaş uçaklarını Yemen’e uzun ve maliyetli baskınlar düzenlemek için gönderemeyeceğini fark etti. Özellikle de Husilerin dünyanın en büyük İHA stoklarından birine sahip olduğu göz önüne alındığında İsrail daha verimli alternatifler aramak zorunda kaldı.

Bu alternatiflerden biri, uluslararası arenada tanınmayan küçük ve uzak bir devletle ilgili. Bu devlet, son bir yıl içinde patlamaya hazır bölgesel bir mücadelenin ve yoğun jeopolitik çıkarların arenası haline geldi.

Bu yer, 1991 yılında ana devlet Somali’den ayrılan ve uluslararası güvenceler olmaksızın bağımsızlığını ilan eden Müslüman Issa kabilesi tarafından yönetilen Somaliland’dır. O tarihten bu yana bir yandan ülkeler tarafından tanınmaya çalışırken diğer yandan öncelikle bu bölgeyi yeniden kontrol altına almak isteyen Somali başta olmak üzere bölgesel tehditlere karşı kendini güçlendirmeye çalışıyor.

Uluslararası hukuk Somaliland’ı sadece Somali içinde özerk bir bölge olarak tanıyor ve 2024 yılına kadar, kendisi de tanınmayan bir devlet olan Tayvan dışında, tek bir ülke bile onu bağımsız bir ülke olarak tanımadı.

Bu durum önemli ekonomik sonuçlar doğuruyor. Somaliland uluslararası ticarete katılamıyor, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşlardan mali yardım alamıyor ve ekonomik olarak kendi kendine yetmek zorunda. Bu nedenle bölgede deniz korsanlığı artıyor.

Somaliland’ın bağımsızlık talebi Afrika’daki sömürge dönemine kadar uzanıyor. 19. yüzyılın sonlarında Britanya ve İtalya, Somali topraklarında kontrolü ele geçirerek günümüz Somaliland’ına karşılık gelen bölgede Britanya protektorası kurdu. II. Dünya Savaşı’nda Britanya, Mussolini’nin faşist İtalya’sına ait olan İtalyan Somaliland’ını işgal ederek iki bölgeyi birleştirdi ve bu birleşik topraklar, Britanya İmparatorluğu içerisinde siyasi bir birim olarak faaliyet gösterdi. 1960 yılında birleşik Somaliland bağımsızlığını kazandı ve Somali Cumhuriyeti kuruldu. Ülkenin merkezi hükümetinin 1991 yılında çökmesi ve şiddetli iç savaş, Somaliland bölgesinin ana devletten ayrılmasına yol açtı.

On yıllardır ölümcül iç savaşlarla boğuşan ve bu dönemin bir kısmında başta Eş-Şebab olmak üzere İslami milisler tarafından yönetilen Somali’nin aksine, 6.2 milyon nüfuslu Somaliland, adil ve özgür seçimler ve istikrarlı demokratik kurumlar da dahil işleyen bir demokratik rejimi kan dökmeden sağlamlaştırmayı başardı. Somali’nin başkenti Mogadişu’da hâkim olan anarşi, Somaliland’ın başkenti Hargeisa’daki huzurla keskin bir tezat oluşturuyor.

İsrail ve Somaliland’ın iki temel noktada benzer olduğu söylenebilir: Her ikisi de otoriter rejimlerin ve ölümcül savaşların yoğun olduğu bölgelerde yer alan küçük ve savunmasız demokrasiler. Ayrıca her ikisi de uluslararası toplum nezdinde egemenlik sorunlarıyla karşı karşıya ve yok edilmelerini isteyen düşmanları var.

Etiyopya’nın hamlesi

17 Ekim’de Katar yanlısı haber sitesi Middle East Monitor, İsrail’in Yemen’in Aden şehrinin karşısında yer alan Somaliland’a her iki tarafın da çıkarına olacak gizli bir teklifte bulunduğunu bildirdi: İsrail, Somaliland’da askeri bir üs kuracak ve bu üs, Husilere yönelik saldırılar ve onları caydırmak için kullanılacak. Bunun karşılığında ise İsrail, Somaliland’ı resmen tanıyacak ve ülkeye mali yatırımlar yapacak.

Diplomatik kaynaklara dayanan habere göre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) iki ülke arasında arabuluculuk yapıyor. BAE, Somaliland’ı askeri üssün inşasına izin vermeye ikna etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu üssün finansmanını da üstlenecek. İsrail ile 2020 İbrahim Anlaşması’nı imzalayan BAE’nin böyle bir anlaşmadan çıkarı olduğu açık zira Husiler kendisi için de bir güvenlik tehdidi haline geldi ve Somaliland’daki İsrail askeri güçleri bu tehditle mücadelede BAE’ye kesinlikle yardımcı olacak.

Yabancı basına göre geçen yıllarda Somaliland, Berbera limanına yaptığı 440 milyon dolarlık yatırım karşılığında BAE’nin Berbera limanını ve havaalanını Yemen’deki askeri faaliyetleri için bir üs olarak kullanmasına izin verdi. BAE’nin bu arabuluculuğu, İsrail ile askeri iş birliği çerçevesinde gerçekleşiyor. İddialara göre iki ülke, Aden Körfezi’nde, Yemen yakınlarındaki dünyanın en uzak ve ekolojik olarak en çeşitli adalarından biri olan Sokotra Takımadaları’nda ortak bir askeri-istihbarat üssü kurmuş durumda.

İsrail ile Somaliland arasındaki temasları ilk olarak haberleştiren Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü araştırmacısı Ahmet Vefa Rende, “Somaliland’ı bağımsız bir devlet olarak tanımanın İsrail için sayısız avantajı var” diyor: “Bunlar arasında ulusal güvenliğini arttırmak, bölgesel tehditlere karşı koymak, yeni ekonomik fırsatlar yaratmak, diplomatik ilişkileri geliştirmek ve bölgedeki demokratik yönetişimi desteklemek yer alıyor. Stratejik konumu ve kaynakları nedeniyle pek çok gücün pay kapmak için yarıştığı bölgede İsrail’in, pek çok ülke tarafından dışlanan yerel ortağı Somaliland aracılığıyla yarışa girmesi bekleniyor.”

Bölgesel güçler için Somaliland’ın Afrika Boynuzu’ndaki konumu ona ekonomik cazibenin yanı sıra stratejik bir önem de kazandırıyor. Dünya deniz taşımacılığının üçte birinin geçtiği Babülmendep Boğazı’nın girişinde yer alan Somaliland, körfez boyunca uzanan uzun kıyı şeridi sayesinde Doğu Afrika, Orta Doğu, Arap Denizi ve oradan da Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir deniz erişimine sahip.

Bu deniz ticareti ağında en önemli unsur ise Kızıldeniz bölgesi. Son bir yılda Husi saldırıları nedeniyle Kızıldeniz’deki nakliye rotaları uluslararası gerilimlerin odak noktası haline geldi ve bu durum tüm küresel ticareti etkiledi. Geçen yıl aralık ayında çok sayıda firma Kızıldeniz yakınlarındaki gemi seferlerini durdurmak zorunda kaldı. Husilerin iki gemisine saldırmasının ardından Maersk bu konuda ilk adım atan şirket oldu. Onu Çin’in OOCL, Almanya’nın Hapag-Lloyd, Fransa’nın CMA CGM ve dünyanın en büyük denizcilik firması Mediterranean Shipping Company (MSC) izledi.

14 Aralık 2023’te Husiler Babülmendep Boğazı’nı kapattıklarını duyurdular ve tam bir ay sonra Yemen’in Hudeyde limanından bir Amerikan gemisine füze attılar. Füze düşürüldü. Husilerin füzeyi ateşlemesi Amerikan güçlerinin düzenli deniz trafiğinin yeniden başlamasını sağlamak için limana saldırmasının ardından gerçekleşti. Husiler terörist faaliyetlerinin yanı sıra İHA ve balistik füzeler kullanarak İsrail’deki hedefleri vurma çabalarını da sürdürdü.

18 Temmuz’da ABD ve İngiltere Hudeyde’nin uluslararası havaalanına ortak bir saldırı düzenledi ve iki gün sonra İsrail Hava Kuvvetleri, Amerikalılar ve Suudi Arabistan ile koordineli olarak Hudeyde limanına bir saldırı gerçekleştirdi. Tüm bunlar, İran’ın Kızıldeniz bölgesinde nüfuz kazanmaya yönelik çabalarına ilişkin İsrail’in duyduğu endişenin arka planında gerçekleşti. Bu çabalar, artan Husi terör faaliyetleri ve İran savaş gemileri ile istihbarat gemilerinin bölgede varlık göstermesi şeklinde ayyuka çıkıyor.

Başlıca aktörler

Husilerle yaşanan gerilimlere rağmen, İsrail, Somaliland çevresindeki çıkar çatışmalarında sadece ikincil bir oyuncu konumunda. Bu çatışmada üç ana aktör bulunuyor: Somali, Etiyopya ve Türkiye. Bunun yanı sıra Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Sudan ve komşu Cibuti de bu süreçte etkilerini hissettiriyor. Tüm bunların üzerinde ise dünyanın iki süper gücü; ABD ve Çin yer alıyor.

Büyük endişe, Somaliland’ın geleceği konusunda Somali ve Etiyopya arasında gelişen krizin, diğer ülkeleri de içine çekerek kanlı bir çatışmaya dönüşmesi. Bu senaryo, İsrail ve İran arasında Yemen’deki Husi vekili üzerinden süregelen savaş, Afrika Boynuzu’ndaki cani İslamcı milislerin varlığı ve Somali ile Etiyopya’nın kanlı geçmişi göz önüne alındığında oldukça olası. İki ülke, 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen iki savaş da dahil bölgesel çatışmalarla dolu bir geçmişe sahip.

Mevcut krizi tetikleyen adım, 2024 yılının ilk gününde gerçekleşti. Somali’ye komşu olan ve denize kıyısı olmayan Etiyopya, Somaliland ile tarihi bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma, Etiyopya’ya Berbera Limanı üzerinden Aden Körfezi’ne erişim hakkı sağlıyor ve karşılığında Etiyopya, Somaliland’ın bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor. Etiyopya tarafından tanınmak Somaliland için diğer Afrika ülkeleri ve hatta diğer ülkelerin de bu adımı atmasına yol açacak önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor.

Kendisini Afrika’da bölgesel bir güç olarak gören ancak ekonomik kırılganlık ve yaygın yoksulluktan mustarip olan Etiyopya için denize erişim, finansal büyüme ve daha fazla jeopolitik güç için önemli bir anahtar. 130 milyondan fazla nüfusa sahip olan Etiyopya, dünyada denize kıyısı olmayan en kalabalık ülkesi konumunda.

Yapılan anlaşma, Etiyopya’nın Berbera Limanı’nda bir askeri deniz üssü kiralamasına ve bu limandan ticaret yapmasına olanak tanıyor. AFP’nin haberine göre, Somaliland, Etiyopya’ya kıyılarının 20 kilometrelik (12 mil) bir bölümünü 50 yıllığına kiralamayı ve burada bir deniz üssü ile ticari liman kurmasına izin vermeyi kabul etti.

Bu adım, son yıllarda Berbera Limanı’nı kendi çıkarları doğrultusunda geliştiren ve burada deniz ticaretini teşvik eden BAE sayesinde mümkün oldu. Anlaşma aynı zamanda Somaliland’ın ekonomik çıkarlarına da hizmet ediyor; Etiyopya gibi büyük bir ülkenin liman faaliyetlerinden, gümrük gelirlerinden ticari iş birliklerine kadar birçok fayda sağlaması bekleniyor.

Somali anlaşmaya sert tepki gösterdi ve hükümet anlaşmayı yasadışı ve bölgesel istikrara yönelik bir tehdit olarak ilan etti. Somali hükümeti, Etiyopya büyükelçisini nota vermek için çağırdı ve Somali, büyükelçisini Addis Ababa’dan geri çekti. Somali hükümetinden yapılan açıklamada, “Somali hükümeti, Etiyopya’nın eylemlerini Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün bariz bir ihlali olarak kabul ediyor” denildi ve Somali’nin topraklarını “tüm yasal yollarla” savunacağı vurgulandı.

Bu arada Somali, Ankara’nın Afrika’daki, özellikle Kızıldeniz bölgesindeki etkisini artırmak için son yirmi yılda önemli bir müttefik haline gelen Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek için harekete geçti. Somali, Türkiye ile bir güvenlik ve deniz işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, Türkiye’ye Somaliland açıkları da dahil Somali’nin karasuları üzerinde kontrol sağlıyor. Karşılığında, Türkiye tarafından çıkarılacak kaynaklardan özellikle ham petrol ve doğalgaz rezervlerinden elde edilen gelirlerin bir kısmı Somali’ye aktarılacak.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında Somali’ye yaptığı ve iç savaştan zarar görmüş ülkeye mali yardım sağlama ve temel eğitim ve sağlık hizmetlerini yeniden başlatma sözü verdiği ziyaretin ardından Afrika Boynuzu bölgesindeki etkisini artırmaya başladı. Ardından Türkiye, Somali’de altyapı ve araştırma projeleri, Somali kıyılarında petrol ve gaz aramaları, Somali ile komşuları ve ülke içindeki muhalif güçler arasında arabuluculuk faaliyetleri gibi birçok alanda etkisini genişletti. En önemli adım ise 2017 yılında Mogadişu’da Türkiye’nin en büyük denizaşırı askeri üssünün inşa edilmesi oldu. Bu üs, Somali askerlerinin eğitimi için tasarlandı. Ayrıca Türkiye, Çin’in Afrika’daki yatırımlarında yaşanan yavaşlamadan faydalanarak, BAE ve Mısır gibi, bölgedeki ekonomik etkisini artırdı.

Bu süreçte Türkiye, Somali ile Etiyopya arasında Somaliland krizi konusunda bir uzlaşma sağlamak için, Etiyopya ile olan iyi ilişkilerini kullanarak arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Somali ise Erdoğan’ın kararlarına bağımlı hale gelmek istemediğinden, Türkiye’ye bağımlılığını azaltmak amacıyla bu yıl Mısır ile bir güvenlik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma kapsamında, gerilimin artması durumunda Mısır, Somali’ye asker ve askeri ekipman göndermeyi taahhüt etti. Son yıllarda Mısır ile Türkiye arasındaki ilişkilerin iyileşmesine rağmen Kahire, Türkiye’nin Mısır’ın güneyinde artan nüfuzundan endişe duyuyor ve Afrika Boynuzu’nda kendi nüfuzunu arttırmaya çalışıyor.

Türk bağlantısı

Şimdi ise Türkiye, İsrail de dahil tüm bölge için güvenlik sonuçları olacak bir önemli bir adım atmak istiyor. Eylül ayında Bloomberg, Erdoğan’ın temsilcilerinin Somali topraklarında uzun menzilli bir füze fırlatma test sahası kurulması konusunda Somali ile görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Afrika’nın doğusunda yer alan Somali, Türkiye’nin geliştirdiği 565 kilometre (351 mil) menzile sahip ve Tayfun olarak bilinen balistik füzelerini test etmesine olanak tanıyacak. Buna ek olarak Türkiye’nin Somali topraklarından uzaya roket fırlatma denemeleri yapmayı düşündüğü bildiriliyor. Türk hükümeti, Erdoğan’ın, ülkesinin gücünü ve prestijini artırma arzusunun bir parçası olarak yıllardır bir uzay programını teşvik ediyor ve dünya güçleri kulübüne katılmayı hedefliyor.

Füze programı, Erdoğan’ın füzelerinin mevcut menzilini iki katına çıkarma hedefi nedeniyle Türkiye’nin komşuları arasında endişeye neden oluyor. Erdoğan, 2023’te Türkiye’nin gizli füze programının ortaya çıkmasının ardından “Bugün itibariyle füzelerimizin menzili 565 kilometre. Bu yeterli değil. Bunu 1.000 kilometreye çıkaracağız” demişti.

Mayıs 2023’te Tayfun füzesi başarılı bir şekilde test edildikten sonra üretime girdi. Türkiye’nin, komşularının gözlerinden uzak, 1.000 kilometre menzilli füze fırlatma kapasitesine ulaşmak için Somali’de testler yapmakla ilgilendiği değerlendiriliyor. Saldırgan açıklamalarıyla tanınan Erdoğan, 2022’de Atina’yı tehdit ettiğinde Yunanistan’da gerçek bir endişeye neden olmuştu. Erdoğan’ın, Karadeniz yakınlarındaki bir etkinlikte, “Şimdi füzelerimizi inşa etmeye başlıyoruz. Tabii bu üretim Yunanlıları korkutuyor. ‘Tayfun’ dediğinizde Yunanlı korkuyor ve ‘Atina’yı vuracak’ diyor. Tabii ki vuracak” sözlerine dikkat çekiliyor.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilim, 200 yıldır devam ediyor ve 19. yüzyılın sonlarından 1922’ye kadar iki ülke arasında dört şiddetli çatışma yaşandı. Ayrıca Türkiye, 1974’te Kıbrıs’taki iç savaş sırasında, dönemin Kıbrıs lideri Başpiskopos 3. Makarios’un Yunanistan ile birleşme arzusunu açıklamasının ardından işgal ettiği Kuzey Kıbrıs’ı hala kontrol altında tutuyor.

Peki Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir füzeye ne ihtiyacı var? Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi ve Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü’nde Türkiye uzmanı olan Hay Eytan Cohen Yanarocak, “Türkiye bölgesel bir güç ve İran ile rekabet halinde. Füzeleri mevcut menzilde olduğu sürece sadece Yunanistan’ı tehdit edebilir” diyor.

-Ya İsrail? Türkiye’nin 1.000 kilometre menzilli bir balistik füzesi, bizi doğrudan menzil içine alıyor.

-Yanarocak: Doğru, ancak Erdoğan’ın Yunanistan’a yönelttiği türden bize karşı resmi bir açıklama yok.

-Gazze’den çekilmezsek Erdoğan bizi füzelerle tehdit edebilir.

-Yanarocak: Henüz o aşamaya gelmedik. Ancak Erdoğan söz konusu olduğunda ciddi bir tehdit potansiyeli var.

Cohen Yanarocak Türkiye’nin Afrika’daki stratejisinin işe yaradığını savunuyor. “Askeri varlığı ve yumuşak güç unsurları sayesinde Türkiye Doğu Afrika’da, özellikle de Afrika Boynuzu’nda kilit bir oyuncu haline geldi. Türkiye’nin Doğu Afrika ülkelerinde politika değişikliği başlatma kabiliyeti, bölgedeki Türk etkisinin zirve noktasıdır” diyor.

Türkiye’nin başarı öyküsündeki en önemli unsurun saygı olduğunu söylüyor: “Afrika ülkelerine sömürgeci, etnomerkezci bir tavırla yaklaşan süper güçlerin aksine Türkiye, benzer dini ve kültürel kodlara sahip olan Afrikalılara, özellikle de Müslüman Afrika ülkelerine saygı gösteriyor. Afrikalılar bunu hissediyor.”

Bu arada, Somaliland çevresinde tırmanan kriz, bölgedeki en küçük ve en zayıf ülke olan Cibuti tarafından çözülebilir. Somaliland, Etiyopya, Eritre ve Kızıldeniz arasında sıkışmış olan Cibuti’nin nüfusu yaklaşık bir milyon. Küçük boyutuna rağmen, stratejik konumu sayesinde başta Amerika, Çin ve Fransa olmak üzere birçok yabancı limana, deniz ve hava üssüne ev sahipliği yapıyor. Cibuti, krizi sona erdirmek amacıyla Somaliland’a alternatif olarak kullanılabilecek bir deniz limanını Etiyopya’ya teklif etti.

DÜNYA BASINI

Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?

Yayınlanma

29 Aralık’ta Güney Kore ve Kanada’da iki farklı uçak kazası yaşandı. Güney Kore’de Jeju Air’e ait bir Boeing 737-800 uçağı düştü ve 179 kişi hayatını kaybetti. Kanada’da ise Pal Airlines Air Canada Express uçağının iniş sırasında bir kısmı yandı, ancak can kaybı yaşanmadı. Bu olaylar, hafta boyunca dünya genelinde yaşanan diğer havacılık kazalarına eklendi.

29 Aralık’ta dünya genelinde iki farklı uçak kazası yaşandı. Güney Kore’de, Jeju Air’e ait bir uçağın Muan Uluslararası Havalimanı’na inişi sırasında düşmesi sonucu 179 kişi hayatını kaybetti.

Kanada’da ise Pal Airlines Air Canada Express uçağının Halifax Havalimanı’na inişi sırasında bir kısmı yandı, ancak bu olayda can kaybı yaşanmadı.

Güney Kore’de, Boeing 737-800 tipi yolcu uçağı, iniş takımları açılmadan iniş yaptı ve yüksek hızla pistten çıkarak bir bariyere çarptıktan sonra alev aldı.

Yetkililer, kazanın nedeni olarak kuş çarpması sonucu iniş takımlarının arızalanmış olabileceğini belirtti. Uçak, Bangkok’tan geliyordu ve 175 yolcu ile 6 mürettebat üyesi bulunuyordu. Yolcuların neredeyse tamamı Güney Kore vatandaşıydı, ancak aralarında iki Tayland vatandaşı da vardı.

Yonhap ajansının haberine göre kazadan sonra yalnızca iki mürettebat üyesinin hayatta kaldığı bildirildi ve resmi ölü sayısı 179 olarak açıklandı.

Kazanın ardından Muan Havalimanı’na tüm uçuşlar iptal edildi. Güney Kore’nin geçici devlet başkanı Choi Sang Mok, ülkede bir haftalık ulusal yas ilan etti ve kazada hayatını kaybedenlerin ailelerine taziyelerini ileterek onlara her türlü desteği sağlayacağını söyledi.

Yas, 29 Aralık ile 5 Ocak tarihleri arasında sürecek. Tayland Başbakanı Paetongtarn Shinawatra da hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı diledi.

Kanada’da ise Halifax Havalimanı, 29 Aralık’ta Pal Airlines Air Canada Express uçağıyla yaşanan bir olay nedeniyle geçici olarak kapatıldı. Olay, 28 Aralık’ta yerel saatle 21.30 civarında (TSİ 04.30) meydana geldi.

Havalimanının basın ofisi, X (eski adıyla Twitter) üzerinden yaptığı açıklamada, uçağın tam olarak ne yaşadığına dair detay vermedi, ancak tüm yolcuların ve mürettebatın tahliye edildiğini belirtti.

29 Aralık’ta yerel saatle 10:00’da (TSİ 18.00) yapılan açıklamada, havalimanının iki pistinden birinin olay nedeniyle kapalı kalması sebebiyle uçuş gecikmeleri yaşanabileceği uyarısında bulunuldu.

CBS News kanalı, uçağın iniş sırasında pist üzerinde kaydıktan sonra bir kısmının alev aldığını bildirdi. Uçaktaki bir yolcu, iniş sırasında iniş takımlarından birinin açılmadığını ve uçağın yaklaşık 20 derece sol yana yatarak iniş yaptığını söyledi. Yolcu, uçağın kanadının asfalta sürtündüğünü ve inişten sonra sol tarafta yangın çıktığını ifade etti.

Air Canada sözcüsü Peter Fitzpatrick, La Presse gazetesine yaptığı açıklamada, uçağın iniş sırasında iniş takımlarında sorun yaşadığının düşünüldüğünü söyledi. Uçakta 73 yolcu bulunuyordu. Tahliye edilen yolcular ve mürettebat, sağlık ekipleri tarafından muayene edildi ve hafif yaralanmaların olduğu belirtildi.

Bu olaylar, hafta boyunca dünya genelinde yaşanan diğer uçak kazalarına eklendi. 25 Aralık’ta, Azerbaijan Airlines’a ait bir Embraer E190 uçağı, Bakü’den Grozni’ye giderken Aktau yakınlarında düştü.

Uçakta 62 yolcu ve 5 mürettebat bulunuyordu ve 38 kişi hayatını kaybetti. Rusya Soruşturma Komitesi, hava taşımacılığı güvenlik kurallarının ihlali nedeniyle soruşturma başlattı. Azerbaycan ve Kazakistan’da da benzer davalar başlatıldı.

28 Aralık’ta ise Norveç merkezli KLM’e ait bir yolcu uçağı, Amsterdam’a gitmesi gerekirken Norveç’te acil iniş yaptı. Havayolu şirketinin basın ofisi, uçağın Oslo’dan kalktıktan sonra yolcuların yüksek bir ses duyduğunu ve bu nedenle acil iniş kararı alındığını açıkladı. Fakat iniş sırasında uçak pistten çıkarak çim alana indi.

176 yolcu ve 6 mürettebat yara almadan kurtuldu ve bir otele yerleştirildi. KLM, yolcuları Amsterdam’a götürmek için yedek bir uçak gönderdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: İsrail, Lübnan’ın kültürel mirasını da bombaladı

Yayınlanma

Lübnan antik kent

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırı ve işgalinin Lübnan’ın tarihi hafızasına nasıl zarar verdiğine odaklanıyor:

***

Lübnan’ın paha biçilmez miras alanları İsrail bombardımanıyla yok edildi

Chloe Cornish ve Malaika Kanaaneh Tapper

Roma, Haçlı ve Osmanlı eserlerinin yakınlarına yapılan saldırılar bazılarını dümdüz ederken bazılarında da ‘görünmez’ hasarlar bıraktı.

Uzmanlara göre, İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaş sırasında düzenlediği hava saldırıları, Lübnan’daki paha biçilemez miras alanlarında onarılamaz zararlara yol açtı.

Lübnanlı kültürel mirası koruma organizasyonu Biladi, Hizbullah’la bir yıldır süren savaşın tırmandığı Eylül ayından Kasım ayındaki ateşkese kadar geçen sürede İsrail saldırıları nedeniyle en az dokuz tarihi eserin tamamen yok olduğunu, 15’inin de ağır ya da kısmen hasar gördüğünü açıkladı.

Ayrıca arkeoloji uzmanları, Baalbek kentindeki Roma kalıntıları ve Sur’daki geniş bir Roma kompleksi de dahil önemli alanların yakınında patlayan bombaların, antik taşların bozulmasını hızlandıran ve yapılarını zayıflatan “görünmez hasara” neden olabileceğini de söylüyor.

Lübnan’ın bu hazineleri, IŞİD’in Suriye’nin Palmira kentindeki tapınakları kasıtlı olarak tahrip etmesinden Yemen’in eski kenti Sana’nın iç savaş sırasında zarar görmesine kadar, bu yüzyılda Orta Doğu’da çatışmaların tehdidi altında olan en son miras alanları oldu.

Biladi’nin yok edilmiş ya da hasar görmüş olarak değerlendirdiği miras alanları arasında üç cami, bir türbe, tarihi açıdan önemli üç ev, bir pazar yeri ve bir Roma duvarı bulunuyor.

Unesco’nun Beyrut’taki bölge ofisi, bir hava saldırısının, Roma kalıntıları ve büyüleyici tarihi sokaklarıyla ünlü güney sahil kenti olan Sur’daki dünya mirası alanının sınırları içinde “modern bir binayı” tahrip ettiğini söyledi.

Uzaktan algılama yöntemiyle Baalbek’teki dünya mirası alanında henüz gözle görülür bir hasar tespit edilmemiş olsa da Fransız mandası ve Osmanlı dönemi binaları da dahil yakınlardaki birkaç yapının vurulduğunu ekledi.

Durham Üniversitesi’nde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Tehlike Altındaki Arkeoloji projesini yürüten Graham Philip ne Hizbullah’ın ne de İsrail ordusunun “IŞİD’in yaptığı gibi mirası kasıtlı olarak yok etmeyi” amaçladığına inanmadığını söyledi.

Ancak yine de zararın meydana gelebileceği konusunda uyardı çünkü “atılan bombaların hacmi çok daha büyüktü.”

Bristol’daki West of England Üniversitesi’nde jeomorfoloji ve çatışma alanları mirası profesörü olan Lisa Mol, görünmez hasarın da büyük bir risk olduğunu, çünkü patlama basıncının herhangi bir şeyi yok etmiş gibi görünmese bile taşın erozyonunu hızlandırdığını söyledi.

Mol, Libya ve Yemen’de çatışmalardan etkilenen arkeolojik alanlar üzerindeki çalışmalarına dayanarak, “Yakın temaslarda, bir on yıl içinde daha fazla yapısal çöküş gördüğümüz oluyor” dedi.

İsrail ordusu sorulara cevaben yaptığı açıklamada “sivil altyapıya aşırı zarar vermeyi amaçlamadıklarını ve sadece askeri gereklilik nedeniyle saldırdıklarını” ve “hassas yapılara” yakın saldırılar için bir onay süreci olduğunu söyledi.

İsrail ordusu Hizbullah’ı sivil nüfus içine yerleşmekle ve “hatta kültürel miras alanlarının yakınına” konuşlanmakla suçladı, ancak bu iddiayı destekleyecek kanıt ya da spesifik örnekler sunmadı.

Lübnan’ın kültürel mirası, önce 1975’te başlayan ve 15 yıl süren iç savaş, ardından da 2020’deki yıkıcı Beyrut limanı patlaması nedeniyle daha önce de tehdit altında kalmıştı.

Son savaş, Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısının ardından Hizbullah’ın İsrail’e roket atmaya başlamasıyla başladı ve İsrail’in Eylül ayında hava harekâtını hızlandırıp kara harekâtı başlatmasıyla tırmanan sınır ötesi çatışmaya yol açtı. Lübnan Sağlık Bakanlığı’na göre, bu çatışmalarda Lübnan’da 4.000’den fazla kişi ve İsrail’de 140’tan fazla kişi hayatını kaybetti.

Beyrut Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi küratörü Nadine Panayot, 2020’deki liman patlamasında önemli parçalarını kaybettikten sonra, koleksiyondaki eserleri korumak için son savaştan sonra bir sığınak oluşturdu.

Dresden ve Coventry’den Hiroşima’ya kadar pek çok şehri yerle bir eden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kültürel mirasa saygı gösterme sorumluluğu savaş kurallarına eklendi.

BM’nin kültürel miras ajansı UNESCO, son çatışmalar sırasında Lübnan’daki 34 eserde yaptığı gibi, alanların “geliştirilmiş koruma”ya alındığını ilan edebilir.

Ancak eski bir üst düzey UNESCO yetkilisi olan Francesco Bandarin, kuralları ihlal edenleri sorumlu tutmanın çok zor olduğunu söyledi, “Elinizde araçlar var ama bu araçlar zayıf ve sınırlı” dedi.

Lübnan Kültür Bakanlığı Eski Eserler Genel Müdürü Sarkis Khoury için en acı kayıplar, Lübnan’ın güneyinde İsrail ordusu tarafından tamamen yıkılan ve birçoğunun tarihi binlerce yıl öncesine dayanan yaklaşık 40 köy oldu. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana geçen haftalarda İsrail ordusu Lübnan’ın güneyindeki evleri vurmaya devam etti.

Khoury, “Bu köylerin tarihi hafızasının tamamen ve sistematik olarak yok edilmesi en çok zarar veren şey. Zeytin [ağaçları] ve antik kalıntıları olan bir köy gördüğünüzde, bu Lübnan’ın ruhudur. Yok edilen şey de bu” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Birleşik Krallık’ın HTŞ’nin güçlendirilmesindeki rolü

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İngiliz gazeteci Kit Klarenberg’in aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, ABD ve Britanya’nın, ama özellikle de İngilizlerin El Kaide’den “koptuğu” öne sürülen Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) önce İdlib’de, sonra da Suriye’de nasıl iktidar olduğuna ışık tutuyor. ABD ve Birleşik Krallık, HTŞ’nin El Kaide’den “koptuğu” 2016 yılı ile HTŞ’nin kurulduğu 2017’den itibaren, uluslararası alanda “terör örgütü” kabul edilmesine rağmen bu örgütü parlatmak için elinden geleni yaptı. Londra’nın yeni hakimi İşçi Partili Başbakan Keir Starmer’ın, Beşar Esad devrildikten sonra ülkesinin “Batı Asya’da daha belirgin ve kalıcı bir rol” oynayacağını müjdelemesi de, sürecin sağlaması.


İsyancıları imal etmek: Birleşik Krallık ve ABD, HTŞ’yi nasıl güçlendirdi?

Kit Klarenberg
The Cradle
26 Aralık 2024

18 Aralık’ta The Telegraph gazetesi , Birleşik Krallık ve ABD’nin haftalar önce Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı deviren kitlesel saldırıda Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ile işbirliği yapan “isyancı” bir güç olan Devrimci Komando Ordusu (DMO) savaşçılarını nasıl eğitip “hazırladığına” dair sıra dışı bir soruşturma yayınladı.

Daha önce benzeri görülmemiş bir ifşaatta bulunan yayın organı, Washington’un sadece saldırıyı çok önceden “bilmekle” kalmadığını, aynı zamanda “ölçeği hakkında kesin istihbarata” sahip olduğunu da ortaya koydu. Washington’un HTŞ ile şimdi teyit edilen “etkili ittifakı”, on buçuk yıldır süren vekalet savaşından ortaya çıkan “birçok ironiden biri” olarak tanımlandı.

Telegraph bu işbirliğinin istem dışı olduğunu, Suriye’nin uzun süren iç savaşının “çoğu yabancı güçler tarafından desteklenen şaşırtıcı bir dizi milis ve ittifak” doğurmasının bir belirtisi olduğunu öne sürdü.

HTŞ’ye ABD desteği: ‘Gerekli’ bir ittifak

İttifaklar değişkendi; gruplar sık sık parçalanıyor, birleşiyor ve bağlılıklarını değiştiriyordu. Savaşçılar kendilerini sık sık taraf değiştirirken buldular ve gruplar arasındaki çizgiler bulanıklaştı. Yine de çok sayıda kanıt, Birleşik Krallık ve ABD’nin HTŞ’nin egemen isyancılarıyla bilerek ve uzun süredir devam eden bağlarını sürdürdüğünü gösteriyor.

Örneğin Mart 2021’de, seçilmiş Başkan Donald Trump’ın eski Suriye baş temsilcisi James Jeffrey, PBS’e verdiği açıklayıcı bir röportajda Washington’un HTŞ’ye yardım etmek için dönemin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan özel bir “muafiyet” aldığını açıkladı.

Bu muafiyet, BM/ABD tarafından belirlenmiş terör örgütüne doğrudan finansman sağlanmasına ya da silahlandırılmasına izin vermese de, ABD tarafından sağlanan kaynakların “bir şekilde” HTŞ’ye gitmesi halinde batılı aktörlerin “suçlanamayacağını” garanti altına alıyordu.

Suriye savaş alanında silahların değiştirilebilirliği Washington’un çok güvendiği bir şeydi. CENTCOM sözcüsü Yarbay Kyle Raines’e, 2015 yılında verdiği bir mülakatta Pentagon tarafından onaylanmış savaşçıların silahlarının neden Nusra Cephesi’nin (HTŞ’nin öncülü) elinde görüldüğü sorulmuştu. Raines şu yanıtı vermişti: “Biz bu güçlere ‘komuta ve kontrol’ etmiyoruz; sadece onları ‘eğitiyor ve etkinleştiriyoruz.’ Kiminle ittifak yaptıklarını söylüyorlarsa, bu onların bileceği iş.”

Bu yasal boşluk Washington’un HTŞ’yi “dolaylı” olarak desteklemesini sağladı ve grubun terör örgütü (bu statü, şu anda gerçek adı Ahmad eş-Şara olan lider Ebu Mohammad el-Colani’nin başına konan şimdi kaldırılmış 10 milyon dolarlık ödül ile tamamlandı) olarak tanımlanmasını sürdürürken çökmemesini sağladı.

Jeffrey bu stratejiyi, HTŞ’nin “bölgede ABD tarafından yönetilen bir güvenlik sistemini” korumak için “en az kötü seçenek” olduğunu ve bu nedenle “kendi hallerine bırakılmaya” değer olduğunu söyleyerek rasyonalize ediyordu. HTŞ’nin hakimiyeti ise Türkiye’ye İdlib’de faaliyet göstermesi için bir platform sağladı. Bu arada HTŞ ABD’li hamilerine açık mesajlar göndererek yalvardı:

“Dostunuz olmak istiyoruz. Biz terörist değiliz. Biz sadece Esad’la savaşıyoruz.”

‘Güvenli sığınak’

Esad’ın devrilmesinden bu yana Londra’daki yetkililer, HTŞ liderliğindeki geçici yönetimi Suriye’nin yeni hükümeti olarak meşrulaştırma konusunda belirgin bir şekilde başı çekti. Grup 2017 yılında Birleşik Krallık’ın yasaklı terör örgütleri listesine eklendi ve listenin girişinde HTŞ’nin uzun süredir yasaklı olan El Kaide’ye “alternatif isimler” arasında değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.

Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer grubun listeden çıkarılması için “çok erken” olduğunu belirtirken, İngiliz yetkililer 16 Aralık’ta HTŞ temsilcileriyle bir araya geldi – bu tür toplantıların yasadışı olmasına rağmen.

Bu durum muhtemelen HTŞ’nin Batı tarafından son derece siyasileştirilmiş bir şekilde rehabilite edileceğinin sinyallerini veriyor. Suriye’deki kirli savaş boyunca İngiliz istihbaratı “ılımlı isyancıları” desteklemek için kapsamlı psikolojik operasyonlar yürüttü, vahşet propagandası ve insani hikayeler hazırladı.

Bu çabalar görünürde HTŞ, IŞİD ve El Kaide gibi grupların altını oymayı amaçlıyordu. Ne var ki Birleşik Krallık istihbaratından sızdırılan belgeler, HTŞ’nin 2016 sonrasında El Kaide ile nasıl iç içe kaldığını ortaya koyarak medya söylemleriyle doğrudan çelişiyor.

Başka bir deyişle, on buçuk yıl süren kriz boyunca HTŞ resmi olarak ülkedeki en köktendinci, soykırımcı unsurlarla aynı seviyede görülmüştür.

İngiliz belgeleri HTŞ’nin 2016’da El Kaide ile tüm bağlarını kopardığı yönündeki yaygın söylemle de tamamen alay ediyor. 2020 tarihli bir dosya, El Kaide’nin işgal altındaki Suriye topraklarında HTŞ ile nasıl “birlikte var olduğunu” ve burayı ulus ötesi saldırılar için bir fırlatma rampası olarak kullandığını anlatıyor.

Belgede HTŞ’nin hakimiyetinin, El Kaide’nin istikrarsızlıktan beslenerek eğitim alması ve genişlemesi için “güvenli bir sığınak” yarattığı uyarısında bulunuluyordu. İngilizlerin HTŞ’ye karşı yürüttüğü psikolojik harekat yıllarca sürdü ama sonuçta başarısız oldu. Bunun yerine, sızdırılan dosyalar HTŞ’nin artan etkisinden, toprak kazanımlarından ve alternatif bir hükümet olarak yeniden isim yapmasından yakınıyor.

“[El Kaide] amaçları ve hedefleri Suriye sınırları dışına taşan, açıkça Selefi-Cihatçı ulusötesi bir grup olmaya devam etmektedir. [El Kaide’nin] önceliği, Suriye’de istikrarsızlıkla beslenen güvenli bir sığınak sağlamaktır; bu sığınaktan eğitim alabilmekte ve gelecekteki yayılma için hazırlık yapabilmektedirler. HTŞ’nin kuzeybatı Suriye’deki hakimiyeti [El Kaide] bağlantılı grup ve bireylere varlık alanı sağlıyor.”

İngiliz destekli propaganda HTŞ’ye yarıyor

İngiliz istihbaratının HTŞ’yi engellemeye yönelik psikolojik operasyonları örgütün kuruluşundan yakın zamana kadar devam etmiştir. Yine de hiçbir şey başaramamış gibi görünüyorlar. The Cradle tarafından incelenen çok sayıda sızdırılmış dosya, HTŞ’nin “etkisinin ve bölgesel kontrolünün” yıllar içinde nasıl “dramatik bir şekilde arttığından” yakınıyor.

Elde ettiği başarılar radikal grubun “konumunu sağlamlaştırmasına, rakiplerini etkisiz hale getirmesine ve kendisini Suriye’nin kuzeyinde kilit bir aktör olarak konumlandırmasına” olanak sağladı. Fakat HTŞ’nin “hakimiyeti” kısmen grubun kendisini alternatif bir hükümet olarak yeniden adlandırmasıyla sağlandı.

HTŞ’nin işgal ettiği topraklar hastaneler, kolluk kuvvetleri, okullar ve mahkemeler de dahil olmak üzere çeşitli paralel hizmet sağlayıcılara ve kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Grubun yerel ve uluslararası propagandası bu kaynakları tüm ülkeye yayılmayı bekleyen “alternatif” Suriye’nin bir göstergesi olarak özellikle tanıttı.

İronik bir şekilde, bu yapı ve örgütlerin birçoğu –IŞİD tarafından yönetilen bölgelerde de faaliyet gösteren kötü şöhretli Beyaz Miğferler gibi– doğrudan İngiliz istihbaratının ürünleriydi ve rejim değişikliği propagandası amacıyla oluşturulmuşlardı. Dahası, Londra tarafından muazzam masraflarla agresif bir şekilde desteklenmişlerdi.

Sızdırılan Birleşik Krallık istihbarat belgelerinde “ılımlı muhalif hizmetlere ilişkin farkındalık yaratmanın” ve yerel ve uluslararası kitlelere “[Esad] rejimine karşı inandırıcı bir alternatifin ikna edici anlatılarını ve gösterilerini” sunmanın önemine defalarca atıfta bulunuluyor. Dosyalarda bu çabaların HTŞ’nin kendisini Esad’a karşı “inandırıcı bir alternatif” olarak sunma çabalarına büyük ölçüde yardımcı olabileceğine dair herhangi bir değerlendirme bulunmuyor.

Bununla birlikte, işgal altındaki topraklarda yaşayan Suriyelilerin HTŞ’ye “özellikle de HTŞ’den hizmet alıyorlarsa” uyum sağlayacakları kabul ediliyor. Daha da vahimi, belgelerde “HTŞ ve diğer aşırılık yanlısı silahlı grupların Birleşik Krallık hükümetinin Çatışma, İstikrar ve Güvenlik Fonundan (CSSF) destek alan muhalif oluşumlara saldırma ihtimalinin çok daha düşük olduğu” belirtiliyor.

Bu fon, Birleşik Krallık’ın Suriye propaganda savaşının ve Beyaz Miğferler ve aşırılık yanlısı Özgür Suriye Polisi gibi örgütlerin finanse edildiği mekanizmaydı.

Birleşik Krallık tarafından yönetilen ve HTŞ’yi “zayıflatmayı” amaçladığı iddia edilen bu yönetim yapıları ve muhalif unsurlar, işgal altındaki topraklarda yaşayanlara “kanıtlanabilir bir şekilde kilit hizmetler sağladıkları” için, yabancı finansmanlı çalışmaları nedeniyle şiddetli misillemelerden korunarak grup tarafından kontrol edilen bölgelerde faaliyet gösterdiler.

Daha karanlık bir ihtimal de HTŞ’nin bu “muhalif oluşumların” İngiliz istihbaratı tarafından finanse edildiğini çok iyi biliyor olması ve bu temelde onlara dokunulmamış olmasıdır.

Koordineli saldırı

The Telegraph’ın haberine göre, Washington’un HTŞ’nin saldırısı hakkında “önceden bilgi sahibi olduğuna dair ilk işaret”, RCA vekillerine üç hafta önce ABD’li yöneticileri tarafından moral verici bir konuşma yapılmasıydı.

Ürdün ve Irak sınırlarına yakın, ABD kontrolündeki El Tanf hava üssünde yapılan gizli bir toplantıda militanlara güçlerini artırmaları ve Esad’ın “sonunu getirebilecek” bir saldırıya “hazır olmaları” söylendi. Alıntılanan bir RCA yüzbaşısı yayın organına şunları söyledi:

“Bize bunun nasıl olacağını söylemediler. Bize sadece ‘Her şey değişmek üzere. Bu sizin anınız. Ya Esad düşecek ya da siz düşeceksiniz.’ Ama ne zaman ya da nerede olacağını söylemediler, sadece hazır olmamızı söylediler.”

Bunun ardından üsse gelen ABD’li subaylar, RCA’yı Birleşik Krallık/ABD tarafından eğitilen, finanse edilen ve yönetilen diğer Sünni çöl birlikleri ve El Tanf’ta ortak komuta altında faaliyet gösteren isyancı birliklerle birleştirerek saflarını genişletti.

The Telegraph’a göre, “RCA ve HTŞ savaşçıları … işbirliği yapıyordu ve iki güç arasındaki iletişim Amerikalılar tarafından koordine ediliyordu.” Bu işbirliğinin “yıldırım taarruzunda” yıkıcı bir etkisi olduğu kanıtlandı ve RCA, ABD’nin açık emirleri üzerine ülke genelinde kilit bölgeleri hızla ele geçirdi.

Hatta RCA güneydeki Deraa kentinde HTŞ’den önce Şam’a ulaşan bir başka isyancı grupla güçlerini birleştirdi. RCA şu anda ülkenin yaklaşık beşte birini, Şam’daki bazı bölgeleri ve antik Palmira kentini işgal etmiş durumda.

Şimdiye kadar Rusya ve Hizbullah tarafından “yoğun bir şekilde savunulan” Moskova’nın yerel üssü şimdi RCA tarafından ele geçirildi. “Kuvvetin tüm üyeleri ABD tarafından silahlandırılmaya devam etti” ve Suriye Arap Ordusu (SAA) askerlerine ödenen maaşın yaklaşık 12 katı olan aylık 400 dolar maaş aldılar.

Esad hükümetini deviren RCA ve diğer aşırılık yanlısı milislerin bu şekilde doğrudan finanse edilmesinin bugün de devam edip etmediği belirsiz. Fakat açık olan bir şey varsa o da Birleşik Krallık ve ABD’nin “dolaylı yoldan” da olsa HTŞ’yi kuruluşundan itibaren desteklediğidir. Bu örtülü destek, HTŞ’nin Şam’a “yıldırım” gibi saldırması ve bugün yönetimi ele geçirmesi için mali, jeopolitik, maddi ve askeri olarak konumlanmasında çok önemli bir rol oynadı.

Esad’ın devrilmesinin ardından, Londra ve Washington’un hedefinin başından beri bu olduğu yorumunu güçlendiren Starmer, bunun sonucunda Birleşik Krallık’ın Batı Asya’da “daha belirgin ve kalıcı bir rol oynayacağını” açıkladı.

Batılı ve bazı bölgesel başkentler, onlarca yıllık Baasçılığı yıkmak için cömertçe finanse edilen, kana bulanmış kampanyalarının görünürdeki başarısını kutlayabilirken, İngiliz istihbaratı uzun zamandır bu sonucun El Kaide’ye “gelecekteki genişlemesi” için daha da büyük bir “istikrarsızlıkla beslenen güvenli sığınak” sağlayacağı konusunda uyarıda bulunuyordu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English