Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

İsyanın ardından

Yayınlanma

Vagner isyanı, Lukaşenko’nun devreye girmesiyle bitti.

Başlıca iki görüş dikkatimi çekiyor. Bir grup aşağı yukarı şu tutumda: “Aman canım, orası Rusya, olur böyle şeyler, çok da önemli değil.” Bunun bir başka versiyonu: “Siz Rusya gibi büyük bir ülkede darbenin başarılı olabileceğini mi düşünüyorsunuz?” Diğer grup da kabaca şöyle diyor: “Çok önemli, bu askeri darbe başarılı olursa Kremlin devrilir.”

Ben de çok önemli olduğunu düşünenlerdenim, ancak tamamen başka bir görüş açısıyla.

Darbe girişiminin enformatif engelsizliği

İlkin şunu tekrar belirterek başlamak gerek. Israrla ve birçok defa, Rusya için söylenen ve batıda entelektüel faaliyetin temeli kılınan pek çok iddianın gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüm: Rusya’nın otoriter, totaliter, Rusya halkının savaşçıl (veya savaş kaçkını), Rusya yönetiminin Rus milliyetçisi olduğu iddiaları bütünüyle yanlıştır. Bunlar topluma, devlete, siyasete dair nesnel değil uydurulmuş, çarpıtılmış bakışlardır; tıpkı Sovyetler Birliği döneminde pek revaçta olan (ve bu aralar tekrar pişirilen) “kremlinoloji” gibi sahte bilimlerdir ve kimi zaman ufuk açıcı önermeler sunsalar bile temelleri ciddiye alınmayacak kadar çürüktür.

Gerçekte Rusya toplumu benzeri az görülecek kadar açık bir toplumdur. Milenyumun başında olsa gerek, Reagan’ın hazine müsteşarlarından Paul Craig Roberts de söylemişti bunu. Yaygın entelektüel ve kültürel yozlaşmaya rağmen kimi zaman naif bir enformasyon açlığı dikkat çeker. Mesele, “enformasyon çağında bilginin önünde engel olmadığı” iddiası değil. Kastettiğim, enformasyon akışına ihtiyaç duyanların niceliğinin nitel bir farklılık göstermekte oluşu: batılı toplumlarda “çokyönlülük” daha fazladır ve ondan çoğuna ihtiyaç duyulmaz, ama muhakkak sistem-içidir bu çokyönlülük; Rusya’da ise çokyönlülük ne kadar çok olursa olsun fazlası aranır.

Dünkü olaylar bu gözlemimi doğruladı. Benzerini başka bir yerde bulmanın imkânsız olduğu sürekli ve çokyönlü bir enformatif akış: her dileyen istediği her türden görüşü telegram kanallarında, internet sayfalarında ve hatta televizyon ekranlarında bulabiliyordu ve üstelik, daha sabah saatlerinde hain ilan edilmiş olan Prigojin’in sesli, görüntülü ve yazılı mesajları alabildiğine geniş şekilde yaygınlaşıyordu. Vagnercileri süngü gücüyle yola getirme ve hatta yok etme çağrıları da öyle.

Öngörülemez kendiliğindencilik

Rusya tarihi çoğu zaman kendiliğinden, ani ve öngörülemez kalkışmalarla doludur. Rusya’yı sarsan hemen bütün sosyal, siyasi, askeri vb. hareketler tamamen öngörülemez şekilde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Tek ve büyük bir istisnası vardır: Ekim Devrimi.

Öngörülemezlik, aktörlerin siyasi bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Hayır, tam tersine: aktörler havayı koklayarak ve olası müttefikleriyle manevra alanlarını daraltmayacak ölçüde ilişkiler kurarak eyleme geçerler. Prigojin’in eylemi, bir gün önce Kiev rejimini neredeyse barış meleği ilan etmesine bakılırsa, açık biçimde olası ilişkiler için toprağı eşeleme anlamı taşıyordu. Defteri dürülmüş oligarkların desteği, mevcut oligarkların tuhaf ve anlamlı sessizliği, iktidarın mali kanadının siloviki kanadından farklı olarak Putin’e destek açıklamalarından özenle kaçınması ve hafta sonunu oynaması, Prigojin’in doğru yerden eşelediğine delil sayılmalı.

Putin’in önceki sabahki konuşmasını yorumlarken değinmiştim aslında bunlara.

Bu konuşmadaki “1917” hatırlatması iki şeye işaret ediyor olabilir: şubat devrimi, veya Kornilov ayaklanması.

“Biz tek bir bilim biliriz: tarih bilimini,” diye yazmıştı Marx. Solun tarih bilincini önemli ölçüde kaybetmekte oluşunu çağın en büyük trajedilerinden biri saymalı. 1917 deyince ne şubatı ne temmuzu ne Kornilov’u hatırladılar; akıllarına tek gelen Ekim’di.

Putin’in devrim karşıtlığı biliniyor zaten, oysa konuşmanın bağlamı, ona bundan çok daha fazlasını yüklüyor.

Putin eğer Kornilov’u kastediyor idiyse bunun sağlam bir iç tutarlılığı var, zira temmuz ayaklanmasının ardından Kornilov isyanı, geçici hükümetin çöküşünün gerçek başlangıcı olmuştu. Ama bu durumda Putin, kendisiyle Kerenskiy arasında paralellik kuruyor demektir.

Yok eğer Şubat ayaklanmasını kastettiyse, sorun daha çetrefilli demektir. Şubat, sadece kendiliğinden bir ayaklanmadan ibaret değildir. Ayaklanmanın kendisi devlet iktidarında çoktandır bir dumur halinin ortaya çıktığını gösterir ama onu yaratan ve çarın iktidardan feragat etmesiyle sonuçlanan süreçte, daha 1915’ten beri mayalanan bir iktidar çatışması yatıyordu ve onun da arkasında büyük prensle bir dizi cephe komutanının da dahil olduğu bir komplo vardı. Demek ki burada kastedilen eğer şubat idiyse, sorun çok daha ciddi demektir.

Hangi varsayımın doğru olduğunu tartışmayacağım.

Spiral tarih

Marx’ın çok bilinen sözlerindendir şu: “Hegel bir yerde, dünya çapındaki bütün büyük olayların ve kişilerin denebilir ki iki defa tekrarlandığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde fars olarak.”

Kaç defa tekrar ettiği bir soru işareti; tarihin spiral gelişimiyle ilgilidir bu, her yeni tarihi dönem bir alt segmentin benzer olaylarını yeni, alabildiğine yozlaşmış biçimde tekrar ediyor.

Mussolini 27 Ekim 1922’de Milan’a gitti. Aynı gün Perugia’da Milli Faşist Parti’nin İtalyan halkına “Roma’ya yürüyüşün” başladığına dair çağrısı yayınlandı.[1] Toplam sayısı 10-30 bin arasında tahmin edilen “squadristi” (squad — manga) yürüyüş kolları “quadrumviri” (quattro — dört; yürüyüşün dört lideri) yönetiminde harekete geçtiler. Squadristi silahlanmaya başladı; silahları ya yolları üzerindeki ordu depolarından baskın yoluyla alıyorlardı ya da yerel ordu birlikleri gönüllü veriyordu. Başbakan Luigi Facta ülkenin bir isyanın eşiğinde olduğunu açıkladı ve olağanüstü durum ilanına hazırlandı. 28 Ekim’de kral görüşmeler yaptı; ordunun krala sadakatini açıklamasına rağmen olağanüstü durum ilan etmekten kaçındı ve başbakanı görevden aldı. Mussolini faşistlerin de katılacağı bir koalisyon hükümetine karşı çıktı ve başbakanlık istedi. Squadristi Roma’ya 50 kilometre kadar yaklaşmıştı. 29 Ekim’de kral Mussolini’nin şantajına teslim oldu. 30 Ekim’de Mussolini ve squadristi aşağı yukarı eşzamanlı olarak Roma’ya girdiler. Ordunun ve büyük burjuvazinin desteklediği Mussolini kraldan yetkiyi aldı, faşist hükümet kuruldu. Kral tahtında kaldı, ama içi boş bir kukla, samandan, iktidarsız bir korkuluk olarak.

Prigojin eylemini “yolsuzluk, yalan ve bürokrasiye” karşı “adalet yürüyüşü” diye adlandırdı. Kim karşı çıkabilir böyle bir talebe? Kim karşı çıkabilirdi adalet isteyen karagömleklilere?

Faşist hareket için mükemmel bir slogan seçimi.

Tarih hep olduğu gibi Marx’ı gene haklı çıkardı; Prigojin, eciş bücüş bir Mussolini olarak çıktı sahneye ve eyleminin olası sonuçlarından, yani halkın rızasını alamayıp felakete yuvarlanmaktan korkarak çekildi. Mussolini felaket bataklığının içinden çamura bulanmış da olsa çıkmayı başaran İtalya’yı yükseltme vaadiyle yükselmişti, Prigojin ise felaketin çok uzağındaki Rusya’yı bataklığa sürüklemeye adaydı. Mussolini’nin kaybedecek bir şeyi yoktu, Prigojin’in ise çok şeyi vardı.

Üzerinde durmaktan şimdilik kaçınacağım şu notu da düşmeliyim buraya: hatırlayalım, Jirinovskiy geçen yıl 6 Nisan’da öldü. Jirinovskiy, olası huzursuzlukların çarpıp momentumunun alınacağı bir hava yastığı işlevi görüyordu. Bu ölüm siyasette belli bir boşluk yarattı; onun temsil ettiği küçük burjuva sağcılığının başka bir merkeze kayması için her tür şart hazırdı. Ne kadar iradi olduğu tartışmalıdır kuşkusuz ama eşyanın tabiatı öyleydi ki, Prigojin bu boşluğu doldurabilecek başlıca adaylardan biri olarak belirdi.

Küçük burjuva sağcılığının, aslında kendisini yaratan maddi şartlar düşünüldüğünde solla epey yakın olan bu siyasi eğilimin faşist bir harekete evrilmesi tehlikesi de böylelikle ortaya çıktı.

Neden bastırılmadı? Bir: temel nedenler

Silahlı kuvvetlerin neden Vagnercilere karşı harekete geçmediği sorusu, haklı bir soru. Buna iki farklı pencereden cevap vermek gerek.

İlki, toprak altındaki nedenler.

Ayrıntıya girmeye değer; çünkü dinamikler işlemeye devam ediyor.

Putin 24 Şubat sabahı yaptığı ilk konuşmada, 1941’de olduğu gibi hazırlıksız yakalanmayacaklarını söylemişti. Tam ifadeyi hatırlayalım:

“Sovyetler Birliği’nin geçtiğimiz yüzyıl 1940’ta ve 1941 başında savaşın başlamasını engellemek veya hiç değilse ertelemek için elinden geleni yaptığını tarihten biliyoruz. Bunun için, en son ana kadar potansiyel saldırganı provoke etmemeye çalıştı, kaçınılmaz saldırıyı geri püskürtmeye yönelik hazırlıklar için en zaruri, aşikâr eylemleri hayata geçirmedi veya erteledi. Nihayetinde atılan bütün adımlar ise felaket doğuracak şekilde gecikmişti.”

Demek ki Ukrayna çatışması, aşağı yukarı 2021 kasım ayından itibaren yaklaşan çatışmaya dair bütün yazılarımda değindiğim gibi, bir tür “kış savaşı” sayılıyordu; başka deyişle bu hiç de saldırgan bir savaş olarak mülahaza edilerek planlanmamış, ancak yaklaşan daha büyük bir savaşı önlemenin yegâne vasıtası sayılmıştı.

Demek ki “2014’te başlayan savaşı durdurmak için müdahale ettik” söylemi, doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilir olsa bile gerçek, samimi bir inancı yansıtıyordu. Ancak söylem, doğal olarak, “1941’deki hatayı yapmayacağız, gecikmeyeceğiz” vurgusu da içeriyordu; oysa Putin’in ilk defa geçen güz, cephede yakınlarını kaybeden kadınlarla görüşmesinde itiraf ettiği gibi, gecikmişlerdi.

Bu gecikmenin siyasi bir muhteva taşıdığı ileri sürülebilir; yani denebilir ki: evet ama askeri olarak hazırlıksız yakalanmadık. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Savaş sanayisinin geliştirilmesi, modern silah ve teknoloji çıktıları kuşkusuz hazırlık anlamına gelir; ama ordunun ikmal, lojistik, personel, birlik, komuta organizasyonunda da pek çok sorun ortaya çıktı. Çıkmak zorundaydı; savaşmamış bir ordu savaşmaya başladığında bu sorunların yaşanmasından daha doğal bir şey olamaz.

Sorun şu ki, 1941’de bu sorunlar çok daha büyük bir süratle çözülmüştü, çünkü devlet ve toplum gözeneklerine kadar seferber edilmişti, çünkü edilebilmişti, çünkü devlet, burjuvazinin kâr hırsı karşısında hesap yapmak zorunda değildi. Oysa, mart ayında yazdığım gibi: “… askerlerin teçhizatının sağlanmasına, emir-komuta birliğinin tesis edilmesine, hatta celbi çıkanların görev yerlerine ulaştırılmasına kadar öylesine çok ve zorlukla çözülen problem ortaya çıktı ki, bu dinamik kaçınılmaz olarak Vagner’e aktarıldı.”

Dolayısıyla, kapitalizmin paralı askerlik şirketlerine yönelik genel eğilimine, bunun siyasi çürümenin bir göstergesi olduğuna dair yuvarlak lafların, genel klişelerin bir anlamı yok. Bu klişeler çok şey söylermiş gibi görünüyorlar ama mevcut durumun esasen bir eğilimden değil esasen somut ve yakıcı bir sorundan kaynaklandığını görmüyorlar.

Soldaki “uzmanlar” böyleler. Türkiye’de televizyon ekranlarından düşmeyen sağdaki “uzmanlar” ise vagner diye bir şey olduğunu nihayet öğrenmişler (gerçi neden vagner denildiğini bir türlü öğrenemediler ama öğrenmelerini de beklememek gerek zaten, zira her biri zekâ, tarih ve siyaset küpü, küp ağzına kadar dolu olduğu için fazlasını almıyor); dolayısıyla bu paralı askerlik şirketinin tarihine değinmeye gerek yok.

Yalnız geçerken, işin hukuk tarafına değinmekte yarar var. Anayasaya göre Rusya’da paralı askerlik yasak. Ama müktesebatta boşluk var askeri şirketler paralı askerlik şirketi sayılmıyorlar. Bunlar şirketler hukukuna göre kurulmuş, “özel dedektiflik ve koruma faaliyeti” kapsamında sayılıyor.

Gerçi müktesebatta boşluk, gülünç bir laftır aslında; burjuva hukukunda müktesebat zaten boşluk olsun diye yazılır. Bu boşluk tehdit veya avantaj durumuna göre farklı usullerde kapatılır.

İki: temel nedenler

“Neden böyle oldu?” sorusunun teknik, “konjonktürel” (ama öyle diye önemsiz değil) cevabına gelelim. Dün gün boyunca da birkaç defa vurgulamıştım bunu.

Birincisi, eşyanın tabiatı gereği, esas itibariyle olası bir iç savaşa karşı örgütlenen sömürge ülkelerin orduları dışında hiçbir ordu, içeride bir başka orduyla (düzenli veya gerilla ordusu) karşı karşıya gelme ihtimali üzerine ciddi stratejiler geliştirmez. (Tam da bu durum, aşağı yukarı bütün bir 20’nci yüzyılın ikinci yarısı boyunca sömürge ülkeleri askeri darbeler cenneti kılmıştı.)

İkincisi, mevcut durumda tecrübeli muharip birliklerin herhalde tamamı cephede, sınır bölgelerinde ve üslerde bulunuyorken içeride silahlı bir başka orduya karşı müdahale edebilecek sadece şu güçler kalmış demektir: polis, jandarma, istiharat ve hava kuvvetleri. İkinci ve üçüncüsünün Rusya’daki muadilleri Rosgvardiya, MÇS ve FSB.

Ağır silahlarla donanmış, tanklar ve zırhlılarla ilerleyen, stinger tipi hava savunma silahlarına sahip, yakın zamanda büyük bir savaş tecrübesinden geçmiş profesyonel birlikleri durdurmak, bunların personel mevcudu nispeten az bile olsa, çok zor; belki de hava kuvvetlerinin ağır bombardımanı olmaksızın neredeyse imkânsız. Bunun için ilerlemekte olan düşman ordusunu sivil halktan tecrit etmek gerek. Ama bu da imkânsıza yakın, çünkü olay öyle hızlı gelişmiş ki normal hayat tuhaf, neredeyse gerçeküstü bir seyirle devam ediyor. Demek ki sivil kayıplar kaçınılmaz.

Daha önemlisi, geleni durdurmak değil, fiilen düşmüş bir şehri ele geçirmenin güçlükleri. Üstelik bu şehir, 1919 ve 1942’nin defalarca tekrarlanan tecrübelerinde olduğu gibi, stratejik önem taşıyor; bu şehir güneye açılan kapı. Vagner tarafından bu şehrin hedef alınması, ciddi bir stratejik çalışmaya işaret ediyor, trajik tarihi deneyimleri hatırlatıyor.

En önemlisi ise kitlelerin siyasi konsolidasyonunun sağlanması. Mevcut aşamada bu darbe ordusu idari-beledi organlara müdahale etmemiş. Hatta askeri-kolluk organlarına da müdahale etmemiş. Sadece bunların aldıkları emirleri uygulamalarını fiilen durdurmak veya durduracağını belli etmekle yetiniyor. Üstelik darbe ordusu, cephede muazzam başarılar kazanmış (bu ifade olumlama anlamı taşımıyor) ve bu başarılar kitleler nezdinde büyük saygınlık kazandırmış. Ve dahası, saygınlığı televizyon reklamları, dev bilbordlar, resmi kabullerde övgü dolu konuşmalarla bizzat iktidar pekiştirmiş.

Demek ki çatışmanın hızla alevlenmesinin bütün şartları mevcut, ama kontrollü bir gerginlik altında tutmanın şartları da mevcut.

Çok ciddi, ölümcül sorunlar bunlar. Askeri ve siyasi sonuçlarını kimse kolaylıkla kestiremez. Bu yüzden, gün boyunca özellikle Rusya solundan yapılan değerlendirmelerde çatışmanın zincirleme bir reaksiyon etkisi yaratabileceği, bunun (1) cephede moral çözülmeye yol açabileceği; (2) darbe ordusunu durdurmak için cepheden birlik kaydırmak gerekebileceği; (3) her iki durumda da cephede gerilemeye yol açabileceği; (4) bunun NATO karşısında siyasi yenilgiyle sonuçlanabileceği; (5) siyasi yenilginin içeride kargaşaya neden olabileceği, vb. düşüncelerinin tartışılması tesadüf değil.

Bağımsızlık eğilimleri

Mart ayındaki yazımın esas konusu şuydu (en kaba çizgileriyle özetliyorum yazıyı): Rusya’da önemsiz adamların zaman zaman muazzam önem kazandığı çok olmuştur. Prigojin de bağımsız siyasi bir güç olmaya çalışıyor. Bu eğilim başka yerlerde de güç kazanıyor. Süreç kaçınılmaz olarak tasfiyeyle sonuçlanacaktır.

Kapitalist restorasyon ve onun sonucunda her anlamda lokalize iç savaşlar yaratan 1990’ın altında yatan temel nedenlerden biri, eylül 1989’da SBKP’nin MK plenumuyla yetkilerini birlik cumhuriyetlerine verme kararıydı: “Kararda, Putin’in de alıntıladığı en önemli cümle şudur: ‘Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.’ Herhangi bir hükümetin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin bir başka örneğini daha bulmak güçtür. Her halükârda bu, Sovyet ulusunun parçalanması anlamına gelir.” Bu, Moskova’nın kendi meşruiyetini başkasına devretmesi anlamına geliyordu.

Trajik olduğu kadar ironiktir de: Putin’in deyişiyle “sınırların fiktif, kararların merkezi” olduğu Sovyetler Birliği’nin bir devlet olarak sonunu getiren SBKP’nin bu kararı olmuştur ama çağdaş Rusya’nın birliğini kuran Lenin’i her fırsatta “tarihi Rusya”yı parçalamakla suçlayan Putin’in kapitalist restorasyonun yıkıntısı üzerinde yönetme yöntemi de, özerklik eğilimlerini bastırmaktaki tereddüt olmuştur.

Şimdi bir altüst oluş kaçınılmaz. Öncelikle bağımsızlık eğilimlerini bastıran bir altüst oluş yaşanacak, bu süreç adım adım, ama kararlılıkla işleyecektir. Sözkonusu olan sadece Vagner değil, Vagner benzeri herkes ve her şeydir ve bunlar özellikle yerel iktidar organlarında güçlüler.

Dünkü olaylar açık seçik gösterdi ki merkezi otorite astlar arasında koordinatör işleviyle yetinirse parçalanır; merkezi iktidar, astların bağımsız iradesini bastırıp kendisine bağımlı hale getirmek zorundadır.

[1] Bu olay Türkçeye (ve başka dillere de) “Roma’ya yürüyüş” diye çevrilir, Rusçaya ise “Roma’ya sefer” diye. Belki de İtalyancada “marcia” aynı zamanda bizdeki sefer anlamına geliyordur, bilmiyorum. Ama “sefer”, eylemin ruhunu daha iyi yansıtıyor.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English