GÖRÜŞ
İsyanın ardından
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınVagner isyanı, Lukaşenko’nun devreye girmesiyle bitti.
Başlıca iki görüş dikkatimi çekiyor. Bir grup aşağı yukarı şu tutumda: “Aman canım, orası Rusya, olur böyle şeyler, çok da önemli değil.” Bunun bir başka versiyonu: “Siz Rusya gibi büyük bir ülkede darbenin başarılı olabileceğini mi düşünüyorsunuz?” Diğer grup da kabaca şöyle diyor: “Çok önemli, bu askeri darbe başarılı olursa Kremlin devrilir.”
Ben de çok önemli olduğunu düşünenlerdenim, ancak tamamen başka bir görüş açısıyla.
Darbe girişiminin enformatif engelsizliği
İlkin şunu tekrar belirterek başlamak gerek. Israrla ve birçok defa, Rusya için söylenen ve batıda entelektüel faaliyetin temeli kılınan pek çok iddianın gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüm: Rusya’nın otoriter, totaliter, Rusya halkının savaşçıl (veya savaş kaçkını), Rusya yönetiminin Rus milliyetçisi olduğu iddiaları bütünüyle yanlıştır. Bunlar topluma, devlete, siyasete dair nesnel değil uydurulmuş, çarpıtılmış bakışlardır; tıpkı Sovyetler Birliği döneminde pek revaçta olan (ve bu aralar tekrar pişirilen) “kremlinoloji” gibi sahte bilimlerdir ve kimi zaman ufuk açıcı önermeler sunsalar bile temelleri ciddiye alınmayacak kadar çürüktür.
Gerçekte Rusya toplumu benzeri az görülecek kadar açık bir toplumdur. Milenyumun başında olsa gerek, Reagan’ın hazine müsteşarlarından Paul Craig Roberts de söylemişti bunu. Yaygın entelektüel ve kültürel yozlaşmaya rağmen kimi zaman naif bir enformasyon açlığı dikkat çeker. Mesele, “enformasyon çağında bilginin önünde engel olmadığı” iddiası değil. Kastettiğim, enformasyon akışına ihtiyaç duyanların niceliğinin nitel bir farklılık göstermekte oluşu: batılı toplumlarda “çokyönlülük” daha fazladır ve ondan çoğuna ihtiyaç duyulmaz, ama muhakkak sistem-içidir bu çokyönlülük; Rusya’da ise çokyönlülük ne kadar çok olursa olsun fazlası aranır.
Dünkü olaylar bu gözlemimi doğruladı. Benzerini başka bir yerde bulmanın imkânsız olduğu sürekli ve çokyönlü bir enformatif akış: her dileyen istediği her türden görüşü telegram kanallarında, internet sayfalarında ve hatta televizyon ekranlarında bulabiliyordu ve üstelik, daha sabah saatlerinde hain ilan edilmiş olan Prigojin’in sesli, görüntülü ve yazılı mesajları alabildiğine geniş şekilde yaygınlaşıyordu. Vagnercileri süngü gücüyle yola getirme ve hatta yok etme çağrıları da öyle.
Öngörülemez kendiliğindencilik
Rusya tarihi çoğu zaman kendiliğinden, ani ve öngörülemez kalkışmalarla doludur. Rusya’yı sarsan hemen bütün sosyal, siyasi, askeri vb. hareketler tamamen öngörülemez şekilde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Tek ve büyük bir istisnası vardır: Ekim Devrimi.
Öngörülemezlik, aktörlerin siyasi bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Hayır, tam tersine: aktörler havayı koklayarak ve olası müttefikleriyle manevra alanlarını daraltmayacak ölçüde ilişkiler kurarak eyleme geçerler. Prigojin’in eylemi, bir gün önce Kiev rejimini neredeyse barış meleği ilan etmesine bakılırsa, açık biçimde olası ilişkiler için toprağı eşeleme anlamı taşıyordu. Defteri dürülmüş oligarkların desteği, mevcut oligarkların tuhaf ve anlamlı sessizliği, iktidarın mali kanadının siloviki kanadından farklı olarak Putin’e destek açıklamalarından özenle kaçınması ve hafta sonunu oynaması, Prigojin’in doğru yerden eşelediğine delil sayılmalı.
Putin’in önceki sabahki konuşmasını yorumlarken değinmiştim aslında bunlara.
Bu konuşmadaki “1917” hatırlatması iki şeye işaret ediyor olabilir: şubat devrimi, veya Kornilov ayaklanması.
“Biz tek bir bilim biliriz: tarih bilimini,” diye yazmıştı Marx. Solun tarih bilincini önemli ölçüde kaybetmekte oluşunu çağın en büyük trajedilerinden biri saymalı. 1917 deyince ne şubatı ne temmuzu ne Kornilov’u hatırladılar; akıllarına tek gelen Ekim’di.
Putin’in devrim karşıtlığı biliniyor zaten, oysa konuşmanın bağlamı, ona bundan çok daha fazlasını yüklüyor.
Putin eğer Kornilov’u kastediyor idiyse bunun sağlam bir iç tutarlılığı var, zira temmuz ayaklanmasının ardından Kornilov isyanı, geçici hükümetin çöküşünün gerçek başlangıcı olmuştu. Ama bu durumda Putin, kendisiyle Kerenskiy arasında paralellik kuruyor demektir.
Yok eğer Şubat ayaklanmasını kastettiyse, sorun daha çetrefilli demektir. Şubat, sadece kendiliğinden bir ayaklanmadan ibaret değildir. Ayaklanmanın kendisi devlet iktidarında çoktandır bir dumur halinin ortaya çıktığını gösterir ama onu yaratan ve çarın iktidardan feragat etmesiyle sonuçlanan süreçte, daha 1915’ten beri mayalanan bir iktidar çatışması yatıyordu ve onun da arkasında büyük prensle bir dizi cephe komutanının da dahil olduğu bir komplo vardı. Demek ki burada kastedilen eğer şubat idiyse, sorun çok daha ciddi demektir.
Hangi varsayımın doğru olduğunu tartışmayacağım.
Spiral tarih
Marx’ın çok bilinen sözlerindendir şu: “Hegel bir yerde, dünya çapındaki bütün büyük olayların ve kişilerin denebilir ki iki defa tekrarlandığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde fars olarak.”
Kaç defa tekrar ettiği bir soru işareti; tarihin spiral gelişimiyle ilgilidir bu, her yeni tarihi dönem bir alt segmentin benzer olaylarını yeni, alabildiğine yozlaşmış biçimde tekrar ediyor.
Mussolini 27 Ekim 1922’de Milan’a gitti. Aynı gün Perugia’da Milli Faşist Parti’nin İtalyan halkına “Roma’ya yürüyüşün” başladığına dair çağrısı yayınlandı.[1] Toplam sayısı 10-30 bin arasında tahmin edilen “squadristi” (squad — manga) yürüyüş kolları “quadrumviri” (quattro — dört; yürüyüşün dört lideri) yönetiminde harekete geçtiler. Squadristi silahlanmaya başladı; silahları ya yolları üzerindeki ordu depolarından baskın yoluyla alıyorlardı ya da yerel ordu birlikleri gönüllü veriyordu. Başbakan Luigi Facta ülkenin bir isyanın eşiğinde olduğunu açıkladı ve olağanüstü durum ilanına hazırlandı. 28 Ekim’de kral görüşmeler yaptı; ordunun krala sadakatini açıklamasına rağmen olağanüstü durum ilan etmekten kaçındı ve başbakanı görevden aldı. Mussolini faşistlerin de katılacağı bir koalisyon hükümetine karşı çıktı ve başbakanlık istedi. Squadristi Roma’ya 50 kilometre kadar yaklaşmıştı. 29 Ekim’de kral Mussolini’nin şantajına teslim oldu. 30 Ekim’de Mussolini ve squadristi aşağı yukarı eşzamanlı olarak Roma’ya girdiler. Ordunun ve büyük burjuvazinin desteklediği Mussolini kraldan yetkiyi aldı, faşist hükümet kuruldu. Kral tahtında kaldı, ama içi boş bir kukla, samandan, iktidarsız bir korkuluk olarak.
Prigojin eylemini “yolsuzluk, yalan ve bürokrasiye” karşı “adalet yürüyüşü” diye adlandırdı. Kim karşı çıkabilir böyle bir talebe? Kim karşı çıkabilirdi adalet isteyen karagömleklilere?
Faşist hareket için mükemmel bir slogan seçimi.
Tarih hep olduğu gibi Marx’ı gene haklı çıkardı; Prigojin, eciş bücüş bir Mussolini olarak çıktı sahneye ve eyleminin olası sonuçlarından, yani halkın rızasını alamayıp felakete yuvarlanmaktan korkarak çekildi. Mussolini felaket bataklığının içinden çamura bulanmış da olsa çıkmayı başaran İtalya’yı yükseltme vaadiyle yükselmişti, Prigojin ise felaketin çok uzağındaki Rusya’yı bataklığa sürüklemeye adaydı. Mussolini’nin kaybedecek bir şeyi yoktu, Prigojin’in ise çok şeyi vardı.
Üzerinde durmaktan şimdilik kaçınacağım şu notu da düşmeliyim buraya: hatırlayalım, Jirinovskiy geçen yıl 6 Nisan’da öldü. Jirinovskiy, olası huzursuzlukların çarpıp momentumunun alınacağı bir hava yastığı işlevi görüyordu. Bu ölüm siyasette belli bir boşluk yarattı; onun temsil ettiği küçük burjuva sağcılığının başka bir merkeze kayması için her tür şart hazırdı. Ne kadar iradi olduğu tartışmalıdır kuşkusuz ama eşyanın tabiatı öyleydi ki, Prigojin bu boşluğu doldurabilecek başlıca adaylardan biri olarak belirdi.
Küçük burjuva sağcılığının, aslında kendisini yaratan maddi şartlar düşünüldüğünde solla epey yakın olan bu siyasi eğilimin faşist bir harekete evrilmesi tehlikesi de böylelikle ortaya çıktı.
Neden bastırılmadı? Bir: temel nedenler
Silahlı kuvvetlerin neden Vagnercilere karşı harekete geçmediği sorusu, haklı bir soru. Buna iki farklı pencereden cevap vermek gerek.
İlki, toprak altındaki nedenler.
Ayrıntıya girmeye değer; çünkü dinamikler işlemeye devam ediyor.
Putin 24 Şubat sabahı yaptığı ilk konuşmada, 1941’de olduğu gibi hazırlıksız yakalanmayacaklarını söylemişti. Tam ifadeyi hatırlayalım:
“Sovyetler Birliği’nin geçtiğimiz yüzyıl 1940’ta ve 1941 başında savaşın başlamasını engellemek veya hiç değilse ertelemek için elinden geleni yaptığını tarihten biliyoruz. Bunun için, en son ana kadar potansiyel saldırganı provoke etmemeye çalıştı, kaçınılmaz saldırıyı geri püskürtmeye yönelik hazırlıklar için en zaruri, aşikâr eylemleri hayata geçirmedi veya erteledi. Nihayetinde atılan bütün adımlar ise felaket doğuracak şekilde gecikmişti.”
Demek ki Ukrayna çatışması, aşağı yukarı 2021 kasım ayından itibaren yaklaşan çatışmaya dair bütün yazılarımda değindiğim gibi, bir tür “kış savaşı” sayılıyordu; başka deyişle bu hiç de saldırgan bir savaş olarak mülahaza edilerek planlanmamış, ancak yaklaşan daha büyük bir savaşı önlemenin yegâne vasıtası sayılmıştı.
Demek ki “2014’te başlayan savaşı durdurmak için müdahale ettik” söylemi, doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilir olsa bile gerçek, samimi bir inancı yansıtıyordu. Ancak söylem, doğal olarak, “1941’deki hatayı yapmayacağız, gecikmeyeceğiz” vurgusu da içeriyordu; oysa Putin’in ilk defa geçen güz, cephede yakınlarını kaybeden kadınlarla görüşmesinde itiraf ettiği gibi, gecikmişlerdi.
Bu gecikmenin siyasi bir muhteva taşıdığı ileri sürülebilir; yani denebilir ki: evet ama askeri olarak hazırlıksız yakalanmadık. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Savaş sanayisinin geliştirilmesi, modern silah ve teknoloji çıktıları kuşkusuz hazırlık anlamına gelir; ama ordunun ikmal, lojistik, personel, birlik, komuta organizasyonunda da pek çok sorun ortaya çıktı. Çıkmak zorundaydı; savaşmamış bir ordu savaşmaya başladığında bu sorunların yaşanmasından daha doğal bir şey olamaz.
Sorun şu ki, 1941’de bu sorunlar çok daha büyük bir süratle çözülmüştü, çünkü devlet ve toplum gözeneklerine kadar seferber edilmişti, çünkü edilebilmişti, çünkü devlet, burjuvazinin kâr hırsı karşısında hesap yapmak zorunda değildi. Oysa, mart ayında yazdığım gibi: “… askerlerin teçhizatının sağlanmasına, emir-komuta birliğinin tesis edilmesine, hatta celbi çıkanların görev yerlerine ulaştırılmasına kadar öylesine çok ve zorlukla çözülen problem ortaya çıktı ki, bu dinamik kaçınılmaz olarak Vagner’e aktarıldı.”
Dolayısıyla, kapitalizmin paralı askerlik şirketlerine yönelik genel eğilimine, bunun siyasi çürümenin bir göstergesi olduğuna dair yuvarlak lafların, genel klişelerin bir anlamı yok. Bu klişeler çok şey söylermiş gibi görünüyorlar ama mevcut durumun esasen bir eğilimden değil esasen somut ve yakıcı bir sorundan kaynaklandığını görmüyorlar.
Soldaki “uzmanlar” böyleler. Türkiye’de televizyon ekranlarından düşmeyen sağdaki “uzmanlar” ise vagner diye bir şey olduğunu nihayet öğrenmişler (gerçi neden vagner denildiğini bir türlü öğrenemediler ama öğrenmelerini de beklememek gerek zaten, zira her biri zekâ, tarih ve siyaset küpü, küp ağzına kadar dolu olduğu için fazlasını almıyor); dolayısıyla bu paralı askerlik şirketinin tarihine değinmeye gerek yok.
Yalnız geçerken, işin hukuk tarafına değinmekte yarar var. Anayasaya göre Rusya’da paralı askerlik yasak. Ama müktesebatta boşluk var askeri şirketler paralı askerlik şirketi sayılmıyorlar. Bunlar şirketler hukukuna göre kurulmuş, “özel dedektiflik ve koruma faaliyeti” kapsamında sayılıyor.
Gerçi müktesebatta boşluk, gülünç bir laftır aslında; burjuva hukukunda müktesebat zaten boşluk olsun diye yazılır. Bu boşluk tehdit veya avantaj durumuna göre farklı usullerde kapatılır.
İki: temel nedenler
“Neden böyle oldu?” sorusunun teknik, “konjonktürel” (ama öyle diye önemsiz değil) cevabına gelelim. Dün gün boyunca da birkaç defa vurgulamıştım bunu.
Birincisi, eşyanın tabiatı gereği, esas itibariyle olası bir iç savaşa karşı örgütlenen sömürge ülkelerin orduları dışında hiçbir ordu, içeride bir başka orduyla (düzenli veya gerilla ordusu) karşı karşıya gelme ihtimali üzerine ciddi stratejiler geliştirmez. (Tam da bu durum, aşağı yukarı bütün bir 20’nci yüzyılın ikinci yarısı boyunca sömürge ülkeleri askeri darbeler cenneti kılmıştı.)
İkincisi, mevcut durumda tecrübeli muharip birliklerin herhalde tamamı cephede, sınır bölgelerinde ve üslerde bulunuyorken içeride silahlı bir başka orduya karşı müdahale edebilecek sadece şu güçler kalmış demektir: polis, jandarma, istiharat ve hava kuvvetleri. İkinci ve üçüncüsünün Rusya’daki muadilleri Rosgvardiya, MÇS ve FSB.
Ağır silahlarla donanmış, tanklar ve zırhlılarla ilerleyen, stinger tipi hava savunma silahlarına sahip, yakın zamanda büyük bir savaş tecrübesinden geçmiş profesyonel birlikleri durdurmak, bunların personel mevcudu nispeten az bile olsa, çok zor; belki de hava kuvvetlerinin ağır bombardımanı olmaksızın neredeyse imkânsız. Bunun için ilerlemekte olan düşman ordusunu sivil halktan tecrit etmek gerek. Ama bu da imkânsıza yakın, çünkü olay öyle hızlı gelişmiş ki normal hayat tuhaf, neredeyse gerçeküstü bir seyirle devam ediyor. Demek ki sivil kayıplar kaçınılmaz.
Daha önemlisi, geleni durdurmak değil, fiilen düşmüş bir şehri ele geçirmenin güçlükleri. Üstelik bu şehir, 1919 ve 1942’nin defalarca tekrarlanan tecrübelerinde olduğu gibi, stratejik önem taşıyor; bu şehir güneye açılan kapı. Vagner tarafından bu şehrin hedef alınması, ciddi bir stratejik çalışmaya işaret ediyor, trajik tarihi deneyimleri hatırlatıyor.
En önemlisi ise kitlelerin siyasi konsolidasyonunun sağlanması. Mevcut aşamada bu darbe ordusu idari-beledi organlara müdahale etmemiş. Hatta askeri-kolluk organlarına da müdahale etmemiş. Sadece bunların aldıkları emirleri uygulamalarını fiilen durdurmak veya durduracağını belli etmekle yetiniyor. Üstelik darbe ordusu, cephede muazzam başarılar kazanmış (bu ifade olumlama anlamı taşımıyor) ve bu başarılar kitleler nezdinde büyük saygınlık kazandırmış. Ve dahası, saygınlığı televizyon reklamları, dev bilbordlar, resmi kabullerde övgü dolu konuşmalarla bizzat iktidar pekiştirmiş.
Demek ki çatışmanın hızla alevlenmesinin bütün şartları mevcut, ama kontrollü bir gerginlik altında tutmanın şartları da mevcut.
Çok ciddi, ölümcül sorunlar bunlar. Askeri ve siyasi sonuçlarını kimse kolaylıkla kestiremez. Bu yüzden, gün boyunca özellikle Rusya solundan yapılan değerlendirmelerde çatışmanın zincirleme bir reaksiyon etkisi yaratabileceği, bunun (1) cephede moral çözülmeye yol açabileceği; (2) darbe ordusunu durdurmak için cepheden birlik kaydırmak gerekebileceği; (3) her iki durumda da cephede gerilemeye yol açabileceği; (4) bunun NATO karşısında siyasi yenilgiyle sonuçlanabileceği; (5) siyasi yenilginin içeride kargaşaya neden olabileceği, vb. düşüncelerinin tartışılması tesadüf değil.
Bağımsızlık eğilimleri
Mart ayındaki yazımın esas konusu şuydu (en kaba çizgileriyle özetliyorum yazıyı): Rusya’da önemsiz adamların zaman zaman muazzam önem kazandığı çok olmuştur. Prigojin de bağımsız siyasi bir güç olmaya çalışıyor. Bu eğilim başka yerlerde de güç kazanıyor. Süreç kaçınılmaz olarak tasfiyeyle sonuçlanacaktır.
Kapitalist restorasyon ve onun sonucunda her anlamda lokalize iç savaşlar yaratan 1990’ın altında yatan temel nedenlerden biri, eylül 1989’da SBKP’nin MK plenumuyla yetkilerini birlik cumhuriyetlerine verme kararıydı: “Kararda, Putin’in de alıntıladığı en önemli cümle şudur: ‘Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.’ Herhangi bir hükümetin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin bir başka örneğini daha bulmak güçtür. Her halükârda bu, Sovyet ulusunun parçalanması anlamına gelir.” Bu, Moskova’nın kendi meşruiyetini başkasına devretmesi anlamına geliyordu.
Trajik olduğu kadar ironiktir de: Putin’in deyişiyle “sınırların fiktif, kararların merkezi” olduğu Sovyetler Birliği’nin bir devlet olarak sonunu getiren SBKP’nin bu kararı olmuştur ama çağdaş Rusya’nın birliğini kuran Lenin’i her fırsatta “tarihi Rusya”yı parçalamakla suçlayan Putin’in kapitalist restorasyonun yıkıntısı üzerinde yönetme yöntemi de, özerklik eğilimlerini bastırmaktaki tereddüt olmuştur.
Şimdi bir altüst oluş kaçınılmaz. Öncelikle bağımsızlık eğilimlerini bastıran bir altüst oluş yaşanacak, bu süreç adım adım, ama kararlılıkla işleyecektir. Sözkonusu olan sadece Vagner değil, Vagner benzeri herkes ve her şeydir ve bunlar özellikle yerel iktidar organlarında güçlüler.
Dünkü olaylar açık seçik gösterdi ki merkezi otorite astlar arasında koordinatör işleviyle yetinirse parçalanır; merkezi iktidar, astların bağımsız iradesini bastırıp kendisine bağımlı hale getirmek zorundadır.
[1] Bu olay Türkçeye (ve başka dillere de) “Roma’ya yürüyüş” diye çevrilir, Rusçaya ise “Roma’ya sefer” diye. Belki de İtalyancada “marcia” aynı zamanda bizdeki sefer anlamına geliyordur, bilmiyorum. Ama “sefer”, eylemin ruhunu daha iyi yansıtıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
-
Çin bankalarının Rusya’ya yönelik ödeme kontrolleri sertleşiyor
-
ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama
-
Ukrayna, Rusya’nın ilk kez kıtalararası balistik füzeyle saldırdığını iddia etti
-
Merkel, anılarında neden Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıktığını yazdı
2020’deki neoliberal karşıdevrim girişimi sırasında Belarus üzerine iki hafta arayla, olayları etraflıca incelemeye çalışan iki yazı yazdım. Bunların ilkinde (Belarus’taki gelişmeler üzerine) lümpen proletaryanın neoliberal hareketin milis kuvveti haline geldiğini vurguladım ve işçi hareketinin önderliksiz olmasına rağmen örgütlü olduğunu ve karşıdevrim girişimine karşı çıktığını belirttim. Aynı yazıda 17 Ağustos’ta, yani karşıdevrim girişiminin en kızgın olduğu bir anda Lukaşenko ile Putin arasındaki telefon görüşmesine de değindim. Görüşme Lukaşenko’nun talebiyle yapılmıştı: “… iki lider, eğer zaruret doğarsa Belarus’a yardım konusunda mutabakata vardılar. Açıkça belirtmemekle birlikte bunun askeri yardımı da kapsadığı anlaşılıyor. Lukaşenko… ‘Belarus hükümetinin ilk talebiyle birlikte Belarus Cumhuriyeti’nin güvenliğini temin etmek üzere çok yönlü yardımda bulunacağı’ hususunda Rusya hükümeti ile anlaştıklarını bildirdi.” Başka deyişle Rusya yönetimi Belarus’a, tıpkı bir buçuk yıl sonra Kazakistan’da yapacağı gibi, karşıdevrim girişimini bastırmak için her türlü yardımda bulunacağı teminatında bulunmuştu ve tam da bu, Lukaşenko’nun 1994’ten beri 26 yıldır süren iktidarını bu anda halkın da desteğiyle korumasına yardımcı olmuştu. Kuşkusuz, emekçi halkın desteği sayesinde — ancak bu destek olayların başından itibaren ortaya çıkmış değildi, dahası olayların başında halk henüz tarafsızlığını koruyordu, zira (o yazıda çevirisine yer verdiğim) Belarus işçi kolektifinin açıklamasında ifade edildiği gibi: “Seçimlerdeki hilelerden, güvenlik kuvvetlerinin şiddetinden öfkeye kapıldınız. Kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düştünüz.” Açıklamada birçok insanın muhalefete sırf Lukaşenko’dan bıktığı için oy verdiği, ancak karşı tarafın da “emekçi halk için çöküş ve sefalet getirecek olan radikal piyasa reformlarının temsilcisi” olduğu vurgulanıyordu. Halk ancak neoliberal karşıdevrim tehlikesiyle yüzyüze kaldığında Lukaşenko’yu kerhen desteklemişti.
Karşıdevrim girişiminin gücünü kaybettiği sırada yazdığım ikinci yazımda (Belarus ve renkli “devrim”e dair) Belarus işçi hareketinin “dağınıklık ve örgütsüzlüğüne rağmen etkili bir muhalefet yürüttüğünü” vurguladım. Burada bir kez daha karşıdevrim girişiminin bastırılmasında Rusya’nın rolü üzerinde durdum ve Putin’in 27 Ağustos açıklamasına yer verdim. Rusya devlet başkanı bu açıklamada Lukaşenko’nun kendisinden Rusya silahlı kuvvetlerinden bir ihtiyat kuvveti oluşturulmasını ve bu kuvvetin Belarus’ta olayların kontrolden çıkması halinde kullanılmasını istediğini söylüyordu. Aynı yerde, 29 Ağustos’ta yapılan Belarus Yurtsever Güçlerinin 2020 Seçimlerinden Sonra Ülkedeki Durumla İlgili Konferansı sonuç bildirgesini de özellikle inceledim. Ülkenin bütün sol güçlerini bir araya toplayan Konferans, demokratik bir anayasa, emekçilerden yana bir iktisat siyaseti ve Rusya ile birlik (“Birlik Devleti”) için halkoylamasını savunuyordu. Bu sonuncusu özellikle dikkat çekicidir, zira Lukaşenko, Birlik devleti anlaşmalarına rağmen ısrarla ağırdan alıyordu.
* * *
Batka, halk dilinde babalık anlamına gelen bir kelime. Papazlara da öyle derler. Sıfatı olduğu kişinin aile büyüğü gibi itibar sahibi olduğunu gösterir. Lukaşenko’nun lakabı aynı zamanda.
Batka’nın siyaseti çok uzun bir süre içeride sosyal devlet dışarıda Rusya ve batı arasında Rusya’dan yana bir denge siyasetiydi. Bu siyaset esas itibariyle 1996’da Lukaşenko’nun batı yanlısı Yüksek Sovyet’e karşı iktidar mücadelesi sırasında şekillenmişti. Ancak 2020’de karşıdevrime doğru kimi dalgalanmalarla birlikte dışarıda batıcılık ve içeride kapitalist “reformlar” ağır basmaya başlamıştı. Halkın “kötü çalışma şartları ve düşük ücretlerden, yalanlardan ve adaletsizlikten, kanunsuzluktan ve haksızlıktan yorgun düşmesinin” nedeni buydu.
Karşıdevrim girişimi bunu bir süreliğine tersine çevirdi. Ne var ki en azından bu yılın ortalarından beri içeride başkanlık seçimleri yaklaşırken yeni ittifak arayışları, dışarıda “çokvektörlülük” arayışı, ve en az bunlar kadar önemlisi, ihracata dayalı Belarus ekonomisinin yaptırımlar yüzünden alarm sinyali vermesi, bana öyle geliyor ki, Batka’nın siyasetinde yeni bir dalgalanma yaratıyor.
Belarus’ta 26 Ocak’ta başkanlık seçimleri yapılacak. Lukaşenko elbette yedinci dönem adaylığını koyacak. Birkaç gün önce Belarus Yüksek Seçim Komisyonu, Batka’dan başka altı adayın daha seçimlerde yarışacağını açıkladı. Bir şansları olduğundan değil. Birincisi, Batka yeterince güçlü bir liderdir ve Belarus’ta hiç kimsenin Lukaşenko karşısında elle tutulur bir şansı olamaz; ama ikincisi, seçimler meşruiyet vasıtasıdır ve bu adaylar fiilen ancak Lukaşenko’nun yeni bir seçim zaferinin meşruiyetine hizmet edecek.
Her ülkenin siyasi kültürü farklı, Belarus da fazlasıyla nevi şahsına münhasır. Yani sorun seçimlerin bu şekilde cereyan edecek olması değil. Sorun şu: Lukaşenko “milleti birleştirmek” (veya, bu siyasi kavramın yerli karşılığını kullanırsak, “milli mutabakat”) sağlama adına bütün siyasi kesimleri kapsayacak yeni bir ortam hazırlamaya çalışıyor.
Siyasette kavramlar nesnel durumu değil siyasi tercihleri yansıtır. Milli mutabakat da öyle. Eğer 2020’de karşıdevrim girişiminin halk tarafından bastırılmasının halkın birliğini sağladığını söylerseniz bunun anlamı emekçilerin yönetime katılmasını, örgütlenmesini, taleplerinin karşılık görmesini, kamu sektörünün güçlenmesini hedefliyorsunuz demektir. Yok eğer 2020 karşıdevrim girişiminin milli birliği parçaladığını söylüyorsanız bu tamamen başka bir anlam taşır.
“Milli mutabakat” daima ve her yerde milli birliğin parçalanmış olduğu kabulüne dayanır; bunun gerçek anlamı ise daima ve her yerde siyasi mekanizmalar üzerindeki nüfuzu zayıflayan burjuvaziyi tekrar tayin edici güç haline getirmektir. Yani milli mutabakat daima ve her yerde emekçi halk kitlelerinin birliğini değil burjuvazinin sarsılan hegemonyasını pekiştirmeyi ve emekçi halkı bu projeye yedeklemeyi hedefler. Belarus’ta da, öyle görünüyor ki, durum bu; siyasi stratejisi ABD ve AB tarafından hazırlanan, taktik yönetimi ise Polonya tarafından yapılan 2020 karşıdevrim girişimiyle milli birliğin bozulmuş olduğu varsayılıyor. Bunun da iki sonucu var: birincisi, Belarus siyasi jargonunda batı yanlısı muhalifler için kullanılan milliyetçi “zmar”lara alan açılması, ikincisi de “çokvektörlülük” adına bütün sandalyelerde birden oturma siyasetinin güç kazanması.
2020, Lukaşenko’nun “çokyönlülüğünün” hemen ardından patlak vermişti. Bunun anlamı Rusya ile ilişkilerin batı lehine rölantiye alınmasıydı. Oysa Belarus’un bağımsız (ve başarılı) kalkınma siyasetinin teminatı Rusya ile iyi ilişkilerdi. Karşıdevrim bastırıldıktan sonra toplanan Belarus Yurtsever Güçlerinin Konferansı da bunun altını çiziyordu.
Ama Lukaşenko yönetimi şimdi bir kez daha ağır ağır aynı noktaya dönüyor.
Son bir yıldır dikkat çekici bir dizi gelişme var.
İçeride: 2020 karşıdevriminin başlıca manivelası olan Polonya merkezli Nexta adlı telegram kanalının elebaşısı, BÇB milliyetçisi (karşıdevrimin bayrağı beyaz-kırmızı-beyaz olduğu için bu kelimelerin Belarusçasının baş harfleriyle öyle denir) Roman Protaseviç “pişmanlık getirdiği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Protaseviç yeni rolüne pek hevesle uyum sağlamış olmalıydı ki BAE’ye gitmesine ve orada, Rusya’daki liberal muhalefetin tanınmış isimlerinden Kseniya Sobçak’la röportaj yapmasına da izin verildi. Bu yılın başından beri “birlik devleti” ve Rusya yanlılarına karşı bir dizi tutuklama ve yasaklama, bu eski hükümlü yeni gözdenin Belarus liberal muhalefetiyle “milli mutabakat” inşa çalışmasında rol aldığına işaret ediyor.
Rusya ile ilişkilerde: Lukaşenko Kiev kuvvetlerinin Kursk oblastine saldırısından kısa bir süre önce Ukrayna sınırındaki kıtalara çekilme emri verdi. Bu emir Belarus sınırında Kiev’in elinin rahatlamasına yardımcı oldu. Lukaşenko ancak ekim ortasında, Kiev rejiminin Belarus sınırına sevkiyatlarını gerekçe göstererek sınıra birlik sevk edileceğini açıkladı. Ağustos ortasında Ukrayna’da artık “nazi filan olmadığını” söyledi: “Orada artık bu nazilerden yok. Ukrayna denazifike oldu. Orada kalan birkaç kuduz nazi var ama onlar da artık moda değil.” Eğer öyleyse Rusya’nın Ukrayna harekatının deklare edilmiş üç temel talebinden biri olan denazifikasyon tamamlanmış demektir. Bu da Kremlin’e “artık bitirin” demenin başka bir yoludur. Üçüncüsü, Lukaşenko eylül ortasında Donetsk Halk Cumhuriyeti başkanı Puşilin ile görüşmesinde muhatabına “Ukrayna’yla da Donetsk cumhuriyetiyle aynı ilkeler üzerinde işbirliğine hazır olduğunu” söyleyiverdi.
Rusya ile ilişkiler meselesi ve birlik devleti projesi neoliberal muhalefetle halk güçleri arasındaki çatışmanın en belirgin şekilde ortaya çıktığı alan. Bunun başlıca nedeni, neoliberal muhalefetin programının Rusya ile bütün ilişkileri koparmaya dayanıyor olması. Bu muhalefetin karşıdevrim girişiminin arifesinde yayınladığı “Belarus İçin Reanimasyon Reform Paketi” başlıklı belge fiyat liberalizasyonu ve özelleştirmelerden başka Rusya’yla tam bir kopuşu da vazediyordu. Bunlar bütün eski Sovyet ülkelerinde neoliberal karşıdevrim girişimlerinin hiç şaşmaz iki halkasıdır. Belarus solu ise tam bu nedenle Rusya ile ilişkilerin güçlendirilmesinden ve birlik devletinden yanadır. Yukarıda değindiğim Konferansın sonuç bildirgesinden başka Belarus Komünist Partisi XIV’üncü kongre MK raporunda da vurgulanmıştı bu ve hiç de KP’nin “Kremlin’e angaje” olduğu anlamına gelmiyordu.
Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, Harici’de geçen hafta yayınlanan ve Belarus Halk Meclisi’ni incelediği yazısında ülkesi için “istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir bir gelecek döneminin sona erdiğini”, ülkesinin emperyalizmin saldırganlığı yahut ABD ve NATO’nun Rusya’ya karşı savaşının içine çekilmesi tehdidiyle karşı karşıya olduğunu, ihracata dayalı ekonominin de yaptırımlardan olumsuz etkilendiğini vurgulamıştı. Sablina’ya göre bütün bunlar iktidarın merkezde toplanma eğilimini güçlendiriyor.
Bu şartlarda siyasi önderliğin tutumu daha tayin edici hale gelir. Batka’nın 2020 karşıdevriminin arifesinde olduğu gibi hem içeride hem dışarıda bütün sandalyelerde birden oturma siyaseti 2020’dekinden farklı bir sonuç üretir mi, bilmiyorum.
GÖRÜŞ
Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik drama zirvede
Yayınlanma
1 gün önce20/11/2024
Yazar
Duygu Çağla BayramHindistan-Kanada draması son perdede Haziran 2023’te Khalistan yanlısı figür Hardeep Singh Nijjar’ın Kanada’da öldürüldüğü dönemde başlıyor. Khalistan hareketi Hindistan’da ayrı bir Sih vatanının kurulmasını talep ediyor. Hindistan’da kanlı ve şiddetli bir geçmişi var. Şu anda Khalistan’ın birçok destekçisi Kanada’da yaşıyor. Hindistan Kanada’dan Khalistan hareketine karşı sert önlemler almasını istiyor, ancak Kanada bunu yapmıyor ve bu da büyük bir gerginlik noktası. Geçtiğimiz yıl bu gerginlikler patlak verdi. Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau şok edici bir kamuoyu açıklaması yaptı. Sih topluluğu lideri Hardeep Nijjar’ın ölümünde Hindistan hükümet ajanlarının parmağı olduğunu iddia etti. Hindistan Khalistanlı gruplara karşı çıkıyor ve onlarla savaşıyor VE Kanada gibi ülkelerin bunlarla etkili bir şekilde başa çıkmadığına inanıyor ANCAK Hindistan’ı alenen bir suikast ile suçlamak çok ileri bir adımdı.
Hindistan Trudeau’nun “saçma” olarak nitelediği iddialarını öfkeyle reddetti. Bu durum Hindistan ve Kanada arasında büyük bir diplomatik dramaya yol açtı. Her iki ülke de birbirlerinin diplomatlarını sınır dışı etti ve genel olarak son bir yıldır iki ülkenin birbirlerine karşı öfkesi zirve yapıyor. Ve 14 Ekim’de işler iyice çığırından çıktı. Kanada Hindistan’a, Kanada’da Khalistanlılara yönelik saldırılar ile ilgili davalarda birkaç Hint diplomatın soruşturulduğunu bildirdi. Kanada’nın söyledikleri: Hint diplomatlar ve istihbarat yetkilileri yurtdışındaki Khalistanlıları öldürmek için gangster Lawrence Bishnoi ile birlikte çalışıyor. Dahası Kanada, Hindistan İçişleri Bakanı Amit Shah gibi üst düzey politikacıların Khalistanlılara yönelik şiddete izin verdiğini söylüyor. Ve bu kanıtı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Ajit Doval’a sunduğunu iddia ediyor. Hindistan, Kanada’nın hala gerçek bir kanıt sunmadığına inanıyor. 14 Ekim’de Yüksek Komiseri Sanjay Verma (Kanada’daki en yüksek Hint diplomatı) olmak üzere Kanada’dan birkaç diplomatı geri çekti. Hindistan’ın bu hamlesi Kanada’nın Hint diplomatların Hardeep Nijjar suikastı davasına ilişkin bağlantıları nedeni ile soruşturulduğunu belirtmesinin ardından geldi. Kanada hükümetini Hint diplomatları koruyamamakla suçladı. Hindistan ayrıca Kanada’yı açıkça ayrılıkçı Khalistan hareketlerini desteklemekle suçladı. Ayrıca Hindistan’ın küresel itibarını karalama girişimleri nedeni ile Başbakan Justin Trudeau’yu doğrudan eleştirdi. Dahası üst düzey Kanadalı diplomatları da Hindistan’dan sınırdışı etmesi ile İlişki artık fiilen öldü…
Anlatılar savaşı böyle tırmanmaya devam ettikçe söz konusu olan bu drama Hindistan ve Kanada arasındaki ticaretten göçe kadar her şeyin ciddi şekilde etkilenebileceği anlamına geliyor. Kanada için yaptırımlar gibi ilave önlemler de masada. Hindistan da çıkarlarını korumak için gerekeni yapacağını söyledi. İki ülke arasında durum gerçekten kritik bir noktada. Kanada şu anda çoktan diplomatik atağa geçmiş durumda. Başbakan Trudeau, konu ile ilgili İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile görüştü. Dışişleri Bakanı üst düzey Amerikalı ve Batılı yetkililer ile temas halinde. Kuşkusuz Hindistan da kendi anlatısının geçerliliğini sağlamak için çalışacaktır AMA Ayrıca, Kanada artık Hindistan’ı bir “siber tehdit düşmanı” olarak görüyor Kİ bu da muhtemelen diplomatik baskıyı artırma girişimi: Ekim sonlarında Kanada hükümetinin yayımladığı Ulusal Siber Tehdit Değerlendirme raporu Hindistan’dan gelen siber tehditlere dikkati çekmiş; Hindistan’ı Rusya, Çin ve İran ile birlikte düşman olarak listelemişti…
Hindistan ile Kanada arasındaki diplomatik gerginlik ciddileşti ancak bu durum birdenbire kötüleşmedi. Krizin 10 yıllık bir arka planı var. 2015’ten başlayalım. Trudeau’nun Kanada Başbakanı olduğu dönem bu. 2015 yılında Başbakan Modi’nin başarılı ziyaretinin ardından göreve geldi. Geçtiğimiz on yıl boyunca Kanada Başbakanı Stephen Harper, Hindistan ile daha güçlü bir ilişki kurulması yönünde çaba sarf etmişti. 2010 yılında Harper, Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerinin başlatılmasına yardımcı oldu. Ayrıca 2015 yılında Hindistan ile Kanada’nın uranyum satmayı kabul ettiği bir nükleer anlaşma imzaladı. Harper ayrıca 2011’i Kanada’da “Hindistan Yılı” ilan etti. Dolayısıyla Trudeau’nun güçlü bir ikili ilişki devraldığını söylemek yerinde olur.
Seçim kampanyası sırasında Trudeau’nun Liberal Partisi Hindistan ile daha yakın ticari ilişkiler kurulması çağrısında bulunuyor ancak onun Hindistan politikası hakkında fazla bir şey bilinmiyordu Kİ Trudeau’nun Harper’ın oluşturduğu ivmeyi değerlendiremediği yönünde bir algı oluştu. 2016 yılında Kanada Yüksek Komiseri Nadir Patel, ilişkinin “otomatik pilota” alınıp alınmadığı konusunda sorulara maruz kalıyordu. Otopilot ilişkide görünürde bir ilişki var ancak bağlantı eksikliği yaşayan daha az öncelikli bir ilişki bu. Bunun nedeni yorumcuların Trudeau’nun başbakan olarak ilk yılında Hindistan’ı ihmal ettiğini düşünmesiydi. Hint medyasına göre serbest ticaret anlaşmasına ilişkin müzakereler de yavaşlamıştı.
Trudeau’nun 2018’deki Hindistan ziyareti, 2017’deki ziyareti sırasında Çin ile ticaret anlaşması yapma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından geldi. Daha önce de belirtildiği gibi yorumcular arasındaki spekülasyonların bir kısmı Trudeau’nun Çin’e odaklandığı, Hindistan’ın ise nispeten düşük bir önceliğe sahip olduğu yönündeydi. 2018 yılında Trudeau ilişkiyi ileriye taşımak amacı ile Hindistan’a gitti ancak bu en hafif deyiş ile tartışmalı bir ziyaretti Kİ 1986’da bir Hindistan Kabine bakanını öldürmeye çalışmaktan suçlu bulunan Jaspal Atwal, Kanada Yüksek Komiserliği’nden bir akşam yemeği daveti almıştı. Atwal, Khalistan yanlısı hareketin bir parçasıydı. Davet hemen iptal edildi ancak Hindistan’da çoktan büyük bir kamuoyu öfkesine yol açmıştı. Hindistan ve Kanada yeni yatırımlar ve terörle mücadele konusunda ortak bir işbirliği çerçevesi açıklarken bu olay ziyareti gölgede bıraktı. Kanada, terörle ilgili ortak çerçevede ilk kez Babbar Khalsa International gibi Khalistan yanlısı terör gruplarından söz etti. Bu, Kanada’nın “Khalistan terörüne karşı yumuşak imajını” değiştirmeye çalıştığı umudunu doğurdu. Bu olmayacaktı…
Hint medyası 2018’de Kanada’nın Khalistan aşırıcılığını kamu güvenliğine yönelik bir tehdit olarak tanımlayan bir rapor yayımladığını bildirdi. ANCAK siyasi olarak aktif olan ve Liberal Parti’nin büyük destekçileri olan bu gruplardan baskı geldi Kİ Trudeau hükümeti bu baskıya boyun eğdi. Raporun bir sonraki versiyonunda Khalistan/Sih aşırıcılığına ilişkin tüm ifadeler kaldırıldı. Hint yetkililer bu geri adımdan dolayı büyük hayal kırıklığına uğradı. 2020’de devam eden çiftçi yasası protestoları hakkında Trudeau’nun yaptığı yorumlar ile işler daha da kötüleşti. Hindistan bu müdahaleye karşı çıktı.
Trudeau’nun partisi 2021’de parlamentodaki çoğunluğunu kaybetti. Yeni Demokrat Parti lideri Jagmeet Singh ile koalisyon kurdu. Singh, Khalistan yanlısı bir mitingde konuştu ve 1984 isyanlarını “soykırım” olarak nitelendirdi. Kİ kendisi Hindistan’a kuşku ile yaklaşan önemli bir isim olarak tanınıyor. Savunma ve ticaret alanındaki ilişkiler büyümeye devam ederken siyasi gerginlikler de derinleşiyordu. 2023’te aşırılık yanlısı Amritpal Singh’e yönelik insan avı, yetkililerin interneti kapatmasına yol açtı. Jagmeet Singh, gerginliği artıran “acımasız” önlemleri kınadı. Baskılar, Kanada’daki Hindistan Yüksek Komiserliği’ne karşı protestolara ve iddia edilen sis bombalarının kullanılmasına yol açtı. Khalistan yanlısı gruplar da saldırıyı yücelten propaganda yayınladılar. Ayrıca Hardeep Singh Nijjar’ın ölümü ile ilgili olarak belirli Hint diplomatlara saldıran belirli propaganda da yayınladılar. Diplomatlarına yönelik bu saldırılar Delhi’yi kızdırdı. Kanadalı yetkililerin harekete geçmemesine öfkelenen Hindistan Dışişleri Bakanı S Jaishankar, Kanada’yı “oy bankası siyaseti” uygulamakla suçladı. Ancak Kanada hükümeti Nijjar’ın ölümü ile ilgili iddiaların doğru olduğunu düşünüyordu.
Eylül 2023’te Kanada Başbakanı Justin Trudeau kamuoyu önünde Hint hükümet yetkililerini Nijjar’ı öldürme planına dahil olmakla açıkça suçladı. Ancak Hindistan’a iddialarına ilişkin belirli bir kanıt sunmadı. Bu durum gerginliğe ve birkaç Kanadalı diplomatın Hindistan’dan çekilmesine yol açtı. Ticaretten göçe kadar Hindistan-Kanada ilişkisinin neredeyse tamamı durma noktasına geldi. Hindistan, Kanada’yı Khalistan yanlısı gruplara göz yummakla suçladı. Kanada, Hindistan’ın bu dava ile ilgili harekete geçmesini talep etti. Yani şu sıralar yaşananlar zaten istikrarsız olan ilişkiyi altüst etti.
Kanada’nın Hindistan’ın ayrılıkçılık ve terörizm konusundaki kırmızı çizgilerine karşı kasıtlı körlüğü, doğal bir partner pahasına diaspora siyasetine öncelik verdiğini ortaya koyuyor Kİ Sih diasporası ve Sih ayrılıkçı hareketi yani Khalistan hareketi Kanada’da ve Kanada siyasetinde ciddi ölçüde etkin ve etkili. Ve 2025 yılı sonlarında da Kanada seçimleri var. Bu demek oluyor ki bu drama bir süre daha zirvelerde gezinecektir. Ancak Hindistan artık jeopolitikada “nominal bir oyuncu” değil. Gerekirse Kanada ile ilişkisinin dağılmasına dahi izin verecektir…
Bir de madalyonun başka yüzü var:
Hindistan’ın Kanada takıntısı “odadaki büyük fili” görmezden geliyor. İlk iddianame Amerika’da bildirildi. Büyük olasılıkla Kanada’yı uyaran Amerika’ydı. Beş Göz ülkelerinin hepsi Kanada’ya desteklerini ifade ettiler. Kanada’daki çekişme daha kamuoyuna açık, ancak Amerika’daki suçlamalar daha ciddi. Hindistan’ın sertliğini gösterebileceğini iddia eden herkes için şu rahatsız edici soru var: Kanada’ya karşı sert konuşmalar acaba konu gerçek büyük güçler ile başa çıkmaya geldiğinde yüksek perdeden ses yükseltme dozunun azaltıldığı gerçeğinden yalnızca bir dikkat dağıtma mı?..
Amerika da bir Hint istihbarat yetkilisinin geçen yıl Amerika-Kanada çifte vatandaşı Sih ayrılıkçı Gurpatwant Singh Pannun’a yönelik (başarısız) suikast planlarını yönettiğini iddia etmiş, kısa süre önce açıklanan iddianamede Amerika Hindistan’ın dış istihbarat servisi Araştırma ve Analiz Kanadı (R&AW) eski çalışanı Vikash Yadav’ı New York’ta Sih ayrılıkçıya karşı düzenlenen komployu yönetmek suçundan hukuki işlem başlatmıştı. Ve Amerika’daki iddianame Kanada ve Hindistan arasındaki gerginliğin tekrar tırmandığı bir döneme denk geliyordu…
Amerika’daki durum nasıl gelişmişti?
Trudeau’nun Kanada Parlamentosu’nda Hindistan’a yönelik iddialarından yalnızca iki ay sonra Amerikalı yetkililer Nikhil Gupta isimli bir Hint vatandaşına Amerika topraklarında bir Amerikan vatandaşını öldürmesi için bir katil tutmaya çalıştığı iddiası ile dava açmıştı. Başkan Biden’dan kamuoyuna açık bir yorum duyulmadı ancak Amerika Federal Mahkemesi’nde açılan iddianame oldukça suçlayıcıydı. Hindistan —Kanada’nın benzer suçlamalarına verdiği yanıta tezat oluşturacak bir biçimde— Amerika’nın kaygılarını “saçma” olarak görmedi ve anlamlı bir eylemde bulunma sözü verdi. Ve Amerika’nın Hindistan ile paylaştığı bilgileri araştırmak için üst düzey bir soruşturma başlattığını duyurdu. Dolayısıyla Amerika tarafında —Kanada’dakinin aksine— dava herhangi bir diplomatik drama olmadan ilerledi. Son olarak Amerika yetkilileri FBI tarafından engellenen kiralık katil komplosundaki rolü nedeni ile eski bir Hint istihbarat görevlisi Vikash Yadav’a karşı suçlamalarda bulunurken Amerika sözcüleri her fırsatta hem Hindistan’ın Kanada soruşturmasında işbirliği yapması gerektiğinde hem de Amerika’nın anlamlı bir hesap verebilirlik görmek istediğinde ısrar ediyorlar. Dahası, hedef olan Gurpatwant Pannu Hindistan hükümetine karşı bir hukuk davası açtı ve Ajit Doval’ı onu öldürme planının arkasındaki kişilerden biri olarak suçlarken Modi hükümetinin soruşturma için kurduğu üst düzey ekip yakın zamanda Amerika’yı ziyaret ediyor ve Hindistan Parlamentosu veya Hindistan halkı ile paylaşmadığı soruşturma bulgularını paylaşıyordu ANCAK Amerika’dan “Amerika Birleşik Devletleri bu soruşturmadan anlamlı bir hesap verebilirlik çıkana kadar kesinlikle tatmin olmayacak” yanıtını aldı.
Aynı konu hakkında Kanada ve Amerika’dan gelen iki ayrı suçlama ve bunlara Hindistan’dan giden iki farklı yanıt: Birine “kavgacı” bir duruş benimserken diğerine çok daha sakin ve işbirlikçi…
Peki Neden?
Birincisi Hindistan sistemde yani dünya politikasında kendinin Kanada’dan çok daha güçlü ve etkili olduğuna inanıyor.
İkincisi Hindistan Kanada’ya kıyasla Amerika’yı çok daha güçlü bir devlet ve çok daha fazla ihtiyaç duyulan bir ortak olarak görüyor.
Üçüncüsü Batılı ülkelerin Kanada için Hindistan ile büyüyen ilişkilerini baltalamayacağını varsayıyor.
Dördüncüsü Kanada’nın Hindistan’a çok fazla ekonomik zarar veremeyeceğini düşünüyor.
Ayrıca Amerika’nın Nikhil Gupta’ya yönelik kolayca reddedilemeyecek yasal süreçleri başlatarak Hindistan’ı köşeye sıkıştırması da Hindistan’dan gelen tepkilerdeki farklılıkta önemli bir faktör. Kİ buna karşı diğer tarafta ise kamuya açık alanda hiçbir kanıt sunulmayan basit suçlamalara eşdeğer Kanada’nın çabaları var.
ANCAK Amerika tarafındaki gelişmeler ile paralel olarak dikkate alınırsa, Hindistan’ın Kanada’ya yönelik inkarları inandırıcılığından ödün veriyor. Dolayısıyla Hindistan’ın Kanada’ya karşı “kavgacı” duruşu onun Batılı politika seçkinleri arasındaki sempatikliğini zayıflatırken Amerika’ya karşı “işbirlikçi” duruşu ise onu ancak Küresel Güney’in gözünde zayıf göstermeye yarıyor…
***
Bu arada, Hardeep Singh Nijjar ayrılıkçı Sih örgütü Khalistan Kaplan Gücü’nün (KTF) —Hindistan’ın iddiasına göre— beyni-lideri iken Gurpatwant Singh Pannun bir diğer bağımsız Khalistan fikrini savunan Adalet için Sihler (SJF) isimli örgütün kurucusu ve lideri. Bunlar Hindistan’da yasaklı örgütler ve her iki isim de Hindistan hükümeti tarafından terörist olarak niteleniyor.
AVRUPA
İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?
Yayınlanma
3 gün önce19/11/2024
Yazar
Erkin Öncanİsveç’te beş milyondan fazla aileye, ‘Krizin veya Savaşın Gelmesi Durumunda’ başlıklı bir broşür gönderilecek.
Broşür, İsveç Sivil Acil Durum Ajansı (MSB) tarafından hazırlandı ve dağıtımına dün (18 Kasım) başlandı.
Halkı savaş ya da kriz durumlarına hazırlamak amacıyla dağıtılan ve en başında “Bu broşür İsveç’teki tüm evlere gönderilmektedir” ifadelerinin yer aldığı bu broşür aslında yeni değil, içeriği güncellenmiş bir broşür.
İsveç, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana benzer broşürler dağıtıyor. En son 2018 yılında, 57 yıllık bir aranın ardından dağıtılmıştı.
Dağıtımına dün başlanan son broşürün içeriğinin ise 3’te 1 oranında artırıldığı belirtiliyor.
32 sayfalık broşürde savaş, doğal afetler veya siber saldırılar gibi olağanüstü durumlara nasıl hazırlık yapılacağına dair talimatlar yer alıyor.
Broşürün giriş sayfasında şu ifadeler yer alıyor:
“İsveç Halkına
Zor bir dönemde yaşıyoruz. Çevremizde savaşlar sürüyor. Terör, siber saldırılar ve yanıltıcı bilgiler bizi zarar vermek ve etkilemek için kullanılıyor.
Tehditlere karşı koymak için birlik olmamız ve ülkemizin sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor. Saldırıya uğrarsak, İsveç’in bağımsızlığını ve demokrasisini savunmak için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
Dayanıklılık, her gün ailemiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımızla birlikte inşa ettiğimiz bir güçtür.
Bu broşürde, kendinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve kriz ya da savaş durumunda ne yapmanız gerektiğini öğreneceksiniz.
Siz, İsveç’in hazırlık gücünün bir parçasısınız.”
Broşür, İsveç’in savaş hazırlıkları ve halkın yapması gerekenler 21 alt başlığa ayrılmış. Bu başlıklar savunma, hazırlık seviyesi, savunma yükümlülükleri, uyarı sistemleri, hava saldırıları, evde hazırlık, tahliye, sığınaklar, psikolojik savunma, dijital güvenlik, terör saldırısı, hava koşulları, bulaşıcı hastalıklar, ekstra desteğe ihtiyaç duyanlar, evcil hayvanı bulunanlar, çocuklar ve önemli telefon numaraları gibi maddelerden oluşuyor.
“Belirsiz bir dünya hazırlık gerektirir” ifadeleriyle başlayan yönergede, “İsveç’e yönelik askeri tehdit arttı ve en kötüsüne, silahlı saldırıya hazırlıklı olmalıyız” ifadelerine yer veriliyor.
‘Kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve dini topluluklar’
Halka savaş durumunda ‘direnişin olmadığına dair haberlere inanmamaları’ salık verilirken, insanlardan ‘savunma kapsamında misyonları olan örgütlere’ katılmaları tavsiye ediliyor. Bu bağlamda, ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlarla dini toplulukların da önemli katkılarda bulundukları’ vurgulanıyor.
İsveç’in savunma stratejisinin tarif edildiği bölümde ise, önceki bildirilerden farklı olarak ‘NATO üyesi ülke’ vurgusu yapılıyor ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sloganına yer veriliyor.
Herhangi bir saldırı durumunda, hangi sinyalin ne anlama geldiği detaylı bir şekilde aktarılan broşürde, hava saldırısı ve benzeri durumlarda halkın sığınak, barınak, tünel, metro istasyonu gibi yerlere sığınabileceği aktarılıyor.
Broşürde ayrıca, halktan savaş durumunda kullanılmak üzere gerekli su ve erzağı biriktirmeleri söyleniyor ve insanların bunları idareli kullanabilmesine yönelik yönergeler yer alıyor. Aynı şekilde, insanların iletişim kurabilecekleri ve güncel haberleri alabilecekleri elektronik gereçlerin çalışması için detaylı bir tarif yapılıyor.
Savaş durumunda yaşama dair detaylı bilgi aktarılan broşürde ‘tuvalet eğitimi’ bile var. “Sular kesildiğinde hijyeninize dikkat edin” ifadelerinin yer aldığı broşürde, “Sifonunu çekemesen bile tuvalete işeyebilirsin” ifadelerine yer veriliyor.
MSB ayrıca, halkın sığınabilecekleri barınakların mavi üçgenli turuncu bir kareye sahip bir işarete sahip olduğu bilgisini veriyor.
Psikolojik savunma
Broşürün dikkat çekici bir diğer başlığı ise, ‘Psikolojik Savunma’ bölümü. Bu bölümde MSB, ‘yabancı güçlerin’ sosyal medyada dezenformasyon yaptığını öne sürerek şu açıklamaya yer veriyor:
“Yabancı güçler ve İsveç dışındaki diğer aktörler bizi etkilemek için dezenformasyon, yanıltıcı ve propaganda kullanıyor. Etkileme girişimleri günlük olarak, çoğunlukla çevrimiçi ortamda ve sosyal medyada gerçekleşiyor. Amaç güvensizlik yaratıp kendimizi savunma irademizi kırmak.”
Aynı bölümde yer alan “Yalnızca güvenilir kaynaklardan geldiğini bildiğiniz bilgileri paylaşın ve yetkililerden teyit edilmiş bilgi isteyin” notu ise, hazırlıkların sıcak savaştan da önce, şimdiden başladığını gösterir nitelikte.
Uzun şifreler ve ulusal güvenlik
‘Dijital güvenlik’ bölümündeyse, “Bilgilerinizi hem evde hem de işte güvenli bir şekilde ele alarak İsveç’in dayanıklılığının güçlendirilmesine katkıda bulunursunuz” notuyla, vatandaşlardan uzun şifreler oluşturmaları ve bilgilerini USB belleklerde yedeklemeleri isteniyor.
Broşürde yer almayanlar
Söz konusu broşür sivillere yönelik olsa da, İsveç’in savaş hazırlıkları sığınak ve önemli numaralar listesinden çok daha fazlası.
İsveç, NATO’ya resmen katıldığı Mart 2024’ten bu yana hem doğal olarak, hem de İsveç siyasetinin politik yönelimi gereği Atlantik güvenlik stratejisinin hızlı ve istekli bir paydaşı oldu.
Son olarak, İsveç ve Birleşik Krallık arasında CV90 zırhlı araçlarının bilişim teknolojisi modernizasyonuna yönelik, bütçesi 24 milyon euro’ya varan bir anlaşma yapıldı. İsveçli MilDef şirketi, dayanıklı BT ekipmanlarının temini için BAE Systems ile bir sözleşme imzalayarak savaş koşullarında iletişim ve yönetim güvenilirliğini artırmayı hedefliyor.
Bir zamanlar ‘tamamen tarafsız politikalarıyla’ tanınan İskandinav ülkelerinin ‘barış yanlısı’ söylemleri, keskin bir şekilde saldırgan ve hatta savaşçı bir söylemle değiştiriliyor.
Bu yıl içerisinde, İsveç Sivil Savunma Bakanı Carl-Oskar Bolin, 8 Ocak’ta Sälen’de düzenlenen yıllık güvenlik konferansında yaptığı konuşmada, ‘savaşın İsveç’e yarın gibi erken bir tarihte gelebileceğini’ söylemişti. İsveçlileri aktif bir şekilde hazırlanmaya ve her an saldırı beklemeye çağıran Bolin’e, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mikael Büden de destek vererek, “Doğu Avrupa’da olup bitenlerin sadece bir başlangıç olduğunu” söylemişti.
Devam eden enformasyon savaşı nedeniyle çok gündeme gelmese de, Washington, 2024 yılını Kuzey Avrupa’nın neredeyse tüm ülkeleriyle yeni ikili anlaşmalar imzalayarak, mevcut anlaşmaları yenileyerek, yerel askeri üsleri ve hava alanlarını kullanma ve buralara silah yerleştirme fırsatı elde ederek tamamlıyor.
Örneğin, 5-14 Mart tarihleri arasında düzenlenen Nordic Response-24 tatbikatı başta ABD olmak üzere ittifak birliklerinin bölgede konuşlanmasını ve Norveç, İsveç ve Finlandiya’da ortak bir operasyonu içeriyordu.
Bir NATO üyesi olarak İsveç de, savunma harcamalarını GSYİH’sinin yüzde 2’sine çıkarma hedefini çoktan önüne koydu. Ancak ülkenin askerileşmesi bununla sınırlı değil.
İsveç, NATO’ya resmen katılımından birkaç ay önce, 5 Aralık 2023 tarihinde ABD ile önemli bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı.
ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve İsveç Savunma Bakanı Pal Jonson tarafından imzalanan anlaşma Amerikan kuvvetlerine İsveç’te belirli konuşlanma bölgelerine erişim ve ekipman konumlandırılması imkanı tanıyor.
Ayrıca, ülkenin güneybatı kesiminde bulunan Göteborg deniz üssü ve İsveç’in tek hava savunma alayının konuşlandığı Halmstad kenti de kritik bir konumda. Burada, tatbikatların bir parçası olarak, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne uzanan ve Danimarka takımadalarından geçen önemli ulaşım yollarının korunması tatbik edildi. Bu adımlar, Norveç’e artık sığmayan ABD askeri askeri stoklarının bir kısmının İsveç’e, bir kısmının da Finlandiya’ya aktarılması anlamına geliyor.
İsveç neden önemli?
İsveç’in kuzeyindeki Lulea’da büyük bir hava üssü bulunuyor. Vidsel yakınlarında İsveç Hava Kuvvetleri’ne ait 2.300 metre uzunluğunda bir piste sahip 5 bin kilometrekarelik bir askeri havacılık test alanı, Vidsel füze alanı ve savunma şirketi Enator Miltest’in füze alanı bulunuyor. Bu pist aynı zamanda nükleer silah taşıma kapasitesine sahip ABD F-35 savaş uçaklarını barındırabilecek kapasitede.
Ayrıca, İsveç’in en kuzeyinde, yani Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Kiruna kasabasında da bir sivil ‘uzay limanı’ (Esrange Uzay Merkezi) var ve burası da ABD’nin yetki alanına devredilen nesneler listesinde yer alıyor. Ülkenin orta kesiminde bulunan Östersund şehri de dikkat çekici özelliklere sahip. Bu bölge, büyük olasılıkla, askeri teçhizatın, yakıt ve yağlayıcıların depolanması için kullanılacak.
İsveç’in dönüşümü ne anlama geliyor?
İsveç’in ‘savaşçı’ dönüşümü yalnızca İsveç’le ilgili değil.
Yalnızca son bir yılda askeri alanda yaşanan bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, karşımıza ABD’nin Doğu Avrupa ve İskandinavya bölgesini Rusya ile savaşa hazırladığı gerçeği ortaya çıkıyor.
Böyle bir hazırlığın en önemli ayağı, kamuoyunun hazırlanması. Yalnızca iki ay önce, Litvanya da aynı İsveç gibi, vatandaşlarına savaş durumuna hazırlık broşürü dağıtmıştı.
İttifakların genişlediği, askeri harcamaların ve ikili anlaşmaların arttığı, bölgenin hızla sıcak savaşa sürüklendiği bu tabloda, Avrupa halklarına ise ellerine tutuşturulan broşürlerle nasıl saklanacağını öğrenmek düşüyor.
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
ABD’li senatör: Musk’ın Çin bağlantıları ABD ulusal güvenliği için ‘derin bir tehdit’
ABD, Filipinler’e Pekin’e karşı kullanması için insansız deniz aracı veriyor
Operationsplan Deutschland: Almanya’da “planlı ekonomi” tartışması
Çin bankalarının Rusya’ya yönelik ödeme kontrolleri sertleşiyor
Çok Okunanlar
-
RUSYA4 saat önce
Putin’den füzelere yanıt: Çatışma küresel nitelik kazandı
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Batka’nın Belarus’u