Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Julius Evola: Yeni Sağ’ın favori filozofu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve İtalya’nın yenilmesine rağmen, emperyalist düşünceye sirayet eden faşist eğilimler şu ya da bu kılıklarda savaş sonrası Avrupa ve ABD’de ortaya çıkmaya devam etti. İtalya’da Mussolinici neofaşistlerin ilham perisi Julius Evola, gerek 20. yüzyıl başındaki antidemokratik düşüncenin, gerekse de iki savaş arasındaki faşist hareketlerin temel eğilimlerini düşüncesinde barındırır: Kast sistemi sevgisi ile kitle “hayvanına” karşı doğu dinleri; demokrasiye ve sosyalizme duyulan nefret; eşitlik fikrine karşı aristokratik imtiyazlara övgü… Evola şimdi, 100 yıl sonra tekrar ortaya çıkan “batı dünyasının çöküşü” anlatısını benimseyen Yeni Sağ’ın en önemli filozoflarından biri olarak kendini gösteriyor: Evola’nın gelenek, ırk ve modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi üzerine yazdıkları, Yeni Sağ’a ilham vermeyi sürdürüyor.


Julius Evola: Aşırı sağın favori filozofu “süperfaşist” yeni bir nesli radikalleştiriyor

Christopher Harding
Unherd
8 Haziran 2024

25 Kasım 1970’te, büyük Japon romancı ve oyun yazarı Yukio Mişima, Japonya Öz Savunma Kuvvetleri Doğu Komutanlığı’nın Tokyo kışlasının komutanıyla bir randevu için geldi. Ziyaretinde kendisine eşlik eden dört kişinin yardımıyla Mişima, komutanı bir sandalyeye bağladı ve ardından savaş sonrası Japonya’ya kin kusmak için onun balkonuna çıktı. Aşağıda şaşkın askerlerden oluşan bir kalabalık, Mişima’nın, vatandaşlarını ekonomik refah peşinde koşarken “ulusun ilkelerini unutmakla, yerel ruhlarını kaybetmekle, özü düzeltmeden önemsiz olanın peşinden gitmekle [ve] kendilerini manevi boşluğa sürüklemekle” suçlayarak bilfiil darbe çağrısında bulunduğunu duydu.

Mişima’nın konuşmasına ve ardından gelen intihar ritüeline (komutanın ofisinde karnına bir samuray kılıcı saplamış, ardından yoldaşlarından biri kafasını kesmişti) çoğu Japon’un verdiği tepki şaşkınlık ve üzüntüden ibaretti. Hem Japonya’da hem de dünya çapında başkaları Mişima’nın mesajının yankı bulduğunu fark etti.

Bunların arasında, o sıralarda 70’li yaşlarının başında olan İtalyan filozof Julius Evola da vardı. Japonya’nın faşist teokrasisinin “mucizesi” olarak gördüğü şeyin 25 yıl önceki çöküşüyle hayal kırıklığına uğrayan Evola, Mişima’nın son eyleminde, ülkesinin önce savaş sonrası işgalci, sonra da eşitsiz bir ittifakın ortağı olarak ABD tarafından içine atıldığı müreffeh uykudan uyanması için cesur bir çağrı görmüştü.

1898’de Roma’da doğan Julius Evola, Batı dünyasını içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak için ilham almak üzere sık sık Asya’ya baktı. Bu konuda pek de alışılmadık değildi. Goethe’den Coleridge’e kadar pek çok romantik, Hint tiyatrosunda ve felsefesinde Avrupa’nın kaybetmiş gibi göründüğü bir derinlik ve canlılık buldu. Ve 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Japonya bir ilham kaynağı haline geldi: insanları ve manzarası, resimleri ve tahta baskıları, kaligrafisi ve kimonosu, Zen Budizmi ve çay seremonisi.

Fakat bu ilginin büyük bir kısmı ruhani ve estetik yenilenmeye odaklanırken, Evola’nın Asya ile olan ilişkisi ruhani olanla siyasi olanın iç içe geçmesiyle tanımlanıyordu. Zen ya da Hindistan’ın Vedanta felsefesine ilgi duyan pek çok Batılının kişisel politikaları, özellikle savaş sonrası dönemde ilericiliğe doğru kayarken, Evola aşırı sağın önde gelen düşünürlerinden biriydi ve fikirleri Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’ndaki (kendisinin istediğinden daha az ölçüde de olsa) figürlere ve daha sonra savaş sonrası dünyadaki pek çok kişiye ilham verdi.

“Doğu”nun barış ve sevgi çağrışımları arasında genellikle göz ardı edilse de, Asya fikirleri ve uygulamaları, özünde elitizm, ırkçılık ve çatışma olan Batı ideolojilerini desteklemek için kullanılmıştır. Bu durum, yorumcunun ilk etapta Batı yaşamında neyin yanlış ya da eksik olduğunu düşündüğüne bağlıydı. Modern Batının 20. yüzyıldaki pek çok eleştirmeni yakın geçmişe ve endüstriyel kapitalizmin Avrupa’nın doğasına ve ruhuna verdiği zarara odaklanırken, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yazarların daha da geriye, Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılmasının felaketi olarak gördükleri şeyin ötesine, İskandinav mitinin, eski Alman folklorunun ve İmparatorluk Roma’sının diyarlarına uzandıklarını görebiliriz. Bu ilgi alanlarını, moderniteyle mücadelede ve kaybolan değerleri ve insani yetenekleri geri kazanmada ek ilham kaynakları olarak okült ve Doğu düşüncesine yönelik araştırmalarla birleştirmeyi başardılar.

Almanya’da, ülkenin kültürel ve ırksal köklerini arayışında ortaya çıkan tema, Almanların o zamanlardan beri yabancılaştığı hayat dolu, barışçıl, pastoral bir geçmişti. Wilhelm ve Jacob Grimm kardeşler tarafından derlenen ve yayınlanan peri masallarında, Alman köylü yaşamı mutlu ve sağlıklı, fakat sürekli olarak şiddet yanlısı yabancıların (cadılar, vampirler ve şeytanlar) tehdidi altında tasvir ediliyordu. Hindistan bu goblenin içine pastoral bir cennet olarak –Alman filozof Johann Gottfried Herder “kendilerini en masum yiyeceklerle, sütle, pirinçle, ağaçların meyveleriyle, anavatanlarının dağıttığı sağlıklı otlarla besleyen nazik Hindulardan” övgüyle söz ediyordu– ve uzun zaman önce, Almanların haklı olarak soyundan geldiklerini iddia edebilecekleri bir Aryan medeniyetinin sözde yuvalarından biri olarak dokunmuştu. Nazi ideologlarının elinde tüm bunlar, çökmüş, vampir Slavlar ve Yahudilerle karşı karşıya gelen, şimdi ve burada bir Ari ırk dramına dönüştü.

İtalya’da, Evola’nın Batının çöküşüne dair özel hissi, aristokrat Sicilyalı geçmişi ve genç bir adam olarak gündelik hayatın boşluğunu aşma özlemiyle yaşadığı deneyim tarafından şekillendirildi. 1917’de gönüllü olarak orduya katıldı ve savaştan sonra Dadacı resim ve şiire yönelmeden önce kısa bir süre aktif hizmet gördü. Üniversitede mühendislik okudu ama akademinin burjuva geleneklerinin kendisine göre olmadığını iddia ederek eğitimini tamamlamadı.

Katolik yetiştirilme tarzını reddeden Evola, halüsinojenler, büyü ve Budizm ve Taoizm’den anladıklarıyla aradığı aşkınlığı tattı. Budist kutsal metinlerini okuması, 1922’de intihara meyilli olduğu bir dönemde ona yardımcı oldu ve Lao Tzu’nun öğretilerinde Evola, “Mutlak Birey” olarak adlandırdığı şeye dönüşmenin yolunu buldu. Bu, kişinin güçlü, amaca yönelik ve maddi ve kültürel kısıtlamalardan özgür hale geldiği “büyülü, parlak bir aşılmazlık” haliydi.

Fransız filozof René Guénon, küresel tarihi kozmik bir amaç doğrultusunda okuyarak Evola’nın fikirlerinin şekillenmesine yardımcı olmuştur. Guénon, gerçekliğin geri kalanının kendisinden kaynaklandığı “Mutlak” hakkındaki ilkel hakikatlerin, dünyanın dini gelenekleri içindeki hünerli kişiler aracılığıyla çağlar boyunca aktarıldığını iddia etti. Bu hakikatlerin modern Batıda materyalizm, akıl ve ilerlemeye aşırı vurgu yapılması nedeniyle kaybolduğunu ileri sürdü. Bununla birlilkte bu hakikatler Hindistan gibi yerlerde, özellikle de Herder ve Goethe gibi Alman Romantikleri tarafından da çok sevilen Vedanta felsefe okulunda hala bulunabiliyordu. Guénon, “Doğu doktrinleri” aracılığıyla ilkel hakikatler konusunda eğitilmiş ruhani entelektüellerden oluşan yeni bir elit görmeyi ve Batıyı kutsalı merkezine alan bir medeniyet olarak yeniden kurmayı umuyordu.

Guénon’un fikirleri ve programı, Latince tradere’den gelen ve bir nesilden diğerine “aktarılan” bir şeyi –bu durumda bilgeliği ve dünyada var olmanın belirli bir yolunu– ima eden “Gelenekselcilik” olarak adlandırıldı. Evola hareket içinde önemli bir ses haline geldi, fakat Guénon’un aksine onun Aryan-Germenler ve Romalılardan oluşan gelecekteki ruhani elit vizyonu büyük ölçüde Nietzsche’nin Übermensch idealine borçluydu.

Evola, insanlık içindeki hiyerarşinin kozmosun düzeninin bir parçası olduğuna inanıyordu. Bu hiyerarşi fiziksel, ırksal ve toplumsal biçimler alır, fakat kökleri ruhani alemde yatar. Bazıları –kendisi de dahil olmak üzere– ruhani bir elitin içinde doğar ve bilgelikte ilerlemek ve Mutlak’a daha da yaklaşmak için çeşitli zorlu ruhani ve fiziksel disiplinleri kullanmalıdır.

Evola’ya göre Avrupa’nın son yüzyıllardaki trajedisi, bu kozmik hiyerarşinin sürekli olarak altının oyulmasıydı. İktidar, aristokrasiden burjuvaziye ve son olarak da demokratik imtiyazın genişletilmesi yoluyla kitlelere, giderek daha düşük seviyelere geçmişti. Bundan büyük ölçüde Hıristiyanlığı sorumlu tutuyordu. İmparatorluk Roma’sı, gerçek kozmik düzenin Hıristiyanlıktan çok daha yakın bir yansımasıydı. Evola’nın “proleter maneviyatı” olarak adlandırdığı Hıristiyanlığın yükselişi, parçalanma ve düzensizlik güçleri için bir zafere işaret ediyordu. Evola, bunu Hinduların kozmik zaman döngüsünün en alt noktasında –Kali Yuga ya da Karanlık Çağ– yaşadığımız fikrinde o kadar iyi ifade edildiğini bulmuştur ki, bu terimi belki de en iyi bilinen eserinin başlığına dahil etmiştir: Modern Dünyaya Karşı İsyan: Kali Yuga’da Siyaset, Din ve Toplumsal Düzen (1934).

Evola’nın radikal elitizmi Budizm’den aldığı ilhamı şekillendirmiştir. Batılı yazarlar 19. yüzyılın sonlarından itibaren tarihsel Buda’yı çeşitli şekillerde Viktoryen bir centilmen, Asyalı bir Mesih, yetenekli bir psikolog ve Hindistan’ın kast sistemini reddeden öncü bir demokrat olarak tasavvur etmişlerdir. Buna karşın Evola, Buddha’nın kshatriya (savaşçı) kastının bir üyesi olarak asil kökenlerini vurgulamıştır. Evola’ya göre Buda –ya da The Doctrine of Awakening’de [Uyanış Öğretisi] (1943) ondan bahsettiği şekliyle “Prens Siddhattha”– aydınlanmasına yol açan çileciliğe girişmek için gereken gücü bu soylu doğumdan almıştır.

Buda’nın başarıları Evola için aynı zamanda bir “kan ve ruh” meselesiydi. Budizm’i bir Aryan doktrini, Platon ve Romalı Stoacılar gibi öne çıkan figürlerin yer aldığı “kadim Aryo-Akdeniz dünyasının” dehasının bir ifadesi olarak görüyordu. Zen’e de büyük hayranlık duyuyordu. Evola’ya göre burada ciddi bireysel çaba, usta-çırak etkileşimi ve Japonya’nın “savaşçı soyluluğu” ile güçlü bağlarla karakterize edilen bir yol vardı. Samuraylar uzun yüzyıllar boyunca güçlerini aktarabilmiş ve değerlerini bütün bir halka aşılayabilmişlerdi. Ne yazık ki Zen, aralarında D.T. Suzuki’nin de bulunduğu ve onu modern Batı düşüncesi ve kaygılarıyla ilişkilendirmeye çok hevesli olan öğretmenler tarafından Batıya tanıtılmıştı. Evola’ya göre sonuç, ruhani gerçekler yerine psikolojiyle –aşkınlık ve Mutlak Birey’in uyanışı yerine kişisel gelişimle– ve aydınlanmanın herkes için mevcut olduğu şeklindeki yanlış yönlendirilmiş eşitlikçi fikirle ilgilenmek olmuştur.

Nihayetinde Evola ne İtalya’nın Faşistlerine ne de Almanya’nın Nazilerine Gelenekselci projeyi kabul ettirebildi, çünkü Gelenekselcilik içindeki derin elitizm onu popülist aşırı milliyetçilik için uygunsuz bir ortak haline getiriyordu. Ne var ki savaş sonrası dünyada etkili olmaya devam etti. 1949-50 yıllarında İtalyan neo-faşistlerin, bazıları Evola ile bağlantılı olan bir dizi bombalama girişiminin ardından tutuklandı ve Faşizmi yüceltmek ve Faşist Parti’nin yeniden canlanmasını teşvik etmekle suçlandı. 1951’deki duruşmasında Evola, Mussolini’nin Faşist Partisi ile herhangi bir bağlantısı olduğunu reddetti (hiçbir zaman bu partiye katılmamıştı), fakat faşizmi demokrasiye karşı olmak şeklinde tanımlayanların Dante Alighieri’yi de kınayacağını ve Evola’nın kendisinin de bir “süperfaşist” olarak görülebileceğini söyledi.

Evola beraat etti, ancak İtalya’daki neo-faşistlerin birçoğu Evola’nın yazılarını överken ve Evola’yı Roma’daki evinde ziyaret ederken, Evola’nın fikirlerinden esinlenen terör saldırılarında sorumluluğu olup olmadığı konusunda sorular devam etti. Bu sorular özellikle İtalya’nın “Kurşun Yılları” sırasında ve sonrasında gündeme geldi: 1969’dan 1988’e kadar süren bu dönemde Sol ve Sağ’daki aşırılık yanlıları binlerce saldırı düzenledi ve 400’den fazla kişiyi öldürdü.

Evola’nın eserlerinin satışları 2010’ların ortalarında Donald Trump’ın baş stratejisti Steve Bannon’ın hayranı olduğunu açıklamasıyla artış gösterdi. Evola’nın Bannon’ın Yahudi-Hıristiyan değerleri ve serbest piyasa savunuculuğuna ayıracak pek vakti olmazdı. Fakat Evola’nın kalıcı cazibesinin bir kısmı, moderniteye karşı ortaya koyduğu büyük ambalajlı davada yatıyor gibi görünüyor: şu anda yanlış insanlar yönetimde ve doğru insanlar sadece tarihe değil, ırksal-biyolojik, ahlaki ve hatta kozmik düzenin bir kombinasyonuna sahipler. Algoritma güdümlü öfke çağındaki sempatik okuyucular –haklı, edimsel ya da ikisinin bir kombinasyonu– Evola’nın açık sözlü özgüveninden ve şovenizminden yararlanabilir ve ayrıntıları seçebilirler. Çağdaş hayranları arasında Macaristan’ın Jobbik’i ve Yunanistan’ın Altın Şafak’ı gibi Sağ ve aşırı Sağ Avrupa siyasi partileri bulunuyor. Ayrıca Evola’nın, etkili Bronz Çağı Manifestosu’nun (2018) yazarı Bronze Age Pervert gibi yazarlar üzerinde de etkili olduğu görülüyor.

Bu hafta sonu yapılacak Avrupa seçimleri, Evola’nın son yıllarında beslediği neo-faşistlerle aynı demografik yapıya sahip, radikal değişim arayışındaki hoşnutsuz genç erkeklerin aşırı sağ partilere olan desteğin artmasına yardımcı olduğu yönündeki korkuların odak noktası haline geldi. Avrupa’nın sağ partileri kendi aralarında bazı konularda ayrışıyor: ekonomik özgürlükçülere karşı korumacılar, Putin yanlılarına karşı Putin karşıtları gibi. Fakat göç ve kültür savaşı konularında pek çok ortak noktaları ve Evola’nın gelenek, ırk, modernitenin yarattığı toplumsal çöküş tehdidi ve siyasetin teknokratik bir tamirat değil, büyük bir kurtuluş projesi olduğu yönündeki düşüncelerinden alabilecekleri pek çok şey var – bir ülkeyi ya da bir bütün olarak Avrupa’yı “kurtarma” ihtiyacının artık siyasi retorikte ne kadar sık dile getirildiğine tanık olun.

Asya’nın modern Batı üzerindeki etkisinin daha yumuşak, daha çekinik tarafının hayranları bu noktada çok rahat olmamalıdır. Asya’ya özgü fikir ve uygulamaların Evola için cazibesi, birçok açıdan Beat, hippiler ve daha genel olarak farkındalık, yoga ve sağlıklı yaşamın çağdaş uygulayıcıları için cazibesine benzemektedir. Bize söylendiğine göre bu fikirler, lekelenmiş kültürlerimizin ve hastalıklı kurumlarımızın ötesinde, gelişmiş bir görme netliği sunuyor. Kişiyi sadece daha fazla bilgi biriktirmenin ötesine taşımayı ve bunun yerine zihin, beden ve ruh olarak dönüştürmeyi vaat ediyorlar. Yoganın sizi bir faşiste dönüştürme riski taşıdığını söylemek biraz abartılı olur. Fakat sağlıklı yaşamın sosyal medyada nasıl göründüğüne bir bakın –gücü, esnekliği, odaklanmayı, canlılığı, metanetli sakinliği ve üstünlük duygusunu yüceltiyor– ve birdenbire burada da 20. yüzyılın karanlık tarafları o kadar da uzak görünmüyor.

DÜNYA BASINI

FP: Büyük hesaplaşma kapıda

Yayınlanma

Yazar

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?

Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.

David E. Rosenberg / FP

Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.

Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.

İsrail’de hükümet-yargı kavgası yeniden alevlendi

Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.

Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.

Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.

Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.

Netanyahu hükümeti, Başsavcı’nın azil sürecini başlattı

Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.

Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.

Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.

Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.

İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”

Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.

Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.

Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.

Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması

Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.

Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.

Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.

Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.

Netanyahu’nun sözcüsünün maaşını Katar ödemiş

Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.

Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.

Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.

Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.

Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.

On binlerce İsrailli Netanyahu hükümetine karşı yürüyor

Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.

Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.

Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.

Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.

Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.

Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor

Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.

Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.

Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.

Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.

Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.

Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı

Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.

“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.

Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.

Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti

Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.

Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.

Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.

‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.

Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.

Yazıda şunlar söyleniyor:

“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”

Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.

‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’

Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.

AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.

Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.

Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.

Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.

Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.

Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.

Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.

Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor

Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.

Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.

Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.

Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor. 

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.

Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı

The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.

The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.

Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.

Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.

El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.

Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.

Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.

Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.

Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English