Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Kamala Harris komünist mi?  

Yayınlanma

Çağla Üren

Trump’ın ve Harris’in ekonomi politikaları Amerikalılar için ne öngörüyor ve ne vaat ediyor?

Kasım ayında yapılacak ABD Başkanlık Seçimleri öncesinde Donald Trump’ın suikast girişimine uğramasının ardından gerilim yükselirken adaylar arasındaki atışmalar da yeni bir boyuta taşındı.

Son olarak Trump’ın, ekonomi planını açıklayan Kamala Harris’e “komünist” demesi hem Demokrat Parti içinde hem de küresel sol kamuoyunda bir tartışmanın fitilini ateşledi.

Cumhuriyetçiler Harris’in komünist olduğunu savunurken, Demokrat Parti’nin daha radikal üyeleri Harris’in sosyalist olmadığını, bu yüzden Bernie Sanders’ı desteklediklerini dile getiriyor.

Bu arada uzmanlar da Harris’in ekonomi planını masaya yatırıyor ve Demokrat adayın gerçekten komünist olup olmadığı tartışmasına dahil oluyor.

Peki Harris gerçekten de komünist mi veya açıkladığı ekonomi planı sosyalist bir politika mı?

Tarafların ekonomi planlarına bakış

Adaylar sıklıkla ekonomi politikalarına odaklanan konuşmalar yapıyor. Bu konuşmalardan yola çıkarak iki adayın ekonomi planlarının bir karşılaştırmasını yaparak başlayabiliriz. Ancak adayların seçilmeleri durumunda uygulayacaklarını söyledikleri bu planların Kongre onayı gerektireceğini de not etmek gerek.

  1. Bahşişler üzerindeki federal vergiler

Aslında hem Trump’ın hem de Harris’in kampanyası popülist bir eğilimi yansıtıyor. Örneğin iki aday da bahşişler üzerindeki federal vergilerin kaldırılması çağrısında bulundu. Trump fikri ilk açıklayan olduğu için rakibini kendisini taklit etmekle suçluyor. Hatta öneri, Trump’ın kampanya mitinglerindeki en sevdiği vaatlerden biri haline gelmiş durumda. Trump fikri ilk olarak haziran ayında, birçok konaklama ve hizmet çalışanının yaşadığı Nevada, Las Vegas’ta ortaya atmıştı.

Yale Üniversitesi’ndeki Bütçe Laboratuvarı’na göre, ABD’de 2023’te yaklaşık 4 milyon kişi bahşişli işlerde çalıştı, bu da tüm istihdamın yaklaşık yüzde 2,5’ine denk geliyor. Ancak bu iş kolundakilerin üçte birinden fazlası federal gelir vergisi borcunu ödeyemeyecek kadar az kazanıyor.

Trump hem federal gelir hem de bordro vergilerinin kaldırılması sözünü verirken, Harris sadece federal gelir vergileri üzerinde duruyor.

  1. Sosyal güvenlik yardımları üzerindeki vergiler

Trump ayrıca bir diğer etkili oy bloğuna, yani yaşlı vatandaşlara vergi indirimi teklif ediyor. Geçen ay Sosyal Güvenlik yardımlarındaki vergileri kaldırmak istediğini şu sözlerle duyurdu.

“Enflasyondan muzdarip sabit gelirli yaşlılara yardım etmek için Sosyal Güvenlik’e vergi uygulanmayacak. Bunu durduracağız.”

Öte yandan bir komite analizi, verginin kaldırılmasının federal açığı 2035’e kadar 1,6 trilyon ila 1,8 trilyon dolar artıracağını gösteriyor. Sosyal Güvenlik ve sosyal sağlık kurumu Medicare’in fonları daha erken tükenirse ve yardımlar kesilmek zorunda kalırsa birçok yaşlı sonunda zarar görebilir.

  1. Gümrük vergileri

Bunun yanı sıra Trump, Beyaz Saray’a dönerse daha fazla gümrük vergisi getireceğini söylüyor. Harris ise ticaret planlarından özel olarak bahsetmedi. Ancak Joe Biden-Harris yönetimi Trump dönemindeki gümrük tarifelerinin çoğunu devam ettirmiş ve hatta bazılarını artırmıştı.

Trump, tüm ülkelerden yapılan tüm ithalatlara en az yüzde 10’luk bir tarife, tüm Çin ithalatlarına da yüzde 60’ın üzerinde bir tarife eklenmesini istediğini dile getiriyor.

Eski başkan, yeni gümrük vergilerinin ülke içindeki işleri canlandıracağını ve geliri artıracağını iddia etse de ekonomistler bu gümrük vergilerinin tipik bir orta gelirli haneye yılda 1.700 dolara mal olabileceğini belirtiyor. Nitekim gümrük vergileri yabancı ülkeler tarafından değil, ABD ithalatçıları tarafından ödeniyor.

Amerikalılar Trump’ın yönetimi sırasında ithal güneş panelleri, çelik ve alüminyum ile Çin mallarına uyguladığı gümrük vergileri nedeniyle bugüne kadar 242 milyar dolardan fazla ödeme yaptı.

Mart ayında Trump, bir dönem daha kazanırsa ABD dışında üretilen tüm arabalara yüzde 100 yeni bir gümrük vergisi koyacağını söylemişti.

Mayıs ayında, Biden-Harris yönetimi de iki yıl içinde çelik ve alüminyum, yarı iletkenler ve elektrikli araçlar dahil olmak üzere belirli Çin malı ürünlere gümrük vergilerini artırma planını uygulamaya koymuştu.

  1. Vergi kesintileri

Eski başkan Trump, ana hedeflerinden birinin, ilk döneminin en önemli başarılarından biri olan 2017 Vergi Kesintileri ve İş Yasası’ndaki kapsamlı vergi kesintilerini genişletmek olduğunu da söylüyor. Zira halihazırda var olan bireysel gelir ve miras vergisi indirimleri gelecek yılın sonunda sona eriyor.

Trump konuyla ilgili bir konuşmasında, “Çalışanlara ve ailelere ekonomik rahatlama sağlamak için ek vergi kesintileri yapacağız ve bunları kalıcı hale getireceğiz” dedi.

Harris ise Biden’ın yılda 400 bin doların altında kazanan hiç kimseden vergi almama sözünü sürdüreceğini dile getiriyor. Trump’ın vergi kesintisi sözünü de eleştiren Harris, bir konuşmasında şu ifadeleri kullandı:

“Donald Trump milyarderler ve büyük şirketler için mücadele ediyor. Ben de çalışan ve orta sınıf Amerikalılara için mücadele edeceğim.”

Harris’in planı 100 milyondan fazla Amerikalıya vergi indirimi sağlamak.

  1. Orta sınıf için vergi kredileri

Bunun yanı sıra Harris, çocuk bakımıyla ilgili vergi kredisini 2 bin dolardan 3 bin 600 dolara çıkarmayı ve bunu kalıcı hale getirmeyi talep edecek. Bu alandaki önceki iyileştirme 2021’de yürürlüğe girmişti. Ancak Biden maliyetler nedeniyle bunun süresini uzatamamıştı.

Harris’in planı ayrıca, yaşamlarının ilk yılında çocuk sahibi olan orta sınıf ve düşük gelirli aileler için 6 bin dolara varan yeni bir çocuk vergi kredisi eklemeyi öngörüyor.

Ayrıca 2025 sonunda sona ermesi planlanan ve daha cömert bir paket olan Uygun Fiyatlı Bakım Yasası prim sübvansiyonlarının uzatılmasını talep ediyor.

Öte yandan Harris epey maliyetli olacağı düşünülen bu planların ne kadar süreyle yürürlükte kalacağını açıklamadı.

  1. Konut krizi

Harris, ülkenin uygun fiyatlı konut eksikliğini gidermek için de bir plan duyurdu. Planın bir kısmı Biden’ın daha önce açıkladığı tekliflere dayanıyor.

Başkan yardımcısı, ilk kez ev sahibi olacaklar için 25 bin dolara kadar peşinat desteği sağlamayı vaat ediyor. Bu kesim için 10 bin dolarlık bir vergi kredisi de sağlanacak.

Harris ayrıca 3 milyon yeni konut birimi inşa edilmesini istiyor. İnşaatı teşvik etmek için de ilk kez ev sahibi olacaklara satılan ​​evler yapan inşaatçılara ilk vergi teşvikini verecek. Buna ek olarak, Harris, Biden yönetimi tarafından daha önce duyurulan fonun iki katı büyüklüğünde, 40 milyar dolarlık yeni bir inovasyon fonu oluşturmak istiyor.

Harris’in ABD’de kira maliyetlerini düşürmeyi amaçlayan teklifleri de var. Birincisi, ev sahiplerinin kiraları belirlemek için algoritma odaklı fiyat belirleme araçlarını kullanması engellenecek. İkincisi, vergi avantajlarını kaldırarak zengin yatırımcıları mülk satın almaktan ve kiraları toplu olarak artırmaktan caydırma hedefinde.

Trump ise konut açığını hafifletmek için federal arazilerin kullanılmasından bahsediyor. Bir basın toplantısında, “Konut inşaatı için federal arazileri açacağız” ifadelerini kullandı.

Harris de federal arazilerin açılması gerekliliğinden söz etmişti.

Bunun yanı sıra Cumhuriyetçi Ulusal Komite platformu, partinin ilk kez ev sahibi olacaklar için vergi teşvikleri ve destek sağlayacağını ve enflasyonu düşürerek ipotek oranlarını da azaltacağını söylüyor.

  1. İlaç maliyetleri

Son olarak Harris, reçeteli ilaç maliyetlerini azaltma çabalarına dayanan bir plan da duyurdu.

Buna göre insülin için mevcut cepten ödeme üst sınırının (aylık 35 dolar) ve reçeteli ilaçlar için yıllık 2 bin dolarlık cepten ödeme üst sınırının genişletilmesi öngörülüyor.

Harris ayrıca, milyonlarca kişinin tıbbi borçlarını iptal etmek istiyor. 

Dananın kuyruğunun koptuğu yer: Fiyat kontrolleri 

Hem Harris hem de Trump, Amerikalılar için bakkaliye ve diğer günlük ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını ele almaya odaklanıyor.

Trump Oval Ofis’e döndüğü ilk gün, tüm kurum başkanlarına ve kabine sekreterlerine “enflasyonu yenmek ve tüketici fiyatlarını hızla düşürmek için emrindeki her aracı ve yetkiyi kullanmaları” talimatını vereceğini söylüyor. Ayrıca petrol ve gaz üretimini artırarak fiyatları düşüreceğini birçok kez dile getirdi.

Harris ise şirketleri hedef alan ve market fiyatlarını düşürmeyi amaçlayan federal bir “fiyat sömürüsü yasağı” çağrısında bulundu. Bu çağrı uyarınca Federal Ticaret Komisyonu’nun, fahiş fiyatlar belirleyen şirketlere ağır cezalar getirmesi talep ediliyor.

Bazı şirketlerin krizleri fırsat bilerek fiyatlarını artırdığını ileri süren Harris, “Çoğu işletme iş yaratıyor, ekonomimize katkıda bulunuyor ve kurallara göre oynuyor, ancak bazıları yapmıyor. Ve bu doğru değil” diyerek fiyatların sabit tutulması konusunda kararlı olduğunu vurguladı.

Trump’ın Harris’i “komünist” diye nitelemesinin arkasında da bu fiyat kontrolü planı var. Cumhuriyetçi başkan adayı, “Yoldaş Kamala” diye tanımladığı Harris’in bu planını Venezuela ve Sovyetler Birliği’nde uygulanan politikalara benzettti:

“Ülkemizi mahvetmek istiyor. Yoldaş Kamala, felaket düzeyinde bir enflasyona neden olduktan sonra sosyalist fiyat kontrolleri uygulamak istediğini duyurdu. Bu komünisttir; bu Marksisttir; bu faşisttir.”

Nixon da aynı planı uygulamıştı

Cumhuriyetçiler, Harris ve aday arkadaşı Tim Waltz için “komünist” nitelemesini son dönemde giderek daha sık kullanıyor.

Harris’in ekonomi planı çoğu ekonomist tarafından “sosyal demokrat bir anlayış” olarak değerlendirilse de uzmanlar fiyat kontrollerinin tek başına sosyalist bir uygulama olmadığını vurguluyor.

Nitekim söz konusu plan, Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon tarafından 1970’lerde de uygulanmıştı.

Öyle ki Harris’in fiyat kontrolü vaatlerine karşı çıkanlar, gerekçe olarak Nixon’ın politikasının başarısızlıkla sonuçlanmasını öne sürüyor. Nixon’ın ücret ve fiyat kontrollerinin durgun enflasyon dönemine katkıda bulunduğunu savunuyorlar.

Örneğin Antitrust Education Project (Tekel Karşıtı Eğitim Projesi) başkanı Robert Bork Jr., “Harris’in kumarı, tıpkı Nixon’ın ücret ve fiyat kontrolleri gibi siyasi açıdan popüler olabilir ama ekonomik etkileri hepimizin acı çekmesine neden olacak” diyor.

Nobel ödüllü ekonomist: Harris komünist değil

Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman, Trump’ın Harris’e “komünist” diyerek “umutsuz bir siyasi hamle yaptığını” savunuyor.

Krugman, Eski Başkan Ronald Reagan’ın, Amrikalıları “Medicare” gibi sosyal sağlık programlarının özgürlüklerini kaybetmelerine yol açacağına inandırmak için “komünist avı” stratejilerini canlandırdığını hatırlatarak Trump’ın taktiğini bu sürece benzetiyor.

New York Times’ta yazdığı makalede ekonomist, şöyle ekliyor:

“Cumhuriyetçiler, seçmenleri, eski bir savcı olan ılımlı merkez sol bir Demokratın, sırf siyah bir kadın olduğu için komünist olduğuna ikna edebileceğine inanıyor.”

“Keşke bu doğru olsaydı”

Yorumcu ve yazar Ben Burgis ise Demokrat Parti’nin öne çıkan bir diğer ismi Sanders’ın Harris’ten daha radikal bir çizgide olduğunu savunarak, “Trump, Kamala Harris’in radikal bir Marksist olduğuna inanmanızı istiyor. Keşke bu doğru olsaydı” ifadelerini kullanıyor.

CNBC‘de kaleme aldığı yazıda Burgis, Harris’in sosyal politika vaatlerinin halihazırda Avrupalı ülkelerde yürürlükte olan uygulamaları andırdığını savunuyor:

“Harris ve Walz gerçekten o ‘yoldaş’ etiketini kazanmak istiyorsa, ABD’yi diğer Batılı demokrasilerle aynı çizgiye getirmeye yönelik önerilerin ötesine geçmeli ve çok daha radikal terimlerle düşünmeye başlamalılar.”

Burgis ayrıca Harris ve kampanya ekibinin Filistin politikasını da sert eleştiriyor:

“Protestocular Harris’in İsrail’e silah göndermeyi bırakmayı taahhüt etmesini talep ediyor ama ulusal güvenlik danışmanı, İsrail’in İran ve İran destekli gruplara karşı kendini savunabilmesini her zaman sağlayacağını söylüyor.”

Harris iş garantisi talebini reddetmişti

Yazar ayrıca, Harris’in daha önce iş ve ulusal sağlık hizmeti garantisi gibi talepleri reddettiğini hatırlatıyor. Gerçekten de temmuz ayı sonunda Harris’in kampanyasından gelen açıklamada 2019’daki “Yeşil Yeni Düzen” kararının bir parçası olan federal iş garantisini artık desteklemedikleri belirtilmişti.

ABD’de petrol, gaz ve kömür gibi endüstrilerdeki birçok işçi, yeşil enerji kaynaklarına geçiş sürecinde mesleklerinin ortadan kalkacağından endişe ediyor. Bahsi geçen ve o dönemde Harris’in de desteklediği Yeşil Yeni Düzen kararı ise isteyen her Amerikalıya “aile geçindirebilecek ücrete sahip bir iş garanti etmeyi” vaat ediyordu.

Burgis, konuyla ilgili şu ifadelerini kullanıyor:

“Eminim Harris’in İsrail’e desteği, koalisyonundaki ulusal güvenlik şahinlerini memnun ediyordur. Tıpkı ulusal sağlık hizmetini ve iş garantisini reddetmesinin bağışçı sınıfını (zengin ve yüksek eğitimli küçük bir grubu tanımlamak için kullanılan bir terim) memnun etmesi gibi. O zaman ‘pembe saçlı Marksistlerden’ veya hatta Bernie tarzı sosyal demokratlardan coşkulu ‘tezahürat’ beklemesinler.”

GÖRÜŞ

Jammu ve Keşmir kritik dönüm noktasında

Yayınlanma

5 Ağustos 2019’da Hindistan hükümeti yaklaşık 70 yıldır devam eden statükoyu devirerek Hindistan Anayasası’nın 370. maddesini bir başbakanlık emri ile feshetti. Eski Jammu ve Keşmir prenslik devletine, kendi anayasası ve içişlerinde özerkliği olan özel bir statü verilmişti. 370. maddeyi kaldırırken aynı zamanda Hindistan Parlamentosu, Jammu ve Keşmir’i iki birlik bölgesine yeniden düzenleyen bir yasa tasarısını kabul etti: Jammu ve Keşmir ve Ladakh. Hindistan’ın birlik devletlerinin aksine, birlik bölgeleri federal tarzda yönetilir. Özünde, Yeni Delhi bölge üzerinde kontrol sağlamak için kararlı bir şekilde hareket etmişti. Başka anlatımla Yeni Delhi, Jammu ve Keşmir’in Hindistan ile ilişkisindeki belirsizliği sonlandırarak, iç statüsünün açık uçlu ve müzakere edilebilir olduğu fikrine son verdi; bu arada Hindistan’ın Batı ile büyüyen ortaklıkları, Pakistan ve Çin’in Keşmir sorununu uluslararasılaştırma çabalarını köreltmeye yardımcı oldu. Ancak son parlamento seçimleri Delhi için Keşmir’de önemli siyasi kazanımlar gösterirken aynı zamanda ayrılıkçı duyguların devam ettiğini de gösterdi.

5 Ağustos 2019’da Başbakan Narendra Modi yönetimindeki Hindistan hükümetinin, Birliğin eski Jammu ve Keşmir devletine bir miktar özerklik sağlayan 370. maddenin ve devlette ikamet eden sakinlere özel mülkiyet hakları veren 35a fıkrasının yürürlükten kaldırdığını söylemiştik. O zamandan bu yana bölge gerginliğini sürdürüyor; Yeni Delhi tarafından atanan bir yönetici tarafından yönetiliyor ve demokratik kimliği olmayan bürokratlar tarafından idare ediliyor.

Jammu ve Keşmir’de son meclis seçimi 2014’te yapılmış ve ardından Modi’nin Bharatiya Janata Partisi (BJP) ilk kez Jammu ve Keşmir Halkın Demokratik Partisi ile koalisyon halinde bölgeyi yönetmişti. 2018’de BJP hükümete desteğini çekmiş ve ardından meclis feshedilmişti. Bir yıl sonra Yeni Delhi’nin aylarca süren yoğun güvenlik ve iletişim kısıtlamaları altında devlet statüsünü kaldırarak bölgeyi ikiye bölmesinin ardından, Aralık 2023’te Hindistan Yüksek Mahkemesi, hükümetin Jammu ve Keşmir’in özerkliğini ve devlet statüsünü iptal etme kararını onayarak, yerel seçimlerin 30 Eylül 2024’e kadar yapılması gerektiğine hükmetmişti.

Nihayet on yıl aradan sonra Hindistan Seçim Komisyonu geçen ay Jammu ve Keşmir’de 18 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında üç aşamalı meclis seçimleri yapılacağını duyurdu. 2019’da eski Jammu ve Keşmir devletinden ayrılan Ladakh hariç 90 seçim bölgesinde yapılacak oylama, hükümetin herhangi bir şiddet olayını önlemek için on binlerce asker konuşlandırmasına olanak tanıyan kademeli bir süreç ile gerçekleşecek ve sayımlar 4 Ekim’de yapılacak. Eski devlet meclisi, dördü Ladakh’tan olmak üzere 87 üyeye sahipti. 2022’de Hindistan hükümeti meclis seçim bölgelerini yeniden düzenlemiş ve Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu’ya dört, ezici çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Keşmir Vadisi’ne üç sandalye eklemişti.

Bu seçimler ile yerel yönetim belirlenecek, ancak gerçek yasama yetkisi Yeni Delhi’de kalacak; seçimlere katılan Hindistan yanlısı partiler arasından bölgenin en üst düzey yetkilisi olarak görev yapacak bir başbakan ve bakanlar kurulundan oluşan bir yerel hükümet seçilecek. Ancak geçmişin aksine, yerel meclis eğitim ve kültür üzerinde yalnızca nominal bir kontrol ile neredeyse hiçbir yasama yetkisine sahip olmayacak. Bölge için yasama kanunları Hindistan Parlamentosu’nda olmaya devam edecek, politika kararları başkentte alınacak. Birlik yönetiminin yakın zamanda vali yardımcısına polis, memurların atanması ve nakilleri, kovuşturma izni ve hatta mali işler gibi temel yetkiler vermesi ile seçilmiş yönetim yalnızca sınırlı yetkiye sahip olacak. Jammu ve Keşmir Yeniden Düzenleme Yasası’nın 55. Bölümü kapsamındaki yeni kurallar, vali yardımcısı kararlarının bakanlar kurulu tarafından incelenemeyeceğini belirtiyor. Temsilcisi tüm Kabine toplantılarına katılacak, hatta bakanların programları ve toplantı gündemleri dahi en az iki gün önce ofisine sunulmak zorunda kalacak.

Yani Jammu ve Keşmir halkı Delhi halkı gibi bir yönetim için oy kullanma hakkına sahip olacak, ancak seçtikleri yönetim tarafından tam olarak yönetilmeyecekler. Valilik vasfı taşıyan bu yeni kuralların anayasal olarak geçerli olup olmadıkları tartışmalı. Vali yardımcısı ile seçilmiş yönetimin olası sürtüşme kaynakları arasında sakinleri yabancılaştıran güvenlik stratejileri, insan hakları ve mevzuatın kötüye kullanılması, tartışmalı arazi edinimi ve ekonomik kalkınma politikaları ve medyanın bağımsızlığı sayılabilir. Ancak vali yardımcısı arka planda kalarak seçilmiş yönetim için işleri kolaylaştırır ve gerektiğinde de Birlik içişleri bakanlığına karşı seçilmiş yönetime destek çıkarsa, Jammu ve Keşmir’de işler yoluna girebilir.

Yerel siyasetçiler, yasama yetkilerinin tamamının yerel meclise geri verilebilmesi için devlet statüsünün en kısa sürede geri verilmesini talep ediyor. Halkın Demokratik Parti sözcüsü Mohit Bhan, bu demokrasi değil, bu ancak alay edilecek bir şey; yararsız, boş bir çaba diye tepkisini göstererek, bölgenin bir zamanlar özel statüye sahip güçlü bir devlet statüsü varken belediyeye indirgendiğini ve ilk adımın tam devlet statüsünü geri getirmek olması gerektiğini yazdı.

Hindistan’ın tartışmalı bölge üzerindeki egemenliğine meydan okuyan Keşmirli Müslüman ayrılıkçı liderlerce geçmişte oylamanın boykot edilmesi çağrısında bulunulsa ve bunu askeri işgal altında gayrımeşru bir uygulama olarak nitelense de 2024 genel seçimlerinde Jammu ve Keşmir’den 35 yılın en yüksek seçmen katılımı kayıtlara geçtiği gibi bu bölgenin eylülde yapılacak meclis seçimlerinde de oldukça yüksek bir seçmen katılımı beklentisi var. Bu arada Hindistanlı yetkililer, bölgedeki şiddetin 2019’dan bu yana önemli ölçüde azaldığını, ancak son aylarda Hinduların çoğunlukta olduğu Jammu bölgesinin bazı bölgelerinde hükümet güçlerine yönelik militan saldırılarında keskin bir artış olduğunu söylüyor.

Peki, 2019’dan Bu Yana Neler Değişti?

Başbakan Narendra Modi, 370. maddenin kaldırıldığını duyurmasından üç gün sonraki ulusa seslenişinde hükümetinin kararını gerekçelendirerek, “370. madde ve 35a, Jammu ve Keşmir’e büyük ölçekte ayrılıkçılık, terörizm, kayırmacılık ve yolsuzluktan başka bir şey vermedi” demişti. Hindu milliyetçileri uzun zamandır bu anayasal hükmün, Jammu ve Keşmir’in Hindistan Birliği’nin tam entegre bir parçası olmasını engellediğini, ayrılıkçı özlemleri canlı tuttuğunu, militanlığı ve terörizmi körüklediğini savunuyorlarken hükmün yürürlükten kaldırılması Hindu milliyetçisi BJP’nin temel gündem maddelerinden biriydi.

Jammu ve Keşmir’in özerkliğini kaldırma kararı Jammu ve Keşmir bölgelerinde farklı tepkiler doğurmuştu. Keşmir Vadisi’nde, Yeni Delhi’nin tek taraflı kararına karşı çıkmasıyla protestolar patlak verirken hükümet, kararın açıklanmasından önceki günlerde Keşmir’in onlarca siyasi liderini ev hapsine almış, takip eden aylarda binlerce siyasi aktivist ve gazeteci tutuklanmış, internet aylarca kapatılmış ve kamusal toplantılar yasaklanmıştı. BJP’nin 370. maddeyi iptal etme misyonunu destekleyen Jammu’da ise kutlamalar hüküm sürüyordu: Keşmir siyasi elitleri tarafından ayrımcılığa uğradığını hisseden Jammulular bunu Jammu ve Keşmir bölgeleri arasındaki güç dengesizliğinin düzeltilmesi yolunda bir adım olarak gördüler.

Modi hükümetine göre bu karar sayesinde Hindistan’ın tamamen ayrılmaz bir parçası olarak Hindistan yasaları ve kuralları Jammu ve Keşmir’e uygulanacak ve yönetimi iyileşecekti; güvenliğin iyileştirilmesi ve Keşmirli olmayanların Jammu ve Keşmir’de arazi sahibi olabilmesiyle yatırımlar artacak, ekonomi canlanacak ve iş fırsatları açılacaktı. Ancak özerkliğin feshedilmesinden beş yıl sonrasına, bugüne baktığımızda, iyileşme anlamında minimal bir değişim görülüyor. Hükümetin 370. maddeyi iptal etme ve bölgeyi yeniden düzenleme kararının başlıca nedeni olarak gösterdiği güvenlik önemli ölçüde iyileşmedi; ancak sivil toplum, bağımsız medya ve yerel ekonomi baskı altında kaldı.

Güvenlik durumuyla ilgili olarak, bölge kaynaklarınca, Keşmir Vadisi’ndeki militan saldırılarında düşüş yaşandığı söylenirken 2000’li yılların başında militanlıktan arındırılmış ilan edilen Jammu bölgesindeki saldırılarda artışın olduğu ifade ediliyor; güvenlik güçlerinin odağını Keşmir Vadisi’ndeki militanlar üzerine yoğunlaştırdıkça, militanların odak noktasının Keşmir’den kolaylıkla dağlık ve sık ormanlık coğrafi araziye sahip Jammu’ya kaydığı belirtiliyor. Dolayısıyla buradan, hükümetin tezine göre Keşmir’deki militan saldırılar azalmış olsa da militanlığın genişlediği, hatta Jammu bölgesine doğru yayıldığı sonucu ortaya çıkıyor. Dahası, terörle mücadele yasası Yasadışı Faaliyetler (Önleme) Yasası ve devlete bir kişiyi yargılamadan iki yıl boyunca tutuklama yetkisi veren önleyici gözaltı yasası Kamu Güvenliği Yasası kapsamında, Hindistan devletinin son beş yıldır Keşmirlilerin hakları konusunda sert davrandığına dikkat çekiliyor.

Ekonomik ve kalkınma bağlamında değerlendirdiğimizde, çok sayıda duyurulan plan-projelere karşın sahada pek bir uygulamanın olmadığı, yalnızca minimal çapta üstgeçit ve yol güzelleştirme çalışmalarının yapıldığı görülürken benzer şekilde işsizliğe karşı da pek bir hareketliliğin olmadığı görülüyor ki bölgedeki işsizliğin ulusal ortalama olan yüzde 6’ya kıyasla yüzde 25 düzeylerinde olduğuna, bölgede iş bulmakta zorluk çeken 1 milyondan fazla eğitimli gence dikkat çekiliyor. Bizzat kendi kaynaklarımdan edindiğim bilgiler ise bölgenin yüksek işsizlik oranının başlıca nedeninin altyapı ve endüstriyel gelişme yoksunluğu olduğunu söylerken az sayıda iş fırsatından dolayı ne kadar eğitimli gençler olsalar da iş konusunda ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda olduklarının, istemeyerek memleketlerinden ayrılmak durumunda kaldıklarının ve ayrıca bu durumun vasıfsızlar için dahi geçerli olduğunun altını çiziyor. Ek olarak, hükümet istihdamına aşırı bağımlılığın, bununla birlikte hükümet istihdamındaki kayırmacılığın-yolsuzluğun, ve bölgenin iyileşmeye muhtaç eğitim standartlarının da işsizlikte büyük payı olduğunu söylüyorlar.

Son Sözler

Bölgenin yerel gazetecilerinin söylemlerinden hareketle Keşmir Müslümanlarının, mevcut düzenin Keşmir Müslüman kimliklerini güçsüzleştirmek amaçlı olduğunu, dışlanıp susturulduklarını hissettikleri; Jammuluların ise bekledikleri üzere Keşmir’in algılanan güçsüzleşmesinin Jammu’nun özel bir güçlenmesine dönüşmemesinden dolayı hayal kırıklığı hissettikleri belirtiliyor. 18 Eylül’de başlayacak ve 25 Eylül ile 1 Ekim olmak üzere üç aşamada -ki bu, son yirmi yıldaki en az aşamadır- Jammu ve Keşmir halkının 8 milyon 709 bin kayıtlı seçmeni Kasım 2014’ten bu yana ilk kez hükümetlerini seçmek için oy kullanacak. 2022’de getirilen değişiklikle 90 sandalyeye çıkarılan Jammu ve Keşmir meclisi için yapılacak oylamaların sayımları 4 Ekim’de yapılacak. Bunun, kararın beşinci yıldönümünde, Jammu ve Keşmir halkına kendilerini yönetme gücü vermek için atılmış küçük ve bölge halkı tarafından uzun zamandır beklenen bir ilk adım olacağı açık ancak derinleşen sorunların çözümü için, Jammu ve Keşmir halkının acılarını hafifletmek için bir ilk adım olacak mı bunu sanıyorum zaman söyleyecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

BRICS tam gaz

Yayınlanma

İlber Vasfi Sel

Geçtiğimiz günlerde BRICS ülkelerinden ve olası katılımcı ülkelerden gelen temsilcilerin hazır bulunduğu; IMBRICS Forum adı verilen bir etkinlik Rusya Federasyonu’nun Başkenti Moskova’da gerçekleştirildi. Benim de katılarak gözlemleme şansı bulduğum etkinliğe gelen yabancı katılımcılar, ilgili ülkelerin bölgesel ve yerel hükümetlerinin temsilcileriyle birlikte uluslararası girişimcilerden oluşuyordu. Forumda fikir ve deneyim alışverişinde bulunuldu ve etkili iletişim kurmalarına olanak sağlandı.

Etkinliğin ana düzenleyicisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanlık İdaresi Kremlin’di ve Moskova Şehir İdaresi de etkinliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulundu.

Forum içerisinde BRICS+ İş İletişimi Destek Fonu kapsamında 30’dan fazla ülkenin diplomatik temsilcileri ve ticari ataşeleriyle yakın işbirliği içerisinde etkinliğin hazırlanması ve düzenlenmesi sağlandı. Bu fon, aynı zamanda etkinliğin ticari programını da oluştururken; foruma katılan BRICS üyesi ülkelerin ortak heyetlerinden oluşan komisyonları ve iş misyonlarını da koordine ediyor.

Forum kapsamında:

  • Akıllı şehir, kentsel çevre, iş inşaları için şehir yapısı,
  • Sağlık, Eğitim, Enerji ve Gıda güvenliği,
  • Yapay zeka ve dijital teknolojiler,
  • Ulaşım ve lojistik,
  • Ortak yatırım ve kamu-özel sektör ortaklığı,
  • Tarım-Sanayii kompleksleri gibi konular ele alandı.

Eğitim konusu kapsamında, yaz kamplarında gençlerin ve çocukların rekreasyonunun yanı sıra ders dışı eğitimin tartışıldığı “Çocuk ve Ergen Eğitiminde Ders Dışı Eğitimin ve Uluslararası İşbirliğinin Rolü” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendi.

Bu oturumda, Rus devletinin yasama ve yürütme organlarının temsilcileri, Rus ve yabancı çocuk kamplarının başkanları ve kar amacı gütmeyen kuruluşlar katıldı. Etkinliğe özellikle Rusya Federasyonu Federal Meclisi Devlet Duması Başkan Yardımcısı Boris Çernişov, Rusya Eğitim Bakanlığı Eğitim, Ek Eğitim ve Çocuk Rekreasyonu Alanında Devlet Politikası Departmanı Müdürü Nataliya Agre, Federal Devlet Eğitim Kurumu “Artek” Müdürü Konstantin Fedorenko, Alyoşa Vakfı Başkanı Aleksey Zinoviyev, Birinci Hareket Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Sonya Pogosyan’ın yanı sıra Brezilya’dan “English Camp” Müdürü Sandra Urioste, Uluslararası Kampçılık Derneği (ICF) Başkanı Fahrettin Gözet (Türkiye), Çin Kamp Eğitimi Enstitüsü (ICE) Yönetim Kurulu Başkanı Nie Aijun da (Çin Halk Cumhuriyeti) hazır bulundu. Konuşmacılar çeşitli raporlar sundu ve söz konusu faaliyet alanını ortaklaşa organize etmek adına deneyimlerini paylaştılar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin de BRICS’e katılmak için başvuruda bulunduğu gerçeğini de göz önüne alırsak; etkinliğe katılımda bulunan Fahrettin Gözet’in “BRICS Ülkeleri Arasında İşbirliği Girişimi: Gençlik Katılımını Güçlendirme” konulu sunumu da özellikle ilgi çekiciydi.

Gözet, konuşmasında BRICS ülkeleri de dahil olmak üzere dünya çapındaki gençlik kampları arasındaki işbirliğinin güçlendirilmesine dikkat çekti ve Başkanlığını sürdürdüğü ICF’nin önemini dile getirdi. ICF’nin programlarına ve uluslararası diğer girişimcilerle birlikte küresel çapta ağın güçlendirilmesi ve kurumun kaynaklarının kullanılarak gençlere yönelik BRICS ülkeleri ve olası üye ülkeler arasındaki işbirliği fırsatlarına değindi.

Forum sonucunda Afrika, Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkeleri de dahil olmak üzere küresel çapta işbirliğinin geliştirilmesi ve ekonomik bağların genişletilmesini amaçlayan 300’den fazla anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalarla birlikte dijital platformların geliştirilmesi ve çevre konusundaki girişimlerin artırılması kararlaştırıldı.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Yayınlanma

Yazar

Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.

Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.

İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:

“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”

Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”

Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.

Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.

Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.

İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.

Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.

Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.

Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.

16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.

Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.

Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.

Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English