Bizi Takip Edin

Görüş

Khalistan, Sih ayrılıkçılığı gölgesinde Hindistan’ın Kanada tansiyonu

Avatar photo

Yayınlanma

Bugünlerde Hindistan yine Kanada ile gerilim yaşıyor. Nedeni Kanada vatandaşı olan ancak Hindistan hükümeti tarafından terörist olarak aranan Sih ayrılıkçı lider Hardeep Singh Nijjar’ın haziran ayında Kanada eyaleti İngiliz Kolumbiyası Surrey’de suikasta uğraması. Ve bugün Kanada hükümetinin bundan Hindistan hükümetini sorumlu tutması.

Hindistan’a karşı terör eylemleri düzenlemek ve Punjab’ın Jalandhar şehrinde bir Hindu rahibi öldürmek için komplo kurmakla suçlanan Nijjar, şubat ayında Hindistan’ın terör örgütü olarak tanımladığı Khalistan Kaplan Gücü’nün şefiydi.

İki ülke arasında devam eden çekişme, bir zamanlar Hindistan’ın kuzey devleti Punjab’da kalesi bulunan ve şimdi kilometrelerce uzakta Kanada’da yeniden alevlenen Khalistan ayrılıkçı hareketi yüzünden kaynaklanıyor. Khalistan hareketi, Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun 2015 federal seçimlerinde Liberal Parti’yi destekleyen birkaç Khalistan yanlısı grupla iktidara gelmesi ile yeniden gerçek bir canlanma kazandı. Kanada’nın ifade özgürlüğü ve açıklık konusundaki duruşu, hareketi daha da ileri götürdü ve Adalet için Sihler gibi grupları sözde Khalistan Referandumu için güçlendirdi.

İki ülke arasında esen soğuk rüzgâr Hindistan’ın ev sahipliğinde gerçekleşen G20 zirvesinde de Narendra Modi ile Justin Trudeau etkileşiminde de hissedilmişti. Modi, Trudeau ile resmi bir ikili toplantı yapmayı reddetmişti. Ancak ne var ki uçağının arıza yapması nedeni ile G20 sonrası Delhi’den en son ayrılan lider de Trudeau olmuştu. Daha sonra Hindistan Başbakanlık Ofisi’nden Kanada hükümetinin ayrılıkçılığı teşvik etmekle beraber Hint diplomatlara karşı şiddeti teşvik ettiğini ve dolayısıyla diplomatik binalara zarar verilmesine ve Kanada’daki Hint toplumunun ve ibadet yerlerinin tehdit edilmesine yol açtığına ilişkin Hindistan hükümetinin güçlü kaygılarını dile getiren bir bildiri yayımlanmıştı.

G20 öncesinde de iki şey olmuştu. İlk olarak Kanada Hindistan ile bu yıl imzalanması beklenen ticaret anlaşmasına ilişkin müzakereleri askıya aldı. Bu arada Kanada Hindistan’daki en önemli yatırımcılardan biri iken Hindistan Kanada’nın onuncu en büyük ticaret ortağı konumunda. G20 öncesinde yaşanan bir diğer gelişme ise Kanadalı bir yargıcın yabancıların müdahalesi iddiası ile ilgili kamu soruşturması başlatmasıydı. Ve Trudeau hükümeti Hindistan’ın eylemlerinin soruşturmanın yetkisi dâhilinde olduğunu söylemişti.

Anımsanacağı üzere Hindistan yakın zamanda Sih aşırılıkçılarının Kanada’daki varlığı nedeni ile ciddi protestolar yapmıştı. Indira Gandhi’nin suikastını gösteren tablo da böyle bir olaydı; bu yılın başında Hindistan, Kanada’nın Indira Gandhi suikastını tasvir eden bir geçit törenine izin vermesine tepki göstermiş ve bunu Sih ayrılıkçı şiddetinin yüceltilmesi olarak algılamıştı. Bu zaten ikili ilişkilerde tansiyonu yükseltmişti.

Nisan ayında ise Delhi hükümeti Punjab’da şiddeti teşvik edici Khalistan çağrılarını yeniden canlandırdığı iddiasıyla Sih ayrılıkçı vaiz Amritpal Singh’i tutuklamıştı. Sih protestocular ise öfke gösterisi olarak ülkenin Londra’daki yüksek komisyonunda Hindistan bayrağını indirmiş, binanın penceresini kırmış ve ayrıca San Francisco’daki Hindistan konsolosluğunun camlarını kırarak elçilik çalışanlarıyla da çatışmıştı. Ayrıca geçtiğimiz yıl Sih militan lideri ve Khalistan Komando Gücü’nün başkanı Paramjit Singh Panjwar Pakistan’da vurularak öldürülmüştü.

Bu arada, Hindistan hükümeti sürekli olarak Sih ayrılıkçıları ile destekçilerinin Kanada, İngiltere, ABD ve Avustralya’daki Hint diplomatik misyonlarında sık sık yaptığı gösterilerden ve vandalizmden rahatsız oluyor ve yerel yönetimlerden daha iyi güvenlik talep ediyor.

Gelgelelim bugün Kanada hükümeti Sih aktivistin öldürülmesinin ardında Hindistan hükümetinin olduğunu düşünüyor. Geçtiğimiz hafta Başbakan Trudeau Kanada Parlamentosu’nda doğrudan Hindistan’ı Khalistanlı lideri öldürmekle suçladı. Ardından Kanada hükümeti ülkedeki Hint istihbarat şefini sınır dışı etti. Şu anda Hindistan ve Kanada iki ülke arasında artan gerilim nedeniyle birbirlerinin üst düzey yabancı diplomatlarını sınır dışı ediyor. Ve Hindistan hükümeti Kanada vizelerini askıya alıyor. Dolayısıyla oldukça alışılmadık olan bu durum aynı zamanda ikili bağların mevcut durumunu da gösteriyor.

Trudeau’nun iddialarını reddeden Hindistan ise Kanada hükümetinin Khalistanlı teröristi desteklediğini düşünüyor. Modi’nin G20 Zirvesi’nde de Trudeau’ya ilettiği üzere Yeni Delhi Kanada’da aşırılıkçı unsurlar tarafından yürütülen Hindistan karşıtı faaliyetler hakkında derin kaygı duyuyor. Ayrıca aşırılık yanlısı güçlerin organize suç, uyuşturucu sendikaları ve insan kaçakçılığıyla ilişkilendirilmesinin de Kanada için kaygı konusu olması gerektiğini düşünüyor. Net olarak Kanada, Avustralya ve İngiltere gibi ülkelerden Sih aktivistlerine karşı yasal işlem başlatmalarını isteyen Yeni Delhi bu kaygılarını özellikle Sihlerin ülke nüfusunun kabaca %2’sini oluşturan Kanada ile ilgili olarak dile getiriyor.

Peki nedir bu Khalistan ve Sih ayrılıkçılığı?

Khalistan, Sih aşırılıkçıların gönüllerinde yatan bağımsız bir Sih vatanının ismi. Khalistan hareketi Hindistan’dan bağımsız bir Sih devleti kurulmasını istiyor ve kökleri Sihleri ve Hinduları bölmeye çalışan 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başındaki İngiliz sömürge politikalarına uzanıyor. Sihler o dönemlerde İngiliz yönetimine isyan eden Hindu yöneticilere karşı kullanılmak üzere çok sayıda İngiliz Ordusu’na alınmıştı.

Bu arada, Khalistan’ın önerilen sınırları farklı gruplar arasında farklılık gösteriyor. Bazıları Hindistan’ın Punjab devletinin tamamını talep ederken diğerleri Pakistan Punjab’ını ve Kuzey Hindistan’ın Chandigarh, Haryana ve Himachal Pradesh gibi diğer bölgelerini talep ediyor.

Khalistan’ın temeli gerçekte 15. yüzyılın sonlarında Hindistan’ın kuzeyindeki bir bölge olan Punjab’dan doğan Sihizm’e dayanıyor. 1600’lerin sonu ile 1700’lerin başlarında Müslüman Babür yönetimi altındaki yaşama ve Sih rahipleri arasındaki yolsuzluğa karşı Sihizm’in lideri Guru Gobind Singh dinde reform yapmış ve başlattığı khalsa (saf) geleneği Sihizmin uygulanma ve örgütlenme biçimini kökten değiştirmişti. Bu aynı zamanda Punjab’da Sih dininin yönetime yön verdiği, Sih kültürünün hâkim olduğu ve Punjab dilinin konuşulduğu bağımsız, egemen, teokratik bir Sih devleti Khalistan yaratmak temelinde politik bir vizyonu da beraberinde getirdi.

Bağımsızlık sırasında bazı Sihler bu vizyonu ayrı bir ülke oluşturarak gerçekleştirmeye çalıştı. Ancak söz konusu Sih topluluğu küçüktü; 1941 nüfus sayımında Sihler Britanya Hindistanı’ndaki Punjab devletinin %15’ini oluşturuyordu. İngilizler Punjab’ı Hindistan ve Pakistan arasında paylaştırmış ve Pakistan tarafında yaşayan Sihlerin çoğu Hindistan’a taşınmayı seçmişti.

Sihlerin Kanada’ya göçü ise 20. yüzyılın ilk on yılında başladı. Britanya Kolumbiyası’ndan geçen, gördükleri verimli topraklardan etkilenen İngiliz Ordusu’ndaki askerler ile beraber 1970’lere gelindiğinde Sihler Kanada toplumunun görünür bir kesimini oluşturuyordu.

Günümüzde hâlâ başta Kanada merkezli olmak üzere Sih ayrılıkçıları Punjab’ın anavatanları olarak safların ülkesi anlamına gelen Khalistan ismi ile bağımsızlaşmasını talep ediyor. Khalistan hareketi 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında Britanya ve Kanada gibi yerlerde artan Sih diasporalarının etkisiyle yeniden ortaya çıktı. 1980 yılında Londra’da doktor olan Jagjit Singh Chauhan kendisini Khalistan Cumhuriyeti’nin başkanı ilan etti.

Ancak bu gelişme o sıralarda Punjab politikası ile ilgilenmekte olan Hindistan hükümetini pek rahatsız etmedi. 1970’ler boyunca Hindistan’ın Punjab devleti içinde daha fazla özerklik ve Sihlerin lehine politikalar yönünde istekler yüksek sesle duyulmaya başladı. O dönemde Hindistan’ın iktidar partisi olan Kongre, bu tür taleplerin ayrılık anlamına geldiğine inanıyordu. 1980’lerde özerklik hareketi şiddete dönüştü. Bunun bir kısmı Sihlerin bağımsız Hindistan’daki köleler olduğunu iddia eden ve onlardan inancın temellerine dönmelerini isteyen aşırılıkçı vaiz Sant Jarnail Singh Bhindranwale’in artan popülaritesinden kaynaklanıyordu. Bhindranwale, Khalistan’ın bağımsızlığını istemediğini ancak teklif edilmesi durumunda reddetmeyeceğini söylemişti. Onun retoriği yaygın toplumsal şiddeti körüklemeye yardımcı oldu.

Tarihte Hindistan hükümeti ile Sih ayrılıkçıları arasındaki çatışmanın en kanlı olayı 1984’te yaşanmıştı. Bhindranwale ve bir grup destekçisi, Sihizm’in en kutsal bölgesi olan Punjab şehri Amritsar’daki Altın Tapınak’ta bir üs kurmuş ve buradan isyanı yönetmeye çalışmışlardı.

Dönemin Başbakanı Indira Gandhi’nin haziran ayında başlattığı Mavi Yıldız Operasyonu ile silahlı ayrılıkçı lider Bhindranwale ve destekçilerini tahliye etmek için Altın Tapınak’a orduyu göndermesi ve mâsum Sihler de dâhil olmak üzere binlerce Sih’in öldürülmesi Sihlerin ruhunda kolektif bir yara bırakmış ve beş ay sonra ekim sonunda Başbakan Gandhi Sih korumaları tarafından suikasta uğramıştı.

Bu daha fazla şiddeti tetiklemiş ve daha fazla Khalistan hareketini güçlendirmişti. Sih militanları, 1985 yılında Kanada’dan Hindistan’a uçan ve uçaktaki 329 kişinin tamamının İrlanda kıyısı açıklarında öldürüldüğü Air India Boeing 747 uçağının bombalanmasından da sorumlu tutulmuş ve Hindistan ordusu Sih militanlarını Punjab’dan temizlemek için 1986 ve 1988 yıllarında operasyonlar başlatmıştı.

Günümüzde Hindistan’da Khalistan hareketi çok az desteğe sahip. Bunun nedeni kısmen hükümetin uyguladığı baskı ve ekonomik büyüme. Pek çok Sih hâlâ Bhindranwale’i şehit olarak görüyor ancak çok azı onu taklit etmeye çalışıyor ve bunu yapanlar da hemen durduruluyor. Ancak Punjab dışında en büyük Sih nüfusuna sahip olan Kanada’da ve İngiltere, Avustralya ve ABD’de Sih diasporasının bazı kesimleri arasında küçük bir destek kitlesi var.

Hindistan dışındaki dünyada en kalabalık Sih topluluğuna ev sahipliği yapmak konusunda Kanada başı çekiyor; Kanada’daki yaklaşık 1,5 milyon Hint diasporasının kabaca 800 binini Sih topluluğu oluşturuyor. Ve bu Sih topluluğunun içinde Kanada’nın ana muhalefet lideri ile ülkenin önemli bakanları da yer alıyor.

Sih dininin günümüzde 23 milyonu Hindistan’da olmak üzere dünya çapında 26 milyon takipçisi var. Sihler Punjab nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor ancak Hindistan’da 1.4 milyarlık nüfusun %1.7’lik azınlığı konumundalar. Khalistan hareketi artık her ne kadar Hindistan’ın birliğine yönelik ciddi bir tehdit olmasa da Hindistan hükümeti tarafından ciddi bir güvenlik tehdidi olarak görülüyor.

Görüş

Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan iki gün önce (5 Mayıs’ta) 7 Mayıs’ta ulusal düzeyde Sivil Savunma Tatbikatı yapacağını duyurdu ve 7 Mayıs’a girdiğimiz an, askeri eyleme başladı. Pakistan’ın beklemediğini düşündüğü bir zaman mıydı acaba? Hindistan-Pakistan savaşı kapıda mı?

Hindistan saati 7 Mayıs’ı gösterdiğinde, saat 01:00 sularında, Hint füzeleri peşi sıra “Hint hava sahasından” patlatıldı ve Pakistan’ın kontrolündeki Keşmir topraklarına düşmeye başladı. Yani beklenen saldırı gerçekleşti.

Hindistan, operasyona “Sindoor ” ismini koydu. Sindoor, geleneksel olarak Hindu inancı ve Hint kültüründe önemli anlamlar içeriyor ancak burada yüzeysel değineyim: Evli Hindu kadınlar tarafından saçlarını ayırırken uygulanan vermilyon tozunun ismi aslında ve evlilik bağlılığını ve kocanın karısını koruma görevini sembolize eder. Yani Hindistan, operasyona “Sindoor” adını vererek, vatandaşlarını ve ulusal onurunu koruma mesajını iletir. Ki 22 Nisan Pahalgam terör saldırısının turistik bir bölgede sivillere yönelik gerçekleştiğini tekrar belirteyim.

Hindistan Ordusu, operasyonun yaklaşık yarım saat sürdüğünü, Hindistan saati ile saat 01:05-1:30 saatleri arasında sürdüğünü açıkladı. “Pakistan işgali altındaki Jammu ve Keşmir’e Sindoor Operasyonu’nu başlattık” diye duyuran Hindistan Ordusu’nun ilk açıklamaları önemliydi: Terör altyapısını hedef aldıklarının, Pakistan’a ait hiçbir askeri tesisin hedef alınmadığının ve 9 bölgenin – 9 bölgedeki terör altyapısının hedef alındığının, eylemlerini odaklı, ölçülü ve tırmanmaya yol açmayacak şekilde gerçekleştirdiklerinin vurgusu yapıldı. Ve tüm gece Hint kaynaklarından açıklamaları takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki “Hindistan’ın açıklamaları savaş istemediği yönünde”. Yani bu çok net: Hindistan savaş istemiyor. Belki Öncelikle bunu belirtmek gerekiyordu: Bir Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı. Bu henüz savaş değil. Gece gerçekleşen olaylar, sınırlı hava saldırılarıydı ki bu zaten hem Pakistan hem de tüm dünya tarafından bekleniyordu. Bu arada gece Pakistan da sınırlı bir karşılık verdi. Şu an Hindistan, Birleşmiş Milletler ve yabancı elçilerine brifing vermekle meşgul. Gece attığı füzeleri gün içinde meşrulaştırmanın ve kendi haklı gerekçelerini onaylatmanın çabası içinde. Peki şimdi ne olacak? Bu durum savaşa dönüşür mü? Açıkçası henüz kestirmek zor. Ama ilk söylenecek şey, iki taraf da savaşmamaya uğraşır ÇÜNKÜ ikisi için de bir nükleer caydırıcılık söz konusu.

Peki, masada başka hangi seçenekler var?

Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a gerçekleştirdiği Balakot misillemesi hemen karşılık bulmuş ve Pakistan da bir Hint uçağını düşürüp, pilotunu rehin almıştı. Dolayısıyla zamanlama açısından aceleci davranmak istemediği belliydi. Nitelik ve ölçek olarak ise alacağı karşılığı da hesap ederek planlama yapmaya çalışıyordu. Ama açıkçası benim dahi beklediğimden erken bir saldırı gerçekleştirdi. Pahalgam terör saldırısını 22 Nisan’da yaşamış olan Hindistan’ın ordusu, bundan 14 gün sonra, saatler 15. güne geçiş yaptığı zaman askeri eylemine start verdi. Dediğimiz gibi bu beklenendi, yani zamanlama biraz beklenenden erken olsa da askeri eylem sürpriz değildi. Şimdi karşılıklı hava saldırıları yaşandı ANCAK daha da önemlisi, bu kez doğrusu Pakistan’a daha büyük bir ceza kesmek istiyor ama bunu nükleer savaşı tetiklemeden yani savaş yapmadan yapmak istiyor. Yani kontrollü tırmanmayı biraz sürdürmek istiyor. Ki bu kavga zaten öyle hemen sükunete ermez diye düşünüyorum. Ve burada “Soğuk Başlangıç” devreye giriyor. Tabii Pakistan’ın şimdi tekrar nasıl bir karşılık vereceği de çok önemli, uluslararası toplumun Hindistan’a nasıl bir yaklaşımda bulunacağı da önemli. Ama planlama masasında bir seçenek daha var, uygulamayı elbette zaman gösterecek ama buna şimdiden değinmek önemli:

Soğuk Başlangıç: Hindistan’ın Pakistan’a yönelik yeni saldırı stratejisi

Soğuk Başlangıç her şeyden önce Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığından bu yana kullandığı temelde savunmacı askeri doktrinler ile bir kopuşu işaret ediyor. Hindistan’da Soğuk Başlangıç fikri, 2001 yılında Hindistan Parlamentosu’na yönelik Pakistan tarafından desteklendiği düşünülen terör saldırılarının ardından, Hindistan’ın gerçekleştiği “Parakram Operasyonu”ndan beslendi. Çünkü bu operasyon ile Hindistan’ın saldırı gücündeki operasyonel boşlukları, özellikle sınır boyunca birliklerin seferberliğinin yavaşlığı fark edildi. Ki Hint birliklerinin sınıra ulaşması neredeyse bir ay sürmüş ve bu hem Pakistan’a karşı önlemler alması hem de Amerika’nın Hint hükümetine geri adım atması yönünde baskı yapması için yeterli zaman vermişti.

2004 yılında duyurulan bu doktrin, Hindistan’ın, Pakistan’ın Keşmir’deki “vekalet savaşını” sona erdirmek için konvansiyonel üstünlüğünü kullanma konusundaki algılanan yetersizliğine bir yanıt niteliği taşıyor. Ve Hindistan Ordusu’nun, Pakistan’ın nükleer eşiğini geçmeden, hızla seferber olmasını ve komşusuna sınırlı misilleme saldırıları gerçekleştirmesini sağlamayı amaçlıyor. Hindistan Hava Kuvvetleri ile ortaklaşa faaliyet gösteren müşterek birlik harekatı diyebiliriz. Bu noktada, Hindistan Kara Kuvvetleri Komutanı, en son bu yılın başlarında, Entegre Muharebe Grupları kurulmasının son aşamasında olduklarını açıklamıştı. Doktrin aynı zamanda Hindistan’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir çatışma durumunda Pakistan’dan nükleer bir misillemeyi önlemek için sabitleme taarruzları (sahte saldırılar) gerçekleştirmesini de içeriyor.

Bu doktrinin hala deneysel aşamada olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda, mevcut krizde böyle bir stratejiyi kullanma yönünde bir siyasi baskının ve daha da önemlisi yoğun bir kamuoyu baskısının olduğunu da söylemek mümkün. Yani bu kez Hindistan’ın tepkisi yalnızca cerrahi bir müdahaleden daha fazlası olabilir. Hindistan Başbakanı Modi’nin, hayal dahi edilemeyecek bir cezalandırma olacağı yönündeki söylemleri de buna işaret ediyor. Modi’nin ayrıca Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne “tam yetki” verdiğini de tekrar ifade edeyim. Ancak, Pakistan’ı nokta operasyondan daha fazlası ile cezalandırmayı ancak çatışmayı nükleer eşiğin altında tutmayı amaçlayan Soğuk Başlangıç hem ismi hem doğası itibarıyla Hindistan’ın tam ölçekli bir “sıcak” savaştan kaçınma niyetini ortaya koyar.

Zamanlaması sürpriz, niteliği hızlı, kapsam olarak sınırlı, ancak ölçek olarak daha sert bir saldırı stratejisi bu. Bu strateji ile Hindistan aslında kendine Pakistan ile nükleer çatışmanın kaçınılmazlığından bir kaçış yolu açıyor ya da açmak istiyor. Ancak Soğuk Başlangıç için en büyük zorluğun, Pakistan’ın karşı strateji olarak taktik nükleer silahları kullanma olasılığı düşünülüyor. Dolayısıyla nükleer eşiği aşabilecek bir krizi kışkırtma veya tırmandırma riski taşıyor. Hem Hindistan hem de Pakistan’ın nükleer güçler olduğunu dikkate alırsak, çatışmanın kontrolden çıkma potansiyeli yüksek, risk büyük ve her şey pamuk ipliğine bağlı. Ve Pakistan’ın nasıl karşılık vereceği çok önemli. Ancak yine de her iki ülkenin de sıcak bir savaşa girmemek için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı…

Okumaya Devam Et

Görüş

Kim kazandı?  

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Bir süre önce, Suriye’de henüz devlet varken, sosyal ağlardan birinde bir Kürt milliyetçisiyle yazışma fırsatım olmuştu. Ben, ABD şemsiyesi altında bağımsızlığın gerçekte yenisömürgeci bir bağımlılık ilişkisinden başka bir anlam taşımadığını savunuyordum (ve bugün de aynı görüşteyim), oysa, Kürt milliyetçiliğinin geleneksel söylemlerini (“taktiktir”) bir tık daha yükseltmiş ve ABD’nin sadece belli bir tarihi kesitte değil tarih boyunca, hiç değilse emperyalizm tarihi boyunca benzersiz ve yenilmez bir güce sahip olduğunu düşünüyordu (herhalde bugün de aynı görüştedir). “Emperyalizm tarihi” ifadesini ben koyuyorum; onun sözlerinde emperyalizmin yeri yoktu. Yani mesele artık belli bir aşamada “taktik” (ve bu kelime o çevrede her zaman stratejisizlik anlamına gelmiştir) meselesi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya dünya düzeninde bir süper kahramanın tarafını tutma, yani hep kazananın ve hep kazanacak olanın safında olma meselesi haline gelmişti.

Böylece yazışma, o günden önceki başka tarihi kesitlere uzandı ve sonunda II’nci Dünya Savaşı’na kadar geldik. Ve o zaman, ilk defa karşılaştığım şu iddia beni gerçek anlamda afallattı: Sovyet halklarının büyük kayıplar verdiğini kabul ediyordu, ama bu, hiç de savaşı Sovyetler Birliği’nin kazandığı anlamına gelmezdi. Tersine; ittifaklar siyaseti, askeri taktik ve iktisadi üstünlüğüyle savaşı ABD kazanmış, üstelik bunu, hiç de büyük kayıplar vermeyerek başarmıştı ki bu da muazzam bir siyasi yeteneğe işaret ediyor, dolayısıyla zaferin gücünü pekiştiriyordu.

Bu, kavramın en temel anlamıyla saf ideolojik bir tutumdur, çünkü tarihi hakikat bütünüyle başaşağı çevrilmiştir.

Sovyet tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiç kimse, zaferin ölçüsü olarak kayıpların sayısını göstermiyor. Bu ahmakça bir iddia olurdu zaten, çünkü tarih boyunca nice zaferler vardır ki muzaffer taraf bozguna uğrayan ordulardan çok daha büyük kayıplar vermiştir. Öyle diye bu, yenilenin aslında yenmiş olduğu anlamına gelmez. Bir savaşta zafer, aslında aynı şeyin iki farklı ifadesi olan şu iki şarttan birinin hayata geçmesiyle kazanılır:

1) düşman orduları fiziken yok edilir;

2) düşmanın savaşma iradesi kırılır.

Kayıpların sayısı savaşın şiddeti, acımasızlığı, vahşeti, kuralsızlığı hakkında fikir verir, onun niteliğini gösterir; ama kayıp oranları savaşın sonucu açısından tamamen önemsizdir.

1) Düşmanın fiziki imhası

22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’nin batı sınırında kuvvet ilişkisi en kaba haliyle şöyledir (görece yakın tarihli araştırmalardan birine dayanarak aktarıyorum bunu; daha eski tarihli kaynaklarda kuvvet ilişkisinde faşist ittifakı büsbütün ağır basar):

  Faşist ittifakı Kızıl Ordu Modern silahlar Oran Modern silahlarda oran
Asker 4.369.500 3.262.851   1:1,3  
Top ve havan 42.601 59.787   1:1,3  
Tank ve kundağı motorlu top 4.364 15.687 ~2.500 3,6:1 1:2,1
Savaş uçağı 4.795 10.743 1.540 2,2:1 1:3,1

 

Görünürde Kızıl Ordu tank ve savaş uçağı bakımından düşmandan çok daha üstün; gerçekteyse durum farklı. Bütün tank envanteri içinde efsanevi T34’ler henüz pek az (en çok 1.200), SU serisi kundağı motorlu topçu sistemleri de öyle (en çok 300) ve dahası, bunların hepsi cephe hattında değil. Buna karşılık faşist ittifakında neredeyse işlevsiz Panzer I’ler ve Almanların pek güvenmedikleri Çek yapımı Pz serisi sayılmazsa bütün tanklar ve Stug III tipi kundağı motorlu topçu sistemlerinin sayısı 2.500’ün üzerinde. Toplam savaş uçaklarının ise sadece 1.540’ı düşmanla baş edebilecek yeni uçaklar ve bunların büyük bölümü daha ilk hafta düşman kuvvetlerinin hızla ilerlemesiyle imha edilmiş.

Kısaca, faşist Alman kuvvetleri ve müttefikleri asker mevcudu, teknoloji, teçhizat ve araç-gereç bakımından çok daha üstün.

Kuvvet ilişkisinin bir diğer tarafı şudur: Wehrmacht’ın toplam 4,12 milyonluk bütün muharip personelinin (SS dahil) 3,3 milyonu doğu cephesine sevk edilmiş. Bu, muharip birliklerin yüzde 80’i yapar. Aynı şekilde, tank ve kundağı motorlu topçu sistemlerinin yüzde 84’ü, top ve havanların yüzde 67’si, savaş uçaklarının yüzde 80’i doğu cephesinde.

Tabloyu gözlerinizin önüne getirmeye çalışın: Bu savaş makinesi bütün Avrupa’yı işgal etmiş, işgal edilmeyen ülkeler de faşist işbirlikçisi; Britanya kuvvetleri müttefikleriyle Dunkirk’ten rezil edilircesine kovalanmış; Avrupa’da sadece çoğunu komünistlerin örgütlediği yerel direnişler var. Ve Alman ordusu, bütün gücünün neredeyse yüzde 80’iyle Sovyetler Birliği’ne saldırmış.

Sadece Almanya’da toplam 18 milyona yakın insan seferberlikle askere alınmış ve Wehrmacht saflarında savaşmıştır. Bunun yaklaşık 5,5 milyonu savaş alanlarında ve esir kamplarında ölmüştür. Asker ölümlerinin yüzde 80’e yakını doğu cephesindedir.

Buna karşılık savaş boyunca Kızıl Ordu’da 35 milyona yakın insan seferber edilmiştir. Bunun 8,7 milyonu ölmüş veya kaybolmuştur. Bunun 3 milyondan fazlası toplama kamplarındaki ölümlerdir.

Demek ki:

Almanya’nın sivil kayıpları, toplam kayıplarının (7,4-8,5 milyon) yüzde 25’i kadarken Sovyetler Birliği’nin sivil kayıpları, toplam kayıplarının yüzde 60’ıdır. Buna karşılık Alman ordusunun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 30 kadarı Kızıl Ordu’yla çarpışmalarda öldürülmüştür. Kızıl Ordu’nun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 15 kadarı da faşist ordularla çatışmalarda öldürülmüştür.

Bir başka deyişle, Kızıl Ordu, düşmanın yüzde 30’unu yok ederek savaşı (Clausewitz’in deyişiyle) “pozitif” biçimde sona erdirmiştir.

2) Düşmanın iradesinin kırılması

Stalingrad bozgunun hemen arkasından başlayarak, 1943 baharından itibaren İsviçre’de faşist Alman yetkilileriyle batılılar, başta Amerikalılar olmak üzere bir dizi gizli barış görüşmesi yapılmıştır. Komplo teorilerine girmeyeceğim; herhalde bu aşamada ABD’deki hiçbir hizip, gönlü oraya aksa bile, ayrı barışı göze alamazdı; ancak faşist Almanya açısından, doğu cephesindeki bozgunlar yüzünden düşman cephesini daraltma girişimleri giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyordu.

1944 haziranında Normandiya’dan sonra bile faşist direnişin merkezi doğu cephesidir. Sayılardan görülür zaten bu. Daha Tahran konferansında (28 Kasım – 1 Aralık 1943) Sovyetler Birliği’nin müttefiklerine Avrupa’da ikinci cephe açılması ısrarı zayıflamıştır, çünkü, bedeli her ne kadar daha ağır olacaksa da, düşmanı bir başına yok etme özgüveni kazanılan zaferlerle pekişmiştir.

Bu yüzden, batıdaki ortaöğretim ders kitaplarının şu ortak repliği gerçeği yansıtmaz: (Tahran konferansında) “Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı doğudan büyük bir taarruz başlatmayı kabul etti.” (Houghton Mifflin Harcourt Pub., Module 11, World War II.) Oysa bu sırada Kursk zaferi kazanılmış, Kiev kurtarılmıştı; Leningrad blokajını yarmaya sadece bir, Ukrayna cephesinde SSCB sınırlarını her noktada geçmeye sadece üç ay kalmıştı. Yani Kızıl Ordu zaten her yönden taarruz halindeydi. Dahası, birçok araştırmaya göre, Normandiya çıkarması faşist orduları paralize etmiş değildi, Kızıl Ordu’nun ilerlemesi de Normandiya çıkarması yüzünden fazladan bir ivme kazanmadı.

Değil 30 Nisan’da “çok sevgili führerlerinin” intiharı, 8 Mayıs sabahı bile faşist Almanya’nın direnme iradesi henüz bütünüyle kırılmamıştı. Bunun en somut göstergesi, belki de, Göring’in Amerikalılara teslim olma hikayesidir. Genellikle Göring’in derhal tutuklandığı sanılır; doğru değildir bu: ancak ertesi gün, Berlin’in kesinkes düşmesiyle birlikte tutuklanmıştır, çünkü faşist canavarın iradesi ancak o anda tamamen kırılmıştır.

3) “Tarih çarpıtıcıları”

Yazı üzerinde çalışırken ABD ve Britanya’da 10 ve 11’inci sınıf tarih kitaplarına, ayrıca Britanya’da bir lise yardımcı ders kitabına daha (“Russia and its Rulers”) bakma fırsatı buldum. (Bu sonuncusu, diğerleriyle karşılaştırıldığında şaşılacak kadar objektif.) Bunlarda ülkelerin savaştaki kayıplarıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Düşmanı kimin yok ettiği, onun iradesini kimin kırdığı, bunun bedelini kimin ödediği sorularının cevabı az çok belirsizdir ve ister istemez, o belirsizliğin içinde, kurtarıcı rolüne ABD ve Britanya’nın oturtulduğu sırıtır.

Gene de, bu ikisinin tarih kitaplarıyla bizimkiler yan yana koyulduğunda onların formülasyonlarının çok daha ustalıklı olduğunu itiraf etmek gerek. ABD ve Britanya müfredatlarını hazırlayanlar, hiç değilse bugüne kadar, şu satırlardan başlayarak hemen her cümlesi yanlış olan bizimkiler kadar antikomünist isterinin esiri görünmemeye çaba göstermişlerdir: “SSCB, insan hakları ihlalleri noktasında Almanya’dan farklı değildi.” (MEB’in 12’nci sınıf “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” ders kitabından.)

İyi ama, neden bu tarih çarpıtıcılığı?

Birkaç gün önce, Sırp Cumhuriyeti gazeteciler birliği başkanı Daniel Simić’in bir mülakatına rastladım. Simić haklı olarak tarihin silinmesinden yakınıyordu: “Amerikalılar zaten öyleler; ancak batı Avrupalı ortalama okur için de D-day II’nci Dünya Savaşı’nın biricik ve en önemli olayıdır. Rusların ve Sovyetler Birliği’nin diğer halklarının kahramanlık ve fedakarlıklarına aldırış edilmez… Stalingrad ve Kursk muharebeleri batıda genellikle ‘doğu cephesindeki olaylar’ diye anlatılır; ama müttefiklerin Almanya’ya attığı her bomba Hitler’e karşı zafere yol açan kahramanca bir eylemmiş gibi sunulur.”

Bu bir kütlesel cehalet irinidir. Tarihi yazmakla yapmak arasında böyle bir fark var. Sonra o yalanlar her biri diğerinden cahil narsist hödük yaratır, onlardan biri de çıkar, şöyle der: “Rusya’nın neredeyse 60 milyon insan kaybederek II’nci Dünya Savaşı’nı kazanmamıza yardım ettiğini asla unutmayacağız.” (Trump, 22 Ocak günü kendi bloğunda yazmıştı bunu.)

4) Nitelik sıçrayışı

Ama geçmişle bugün arasında bir fark var.

Birkaç ay önce Talin’de Kızıl Ordu ve SSCB Baltık donanması askerleri anısına dikilmiş olan anıtı yerle bir ettiler. Aynı günlerde Waffen-SS 20’nci tümendeki Eston lejyonerlerin “itibarı” iade ediliyordu. Baltık’ın saldırgan “küçük enişteleri” açısından bu tür faşist vandalizm artık rutin bir uygulama haline geldi.

Baltık, Avrupa’nın minyatürüdür.

Moldova dahil birçok Avrupa ülkesinde 9 Mayıs Zafer Bayramı kutlamaları “Kremlin propagandası” ile ilişkilendirilip yasaklanması veya hiç değilse kısıtlanması gündeme geliyor. Bunun yerine 8 Mayıs’ın kutlanması öneriliyor genellikle; o günün Wehrmacht ve faşist müttefiklerinin ölüleri de dahil olmak üzere 1939-1945 yılları arasında ölen tüm “kurbanlar” için bir matem günü, “Anma ve Uzlaşma Günü” ilan edilmesini isteyenler de var. Daha önce çarpıtma yahut inkarlar daha ziyade savaştaki tekil olaylarla ilgiliydi; bugünse vurgu, SSCB’nin Avrupa’nın ve dünyanın kurtuluşu ve faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasındaki tayin edici rolünün tamamen inkarına kayıyor.

Tarih çarpıtıcılığında bir nitel sıçrayıştır bu. Altındaki birinci nedeni, daha 1945’te Mareşal Jukov, faşist canavarın parçalandığı Berlin’de, Mareşal Rokossovskiy’e söylemişti: “Onları kurtardık, bu yüzden bizi asla affetmeyecekler.” Başka deyişle, hiç değilse bir kısmı, kurtarılmalarının intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşuyor.

Ama bundan daha önemlisi şudur: bugün bit pazarına nur yağıyor ve Avrupalı yöneticiler, belli ki, 1930’ların ve 1940’ların tecrübelerini daha yakından inceliyor. Krizden çıkışın yolu neden savaş olmasın? Genel memnuniyetsizliği şiddet yoluyla bastırmak ve saldırganlığı başkalarına yönlendirmek harika bir çözüm değil mi?

Ama belki de, en nihayet samimiyet gösterdikleri için kutlamak gerek. Sadece Yahudilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Rusların değil, Kiev rejiminin en kararlı müttefiklerinden Polonya devletinin uyruklarını da öldüren faşist katiller sürüsünün elebaşı Bandera’yı kahraman ilan edip onun portresi önünde onun sloganlarını ulumak az bir samimiyet sayılmaz doğrusu.

Kim kazandı savaşı? Kızıl Ordu kazandı, Sovyet halkları kazandı, Bolşevik partisi önderliği kazandı, Rus yurtseverleri kazandı… Ama sadece onlar değil. Biz kazandık! Çünkü faşizme karşı savaş bizim de savaşımız, zafer bizim de zaferimizdi. 

Okumaya Devam Et

Görüş

Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu

Avatar photo

Yayınlanma

Türkiye’nin küresel diplomasiye ve küresel barışa verdiği katkının somut bir ifadesi olan Antalya Diplomasi Forumu (ADF) 11-13 Nisan 2025 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirildi. Bu yılki ana tema “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ oldu.

Açılışını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın yaptığı foruma 21 devlet ve hükümet başkanı, 70 bakan ve yaklaşık 450 üst düzey ulusal ve uluslararası bürokrat katıldı. Ayrıca çok sayıda iş insanı, akademisyen, diplomat ve düşünce kuruluşu temsilcisi forumda bulundu. Forum kapsamında birçok ikili görüşme, oturum ve panel düzenlendi. Toplamda 155 ülkeden 6000’i aşkın misafir ağırlandı. Forum kapsamında düzenlenen 50 oturumu 50’ye yakın ülkeden 1000’e yakın gazeteci takip etti. Hükümet temsilcilerinin çoğu Asya ve Afrika’dan geldi. Genel misafirlerin ağırlığı ise Asya, Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dandı. En çok hükümet temsilcisinin katıldığı kıta Afrika’ydı. Bu aslında bir bakıma son 20 yıldır Türkiye’nin Afrika’daki diplomasi başarasının kanıtıdır.

Foruma katılan konuklar arasında BRICS üyesi Endonezya, Batıların yaptırım uyguladığı Gürcistan, AB’nin muhalif sesi Macaristan, dünyanın yakından takip ettiği Suriye ve hala savaşan Rusya ve Ukrayna ile birlikte birçok ülkeden önemli misafirler vardı. Aslında dünyanın her yerinden her çeşit aktör Antalya’da buluştu. Bu durum Ankara merkezli küresel diplomasi masasının herkese açık olduğunu bir kez daha gösterdi.

Özellikle her geçen yıl ADF’ye artan bu ilgi aslında Türkiye’nin çekim gücünü yansıtmaktadır. Ankara’nın çözüm üreten arabulucuğu ve ilham veren vizyonu onu her masada her coğrafyada her sorunda aranan istikrarlaştırıcı bir aktöre dönüştürdü. Bölünmüş, parçalanmış ve ayrışmış bir dünyada Türk diplomasisi birleştirici, bütünleştirici ve yapıştırıcı bir format ortaya koymaktadır. ADF, savaşlara ve çatışmalara karşı diplomasiyi en büyük güç olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden diplomasiyi sahiplenen, diplomasi kanalları açan ve diplomasiyi geliştiren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Açıkçası yeni dünya yeni diplomasi mekanizmalarına sahip olmak zorundadır. ADF’de bu zorunluluğun bir ürünüdür.

Temsil düzeyi ve ülke çeşitliliği içerisinde ADF’ye Batılı dostlarımızın katılmaması veya katılmak istememesi bir kayıp değildir. Nitekim ADF, Batı dışı dünyanın birbirini dinlemesini ve anlamasını sağlıyor. Çünkü uzun yıllardır birbirine ön yargılı, uzak ve mesafeli olan birçok aktör burada diyalog şansına sahip olmaktadır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan himayelerinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ev sahipliğinde gerçekleşen Antalya Diplomasi Forumu 2025’te, çok kutuplu uluslararası sistemde artan çatışma ve sorunlara karşı daha çok diyalog ve daha çok diplomasi tercihi masaya yatırıldı. Antalya Diplomasi Forumu her ne kadar “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ başlığı ile gündeme gelse de forum çok kutupluluğun yaşandığı, kabul gördüğü ve hazır olunması gereken bir yeni dönem olarak ele alındı.

ADF’nin en kritik panellerinden biri “Çok Kutupluluk Çağında Ortaklık Arayışı’’ başlıklı liderlerin katıldığı paneldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Daha adil bir dünya mümkün.’’ ifadesi yine kendi ağzından “Dünya beşten büyüktür. İnsanlık beşten büyüktür.’’ ifadesi ile tamamlandı.

Foruma ev sahipliği yapan Türk hariciyesinin başı Hakan Fidan, “Türkiye, çok kutupluluğu rekabetle değil, hikmetle yönetmeye taliptir.’’ ifadesi ile uluslararası sistemi çok kutuplu kabul eden ve bu yeni duruma bir yönetim felsefesi sunan bir konuşma yaptı.

Antalya Diplomasi Forumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise artık çok kutuplu bir dünyada yaşandığını vurgulayarak çok kutuplu daha adil bir dünya düzeni için iletişim kanallarının devamlı açık tutularak bu sürecin iyi yönetilebilmesine dikkat çekti.

Nitekim ADF, çok kutupluluk sonucu ortaya çıkabilecek sert rekabeti ve olumsuz yönleri törpüleyecek ve onun yönetilebilirliğini kolaylaştıracaktır. Bu yüzden ADF, küresel yönetişimde Batı dışı bir vizyon sunmaktadır. Türk hikmeti ve bilgeliğinin küresel ve bölgesel krizlere karşı bir çözüm üretebilecek birikim ve kabiliyeti bulunmaktadır.

Antalya Diplomasi Forumu’nun en önemli özellikleri arasında görüşme ve iş birliği fırsatı sunması, küresel sorunlara odaklanması, uluslararası katılımın olması, genç diplomatlara vizyon sunması ve Türk dış politikasını tanıtması vardır.

Her yıl artan katılımcı sayısı ve çeşitliliğiyle, küresel ve bölgesel sorunlara somut çözüm önerileri geliştirmesi, ulusların iş birliğini sağlaması ve derinleştirmesi, medeniyetsel ve kültürel iletişimi arttırması, küresel güney ve gelişmekte olan ülkelerle güçlü bağlar kurulması, uluslararası medya ile etkileşim ADF’yi bir küresel güç durumuna getirecektir. Zaten kısa bir sürede ADF, bugün küresel diplomaside etkin ve saygın bir yer kazanmıştır.

Batı merkezli diplomasiye karşı Türk merkezli diplomasi anlayışı ADF ile hayata geçti. ADF’de Batılılardan çok Asya’dan, Afrika’dan ve Latin Amerika’dan yani Batı dışı dünyadan gelen katılımcıların olduğunu görüyoruz. Çok merkezli-çok medeniyetli demokratik uluslararası sisteme dönüşen dünyamızda ADF’de bunu yansıtırken bunu hızlandıran bir diplomatik fotoğraf ortaya koymuştur.

Özellikle forumun çok kutuplu dünya düzenine vurgusu küresel sistemde daha fazla çeşitliliği ve çok sayıda aktörün rolünü gözler önüne seriyor. Bugün, uluslararası sistemde güç dengeleri Batı ile sınırlı değildir. Asya, Latin Amerika ve Afrika gibi coğrafyalardan yükselen güçlerin etkisini hissettirdiği bir dönemdeyiz. Bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu yükselen güçlerin ve küresel güneyin sesini duyurduğu platformlardan biridir.

Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu diğer yükselen güçlerden Çin’in Baoa Asya Forumu, Hindistan’ın Raisiana Diyaloğu ve Rusya’nın Valday Tartışma Kulübü gibi Batı dışı bir platformdur.

ADF her yıl aynı katılımcıların yer aldığı aynı konuların konuşulduğu dostlar alışverişte görsün diye oluşturulan bir forum değildi. Forum her yıl dünyanın farklı bölgelerinden farklı konularda uzman misafirleri ağırlıyor. Bu yüzden her yıl yeni aktörlere söz verilen Antalya Diplomasi Forumu dinamik ve canlı bir sisteme sahiptir. Bu süreçte Türk yumuşak gücü ve kamu diplomasisi inşasında ADF en başarılı mekanizmadır.

ADF, çok merkezli-çok medeniyetli bir dünyada birçok bölgesel ve küresel aktör ile farklı medeniyetlerin, kültürlerin ve dinlerin birbiriyle diyalog kurması, eşit düzeyde katıldığı barış ve istikrarın sağlanması için önemli bir adımdır. Forum Güney, Kuzey, Doğu ve Batı’dan gelen katılımcıları bir araya getiren farklı medeniyetler arasındaki karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü güçlendirmektedir. Forumda sadece büyük güçlerin değil, orta ve küçük, zengin ve fakir birçok ülkenin görüşlerinin alındığı kapsayıcı bir masa kurulmaktadır. Bu yüzden ADF, farklı kıtalardan ve sistemlerden gelen devletlerin ve ulusların seslerini duyurabildiği global bir forum olarak demokratik temsiliyeti güçlendiren bir yapıdır.

ADF, belirsizlikler ve küresel lidersizlik çağında çoklu krizlere karşı çok sayıda aktörün fikirlerinin birleştiği çoklu bir çözüm mekanizmasıdır. ADF küresel bir tartışma forumu olduğu gibi ikili görüşmelerin yapıldığı ülkeleri bir araya getiren bir yapıdır. Arabuluculuk konusunda Türkiye’nin kanıtlanmış başarısı ADF ile global düzeye taşındı. Geniş ve çeşitli katılımcı profili ile ADF kültürel bir etkileşim ve iletişime de yol açmaktadır. ADF’nin ortaya koyduğu esnek ve samimi ortam resmi ve gayri resmi etkileşimlerin buluşma noktasıdır. Bu yüzden ADF, Batı dışında alternatif bir dünya rotasına yardımcı olmaktadır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English