Bizi Takip Edin

Ortadoğu

Körfez’in odak noktası neden doğuya kayıyor?

Yayınlanma

Petrol zengini Körfez ülkeleri çok kutuplu dünyada sağlam bir yer edinebilmek ve çıkarlarını koruyabilmek için ilişkilerini çeşitlendiriyor. Aşağıda okuyacağınız makale, ABD’nin tüm baskısına rağmen Çin başta olmak üzere Asya’daki ilişkilerini geliştiren Körfez’in iki önemli gücü Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin neden ABD’nin “rotasından çıktığı” ve geleceğini büyük oradan doğuda aradığı ile ilgili önemli veriler sunuyor. Makaleye katkı sunan uzmanlar çizilen bu yeni rotanın geri dönüşü olmadığı görüşünde. Çünkü Körfez ülkeleri için Asya tercih değil zorunluluk:

 ***

‘Herkesle köprü kurmak’: Suudi Arabistan ve BAE güç için nasıl konumlanıyor?

Andrew England 

Dünyanın dört bir yanından onlarca üst düzey güvenlik yetkilisi bu ay Ukrayna konulu konferansa katılmak üzere Suudi Arabistan’a indiğinde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ana görevi tamamlanmıştı.

Haziran ayında Kopenhag’da düzenlenen benzer ancak daha küçük çaplı toplantıda Fransa; Avrupa dışında düzenlenmesi halinde Çin de dahil küresel güney olarak adlandırılan bazı ülkelerin daha rahat katılacakları düşüncesiyle Riyad’dan bir devam toplantısı düzenlenmesine yardımcı olmasını istemişti.

Diplomatlara göre Prens Muhammed, Pekin’i temsilci göndermeye ikna için bizzat araya girerek bu görevi layıkıyla yerine getirdi. Cidde’deki toplantıya, aralarında Rusya’nın Ukrayna savaşında taraf tutmaları için Batı’nın baskısına direnenlerin de bulunduğu 42 ülkeden yetkililer katıldı.

Görüşmeler sona erdiğinde, Çin’in gelecekteki görüşmelere katılmaya istekli olabileceğini ima etmesinin ötesinde çok az gelişme vardı. Ancak Prens Muhammed için iki günlük toplantı şüphesiz bir başarıydı. Bu toplantı, krallığını etkisi doğudan batıya uzanan, yükselen bir güç olarak tasarlayan genç Suudi kraliyetine, dünya görüşünü yansıtmak için mükemmel bir sahne sundu.

Bu, kutuplaşan ve değişen küresel dinamikler çağında kendi rotalarını çizmeye kararlı, petrol zengini Körfez ülkelerinin geçen yıl enerji fiyatlarındaki yükselişin ardından petrodolar gelirleriyle canlanan yüce hırslarını ve yükselen özgüvenlerini yansıtıyor.

Ön planda Körfez’in iki güç merkezi var: Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı Suudi Arabistan ve bölgenin baskın ticaret merkezi Birleşik Arap Emirlikleri, her ikisinin de odak noktası giderek doğuya kayıyor.

Diğerleri değişen küresel akımlara risk merceğinden bakarken, Riyad ve Abu Dabi, Batı ile geleneksel ilişkilerine karşı stratejik olarak korunmak için mali güçlerini ve bol petrol kaynaklarını kullanarak fırsatları görüyor.

Her iki Körfez ülkesin ortak noktası, ABD’nin “bizimle ya da bize karşı” şeklindeki dayatmasını artık kabul etmek istemeyen, kendine güvenen, iddialı liderlere sahip olması.

BAE lideri Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nahyan yıllardır küçük devletinin askeri yeteneklerini ve finansal gücünü kullanarak ağırlığının üzerinde bir performans sergilemesini sağladı. Aynı şekilde Prens Muhammed de ülkesini kalkındırmak için görkemli planlar peşinde yüz milyarlarca dolar harcamakta gecikmedi ve ülkesinin ekonomik ve diplomatik olarak en büyük G20 gücü olarak tanınmasını istiyor.

Müttefik ama aynı zamanda ekonomik alanda her geçen gün daha fazla rekabet eden Riyad ve Abu Dabi, tüm dünya ile sözde dost olarak kendi öz çıkarlarını gözetmeye daha geniş ağlar aracılığıyla uluslararası sahnede konumlarını yükseltmeye kararlı.

Kısmen değişen ticaret modellerinden kaynaklanan ama aynı zamanda jeopolitiğin bir sonucu olan bu durum, Körfez’de uzun süredir baskın dış güç olan ABD ile ilişkilerin değişmesi ve başta Çin ve Hindistan olmak üzere Asyalı güçlerle ilişkilerin derinleşmesi şeklinde kendini gösteriyor.

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde bölgesel güvenlik direktörü olan Emile Hokayem, “Suudi Arabistan ve BAE değişen dünya düzeninde riskten çok fırsat görüyor ve ortaya çıkan çok kutuplu dünyanın kutupları olmak için gerekli politika ve araçlara sahip olduklarını düşünüyorlar” diyor: “Oldukça oportünist, esnek ve karşılıklı çıkara dayalı bir yaklaşımları var. Onlardan tam bir uyum beklenebileceği zamanlar geride kaldı.”

Yeni köprüler inşa etmek

Körfez’deki değişim en görünür şekilde ticaretten kaynaklanıyor. Bölgenin en büyük ticaret ortağı olan Çin, Hindistan ve Japonya Körfez ham petrolünün başlıca alıcıları haline gelirken, Kuzey Amerika’daki kaya gazındaki hızlı artışın ardından ABD’nin bölgeden petrol ithalatı son 15 yılda azaldı.

Ancak Asyalı güçlerle olan ilişkiler petrolün çok ötesine geçmiş durumda; Körfez ülkeleri yerel kalkınma planlarını desteklemek ve petrole bağımlı ekonomilerini çeşitlendirmek için yapay zekâ, enerji, lojistik ve yaşam bilimleri alanlarında yeni teknolojilere susamış durumda.

Üst düzey bir Emirlik yetkilisi “Köklü pazarlarla bağlarımız sarsılmaz” diyor. Ancak “aynı zamanda, makro anlamda, önümüzdeki 10, 20 yıla bakarsak yeni büyüme nereden gelecek? Büyük Asya pazarlarından, bir kısmı Güney Amerika’dan ve potansiyel olarak bazı Afrika pazarlarından.”

Her iki Körfez ülkesi de Çin ile “kapsamlı stratejik” ortaklıklar kurdu. Prens Muhammed, aralık ayında bir dizi Arap zirvesi kapsamında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i Cidde’de ağırladığında toplantıların Pekin ile ilişkilerde “yeni bir tarihi dönem” başlattığını söyledi ve krallığın “uluslararası istikrara hizmet amacıyla iş birliğini geliştirmek” için çalıştığını ekledi.

FT’ye konuşan Çinli bir yetkili, Pekin’in Körfez’le ilişkilerinin “gelişmekte olan dünya ve Kuşak ve Yol Girişimi katılımcıları için bir model olduğunu” söyledi. Enerji, altyapı, finans ve teknoloji alanlarında derinleşen iş birliğini anlatan yetkili, Körfez ve Çin’in “Orta Doğu’da egemenlik haklarına saygı duyan ve belirli güçlerin hegemonyasına direnen daha adil çok taraflı düzen kurulmasına yardımcı olabileceğini” söyledi.

Körfez ülkelerinin odaklandığı tek ülke Çin değil. Devlet yatırım fonlarının 1,3 trilyon dolardan fazlasını yönettiği BAE, son 18 ayda aralarında Hindistan ve Endonezya’nın da bulunduğu altı ülkeyle serbest ticaret anlaşması imzaladı.

Hindistan Başbakanı Narendra Modi Temmuz ayında BAE’yi ziyaret ettiğinde – sekiz yıl içinde Körfez ülkesine yaptığı beşinci ziyaret – 850 milyar dolarlı yöneten Abu Dabi Yatırım Kurulu’nun (ADIA) önümüzdeki “birkaç ay” içinde Gujarat’ta bir ofis açacağını duyurdu. ADIA’nın yurtdışındaki tek ofisi Hong Kong’da bulunuyor.

İki Körfez ülkesi aynı zamanda Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya ve Güney Afrika’yı kapsayan BRICS’e katılmayı hedefliyor. Körfez yetkilileri, küresel ticaret kalıpları göz önüne alındığında bunun mantıklı bir hareket olduğunu ve aynı zamanda kendilerine önemli- ve hoşgörülü- bir diplomatik ağda söz hakkı verdiğine dikkat çekiyor.

Şeyh en-Nahyan’ın danışmanı Enver Gargaş, BAE’nin daha geniş hedefleri hakkında konuşurken “Her ülke önemli olmak ister, masada bir koltuğa sahip olmak ister” diyor: “Herkesle köprüler kurmak istiyoruz.”

Bu eğilim ABD’nin geleneksel Arap müttefikleriyle ilişkilerini karmaşıklaştırdı ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından görüş ayrılıkları daha belirgin hale geldi.

ABD’li eski diplomat Jeffrey Feltman, Türkiye ve Brezilya gibi “ABD ve Çin arasında seçim yapmak zorunda kalmak istemiyorlar, Ukrayna savaşında bir taraf seçmek zorunda kalmak istemiyorlar” diyor. “Aslında seçim yapmamanın bazı faydaları var, tıpkı ABD’nin Soğuk Savaş sırasında Çin ve Sovyetler Birliği’ni birbirine karşı koz olarak kullanabilme avantajı gibi.”

Ukrayna savaşının başlangıcında BAE, Amerikan politikalarına yönelik olağanüstü hayal kırıklığının ifadesi olarak, ABD’nin sunduğu Moskova’yı kınamak tasarısına Çin ve Hindistan ile birlikte çekimser oy kullanarak Biden yönetimini rahatsız etti.

Hem Abu Dabi hem de Riyad, OPEC+ aracılığıyla petrol konusunda iş birliği yaptıkları ve Orta Doğu’da önemli bir oyuncu -ve potansiyel bir oyun bozucu- olarak gördükleri Vladimir Putin’le aralarına mesafe koymaları için Batı’nın ikna çabalarını sonuçsuz bıraktı.

Modi’nin Abu Dabi ziyaretinden bir ay önce Şeyh Muhammed en-Nahyan’ın Rusya Devlet Başkanına Moskova ile ilişkilerini geliştirmek istediğini söylüyordu.

Danışmanı Gargaş’ın “hesaplanmış bir risk” olarak tanımladığı St Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu’na katılan birkaç küresel liderden biriydi. BAE de Suudi Arabistan gibi kendisini Moskova ile Batı arasında arabulucu olarak sunuyor. “Pek çok insan bu seyahati yaptığı için onu eleştirecektir” diye ekliyor: “Ama Şeyh Muhammed ‘Her şekilde yardım etmek için buradayım’ diyordu.”

ABD ve onlar

Körfez, on yıllar boyunca ABD’nin yörüngesindeydi ve ilişkiler, Arap petrol üreticilerinin istikrarlı küresel enerji arzını sağlarken Washington’un güvenlik garantörü olacağı yazılı olmayan anlaşmaya dayanıyordu. Bir zamanlar komünizmin katı bir muhalifi olan Suudi Arabistan, Çin’i ancak 1990’da tanıdı.

Özellikle BAE, 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana, Irak’ın 2003 işgali hariç, ABD liderliğindeki her askeri koalisyonda yer alarak, Washington’un tartışmasız en yakın Arap müttefiki olarak aktif bir rol üstlendi. Hem Suudi Arabistan hem de BAE, Amerikan askeri donanımına on milyarlarca dolar harcarken, petrodolar fazlalarının çoğunu ABD varlıklarına yatırdı.

Ancak dönemin Başkanı Barack Obama’nın 2011 Arap ayaklanmalarının ardından Suudi Arabistan ve BAE’nin çıkarlarını göz ardı ettiği algısının oluşmasından sonra ilişkiler giderek daha kırılgan bir hal aldı. Obama’nın 2015’te rakipleri İran’la nükleer anlaşma imzalama kararıyla ilişkiler daha da gerildi.

Donald Trump’ın Beyaz Saray’a girip ticari ilişkilerin peşine düşmesi, otokratik Körfez’deki hak ihlallerine hiç aldırış etmemesi ve nükleer anlaşmadan vazgeçmesinin ardından hava düzeldi.

Ancak Arap yetkililer, Körfez’deki tankerlere ve Suudi petrol altyapısına yapılan ve İran’ın sorumlu tutulduğu saldırılara zayıf tepkiler verdiğini düşündükleri Trump’ın öngörülemezliğine karşı temkinli olmaya başladılar.

Halefi Joe Biden’ın Prens Muhammed’den uzak durma ve krallıktaki ihlalleri, özellikle de 2018’de Cemal Kaşıkçı’nın Suudi ajanlar tarafından öldürülmesini kınama kararı, Riyad ile ilişkileri rekor seviyede diplere itti.

Geçen yıl İran’a bağlı Yemenli isyancıların Abu Dabi’ye yönelik füze ve insansız hava aracı saldırılarına Washington’un verdiği durgun yanıt, 2017’den beri ABD’yi ziyaret etmeyen Şeyh Muhammed’i çileden çıkardı ve geleneksel olarak ABD-Körfez ittifakının temelini oluşturan kişisel ilişkilerin yokluğunu ortaya çıkardı.

O zamandan beri gerginlikler azaldı ama sürtüşme noktaları yerinde duruyor. Mayıs ayında BAE, İran güçlerinin Körfez’de iki tankere el koymasından sonra angajman kurallarıyla ilgili hayal kırıklıkları nedeniyle ABD liderliğindeki bir deniz görev gücünden çekildi.

Yine de tüm sınamalara rağmen tüm taraflar birbirlerine ihtiyaç duyduklarını kabul ediyor. Biden yönetimi Suudi Arabistan’ın insan hakları sicilinden duyduğu rahatsızlığı bir kenara bırakarak enerji istikrarı, bölgesel politikalar ve Ukrayna savaşı gibi konularda Riyad’la temas kurdu ve bu temaslar Başkan’ın geçen yıl Cidde’ye yaptığı soğuk bir ziyaretle doruğa ulaştı. Washington BAE’nin deniz görev gücüne katılımını askıya almasından sonra Körfez’e ek savaş gemileri ve savaş uçakları göndererek Abu Dabi’ye bölgenin güvenliğine olan bağlılığı konusunda güvence verdi.

Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileri de temel savunma ihtiyaçları için ABD’ye bağımlı oldukları konusunda hiçbir yanılsamaya kapılmıyor. Aslında talepleri daha az değil daha fazla: Hem Riyad hem de Abu Dabi Washington’u daha kurumsal güvenlik ortaklıklarını kabul etmeye zorluyor.

BAE ile yapılan görüşmeler, geçen yılki Abu Dabi saldırılarının ardından hız kazandı. ABD’nin Suudi Arabistan ile yaptığı görüşmeler, krallığı İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye ikna çabalarının bir parçası ve başarılı olması halinde, Washington tarafından Riyad’ın Pekin’le ilişkisinin askeri iş birliği ve teknoloji transferi gibi unsurlarını engellemek için kullanılabilir.

Ancak kraliyet sarayına yakın Suudi yorumcu Ali Şihabi, ABD’nin krallıkla güvenlik ittifakını kabul etmesi halinde “ayarlamalar” yapılabileceğini, ancak Riyad’ın Çin’le ilişkileri zayıflatmaya yönelik baskılara direneceğini söylüyor.

“Geri dönüş yok. Suudi Arabistan küresel güneyle, Rusya’yla ya da Çin’le kurduğu köprülerden vazgeçmeyecektir çünkü bunlar Suudi ekonomisinin işleyişi ve krallığın uzun vadeli pazar ihtiyaçları için vazgeçilmezdir” diyor: “Suudi liderliği çok daha bağımsız düşünüyor; 10 yıl önce Amerikan taleplerine içgüdüsel olarak daha saygılı bir nesil vardı.”

Ukrayna’daki savaş Körfez’e ABD’nin kendini bir davaya adadığında neler yapabileceğini gösterdi. Ancak Emirlikler ve Suudilerin endişelerinin temelinde yatan soru Washington’un hedeflerine ne kadar bağlı olduğu.

Gargaş, “Amerika’nın ekonomik, askeri ya da siyasi gücünün bugün ya da önümüzdeki 10 yıl içinde, son 10 yılda olduğundan daha az olacağını düşünmüyorum” diyor: “Benim anlamaya çalıştığım şey, bölgeye ve BAE’ye olan bağlılığının ne olacağı.”

‘Hassas bir oyun’

Körfez’i ABD’ye bağlayan sadece Amerikan askeri donanımı değil.

Körfez ülkeleri para birimlerini dolara sabitliyor ve ABD’yi kilit pazar olarak görmeye devam ediyor. Abu Dabi’nin yatırım fonu servetinin yüzde 40’ından fazlası ABD’de bulunuyor. Suudi Arabistan’ın 650 milyar dolarlık Kamu Yatırım Fonu’nun yüksek profilli yatırımlarının çoğu, Uber ve elektronik araç üreticisi Lucid’deki hisseler de dahil Amerikan varlıklarına yapıldı.

Yetkililer, Körfez’in devlet fonlarının ABD’de yatırım yapmanın, daha az liberalleşmiş Asya piyasalarına kıyasla çok daha kolay olduğunu, özellikle de hedeflerine ulaşmak için gereken ölçekte yatırım yapmanın çok daha kolay olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca Körfez’in yararlanmak istediği son teknoloji ürünlerinin çoğunun Amerikan şirketleri tarafından geliştirildiği de kabul ediliyor.

Yine de Körfez’in Asya ile ticareti sadece tek bir yöne doğru ilerliyor ve bölgedeki egemen fonlar Asya pazarlarına olan ilgilerini artırıyor.

Londra merkezli Asia House tarafından hazırlanan bir rapora göre, 2021 yılında Suudi Arabistan’ın Çin ile olan 81,7 milyar dolarlık toplam ticareti Riyad’ın ABD, İngiltere ve Avro Bölgesi ile olan ticaretinin toplamını kısa bir süre için aştı.

Geçen yıl yayınlanan raporda, BAE’nin de benzer bir yol izlemesinin beklendiği, Körfez ülkelerinin Çin ile ABD, İngiltere ve Avro Bölgesi ile ticareti arasındaki farkın 2010’daki 28 milyar dolara kıyasla birkaç milyar dolara ineceği belirtilmişti.

Dünya fosil yakıtlardan uzaklaştıkça, Körfez ülkeleri son petrol varillerini satın alanların Çin ve Hindistan olacağını biliyor.

Çin, ABD’nin Orta Doğu’daki güvenlik rolüne meydan okumaya ya da onu yerinden etmeye çalışmadı, ancak geleneksel ticari ortaklıkların ötesine geçmek istediğine dair ipuçları var. Mart ayında ezeli rakipler Suudi Arabistan ve İran’ın ilişkilerini düzeltmeleri için bir anlaşmaya aracılık etmesindeki başarısı pek çok kişi tarafından Pekin’in bölgede daha siyasi bir rol üstlenmeye istekli olduğunun bir işareti olarak yorumlandı.

Ancak Körfez yetkilileri, iki küresel güç ekonomilerini “ayrıştırmayı” hedeflerken ABD-Çin rekabetinin çapraz ateşine yakalanma tehlikesinin de farkında.

Bir BAE yetkilisi, 1980’lerdeki video kaset savaşına atıfta bulunarak, “Bu risk [Washington’daki] tüm bu ayrışma hareketinde var çünkü iki rakip teknolojiye bakarsak, dünya aniden VHS ve Betamax’a dönüşüyor” diyor.

Yine de Körfez ülkeleri Pekin’le ilişkilerini derinleştirerek ve 5G telekomünikasyon ağları gibi Çin teknolojilerinden faydalanarak Washington’u kızdırmaya hazır görünüyor. İki yıl önce BAE, ABD’nin Çin’in Abu Dabi limanında bir askeri üs inşa ettiğine dair şüphelerini gidermek zorunda kaldı.

Çin devlet medyasına göre BAE bu ay Çin ile ilk ortak hava tatbikatını gerçekleştiriyor. Suudi Arabistan’ın Kasım ayındaki Zhuhai Havacılık Fuarı’nın ardından Çin’den 4 milyar dolarlık silah satın aldığı da bildirildi ki bu rakam daha önceki Suudi-Çin silah anlaşmalarından çok daha büyük.

Analistler, Riyad ve Abu Dabi’nin ABD’ye verdiği mesajın, “Önce size geleceğiz, ama satmazsanız başka bir yere gideceğiz” olduğunu söylüyor. Körfez ülkelerinin bir ülkeyi diğerine karşı kullanmaktan çekinmediğini de ekliyorlar. Ancak bu hassas bir denge.

Hokayem, “Onlar için temel stratejik ikilem, güvenliklerinin Batı’da, enerji politikalarının Rusya’da ve refahlarının giderek Çin ve Asya’nın geri kalanında olması” diyor.

“Bu karmaşık ilişkileri yönetmek için dikkatli adımlar atmak ve sürekli angajman içinde olmak gerekiyor. Siyasi, ekonomik ve jeoekonomik açıdan tüm bu başkentlere büyük yatırımlar yapmak zorundalar. Bu hassas bir oyun.”

Ortadoğu

İsrail’le normalleşme için sıradaki aday Suriye iddiası

Yayınlanma

ABD ve İsrail medyasında yer alan haberlere ve yetkililerin açıklamalarına göre, İsrail’le normalleşme için İbrahim Anlaşmaları’nı imzalayan bir sonraki ülkenin Suriye olması bekleniyor.

Beyaz Saray Basın Sekreteri Karoline Leavitt perşembe günü yaptığı açıklamada, Trump yönetiminin Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları’na katılan bir sonraki ülkelerden biri olmasını beklediğini söyledi.

Leavitt, “Başkan, bölgedeki daha fazla ülkenin İbrahim Anlaşmaları’nı imzalayacağından kesinlikle umutlu” dedi.

“Başkan [Trump] Suriye’nin yeni cumhurbaşkanı [Ahmed El-Şara] ile görüştüğünde, [Trump]’ın taleplerinden biri de Suriye’nin İbrahim Anlaşması’nı imzalamasıydı” dedi.

“Orta Doğu’da uzun süreli ve kalıcı bir barış görmek istiyoruz ve bunu başarmanın yolu da budur” diye konuştu.

“Size bir zaman çizelgesi veremem ama bu yönetim bunun gerçekleşmesini istiyor ve bölgedeki ortaklarımız da bunu bilmeli” dedi.

İbrahin Anlaşmaları, ABD Başkanı Donald Trump’ın 2020’deki ilk görev döneminde, BAE, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyi kabul etmesiyle Orta Doğu’da başlattığı süreçti.

Trump yönetiminin Orta Doğu özel temsilcisi Steve Witkoff da, çarşamba günü CNBC’ye verdiği röportajda, anlaşmalara daha fazla ülkenin katılacağına dair ipuçları verdi.

Witkoff, “İbrahim Anlaşması’na katılan ülkelerle ilgili büyük açıklamalar olacak” dedi.

CNBC’ye verdiği demeçte, “Başkanın temel hedeflerinden biri Abraham Anlaşması’nın genişletilmesidir” dedi.

Witkoff, “İnsanların hiç düşünmeyeceği bir dizi ülkede normalleşme olmasını umuyoruz, bu nedenle bu olasılık bizi heyecanlandırıyor; bu, Orta Doğu’da istikrarı sağlayacaktır” diye ekledi.

‘Suriye hükümetiyle doğrudan iletişim halindeyiz’

Witkoff’un açıklamasından saatler önce İsrail Ulusal Güvenlik Danışmanı Tzachi Hanegbi, İsrail’in geçici Suriye hükümetiyle doğrudan ve günlük iletişim içinde olduğunu ve tarafların olası bir normalleşmeyi görüştüğünü açıkladı.

Hanegbi, “İsrail ile Suriye rejimi arasında tüm seviyelerde doğrudan ve günlük bir diyalog var. Bu süreci, oradaki siyasi yetkililerle birlikte ben yürütüyorum” dedi.

Hanegbi ayrıca, Suriye ve Lübnan’ın da gelecekte İbrahim Anlaşmaları kapsamında normalleşme sağlanabilecek ülkeler arasında değerlendirildiğini belirtti.

İsrail’in, bu görüşmelerin bir parçası olarak Suriye’deki tampon bölgelerden asker çekmeyi kabul edip etmediği sorusuna Hanegbi, “Eğer bir normalleşme olursa, bunu değerlendiririz” yanıtını verdi, ancak “Hermon Dağından çekilmeyeceğiz” diyerek bu konuda net bir çizgi çizdi.

İran’a saldırıları izledi

Suriye’nin yeni lideri Ahmed Şara, İbrahim Anlaşması’na katılma konusunda daha önce de imalarda bulunmuştu.

Şara, nisan ayında ABD Temsilcisi Cory Mills’e, Suriye’nin doğru koşullar altında İbrahim Anlaşmaları’na katılmaya hazır olduğunu söylemişti.

Şara, İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sırasında da sessiz kaldı. İsrail’e göre, bu saldırılar Suriye’nin de “işine geldi” ve Suriye’nin “elini güçlendirdi”.

İsrail uçakları 12 gün boyunca Suriye üzerinden İran hava sahasını ihlal ederken, Şara yönetimi sadece olayı izledi.

İsrailli Jerusalem Post gazetesi, “Suriye’nin çıkarı açık: İran’a vurulacak her darbe, Şam’daki yeni rejimin en büyük stratejik rakibini zayıflatır. İran’a vurulacak her darbe, Şara rejimi için saf kazançtır” diye yazdı.

Trump’ın Ahmed Şara ile el sıkışması ve Suriye yaptırımlarının kaldırılması hem ABD’nin hem de İsrail’in Şara hükümeti ile normalleşmesinin ön adımı olarak görülüyor.

Nihai hedef: İsrail-Suudi normalleşmesi

ABD’nin İsrail ile “Arap ülkelerinin lideri” olarak değerlendirilen Suudi Arabistan’ın ilişkilerini normalleştirmek istediği sır değil. Bu kapsamda yürütülen tüm diplomatik hamleler Suudi Arabistan’ın “Filistin devleti için yol haritası” şartının İsrail tarafından reddedilmesi nedeniyle bugüne kadar başarılı olamadı. Ancak ABD’nin esas hedefinin İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi olduğu biliniyor.

Lübnan ile normalleşme ihtimali

Bu süreçte İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan çatışmada Hizbullah’ın ağır darbe almasını fırsat bilen ABD, Lübnan’da siyasi süreçlere doğrudan müdahil oldu. Trump yönetimi Lübnan’da desteklediği isimlerin Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmasını sağladıktan sonra İsrail ile Lübnan arasında normalleşme ihtimali gündeme geldi. Bu yönde atılan bir dizi adım Lübnanlı yetkililerce bugüne kadar yalanlanıyordu, ancak Lübnan Başbakanı Nevvaf Selam, ilk kez geçen ay İsrail’le normalleşme istediğini açıkça söyledi. Ancak hem Hizbullah’ın Lübnan’da hala etkili bir güç olması hem de ülkede İsrail işgali devam ederken yapılacak olası bir normalleşme anlaşmasının toplumda göreceği tepki sürecin önündeki engeller olarak görülmeye devam ediyor.

Yeni yol haritası

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya yakınlığıyla bilinen Israel Hayom gazetesinin haberine göre, ABD Başkanı Donald Trump, Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Netanyahu ve Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer arasında, ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği saldırının hemen ardından telefon görüşmesi yapıldı.

İsrailli bir kaynağa dayandırılan haberde, bu görüşmede üç temel başlık üzerinde uzlaşı sağlandığı iddia edildi: Gazze’de iki hafta içinde ateşkes sağlanması, İbrahim Anlaşmalarının Suriye ve Suudi Arabistan’ı da içerecek şekilde genişletilmesi ve Batı Şeria’da sınırlı İsrail egemenliğiyle iki devletli çözüm modeli.

Okumaya Devam Et

Ortadoğu

Arakçi: ABD ile müzakerelerin yeniden başlaması için hiçbir anlaşma yapılmadı

Yayınlanma

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, ABD ile müzakerelerin yeniden başlaması için şu anda hiçbir anlaşma yapılmadığını ve görüşmeler için bir zemin bulunmadığını açıkladı. Arakçi, Avrupa’yı snapback mekanizmasını etkinleştirmemesi konusunda uyararak bunun ‘tarihi bir hata’ olacağını belirtti ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Grossi’yi kabul etme gibi bir planlarının olmadığını söyledi.

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, ABD ile müzakerelerin yeniden başlaması için şu anda herhangi bir anlaşma yapılmadığını ve görüşmeler için bir zemin bulunmadığını belirtti.

Arakçi, Avrupa’yı “snapback” (tetik mekanizması) olarak bilinen mekanizmayı etkinleştirmemesi konusunda uyararak bunun “tarihi bir hata” olacağını söyledi. Ayrıca, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Rafael Grossi’yi şu anda kabul etme gibi bir planlarının olmadığını da sözlerine ekledi.

Tesnim ajansının aktardığına göre dün katıldığı televizyon programında konuşan Arakçi, son dönemde yaşanan çatışmaların diplomasiye bir ihanet olduğunu vurgulayarak, İran’ın meşru müdafaa hakkını kullandığını ve dünyanın artık kendilerine hak verdiğini ifade etti.

İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

‘ABD ile müzakereler için bir zemin yok’

Diplomasinin her zaman var olduğunu ancak müzakerenin diplomasinin sadece bir parçası olduğunu belirten Arakçi, “Diplomasi şu anda da mesaj alışverişleri ve görüşmelerle devam ediyor. Ancak ABD ile müzakerelere dönüp dönmeyeceğimiz değerlendirilmeli,” dedi.

Arakçi, ABD’nin müzakerelerin ortasında ihanet ettiğini ve bu tecrübenin değerlendirmelerinde dikkate alındığını vurguladı.

Trump’ın açıklamalarına ilişkin ise Arakçi, “Müzakerelerin yeniden başlaması için hiçbir anlaşma yapılmadı, hatta bu konuda bir görüşme dahi olmadı. Şu anda müzakere için bir zemin bulunmuyor,” ifadelerini kullandı.

Arakçi, çatışmalardan önceki müzakerelerde ABD’nin sunduğu teklifin birçok unsurunun kabul edilemez olduğunu ve İran’ın kendi karşı teklifini sunacağı sırada saldırının gerçekleştiğini belirtti.

Avrupa’ya ‘tarihi hata’ uyarısı

Arakçi, Avrupa’nın müzakere masasına dönme çağrılarına tepki göstererek, “Hangi müzakere masası? ‘Müzakere masasına dönün’ diyenler hangi masadan bahsettiklerini açıklamalı,” şeklinde konuştu.

Özellikle Fransa ve İngiltere’nin “snapback” mekanizmasını etkinleştirme ihtimaline değinen Arakçi, bunun Avrupa’nın en büyük stratejik hatası olacağını ve nükleer dosyadaki rollerini sonsuza dek bitireceğini söyledi.

Arakçi, “Avrupa, nükleer tesislere yapılan saldırıyla müzakere gücümüzü yok edeceğini sandığı gibi, snapback ile de İran’ın elini boşaltacağını sanıyor. Bu yanlış bir varsayımdır. Ne askeri saldırılar ne de snapback İran’ın konumunu zayıflatmaz, aksine Avrupa’nın rolünü tamamen ortadan kaldırır,” diye konuştu.

‘İran Lübnan değildir’

Çatışmaların durdurulması sürecine de değinen Arakçi, İran’ın tek şartının düşmanın ön koşulsuz olarak saldırılarını durdurması olduğunu ve bu şartın gerçekleştiğini ifade etti.

Arakçi, “Ateşkesi kabul ettiğimizi söylemedik, ancak rejim saldırılarına devam etmezse bizim de devam etme niyetimiz yok,” diye konuştu.

İsrail’in çaresizlikten bu noktaya geldiğini savunan Arakçi, Avrupalı bir muhatabına net bir mesaj verdiğini belirterek, “Açıkça söyledim; onlara İran’ın Lübnan olmadığını ve ateşkesi ihlal ederlerse İran’ın karşılık vereceğini iletin. Umarım ateşkese saygı gösterirler çünkü müsamaha göstermeyeceğiz,” dedi.

Grossi’nin ziyaret talebine ret

UAEA ile ilişkiler ve Başkan Grossi’nin Tahran’a yapacağı ziyaret talebi hakkında da konuşan Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin şu anda Sayın Grossi’yi kabul etme gibi bir planı yoktur,” ifadelerini kullandı.

Arakçi, nükleer tesislerin bir kısmının tahrip edildiği mevcut durumda denetimlerin, hasarın boyutu hakkında kesin bilgiye erişim anlamına geleceğini ve bu konunun Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi tarafından değerlendirileceğini belirtti.

Saldırganın tespiti için BM’de girişim başlatıldı

Arakçi, saldırıların yol açtığı zararların tazmini için de adımlar atıldığını açıkladı. Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Hukuk Departmanı’nın, Birleşmiş Milletler nezdinde saldırganın tespiti ve zararların tazmini konusunu takip etmekle görevlendirildiğini söyledi.

Cumhurbaşkanlığı Hukuk Danışmanlığının da maddi ve insani kayıpların belgelenmesi sürecini yürüttüğünü ekledi.

Komşu ülkelere dostluk mesajı

İran’ın bölgedeki Amerikan üslerine yönelik saldırısının komşu Arap ülkelerine yönelik bir mesaj taşımadığını vurgulayan Arakçi, “Saldırı, yalnızca ABD’nin tehdidine bir yanıttı. Bölgedeki Amerikan üslerinin, ev sahibi ülkelerin bilgisi olmasa bile, İsrail’i desteklemede rol oynadığına dair kanıtlarımız var,” dedi.

Arakçi, İran’ın politikasının başta Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri, Irak ve Mısır olmak üzere komşularıyla dostane ilişkileri geliştirmek olduğunu sözlerine ekledi.

Okumaya Devam Et

Ortadoğu

Hamaney, ABD’nin İran’a yönelik bombardımanının “hiçbir sonuç vermediğini” söyledi

Yayınlanma

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, İsrail ile ateşkesin yürürlüğe girmesinden sonra yaptığı ilk açıklamalarda, ABD’nin İsrail’in nükleer tesislerine yönelik saldırılarının “hiçbir sonuç vermediğini” ve Donald Trump’ın saldırıların etkisini “abarttığını” söyledi.

Bu açıklamalar, hafta sonu ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı hasarın boyutu konusunda çelişkili bilgiler ortasında geldi. ABD güçleri üç İran nükleer tesisini vurdu ve Trump, saldırıların tesisleri “yok ettiğini” iddia etti.

Ancak perşembe günü yayınlanan bir video mesajında, ülkenin en üst düzey karar vericisi Hamaney, ABD başkanının “ihtiyacı olduğu için abarttığını” söyledi ve İran halkını “şanlı zaferinden” dolayı tebrik etti.

86 yaşındaki Hamaney, “Onun sözlerini duyan herkes, sözlerinin arkasında farklı bir gerçeklik olduğunu anlayabilirdi — onlar hiçbir şey yapamadılar” diye ekledi.

Bu açıklamalar, ABD’nin saldırılarının Tahran’ın nükleer programını ne ölçüde engellediği konusunda spekülasyonların yoğunlaştığı bir dönemde geldi.

Salı günü İran Cumhurbaşkanı Masud Pezeşkiyan, “saldırgan düşmanın” nükleer tesisleri yok etmede başarısız olduğunu söyledi. Aynı gün sızan bir ABD istihbarat raporu, saldırıların Tahran’ın nükleer programını sadece birkaç ay geciktirdiğini öne sürdü.

Ancak çarşamba günü, Trump tarafından atanan CIA direktörü John Ratcliffe, tesislerin “ağır hasar gördüğünü” ve “yıllar boyunca yeniden inşa edilmesi gerekeceğini” söyledi.

Hamaney aksine İran’ın ABD’ye zarar verdiğini ifade etti. İran, “ABD’ye sert bir darbe indirdi, özellikle de bölgedeki önemli üslerinden biri olan Al Udeid üssünü hedef alarak hasar verdi” dedi.

İran’ın bölgedeki hayati Amerikan tesislerine erişebilmesi ve gerekli gördüğü takdirde bu tesislere saldırı düzenleyebilmesinin önemsiz bir mesele olmadığını da sözlerine ekledi. “Bu önemli bir gelişme ve gelecekte tekrar yaşanabilir” uyarısında bulundu. “Saldırganlık tekrarlanırsa, düşman şüphesiz ağır bir bedel ödeyecek” dedi.

Ayetullah Hamaney ayrıca, İsrail’e saldırıları kastederek, “İslam Cumhuriyeti’nin bu kadar yıkıcı saldırılar gerçekleştirebileceği fikrinin düşmanın aklından bile geçmediğini, ancak bunun gerçekleştiğini” söyledi.

“Gelişmiş çok katmanlı savunma sistemlerini aşmayı başaran ve güçlü füze ve silah saldırılarıyla düşmanın askeri ve kentsel merkezlerinin büyük bir bölümünü yerle bir eden silahlı kuvvetlerimize yardım ettiği için Tanrı’ya şükrediyoruz” dedi.

Hamaney’in uzun süre kamuoyunun önüne çıkmaması, güvenliği konusunda spekülasyonlara yol açmıştı. İsrail, 12 günlük çatışmanın ilk aşamalarında üst düzey İranlı askeri yetkilileri ve nükleer bilim adamlarını hedef aldı.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, kampanya sırasında Hamaney’i doğrudan hedef almayı dışlamadı ve hatta İranlıları ayaklanmaya ve rejim değişikliği peşinde koşmaya çağırdı.

ABD Başkanı Donald Trump, savaş sırasında Hamaney’in yerini tam olarak bildiklerini, ancak onu ortadan kaldırma kararı alınmadığını söyledi.

Hamaney perşembe günü yaptığı açıklamada, İslam Cumhuriyeti’nin “Siyonist rejimi diz çöktürdüğünü ve ezdiğini” savundu.

İran’ın “ABD’ye ağır bir tokat attığını” söyledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English