Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Mısır ve Tunus adım adım böyle “periferileşti”

Yayınlanma

Arap dünyasında tartışmasız bir öneme ve konuma sahip Mısır, tarihinin en derin ekonomik kriziyle boğuşuyor. Ekonomisinin yapısal sorunlarının yanı sıra Kovid-19 sonrası küresel enflasyon ve yükselen faiz oranları, Mısır’ı son yılların en kötü enflasyonlarından birisiyle karşı karşıya bıraktı. Mısır yaşadığı krizden kurtulmak için büyük ölçüde Körfez ülkelerinden aldığı hibeler ve kredilere bel bağlamış durumda. Ülkenin ekonomisi enerji zengini Körfez ülkelerine giderek daha fazla bağımlı hale geldikçe Arap dünyasındaki öncü rolü de aşınıyor. Geçmişin Arap dünyasına yön veren önder ülkesi Mısır, dış politikada Körfez ülkelerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Benzer bir durum Tunus için de geçerli. Ciddi ekonomik krizle boğuşan ve dış finansman sorunu yaşayan Tunus, mali destek konusunda kendine el uzatan Cezayir’e uyum sağlamak zorunda kalıyor. 

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale bu iki ülkenin geldiği konumu “periferileşme” olarak niteliyor. Makale, iki ülkenin ekonomik görünümünü ve yaşanan krizi resmederek borç batağına ve dış finansmana nasıl bağımlı hale geldiklerini açıklıyor. Makale, bu bağımlılıkla eşgüdüm halinde dış politikalarında yaşanan dönüşümü açıklamaya odaklanıyor. 

***

Artan Borç Mısır ve Tunus’un Jeopolitik Periferileşmesini Nasıl Hızlandırdı?

Giriş

Yüksek borç seviyeleri ve değişen kurtarma stratejileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın jeopolitik manzarasını yeniden şekillendiriyor. Hidrokarbon ihraç eden ülkeler; Mısır, Ürdün, Lübnan ve Tunus gibi yüksek borçlu ülkeler karşısında daha fazla önem kazanıyor. Bu durum, düşük ve orta gelirli ülkelerin ekonomik marjinalleşmesini daha da kötüleştiriyor ve onları, örtüşen ya da çatışan nüfuz alanları bölgeyi parçalayan, hırslı, kaynak zengini fon sağlayıcılarla jeopolitik olarak aynı hizaya gelmeye zorluyor.

Borçlu ülkeler arasında Mısır ve Tunus, 2011’den bu yana farklı siyasi ve ekonomik gidişatlarına rağmen benzer zorluklarla karşı karşıya. Ardı ardına gelen gıda ve enerji fiyat şoklarının yanı sıra yükselen faiz oranlarından mustarip olan her iki ülke de dış mali destek sağlamaya çalışıyor. Dünyanın en büyük buğday ithalatçısı olan Mısır, yıllar süren kemer sıkma politikalarının ardından Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı şoklarla mücadele ediyor. Tunus ise giderek kötüleşen bir mali durum ve zar zor sürdürülebilir kamu borcuyla karşı karşıya.

Kovid-19 salgınından bu yana, iki ülkenin uzun vadeli yapısal kırılganlıkları olumsuz küresel ekonomik koşullarla daha da kötüleşti. Küresel ekonomideki uzun süreli yavaşlama nedeniyle doğrudan yabancı yatırımların azalması, küresel ticaretin ve kârlı Mısır ve Tunus turizm sektörlerinin daralması ve artan gıda ve enerji fiyatları, açıkları ve mali ihtiyaçları daha da ağırlaştırdı. Mısır, Aralık 2022’de Uluslararası Para Fonu (IMF) ile bir anlaşma imzalayarak kısa vadeli borçların büyük ölçüde dışarıya akmasının ardından bir felaketi önledi, ancak hâlâ esas olarak Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin cömertliğine güveniyor. Yine de KİK ülkeleri, önemli mali ihtiyaçları göz önüne alındığında Mısır’ı destekleme konusunda isteksiz davranıyor.

Tunus’ta Devlet Başkanı Kays Said, Temmuz 2021’de bir darbe düzenledikten sonra ülkenin on yıllık demokratikleşme sürecini tersine çevirirken Tunus’u Batılı destekçilerinden izole etti. Popülist otoriter rejimi büyük ölçüde komşu Cezayir’in sağladığı yetersiz mali desteğe dayanıyor. Mısır’ın mali gereksinimleri nedeniyle Körfez ülkeleriyle yakınlaşmak zorunda kalması gibi Tunus da geçmişteki daha bağımsız yaklaşımından uzaklaşarak Cezayir ile aynı şeyi yapmak zorunda kaldı.

Dış finansmana olan bu kronik bağımlılık Mısır ve Tunus için iki katmanlı bir periferileşme süreci yarattı. Her ikisi de küresel ekonomide periferik hale geldi, böylece ekonomi politikaları artık esas olarak dış finansman sağlama ve sürekli genişleyen finansman boşluklarını doldurmak için kreditörlerinin tercihlerini kabul etme zorunluluğuna dayanıyor. Aynı zamanda, hidrokarbon ihraç eden ülkelere bağımlılıkları, Mısır ve Tunus’un uzun süredir devam eden dış politika özerkliğinin altını oyarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika jeopolitiği açısından periferileştiklerini de yansıtıyor.

Dış finansmana bağımlılık süreçleri

Mısır ve Tunus 2013’ten bu yana gıda, enerji ve faiz şokları nedeniyle yabancı mali kaynaklara önemli ölçüde daha bağımlı hale geldi. O yıl, Tunus 2011’deki ayaklanmanın ardından ilk IMF programını kabul ederken Mısır ekonomisini istikrara kavuşturmak için uzun vadeli mevduatlara ve KİK ülkelerinden gelen düşük faizli kredilere bel bağladı. Tunus da Mısır gibi 2016 yılında bir IMF programını kabul etti. Bu programlar her iki ülkenin de uluslararası finans piyasalarına erişimi için hayati önem taşıyordu. Ancak bu programlar Mısır ve Tunus’u uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı koşullara maruz bıraktı ve onları dış şoklara, özellikle de ABD doları faiz oranlarındaki değişikliklere karşı daha kırılgan hale getirdi. Bu şoklar Mısır’da Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin rejimini daha da zorlayarak toplumsal gerginlik riskini artırırken, Tunus’ta ise Said’in otoriter liderliğini pekiştirme kabiliyetini ciddi şekilde törpülemeye devam ediyor.

Mısır’ın ekonomik sorunları 2011 ayaklanmasını ve ardından gelen istikrarsızlığı takip eden döneme kadar uzanıyor. Gıda güvensizliği, büyük cari ve ticaret açıkları, ülkenin dış finansmana olan bağımlılığını, dış borç stokunu ve borç ödeme yükünü artırdı. IMF anlaşmasının 2016 sonlarında tamamlanmasından bu yana Mısır hükümeti, Mısır poundunun keskin bir şekilde devalüe edilmesini ve bunun sonucunda enflasyon oranlarının yükselmesini içeren neoliberal bir gündem izledi. IMF programı aynı zamanda aralarında sübvansiyonların kesilmesi, kamu hizmetlerinin azaltılması ve dolaylı vergilendirmenin genişletilmesinin de bulunduğu ciddi kemer sıkma önlemlerini de dayattı.

Sisi rejimi, popüler olmayan kemer sıkma politikalarını uygulamak için siyasi muhalefete ve sivil toplum gruplarına karşı baskıcı önlemler aldı. Makroekonomik göstergelerin göreli iyileşmesi, Mısır’ın genellikle bir yıldan az vadeli olan dış borcuna kısa vadeli portföy yatırımlarını çekmek için gerekliydi. Gerçekten de 2000-2010’da ortalama yüzde 11,86’dan Mısır’ın dış rezervlerindeki kısa vadeli borcun payı 2011-2021 döneminde yüzde 29’a yükselerek üç katına çıktı. Bu, 2016’daki IMF anlaşmasının ardından çok yüksek olan reel faiz oranlarının yanı sıra Mısır’ın daha uzun vadeye odaklanma eğilimindeki doğrudan yabancı yatırımı çekme kapasitesinin azalmasıyla da ilgiliydi.

Başlangıçta, kısa vadeli borç, Mısır Merkez Bankası’ndaki KİK merkez bankalarından alınan mevduatlardan oluşuyordu. Ancak 2017 itibarıyla bunların yerini kademeli olarak uluslararası sermaye fonlarından kısa vadeli girişler aldı. Ancak bu, Mısır’ı küresel finans piyasalarının kaprislerine daha fazla maruz bıraktı. Bu durum aynı zamanda, daha uzun vadeli yatırımların yokluğunda kısa vadeli finansmanı çekmeye uğraşmak zorunda kalan Küresel Güney’deki çevre ekonomiler için kötüleşen borçlanma koşullarını da yansıtıyordu.

Tunus’ta ise durum biraz farklıydı. Ülkeye, 2010-2011 yıllarındaki halk ayaklanmasının ardından düşük faizli krediler, Tunus merkez bankasındaki mevduatlar, ABD garantili krediler ve Avrupa Birliği’nden makro-finansal yardım gibi çeşitli türlerde ve önemli miktarda sermaye girişi oldu. Bunlar, ülkenin 2015 ve 2016’daki terör saldırılarının ardından doğrudan yabancı yatırımlardaki keskin düşüş ve turizmdeki çöküşle başa çıkmasına yardımcı oldu. O dönemde Tunus, Tunus’un demokratikleşme sürecinden kaynaklanan demokratik bir rant fonlamasından yararlandı. Ancak Tunuslu karar alıcılar, uluslararası ortakların ne olursa olsun Tunus demokrasisini desteklemeye devam edeceğinden emin oldukları için uluslararası finans kuruluşlarının koşullarına uymak için hiçbir neden bulamadılar. Bu yüzden yönetici elitler Tunus’un borç yükünü azaltacak reformları uygulamak yerine, zaman kazanmak ve çok ihtiyaç duyulan ekonomik düzenlemelerden kaçınmak için (sermaye) girişine bel bağladılar.

Ülkenin kötüleşen mali durumu hükümeti 2016’da IMF anlaşmasını müzakere etmeye zorladı. IMF’nin talepleri arasında kamu sektörü harcamalarının ve sübvansiyonların azaltılması ve vergi reformunun uygulanması vardı. Ancak siyasi liderlerin, çatışan ekonomik ve sektörel çıkarları uzlaştırmadaki başarısızlığı, reformların kabul edilmesini ve kamu borcunun azaltılmasını zorlaştırdı. Programının ilerlemediğini gören IMF, 2019’da kredi dilimlerinin ödenmesini askıya almaya karar verdi. Bu, Tunus’un ekonomik durumu aşırı kırılgan hale geldikçe kurumun tutumundaki değişikliğe işaret ediyor.

Yurtiçinde, Tunus hükümetlerinin bir yük paylaşımı uzlaşması oluşturmadaki başarısızlığı, yerel oyuncuları -sendikalar, iş çevreleri ve şirketler- taleplerini ikiye katlamaya teşvik etti. Tunus, Kovid-19 salgınının patlak vermesinin ardından geciken reformların bedelini ödedi. Ekonomik faaliyet üzerindeki etki, 2020’de reel GSYH açısından yüzde 8,6’lık negatif bir büyüme oranına yol açarak 1956’daki bağımsızlıktan bu yana kaydedilen en büyük düşüşe neden oldu. Tunus bu şoktan kurtulmaya çalışırken, Şubat 2022’de Ukrayna savaşının başlaması mali dengesizliklerini daha da artırdı. Kamu borcu 2012’de GSYH’nin yüzde 47,7’si iken 2022’de yüzde 88’e yükseldi. Tunus’un 2011’de yüzde 21,7 olan dış borcundaki kısa vadeli borçların oranı 2021’de yüzde 32,4’e yükseldi. Kısa vadeli borçların toplam rezervlere oranı da 2011’de yüzde 51 iken 2021’de yüzde 152,5’e yükselerek önemli ölçüde arttı. Bu eğilimler, ülkenin dış finans piyasalarına olan bağımlılığını ve uzun vadeli döviz kaynaklarındaki (yatırım, turizm ve Tunus’un fosfat ihracatından elde edilen gelirler) keskin düşüşü işaret ediyor. Uluslararası enerji fiyatlarındaki hızlı yükseliş, gıda ithalatına olan aşırı bağımlılık ve küresel faiz oranlarındaki artış Mısır’da olduğu gibi Tunus’un da dövize olan ihtiyacını daha da artırdı. Ayrıca 2019’dan sonra Tunus, kredi notunun büyük derecelendirme kuruluşları tarafından periyodik olarak düşürülmesiyle uluslararası finans piyasalarına erişimini de kaybetti.

Bu kötüleşen durum karşısında Tunus, IMF ile yeni bir anlaşma arayışına girdi. Ekim 2022’de kurumla ön anlaşma imzaladı ve bu anlaşma IMF yönetim kurulunun onayını bekliyor. Said’in darbesi, reform taahhüdünün olmayışı ve Tunus’un önceki on yıl boyunca tutmadığı sözler, IMF’nin, Cumhurbaşkanı’ndan dört yıllık zorlu bir reform programına (2023-2027) başlamaya istekli olduğunu gösterecek önlemler talep etmeyi sürdürmesine yol açtı. Ancak Nisan 2023’te Said’in IMF koşullarını “dikte” olarak reddetmesiyle tam tersi bir durum ortaya çıktı. Bu durum Tunus tahvillerinin uluslararası piyasalarda daha fazla değer kaybetmesine yol açarak ülkenin kredi notuna daha da zarar verdi ve borç sürdürülebilirliğini tehdit etti. Derecelendirmesi en düşük olan AB, kendi iç düzenlemeleri nedeniyle daha fazla fon sağlayamayacak.

Tunus’un harcamalarını karşılayamaması ve önemli ölçüde uluslararası mali destek sağlayamaması, temel ithalatın güvence altına alınmasında sorunlara yol açmaya başladı. 2022’de şeker, bitkisel yağ, pirinç, kahve ve süt gibi temel ürünler süpermarketlerde bulunamamaya başladı. Tunus ve Mısır’ın finansman güçlükleriyle karşı karşıya kalmasının her iki ülkeyi de bölgesel siyasi yaklaşımlarını etkileyen ikilemlere itmesi şaşırtıcı değil.

Dış finansman ve jeopolitik sonuçları

Mısır ve Tunus, finansal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, dış politika görünümlerini gözden geçirmek ve onlara fon sağlayan ya da fon sağlayabilecek durumda olan ülkelerle uyum sağlamak zorunda kaldılar. Mısır için bu, Arap dünyasındaki ana siyasi yönelimleri belirleyen bir ülke olarak önceki rolünün aksine, onu KİK devletlerinin siyasi konumlarına yaklaştırdı. Tunus, yalnızca Cezayir’den anlamlı bir destek aldı ve geleneksel orta yol politikasını Kuzey Afrika meselelerine bıraktı. Bu değişimler, daha önce sömürge sonrası Arap tarihinde öncü rol oynayan iki ülkenin bölgesel periferileşme sürecini besledi.

Mısır’ın son on yıldaki ekonomik zayıflıkları, ülkenin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) tekrar tekrar mali desteğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu. İki Körfez ülkesi, Arap ayaklanması dalgasını durdurmak, İslamcıları iktidardan uzaklaştırmak ve Mısır’ı etki alanları içinde tutmak gibi siyasi ve jeostratejik nedenlerle durumu istikrara kavuşturmaya çalıştı. Katar da giderek artan bir rol oynadı. Mısır’ın Katar’a yaptırım uygulamak için Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’e katılmasının üzerine yıllarca süren yıpranmış ilişkilerin ardından, 2022’de Katar yatırımının Mısır’a dönüşünü kolaylaştıran diplomatik ve ekonomik bir yakınlaşma başlatıldı.

Ancak bugün Körfez ülkelerinin Mısır’a karşı tutumu değişti. Odak noktası artık yalnızca siyasi ve güvenlik konuları değil. Bunun yerine, KİK yatırımcıları, bazıları limanlar ve kamu hizmetleri gibi stratejik değeri olan devlet varlıklarının kontrolünü ele geçirerek yatırımlarından daha kârlı geri dönüşler arıyor. Buna paralel olarak, Mısır ekonomisiyle ilgili endişeler artıyor. Mısır’ın daha sık ve daha büyük kurtarma paketlerine bağımlı hale geldiği göz önüne alındığında, Körfez’deki hükümetler Mısır’ın makroekonomik politikalarına ilgi duymaya başladı. Tarihsel olarak Mısır, KİK ile olan güçlü bağlarını IMF finansmanının yerine kullanmıştı. O dönem bitmiş görünüyor. Aralık 2022’de IMF, Mısır için bir ilk olan KİK ülkelerinden fon sağlamayı “katalize etmeyi” kabul etti. Ayrıca, IMF koşullarına uygun olarak Körfez ülkeleri Mısır’ı, Mısır ordusunun ekonomiye katılımını azaltmaya ve devlete ait işletmelerin finansmanı konusunda daha şeffaf olmaya zorluyor.

Tunus da bir çıkmazda. On yıllık mali destek ve kolay paraya erişimin ardından ülke kendini Said hükümetinin altında sıkışmış buldu. Cumhurbaşkanı, herhangi bir yedek plan olmaksızın Tunus’u izole etmiş durumda. 2022’de yapılan ön anlaşmaya göre IMF, Tunus’a 1.9 milyar dolar sağlamayı kabul etti. Ancak kurum finansman boşluğunu diğer devletlerin doldurmasını bekliyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin başlangıçta bunu yapması muhtemel olsa da nihayetinde bu işi Avrupa ülkelerine bıraktılar.

Tunus hükümetinin fon bulma konusundaki başarısızlığı, Said’in rejimini sağlamlaştırmak ve toplumsal gerilimleri yönetmek için ciddi mali kaynak sıkıntısı çektiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanı bunun yerine zaman kazanıyor ve Tunus’un mali ve ekonomik sorunlarının üstesinden gelmekte isteksiz olduğu ya da gelemediği yönündeki uluslararası görüşü meşrulaştırıyor. Said’in Şubat 2023’te “Sahra altı Afrika’dan gelen göçmenlere” yönelik ırkçı sözleri işleri daha da kötüleştirdi. Cumhurbaşkanı’nın yorumlarının yol açtığı şiddet ve tacize tepki gösteren Dünya Bankası, 7 Mart’ta 2023-2027 Ülke İşbirliği Çerçevesi görüşmelerini donduracağını ve önümüzdeki yıllarda Tunus’a olan taahhüdünü askıya alabileceğini açıkladı.

Said’in son IMF koşullarını reddetmesi, öncelikle bunların Tunus’un egemenliğinin ihlali anlamına geldiği kanaatine dayanıyor. Cumhurbaşkanı, Tunusluların, yozlaşmış bir elitin eylemlerinin sonucu olarak gördüğü ekonomik krizi çözmek için kendilerine güvenmeleri gerektiğine inanıyor. Paranoyak tarzı, uluslararası finans kuruluşları da dahil büyük ortaklara karşı güvensizlik yarattı. Bu güvensizliğe, Said’in Batı karşıtı söyleminin Tunus’un siyasi ve ekonomik bağlarında bir değişikliğe yol açmasından korkan ABD ve Avrupa ülkeleri de karşılık veriyor.

Said’in IMF’nin koşullarını reddetmesinin ikinci bir nedeni de halk protestolarından duyduğu korku. Cumhurbaşkanı’nın Tunus’un siyasi sistemini yeniden inşa etme ve kamu işlerini yönetme konusundaki tek taraflı tutumu onu pek çok toplumsal aktörden uzaklaştırdı. Geniş toplumsal koalisyonu bir araya getirememesi yeni siyasi sistemin meşruiyetini zayıflatıyor ve Said’i halk desteğindeki eksikliğini telafi etmek için güvenlik güçlerine bağımlı hale getiriyor. Devlet ve toplum arasındaki aracı kurumları görmezden gelmesi onu çoğu siyasi parti, işçi sendikası ve iş dünyasıyla çatışma içine soktu. Bu tablo, ekonomik durumun daha da kötüleşmesi ve aynı zamanda Tunus’un IMF anlaşmasının rağbet görmeyen şartlarını uygulaması halinde protesto riskini artırmaktadır.

İzole edilmiş olması nedeniyle Tunus sadece Cezayir’den gelen mali desteğe bel bağlamak zorunda kaldı. Bu destek; krediler, mevduatlar ve ayrıcalıklı fiyatlarla gaz tedariki yoluyla gerçekleşti. Said’in iktidarı ele geçirmesinden bu yana Tunus merkez bankasındaki Cezayir kredileri ve mevduatları 800 milyon dolara ulaştı. Ancak bunun bedeli, Tunus’un Fas ile olan çatışmasında Cezayir’in yanında yer alması oldu. Tarihsel olarak Tunus, rakip ülkeler arasında tarafsızlık olmuştur. Tunus mali açıdan Cezayir’e bağımlı hale geldiği için bu artık mümkün değil. Dönüm noktası, Said’in Eylül 2022’de Polisario Cephesi liderlerini Tunus’ta resmen kabul etmesiyle yaşandı ve Tunus’un Batı Sahra ihtilafında Cezayir’in pozisyonuna meylettiğini gösterdi. Cezayir’in desteklediği Polisario, Batı Sahra’nın Fas’tan ayrılmasını istiyor ve bu olay Tunus ile Rabat arasında açık bir diplomatik krizi tetikledi ve her iki ülke de büyükelçilerini geri çağırdı.

Mali kırılganlıkları göz önüne alındığında Tunus borçlarını ödeyememenin eşiğinde. Uluslararası finans kuruluşlarıyla bozulan ilişkileri, Körfez ve Avrupa ülkelerinden mali destek alamaması ve uluslararası finans piyasalarına erişememesi ülkenin borç sorunlarını ciddi şekilde ağırlaştırıyor. Tunus, Körfez ülkelerinin siyasi, ekonomik ve güvenlik önceliklerinde sınırlı bir rol oynuyor, bu nedenle KİK ülkeleri Tunus’a fon sağlamaktan kaçınıyor. Said’in destekçilerinin potansiyel bir alternatif olarak gördüğü Çin de devreye girmedi ve muhtemelen Tunus’un sorunlarından uzak duracak. Tüm bunlar ülkenin ekonomik ve siyasi çıkmazını daha da derinleştiren periferileşmesini pekiştiriyor.

Mısır’ın KİK’teki sponsorları karşısında periferileşmesi yıllar önce başladı ve giderek hızlanıyor gibi görünüyor. Mısır 2017’de Kızıldeniz’de üzerinde yerleşim olmayan ancak stratejik öneme sahip iki adayı -Tiran ve Sanafir- Suudi Arabistan’a devretti. Bu durum Mısır’da halkın tepkisine yol açtı. Riyad’ın adaları devralmak için çeşitli sebepleri vardı; en önemlisi de adaların 1950’de İsrail’in ele geçirmesini önlemek için Mısır’a devredilmeden önce Krallık’a ait olduğu iddiasıydı. Ancak bu hamle Mısır’da, Suudilerin mali yardımı karşılığında egemen toprakların teslim edilmesi olarak yorumlandı. Bu yorum, Mısır’ın mali açıdan Suudi Arabistan’a bağımlı olmasaydı muhtemelen adaları iade etmeyeceği düşünüldüğünde haklıydı.

Mısır ayrıca Arap dünyası ile İsrail arasında potansiyel bir aracı olarak jeostratejik önemini de kaybetti. Bu rol, 1979’da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından sonra Mısır’ın ABD ile ilişkilerinin temel taşlarından biri olmuştu. Ancak bugün, sözde İbrahim Anlaşmaları sayesinde, iki KİK ülkesinin (BAE ve Bahreyn) Mısır ve Ürdün’ün tekelini kıran Fas ve Sudan gibi İsrail ile diplomatik ilişkileri var. Belki de bu nedenle Mısır, İsrail’in sadece Arap devletleriyle değil Filistinlilerle de bir anlaşma yapması gerektiğine odaklanarak İbraham Anlaşmalarını üstü kapalı çekincelerle karşıladı. Ancak Mısır’da 2022’nin başlarında yaşanan ekonomik çalkantı ve KİK fonlarına acilen başvurulmasının ardından ülkenin dışişleri bakanı mart ayında İsrail’in ev sahipliğinde düzenlenen ve İsrail ile barış anlaşmaları imzalayan Arap devletlerinin de katıldığı Negev Zirvesi’ne katıldı. Bu durum, Mısır’ın İsrail-Arap normalleşme sürecinde aktif kalacağının sinyalini verdi ki bu süreçte önde gelen bir KİK ülkesi olan BAE, Mısır’ın bölgesel statüsünü gölgede bırakmış olsa da Mısır önemli bir rol oynadı.

Sonuç

Mısır ve Tunus istikrar için mücadele ederken, artan periferileşmeleri onları bir kısır döngüye sürüklüyor. Ekonomik sorunları biriktikçe, finansal ihtiyaçları daha da artacak ve bölgesel fon sağlayıcılara jeopolitik bağımlılıkları daha da derinleşecek. Sorun şu ki, jeopolitik marjinalleşmeleri, değişen bölgesel ve küresel jeopolitik bağlamda giderek daha önemsiz hale geldikleri için manevra alanlarını daraltıyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika derin dönüşümlerden geçerken, iş sonuçları belirlemeye geldiğinde Mısır ve Tunus kenarda kaldı. Mısır, Suudi-İran uzlaşmasında yer almazken, Mayıs 2022’de Cezayir Cumhurbaşkanı, sanki Tunus liderleri bunu kendileri yapamıyormuş gibi, Tunus’un iç siyasi krizinin çözümünde rol oynamayı teklif etti. Periferileşme bir kez başladığında, bunu tersine çevirmek çok zor olabilir.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English