DÜNYA BASINI
Mısır ve Tunus adım adım böyle “periferileşti”
Yayınlanma
Arap dünyasında tartışmasız bir öneme ve konuma sahip Mısır, tarihinin en derin ekonomik kriziyle boğuşuyor. Ekonomisinin yapısal sorunlarının yanı sıra Kovid-19 sonrası küresel enflasyon ve yükselen faiz oranları, Mısır’ı son yılların en kötü enflasyonlarından birisiyle karşı karşıya bıraktı. Mısır yaşadığı krizden kurtulmak için büyük ölçüde Körfez ülkelerinden aldığı hibeler ve kredilere bel bağlamış durumda. Ülkenin ekonomisi enerji zengini Körfez ülkelerine giderek daha fazla bağımlı hale geldikçe Arap dünyasındaki öncü rolü de aşınıyor. Geçmişin Arap dünyasına yön veren önder ülkesi Mısır, dış politikada Körfez ülkelerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Benzer bir durum Tunus için de geçerli. Ciddi ekonomik krizle boğuşan ve dış finansman sorunu yaşayan Tunus, mali destek konusunda kendine el uzatan Cezayir’e uyum sağlamak zorunda kalıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale bu iki ülkenin geldiği konumu “periferileşme” olarak niteliyor. Makale, iki ülkenin ekonomik görünümünü ve yaşanan krizi resmederek borç batağına ve dış finansmana nasıl bağımlı hale geldiklerini açıklıyor. Makale, bu bağımlılıkla eşgüdüm halinde dış politikalarında yaşanan dönüşümü açıklamaya odaklanıyor.
***
Artan Borç Mısır ve Tunus’un Jeopolitik Periferileşmesini Nasıl Hızlandırdı?
Giriş
Yüksek borç seviyeleri ve değişen kurtarma stratejileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın jeopolitik manzarasını yeniden şekillendiriyor. Hidrokarbon ihraç eden ülkeler; Mısır, Ürdün, Lübnan ve Tunus gibi yüksek borçlu ülkeler karşısında daha fazla önem kazanıyor. Bu durum, düşük ve orta gelirli ülkelerin ekonomik marjinalleşmesini daha da kötüleştiriyor ve onları, örtüşen ya da çatışan nüfuz alanları bölgeyi parçalayan, hırslı, kaynak zengini fon sağlayıcılarla jeopolitik olarak aynı hizaya gelmeye zorluyor.
Borçlu ülkeler arasında Mısır ve Tunus, 2011’den bu yana farklı siyasi ve ekonomik gidişatlarına rağmen benzer zorluklarla karşı karşıya. Ardı ardına gelen gıda ve enerji fiyat şoklarının yanı sıra yükselen faiz oranlarından mustarip olan her iki ülke de dış mali destek sağlamaya çalışıyor. Dünyanın en büyük buğday ithalatçısı olan Mısır, yıllar süren kemer sıkma politikalarının ardından Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı şoklarla mücadele ediyor. Tunus ise giderek kötüleşen bir mali durum ve zar zor sürdürülebilir kamu borcuyla karşı karşıya.
Kovid-19 salgınından bu yana, iki ülkenin uzun vadeli yapısal kırılganlıkları olumsuz küresel ekonomik koşullarla daha da kötüleşti. Küresel ekonomideki uzun süreli yavaşlama nedeniyle doğrudan yabancı yatırımların azalması, küresel ticaretin ve kârlı Mısır ve Tunus turizm sektörlerinin daralması ve artan gıda ve enerji fiyatları, açıkları ve mali ihtiyaçları daha da ağırlaştırdı. Mısır, Aralık 2022’de Uluslararası Para Fonu (IMF) ile bir anlaşma imzalayarak kısa vadeli borçların büyük ölçüde dışarıya akmasının ardından bir felaketi önledi, ancak hâlâ esas olarak Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin cömertliğine güveniyor. Yine de KİK ülkeleri, önemli mali ihtiyaçları göz önüne alındığında Mısır’ı destekleme konusunda isteksiz davranıyor.
Tunus’ta Devlet Başkanı Kays Said, Temmuz 2021’de bir darbe düzenledikten sonra ülkenin on yıllık demokratikleşme sürecini tersine çevirirken Tunus’u Batılı destekçilerinden izole etti. Popülist otoriter rejimi büyük ölçüde komşu Cezayir’in sağladığı yetersiz mali desteğe dayanıyor. Mısır’ın mali gereksinimleri nedeniyle Körfez ülkeleriyle yakınlaşmak zorunda kalması gibi Tunus da geçmişteki daha bağımsız yaklaşımından uzaklaşarak Cezayir ile aynı şeyi yapmak zorunda kaldı.
Dış finansmana olan bu kronik bağımlılık Mısır ve Tunus için iki katmanlı bir periferileşme süreci yarattı. Her ikisi de küresel ekonomide periferik hale geldi, böylece ekonomi politikaları artık esas olarak dış finansman sağlama ve sürekli genişleyen finansman boşluklarını doldurmak için kreditörlerinin tercihlerini kabul etme zorunluluğuna dayanıyor. Aynı zamanda, hidrokarbon ihraç eden ülkelere bağımlılıkları, Mısır ve Tunus’un uzun süredir devam eden dış politika özerkliğinin altını oyarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika jeopolitiği açısından periferileştiklerini de yansıtıyor.
Dış finansmana bağımlılık süreçleri
Mısır ve Tunus 2013’ten bu yana gıda, enerji ve faiz şokları nedeniyle yabancı mali kaynaklara önemli ölçüde daha bağımlı hale geldi. O yıl, Tunus 2011’deki ayaklanmanın ardından ilk IMF programını kabul ederken Mısır ekonomisini istikrara kavuşturmak için uzun vadeli mevduatlara ve KİK ülkelerinden gelen düşük faizli kredilere bel bağladı. Tunus da Mısır gibi 2016 yılında bir IMF programını kabul etti. Bu programlar her iki ülkenin de uluslararası finans piyasalarına erişimi için hayati önem taşıyordu. Ancak bu programlar Mısır ve Tunus’u uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı koşullara maruz bıraktı ve onları dış şoklara, özellikle de ABD doları faiz oranlarındaki değişikliklere karşı daha kırılgan hale getirdi. Bu şoklar Mısır’da Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin rejimini daha da zorlayarak toplumsal gerginlik riskini artırırken, Tunus’ta ise Said’in otoriter liderliğini pekiştirme kabiliyetini ciddi şekilde törpülemeye devam ediyor.
Mısır’ın ekonomik sorunları 2011 ayaklanmasını ve ardından gelen istikrarsızlığı takip eden döneme kadar uzanıyor. Gıda güvensizliği, büyük cari ve ticaret açıkları, ülkenin dış finansmana olan bağımlılığını, dış borç stokunu ve borç ödeme yükünü artırdı. IMF anlaşmasının 2016 sonlarında tamamlanmasından bu yana Mısır hükümeti, Mısır poundunun keskin bir şekilde devalüe edilmesini ve bunun sonucunda enflasyon oranlarının yükselmesini içeren neoliberal bir gündem izledi. IMF programı aynı zamanda aralarında sübvansiyonların kesilmesi, kamu hizmetlerinin azaltılması ve dolaylı vergilendirmenin genişletilmesinin de bulunduğu ciddi kemer sıkma önlemlerini de dayattı.
Sisi rejimi, popüler olmayan kemer sıkma politikalarını uygulamak için siyasi muhalefete ve sivil toplum gruplarına karşı baskıcı önlemler aldı. Makroekonomik göstergelerin göreli iyileşmesi, Mısır’ın genellikle bir yıldan az vadeli olan dış borcuna kısa vadeli portföy yatırımlarını çekmek için gerekliydi. Gerçekten de 2000-2010’da ortalama yüzde 11,86’dan Mısır’ın dış rezervlerindeki kısa vadeli borcun payı 2011-2021 döneminde yüzde 29’a yükselerek üç katına çıktı. Bu, 2016’daki IMF anlaşmasının ardından çok yüksek olan reel faiz oranlarının yanı sıra Mısır’ın daha uzun vadeye odaklanma eğilimindeki doğrudan yabancı yatırımı çekme kapasitesinin azalmasıyla da ilgiliydi.
Başlangıçta, kısa vadeli borç, Mısır Merkez Bankası’ndaki KİK merkez bankalarından alınan mevduatlardan oluşuyordu. Ancak 2017 itibarıyla bunların yerini kademeli olarak uluslararası sermaye fonlarından kısa vadeli girişler aldı. Ancak bu, Mısır’ı küresel finans piyasalarının kaprislerine daha fazla maruz bıraktı. Bu durum aynı zamanda, daha uzun vadeli yatırımların yokluğunda kısa vadeli finansmanı çekmeye uğraşmak zorunda kalan Küresel Güney’deki çevre ekonomiler için kötüleşen borçlanma koşullarını da yansıtıyordu.
Tunus’ta ise durum biraz farklıydı. Ülkeye, 2010-2011 yıllarındaki halk ayaklanmasının ardından düşük faizli krediler, Tunus merkez bankasındaki mevduatlar, ABD garantili krediler ve Avrupa Birliği’nden makro-finansal yardım gibi çeşitli türlerde ve önemli miktarda sermaye girişi oldu. Bunlar, ülkenin 2015 ve 2016’daki terör saldırılarının ardından doğrudan yabancı yatırımlardaki keskin düşüş ve turizmdeki çöküşle başa çıkmasına yardımcı oldu. O dönemde Tunus, Tunus’un demokratikleşme sürecinden kaynaklanan demokratik bir rant fonlamasından yararlandı. Ancak Tunuslu karar alıcılar, uluslararası ortakların ne olursa olsun Tunus demokrasisini desteklemeye devam edeceğinden emin oldukları için uluslararası finans kuruluşlarının koşullarına uymak için hiçbir neden bulamadılar. Bu yüzden yönetici elitler Tunus’un borç yükünü azaltacak reformları uygulamak yerine, zaman kazanmak ve çok ihtiyaç duyulan ekonomik düzenlemelerden kaçınmak için (sermaye) girişine bel bağladılar.
Ülkenin kötüleşen mali durumu hükümeti 2016’da IMF anlaşmasını müzakere etmeye zorladı. IMF’nin talepleri arasında kamu sektörü harcamalarının ve sübvansiyonların azaltılması ve vergi reformunun uygulanması vardı. Ancak siyasi liderlerin, çatışan ekonomik ve sektörel çıkarları uzlaştırmadaki başarısızlığı, reformların kabul edilmesini ve kamu borcunun azaltılmasını zorlaştırdı. Programının ilerlemediğini gören IMF, 2019’da kredi dilimlerinin ödenmesini askıya almaya karar verdi. Bu, Tunus’un ekonomik durumu aşırı kırılgan hale geldikçe kurumun tutumundaki değişikliğe işaret ediyor.
Yurtiçinde, Tunus hükümetlerinin bir yük paylaşımı uzlaşması oluşturmadaki başarısızlığı, yerel oyuncuları -sendikalar, iş çevreleri ve şirketler- taleplerini ikiye katlamaya teşvik etti. Tunus, Kovid-19 salgınının patlak vermesinin ardından geciken reformların bedelini ödedi. Ekonomik faaliyet üzerindeki etki, 2020’de reel GSYH açısından yüzde 8,6’lık negatif bir büyüme oranına yol açarak 1956’daki bağımsızlıktan bu yana kaydedilen en büyük düşüşe neden oldu. Tunus bu şoktan kurtulmaya çalışırken, Şubat 2022’de Ukrayna savaşının başlaması mali dengesizliklerini daha da artırdı. Kamu borcu 2012’de GSYH’nin yüzde 47,7’si iken 2022’de yüzde 88’e yükseldi. Tunus’un 2011’de yüzde 21,7 olan dış borcundaki kısa vadeli borçların oranı 2021’de yüzde 32,4’e yükseldi. Kısa vadeli borçların toplam rezervlere oranı da 2011’de yüzde 51 iken 2021’de yüzde 152,5’e yükselerek önemli ölçüde arttı. Bu eğilimler, ülkenin dış finans piyasalarına olan bağımlılığını ve uzun vadeli döviz kaynaklarındaki (yatırım, turizm ve Tunus’un fosfat ihracatından elde edilen gelirler) keskin düşüşü işaret ediyor. Uluslararası enerji fiyatlarındaki hızlı yükseliş, gıda ithalatına olan aşırı bağımlılık ve küresel faiz oranlarındaki artış Mısır’da olduğu gibi Tunus’un da dövize olan ihtiyacını daha da artırdı. Ayrıca 2019’dan sonra Tunus, kredi notunun büyük derecelendirme kuruluşları tarafından periyodik olarak düşürülmesiyle uluslararası finans piyasalarına erişimini de kaybetti.
Bu kötüleşen durum karşısında Tunus, IMF ile yeni bir anlaşma arayışına girdi. Ekim 2022’de kurumla ön anlaşma imzaladı ve bu anlaşma IMF yönetim kurulunun onayını bekliyor. Said’in darbesi, reform taahhüdünün olmayışı ve Tunus’un önceki on yıl boyunca tutmadığı sözler, IMF’nin, Cumhurbaşkanı’ndan dört yıllık zorlu bir reform programına (2023-2027) başlamaya istekli olduğunu gösterecek önlemler talep etmeyi sürdürmesine yol açtı. Ancak Nisan 2023’te Said’in IMF koşullarını “dikte” olarak reddetmesiyle tam tersi bir durum ortaya çıktı. Bu durum Tunus tahvillerinin uluslararası piyasalarda daha fazla değer kaybetmesine yol açarak ülkenin kredi notuna daha da zarar verdi ve borç sürdürülebilirliğini tehdit etti. Derecelendirmesi en düşük olan AB, kendi iç düzenlemeleri nedeniyle daha fazla fon sağlayamayacak.
Tunus’un harcamalarını karşılayamaması ve önemli ölçüde uluslararası mali destek sağlayamaması, temel ithalatın güvence altına alınmasında sorunlara yol açmaya başladı. 2022’de şeker, bitkisel yağ, pirinç, kahve ve süt gibi temel ürünler süpermarketlerde bulunamamaya başladı. Tunus ve Mısır’ın finansman güçlükleriyle karşı karşıya kalmasının her iki ülkeyi de bölgesel siyasi yaklaşımlarını etkileyen ikilemlere itmesi şaşırtıcı değil.
Dış finansman ve jeopolitik sonuçları
Mısır ve Tunus, finansal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, dış politika görünümlerini gözden geçirmek ve onlara fon sağlayan ya da fon sağlayabilecek durumda olan ülkelerle uyum sağlamak zorunda kaldılar. Mısır için bu, Arap dünyasındaki ana siyasi yönelimleri belirleyen bir ülke olarak önceki rolünün aksine, onu KİK devletlerinin siyasi konumlarına yaklaştırdı. Tunus, yalnızca Cezayir’den anlamlı bir destek aldı ve geleneksel orta yol politikasını Kuzey Afrika meselelerine bıraktı. Bu değişimler, daha önce sömürge sonrası Arap tarihinde öncü rol oynayan iki ülkenin bölgesel periferileşme sürecini besledi.
Mısır’ın son on yıldaki ekonomik zayıflıkları, ülkenin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) tekrar tekrar mali desteğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu. İki Körfez ülkesi, Arap ayaklanması dalgasını durdurmak, İslamcıları iktidardan uzaklaştırmak ve Mısır’ı etki alanları içinde tutmak gibi siyasi ve jeostratejik nedenlerle durumu istikrara kavuşturmaya çalıştı. Katar da giderek artan bir rol oynadı. Mısır’ın Katar’a yaptırım uygulamak için Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’e katılmasının üzerine yıllarca süren yıpranmış ilişkilerin ardından, 2022’de Katar yatırımının Mısır’a dönüşünü kolaylaştıran diplomatik ve ekonomik bir yakınlaşma başlatıldı.
Ancak bugün Körfez ülkelerinin Mısır’a karşı tutumu değişti. Odak noktası artık yalnızca siyasi ve güvenlik konuları değil. Bunun yerine, KİK yatırımcıları, bazıları limanlar ve kamu hizmetleri gibi stratejik değeri olan devlet varlıklarının kontrolünü ele geçirerek yatırımlarından daha kârlı geri dönüşler arıyor. Buna paralel olarak, Mısır ekonomisiyle ilgili endişeler artıyor. Mısır’ın daha sık ve daha büyük kurtarma paketlerine bağımlı hale geldiği göz önüne alındığında, Körfez’deki hükümetler Mısır’ın makroekonomik politikalarına ilgi duymaya başladı. Tarihsel olarak Mısır, KİK ile olan güçlü bağlarını IMF finansmanının yerine kullanmıştı. O dönem bitmiş görünüyor. Aralık 2022’de IMF, Mısır için bir ilk olan KİK ülkelerinden fon sağlamayı “katalize etmeyi” kabul etti. Ayrıca, IMF koşullarına uygun olarak Körfez ülkeleri Mısır’ı, Mısır ordusunun ekonomiye katılımını azaltmaya ve devlete ait işletmelerin finansmanı konusunda daha şeffaf olmaya zorluyor.
Tunus da bir çıkmazda. On yıllık mali destek ve kolay paraya erişimin ardından ülke kendini Said hükümetinin altında sıkışmış buldu. Cumhurbaşkanı, herhangi bir yedek plan olmaksızın Tunus’u izole etmiş durumda. 2022’de yapılan ön anlaşmaya göre IMF, Tunus’a 1.9 milyar dolar sağlamayı kabul etti. Ancak kurum finansman boşluğunu diğer devletlerin doldurmasını bekliyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin başlangıçta bunu yapması muhtemel olsa da nihayetinde bu işi Avrupa ülkelerine bıraktılar.
Tunus hükümetinin fon bulma konusundaki başarısızlığı, Said’in rejimini sağlamlaştırmak ve toplumsal gerilimleri yönetmek için ciddi mali kaynak sıkıntısı çektiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanı bunun yerine zaman kazanıyor ve Tunus’un mali ve ekonomik sorunlarının üstesinden gelmekte isteksiz olduğu ya da gelemediği yönündeki uluslararası görüşü meşrulaştırıyor. Said’in Şubat 2023’te “Sahra altı Afrika’dan gelen göçmenlere” yönelik ırkçı sözleri işleri daha da kötüleştirdi. Cumhurbaşkanı’nın yorumlarının yol açtığı şiddet ve tacize tepki gösteren Dünya Bankası, 7 Mart’ta 2023-2027 Ülke İşbirliği Çerçevesi görüşmelerini donduracağını ve önümüzdeki yıllarda Tunus’a olan taahhüdünü askıya alabileceğini açıkladı.
Said’in son IMF koşullarını reddetmesi, öncelikle bunların Tunus’un egemenliğinin ihlali anlamına geldiği kanaatine dayanıyor. Cumhurbaşkanı, Tunusluların, yozlaşmış bir elitin eylemlerinin sonucu olarak gördüğü ekonomik krizi çözmek için kendilerine güvenmeleri gerektiğine inanıyor. Paranoyak tarzı, uluslararası finans kuruluşları da dahil büyük ortaklara karşı güvensizlik yarattı. Bu güvensizliğe, Said’in Batı karşıtı söyleminin Tunus’un siyasi ve ekonomik bağlarında bir değişikliğe yol açmasından korkan ABD ve Avrupa ülkeleri de karşılık veriyor.
Said’in IMF’nin koşullarını reddetmesinin ikinci bir nedeni de halk protestolarından duyduğu korku. Cumhurbaşkanı’nın Tunus’un siyasi sistemini yeniden inşa etme ve kamu işlerini yönetme konusundaki tek taraflı tutumu onu pek çok toplumsal aktörden uzaklaştırdı. Geniş toplumsal koalisyonu bir araya getirememesi yeni siyasi sistemin meşruiyetini zayıflatıyor ve Said’i halk desteğindeki eksikliğini telafi etmek için güvenlik güçlerine bağımlı hale getiriyor. Devlet ve toplum arasındaki aracı kurumları görmezden gelmesi onu çoğu siyasi parti, işçi sendikası ve iş dünyasıyla çatışma içine soktu. Bu tablo, ekonomik durumun daha da kötüleşmesi ve aynı zamanda Tunus’un IMF anlaşmasının rağbet görmeyen şartlarını uygulaması halinde protesto riskini artırmaktadır.
İzole edilmiş olması nedeniyle Tunus sadece Cezayir’den gelen mali desteğe bel bağlamak zorunda kaldı. Bu destek; krediler, mevduatlar ve ayrıcalıklı fiyatlarla gaz tedariki yoluyla gerçekleşti. Said’in iktidarı ele geçirmesinden bu yana Tunus merkez bankasındaki Cezayir kredileri ve mevduatları 800 milyon dolara ulaştı. Ancak bunun bedeli, Tunus’un Fas ile olan çatışmasında Cezayir’in yanında yer alması oldu. Tarihsel olarak Tunus, rakip ülkeler arasında tarafsızlık olmuştur. Tunus mali açıdan Cezayir’e bağımlı hale geldiği için bu artık mümkün değil. Dönüm noktası, Said’in Eylül 2022’de Polisario Cephesi liderlerini Tunus’ta resmen kabul etmesiyle yaşandı ve Tunus’un Batı Sahra ihtilafında Cezayir’in pozisyonuna meylettiğini gösterdi. Cezayir’in desteklediği Polisario, Batı Sahra’nın Fas’tan ayrılmasını istiyor ve bu olay Tunus ile Rabat arasında açık bir diplomatik krizi tetikledi ve her iki ülke de büyükelçilerini geri çağırdı.
Mali kırılganlıkları göz önüne alındığında Tunus borçlarını ödeyememenin eşiğinde. Uluslararası finans kuruluşlarıyla bozulan ilişkileri, Körfez ve Avrupa ülkelerinden mali destek alamaması ve uluslararası finans piyasalarına erişememesi ülkenin borç sorunlarını ciddi şekilde ağırlaştırıyor. Tunus, Körfez ülkelerinin siyasi, ekonomik ve güvenlik önceliklerinde sınırlı bir rol oynuyor, bu nedenle KİK ülkeleri Tunus’a fon sağlamaktan kaçınıyor. Said’in destekçilerinin potansiyel bir alternatif olarak gördüğü Çin de devreye girmedi ve muhtemelen Tunus’un sorunlarından uzak duracak. Tüm bunlar ülkenin ekonomik ve siyasi çıkmazını daha da derinleştiren periferileşmesini pekiştiriyor.
Mısır’ın KİK’teki sponsorları karşısında periferileşmesi yıllar önce başladı ve giderek hızlanıyor gibi görünüyor. Mısır 2017’de Kızıldeniz’de üzerinde yerleşim olmayan ancak stratejik öneme sahip iki adayı -Tiran ve Sanafir- Suudi Arabistan’a devretti. Bu durum Mısır’da halkın tepkisine yol açtı. Riyad’ın adaları devralmak için çeşitli sebepleri vardı; en önemlisi de adaların 1950’de İsrail’in ele geçirmesini önlemek için Mısır’a devredilmeden önce Krallık’a ait olduğu iddiasıydı. Ancak bu hamle Mısır’da, Suudilerin mali yardımı karşılığında egemen toprakların teslim edilmesi olarak yorumlandı. Bu yorum, Mısır’ın mali açıdan Suudi Arabistan’a bağımlı olmasaydı muhtemelen adaları iade etmeyeceği düşünüldüğünde haklıydı.
Mısır ayrıca Arap dünyası ile İsrail arasında potansiyel bir aracı olarak jeostratejik önemini de kaybetti. Bu rol, 1979’da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından sonra Mısır’ın ABD ile ilişkilerinin temel taşlarından biri olmuştu. Ancak bugün, sözde İbrahim Anlaşmaları sayesinde, iki KİK ülkesinin (BAE ve Bahreyn) Mısır ve Ürdün’ün tekelini kıran Fas ve Sudan gibi İsrail ile diplomatik ilişkileri var. Belki de bu nedenle Mısır, İsrail’in sadece Arap devletleriyle değil Filistinlilerle de bir anlaşma yapması gerektiğine odaklanarak İbraham Anlaşmalarını üstü kapalı çekincelerle karşıladı. Ancak Mısır’da 2022’nin başlarında yaşanan ekonomik çalkantı ve KİK fonlarına acilen başvurulmasının ardından ülkenin dışişleri bakanı mart ayında İsrail’in ev sahipliğinde düzenlenen ve İsrail ile barış anlaşmaları imzalayan Arap devletlerinin de katıldığı Negev Zirvesi’ne katıldı. Bu durum, Mısır’ın İsrail-Arap normalleşme sürecinde aktif kalacağının sinyalini verdi ki bu süreçte önde gelen bir KİK ülkesi olan BAE, Mısır’ın bölgesel statüsünü gölgede bırakmış olsa da Mısır önemli bir rol oynadı.
Sonuç
Mısır ve Tunus istikrar için mücadele ederken, artan periferileşmeleri onları bir kısır döngüye sürüklüyor. Ekonomik sorunları biriktikçe, finansal ihtiyaçları daha da artacak ve bölgesel fon sağlayıcılara jeopolitik bağımlılıkları daha da derinleşecek. Sorun şu ki, jeopolitik marjinalleşmeleri, değişen bölgesel ve küresel jeopolitik bağlamda giderek daha önemsiz hale geldikleri için manevra alanlarını daraltıyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika derin dönüşümlerden geçerken, iş sonuçları belirlemeye geldiğinde Mısır ve Tunus kenarda kaldı. Mısır, Suudi-İran uzlaşmasında yer almazken, Mayıs 2022’de Cezayir Cumhurbaşkanı, sanki Tunus liderleri bunu kendileri yapamıyormuş gibi, Tunus’un iç siyasi krizinin çözümünde rol oynamayı teklif etti. Periferileşme bir kez başladığında, bunu tersine çevirmek çok zor olabilir.
İlginizi Çekebilir
-
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
-
AB, ilk kez Rus petrolüne tavan fiyatı ihlal eden bir Avrupalıya yaptırım uyguladı
-
İsrail’in Golan’da yasadışı yerleşimleri genişletme kararı tepki çekti
-
Cezayir ile Fransa arasında “istihbaratçı” gerilimi
-
“İsrail ve Hamas ateşkese hazır”
-
BAE bankaları, Rus şirketlerinin ödemelerini toplu olarak bloke ediyor
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
4 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt