Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Napoléon Efsanesi

Yayınlanma

Amerikalı yönetmen Ridley Scott’un son filmi Napoléon, vizyona girmeden tüm dünyada tartışma konusu oldu. Yönetmenin Napoléon’a diktatör diyerek Stalin ve Hitler ile kıyaslaması bu tartışmayı ateşledi.

Soğuk Savaş’ın kültürel atmosferinde yetişmiş ortalama eğitimli bir Amerikalının her şeyi banalleştiren pragmatizminin sıradan bir örneği. Milyon dolar bütçeli film çektiği tarihi şahsiyet için, en azından daha incelikli, titiz bir değerlendirme yapması beklenirdi.

Ölümü üzerinden iki yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Napoléon’un hala hararetli tartışmaların merkezinde yer alması  bugünün insanına tuhaf gelebilir.

Ne var ki hiçbir tarihsel kişilik, içinde yaşadığımız modern dünyanın olumlu ve olumsuz yönleriyle şekillenmesinde bu denli etkili olmamıştır. Napoléon, modern zamanın yarattığı en büyük efsane, en büyük mittir.

Napoléon, iktidarı ele geçirdiği 1799 tarihinden Waterloo’daki yenilgisine kadar, inşa ettiği kurumlarla modern dünyanın çerçevesini çizmiştir. XIV. Louis’den itibaren devam eden Fransız devletinin hem anayasal hem kurumsal merkezîleşmesi, onun reformlarıyla mümkün olmuştur.

Napoléon, Fransız Devrimi’ne ve cumhuriyet idealine ihanet etmişti, ancak ‘Code de Civil’ ile medeni kanunu getirerek bireyin devlet karşısındaki yasal haklarını güvenceye almıştı. Bugün lise olarak bildiğimiz ‘Lycée’ sistemini getirerek eğitimi dini kurumların elinden alıp devlete vermişti.

Napoléon, bir yönüyle Robespierre’in düşüşü sonrası başlayan iç savaşı sonlandırarak devrimin temel kazanımlarını içeride korumak amacıyla hem devrimin radikal toplumsal hedeflerini törpüleyip hem de kralcı gericiliğin saldırganlığını dizginleyecek politikalar izlemişti. Şüphesiz bu politikalar otoriter, baskıcı, sert biçimde uygulanmıştı.

Böylece Napoléon, sadece Fransa’ya değil, Fransız Devrimi etkisiyle ulus devlet kurma sürecine giren birçok topluma modern kurumları miras bırakmıştı.

Şüphesiz efsanesi, Napoléon’un sadece modern devletin kurumsallaşmasındaki rolüyle açıklanamaz. Onun dünyayı çılgınca fethetme arzusuyla Sezar ya da İskender gibi dünya tarihinin seyrini değiştiren askeri zaferleri ve trajik sonu bu efsaneyi yaratmıştı.

Borodino Tepelerinde Napolyon Bonapart, 1897

Eylemin Yüceliği

Her şeyden önce Napoléon’un, Büyük Fransız Devrimi’nin bir askeri olduğunu hatırlamak gerekir. Korsikalı bir askerin devrimin tüm aşamalarında yer alması, askeri başarıları ve yetenekleriyle Fransız İmparatorluğu’na kadar ‘yükselişi’ hatta kendi hanedanlığını kurması, modern çağın en ihtişamlı hikayesidir.

Büyük bedellerin ödendiği, hayranlık uyandıran yükseliş öyküsü, Napoléon çağdaşı sıradan insanlar kadar büyük düşünürlerin de hayal dünyasını fethetmişti.

Bu anlamda Napoléon sadece inşa ettiği kurumlarla değil, kişiliğinde sergilediği tutum ve değerlerle de modern kültürün oluşmasını doğrudan etkilemiştir.

Modern felsefe ve edebiyatın klasik örneklerini ihtişamlı, büyük ve aşılamaz kılan tam da Napoléon ile boy ölçüşebilme mücadelesiydi. Çağdaşı dehalar için Napoléon, eylemin ve tutkuların cisimleşmiş haliydi.

Hegel, “Dünyada hiçbir yüce şey yoktur ki, tutku olmaksızın meydana getirilmiş olsun” derken Napoléon’u işaret etmekteydi.

Yüzyıllardır atalet içinde yüzlerce kontluk, baronluğa bölünmüş Almanya’da, feodal çürümenin küfü her yere sinmişken, Napoléon’un ordusu tsunami dalgaları gibi bütün çürümüş yapıları ortadan kaldırmıştı.

Napoléon, 1806 yılında Jena’ya girdiğinde aynı şehirde bulunan Hegel, felsefenin başyapıtı Tinin Fenomenolojisi’ni yazmaktaydı. Hegel, bir yıl sonra kitabını yayımladığında ‘bilinç- tutku-eylem’ arasında kurduğu felsefi ilişkide Napoléon’un izlerini takip etmekteydi.

Alman filozof Fichte, ‘praxis’ kavramını merkeze alarak inşa ettiği felsefi sistemini, Fransız Devrimi kadar Napoléon’un eylemlerine de borçluydu.

Goethe de ilk kısmını 1808 yılında yayımladığı Faust eserinde “başlangıçta eylem vardı” diyerek yeniyi yaratmak için yıkmanın kaçınılmaz trajedisinin şiirini yazar.

Şüphesiz Faust, edebiyat tarihindeki ilk Napoléon tarzı karakterdi. Tutkulu eylemin son noktasındaki yıkımın kaçınılmazlığı, sadece Napoléon’u değil bir anlamda modernizmin özgün diyalektiğini de dile getirmekteydi.

Hegel ve Goethe, Fransız Devrimi’ni coşkuyla karşılamış, devrimin insanlık tarihindeki müjdesini derinden anlamıştı. Her ikisi de devrimin radikal dönemindeki teröre karşıydı.

Hegel’in, Tinin Fenomenolojisi’ndeki “mutlak özgürlük, terörle biter” çıkarımı, onu imparatorluk pelerini giymiş Napoléon’u selamlamasına götürmüştü. Hegel felsefesinin başat kavramı ‘Geist’, Napoléon ile vücut bulmuştu, Napoléon tarihin arabasını ilerleten tarihi şahsiyetti.

Hegel’in muhafazakar politik eğilimlerini paylaşmayan cumhuriyetçi Goethe ise, Beethoven ile birlikte Napoléon’u ilk ciddi eleştirenlerin arasında yer alır.

Faust eyleme geçebilmek için Mephisto ile işbirliği yapar, masum Greta ve başka insanlar yok olur. Dizginlenemeyen eylem şeytani kötülüğü doğurur. Napoléon’un arabası insanlığı uçuruma doğru sürüklemekteydi Goethe’ye göre. Faust karakteriyle, Napoléon’un ikiye bölünmüş kişiliğini, Prometheus ve Deccal yönlerini tasvir edilmişti.

İhtişamlı Yükselişin Cazibesi 

Napoléon’un Waterloo Savaşı’ndaki kahramanca yenilgisi ve St. Hélena adasında sürgünde ölümü, Restorasyon dönemi insanlarının üzerindeki romantik etkisini sürdürmeye devam etti.

Restorasyon döneminde tarihsel olarak ölmüş monarşi ve kilisenin yeniden canlanması Fransa ve tüm Avrupa’nın üzerine ölü toprağı sererken, hızla ilerleyen sanayi devriminin gri, kasvetli havası nefes almayı imkânsız hale getiriyordu.

Burjuvazi artık mülkiyeti ve sermaye birikimi için istikrar istiyordu. Napoléon tarzı, askeri ve ticari maceracı seferler, burjuvazi için riskli heveslerdi.

Coşkusuz burjuva toplumuna karşı yeniden insanın tutkularını harekete geçirecek 1830 Devrimi gerçekleşti. Bu tarihten itibaren Fransız Devrimi’nin ve Napoléon’un tarihsel ağırlığı yeniden belleklere hücum etti.

Balzac ve Stendhal farklı politik konumlarına rağmen bu mirasın baskısı altında eserlerini kaleme alarak, burjuva toplumunun altını oymaya başladı.

Balzac’ın, toplumu baştan aşağı ele alacağı, toplamda yüzü aşan eser olarak planladığı İnsanlık Komedyası, Napoléon projeleriyle ölçüşecek derecede iddialıydı.

“Napoléon’un kılıcıyla yarıda bıraktığını, kalemimle tamamlayacağım” diyen Balzac’ın bütün eserlerinde Napoléon’un ağırlığı hissedilir.

Goriot Baba eserindeki yükselme hırsıyla yanıp tutuşan genç avukat Rastignac ile toplumdaki tüm yasa ve ahlakı hiçe sayarak yükselebileceğini söyleyen mahkum Vautrin de Napoléon tarzı karakterlerdir.

Birbirlerinden çok farklı ahlaki değerleri olsa da Rastignac ve Vautrin birbirlerini tamamlar. Biri diğerinin ötekisidir, tıpkı iki kişiliğe bölünmüş Faust gibi.

Modern insanın bölünmüş, çelişkili psikolojisinin keşif serüveninin merkezinde her daim Napoléon bulunacaktı.

Napoléon’un ordusuyla İtalya seferine katılmış Stendhal, Kırmızı ve Siyah eserinde, aşağıdan gelen yetenekli bir çocuğun burjuva toplumunda yükselme arzusunun felaketini anlatır. Julien Sorel de tutkuları, hırsı ve kararlı eylemleriyle Napoléon tarzı karakterdir.

Stendhal, daha sonra edebiyat tarihinde hem fikir hem de biçim olarak bir yeniliğe imza atar. Parma Manastırı eserinde, İtalya’daki seferi sırasında Napoléon uzaktan siluet biçiminde tasvir edilir, tıpkı mitolojik bir kahraman gibi.

Zola, “Napoléon’un kaderinin çağdaşları üzerinde kafalarına balyozla vurulmuş gibi etki yaptığı inkar edilemez … Bütün hırslar büyüdü, bütün girişimler dev boyutlar kazandı ve diğer alanlarda olduğu gibi, edebiyatta da dünyanın hakimi olma düşleri kurulmaya başlandı” sözleriyle bu gerçeği dile getirmişti.

Moskova’da Yıkılan Efsane  

İronik olan şu ki, Zola bu satırları yazdığında, artık Avrupa’da Napoléon hayalinin coşkusunu yenileyecek ne toplumsal hareketler ne de savaşlar söz konusuydu. Avrupa burjuvazisi, Bismarck ve dolandırıcı yeğen 3. Napoléon’un uzun iktidarları boyunca toplumsal hayata nefes aldırmamıştı.

Bayağı, kahramanlıktan yoksun burjuva toplumunun sınırları içinde hapsolan sanatçılar ise, haşmetli tutkulardan uzak kendi ürkek monologlarını yazabilmekteydi.

Lord Byron, Don Juan eserinde “Bir kahraman istiyorum, az rastlanır bir istek” sözleriyle Avrupa’daki kahramanlık çağının sonuna işaret etmişti.

Napoléon efsanesi, tam da Moskova önünde büyük askeri hezimete uğradığı Rusya’da yeniden ortaya çıkacaktı, bambaşka anlamda ve içerikte şüphesiz.

1854 Kırım Savaşı’yla yeniden Batı ile karşı karşıya gelen Rusya’da savaş sonrası yaşanan politik kırılmalar, Batılılaşma düşüncesinin temelden sorgulanmasına neden olmuştu.

Bunun sonucunda, Rus edebiyatında Batı’yla mücadele ve Batılılaşmayla hesaplaşma, Napoléon imgesi üzerinden gerçekleşmişti.

Napoléon imgesi, Rusya’nın en büyük iki yazarı Tolstoy ve Dostoyevski’nin de eserlerinin merkezindeydi. 1866 yılında Messager Russe dergisinde Savaş ve Barış’ın ikinci bölümüyle, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı birlikte yayımlanır.

Napoléon düşü, Dostoyevski’nin büyük eserlerinin hepsinde kendisini gösterir. Raskolnikov, Rogojin, Stavrogin, Ivan Karamazov gibi en yıkıcı, var olan yasaları ve ahlaki değerleri aşıp kendi büyük eylemlerini gerçekleştirmek isteyen karakterlerin tümü Napoléon’dan ilham alır.

Raskolnikov işlediği cinayeti “Bir Napoléon olmak istedim, onun için öldürdüm” diyerek açıklar.

Dostoyevski’ye göre Rusya’nın en büyük sorunu Batılılaşma sonrası kendi köklerinden kopmuş, tüm insani ilkeleri çiğnemeye hakkı olduğunu düşünen nihilist gençlerdi. Dostoyevski de bu gençlerin politik açmazlarına, onları bekleyen trajik sona dikkat çekmek için Napoléon tarzı karakterler yaratmıştı.

Dostoyevski, Napoléon efsanesini psikolojik gerilimler bağlamında, insanın kötücül, şeytani karanlık yanlarını açığa çıkarmak için kullanmıştı.

Tolstoy ise, Napoléon’u tarihsel gerçek bir kişilik olarak karşısına alıp, Deccal diyerek yargılamıştı.

Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında Napoléon önce Austerlitz’de uzaktan betimlenir tıpkı Stendhal’ın yaptığı gibi dolaylı anlatımla.

Moskova’ya doğru ilerledikçe Napoléon’un yüzü doğrudan okura çevrilir. Napoléon’un savaş sırasındaki sıradanlıkları, yetersizlikleri, ahlaki tutarsızlıkları detaylı biçimde tasvir edilir. Böylece Napoléon’un savaş dehası, kahramanlıkları ve cesaretine dair mitler tek tek yıkılır.

Nihayetinde Tolstoy, romanın kurgusal akışını durdurup Napoléon’a karşı kişisel görüşlerini sıralayıp kendi tarih felsefesini dile getirir.

Bugün Homeros’un İlyada eseri sonrası en büyük epik eser kabul edilen Savaş ve Barış’ta Tolstoy, sadece Napoléon efsanesini değil kahramanlık kültürünü de yerle bir eder. Tek bir bireyi yücelten kahramanlık kültü, yerini kitlelerin epik anlatısına bırakır.

Savaşta Napoléon’un kararları, tercihleri kaçınılmaz sonu değiştiremez çünkü, karşısında kararları, iradeleri, tercihleri savaşı Napoléon kadar etkileyen binlerce Rus köylüsü bulunmaktadır.

Tolstoy’un tarih felsefesi içinde Napoléon’un kahramanlık apoletleri sökülüp kitlelere verilir. Tolstoy, Napoléon mitiyle birlikte Batı kanonunun yerleşik kalıplarını da yıkar.

Birkaç yıl sonra, 1871 Paris Komünü sırasında ressam Courbet ve Parisli devrimciler, Napoléon’in Vendôme sütunundaki imparatorluk heykelini yıkar. Böylece Napoléon efsanesi doğduğu Paris’te, devrimci dalgaların içinde kaybolmaya başlar.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English