Dünya Basını
Nijer’i darbeye götüren süreç

Çevirmenin notu: Nijer’de geçen ay yaşanan darbeden sonra, son yıllarda bölgede Fransa ile Rusya’nın nüfuz mücadelesi tartışmalarda daha çok öne çıktı. Fakat ıskalanan ya da görmezden gelinin elzem detaylardan biri de Nijer’in iç dinamikleriydi.
Sahel’deki darbeler kuşağının son halkası olan Nijer, esasında son aylarda adım adım darbeye giden bir sürece şahitlik etmiş. Ve söz konusu bölgede endemik olan darbe olgusu, genelde zemheriden sonra baharı gösteriyor.
Bugün durum biraz daha karmaşık. Leiden Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi’nden siyaset bilimci Rahmane Idrissa’nın değerlendirmesi.
Cunta yönetimi
Rahmane Idrissa
7 Ağustos 2023
Başkalarının sorunlarını kendi sorunları haline getirmeyi başarmak Batı’nın tipik bir özelliğidir. Sahel’de bunun bir mazereti olabilir. Yaklaşık on yıl öncesine kadar sadece hümaniteryenlerin ve yardım kuruluşlarının alt birimlerinin ilgilendiği bu son derece periferik bölge, hızla Batı’nın kaygılarının merkezi haline geldi. Önce göç, sonra terör, şimdi de Rusya; hatta bu hususta üçü bir arada. 1999 yılında Nijer’deki darbenin ardından, bir Alman yardım görevlisinden, “Coup in die Wüste” yani “çöldeki darbe” (Sahel ve Sahra arasındaki ayrım o zamanlar fark edilmemişti) olarak adlandırılan hadiseye ayrılmış tek paragraflık küçük bir gazete kupürü içeren bir mektup aldığımı hatırlıyorum. Buna karşılık, Ağustos 2020’de Mali’de başlayan, Eylül 2021’de Gine’de devam eden ve 2022’de iki kez Burkina Faso’ya ulaşan bir dizi Batı Afrika darbesinin sonuncusu olan 26 Temmuz Nijer darbesi küresel çapta bir medya çılgınlığına neden oldu. Bu kez, sayısız medya talebini geri çevirmek zorunda kaldım; zira sayısız medya talebini yerine getirdikten sonra zamanım ve boşluğum kalmamıştı.
Darbe, gergin bir uluslararası ortamda gerçekleşti ve tarihsel olarak dünyanın darbeye en yatkın kıtasında en çok darbenin yaşandığı bölgede bir “Haki Kışı’nın” —yani bir dizi taklitçi kalkışmanın— habercisi olabileceği korkusuna yol açtı. Ancak tüm bunları bir kenara bıraksak bile Nijer’deki darbenin özellikle dramatik bazı nitelikleri mevcut. Ülkenin, Batılı diplomatların hayalindeki istikrar ve demokrasi modeli olan Sahel’in “ayakta kalan son adamı” statüsünü yerle bir etti, darbe liderleri diğer üç ülkedekinden daha pervasızca hareket ettiler ve şimdi hem Batı hem de bölgesel devlet grupları olan Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) ve Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (WEAMU) tarafından daha agresif bir şekilde karşı karşıya getiriliyorlar.
Darbenin tam olarak nasıl ve neden başladığını söylemek için henüz çok erken. Batılı gözlemcilerin neredeyse tamamı bu haber karşısında şaşkına döndüler. Hükümet aleyhtarı büyük protesto gösterilerinin ardından ordunun yönetime el koyduğu Mali ve Burkina Faso örneklerine benzemediği için bu hadise onlara aniden ortaya çıkmış gibi göründü. Fakat bir darbenin gizli bir eylemin sonucu olarak mutlaka şaşırtıcı olması gerçeği bir yana, bu darbe Nijer halkını şaşırtmayı başaramadı. Bu darbe, 2021’den bu yana en az iki darbe girişiminin ardından geldi ve bunlardan biri Devlet Başkanı Muhammed Bazoum’un göreve başlamasından sadece iki gün önce gerçekleşti. Nijerliler hoşnutsuzluklarını Malili ve Burkinalılarla aynı şekilde ifade etmedilerse de bu onların hükümetlerinden daha memnun oldukları anlamına gelmiyordu; yalnızca daha az organize olmuşlardı. Ağustos 2022’de kurulan ve adını Fransa’dan bağımsızlığın altmış iki yılından alan M62 adlı bir protesto koalisyonu, öfkelerini harekete geçirmeye çalıştı ancak rejim tarafından engellendi. Bu hadise, sivil toplum aktivizminin harcanan bir güç haline geldiği ve medyanın bağımsızlığının önemli ölçüde azaldığı bir siyasi bağlamda gerçekleşti. Yıllar içinde hem protesto hareketleri hem de eleştirel gazeteciler, Nijer devletinin mali denetim ve diğer idari düzenbazlıklar da dahil olmak üzere rüşvet ve tehditleri özgürce kullanması yoluyla dize getirildi.
Önceki darbe teşebbüsleri buzdağının sadece görünen kısmıydı. Şubat ayında Cumhurbaşkanı Bazoum’a yakın bir subay bana darbe planlarının yüksek askeri çevrelerde rutin, hatta sıradan hale geldiğini söylemişti. Cumhurbaşkanı ile askeri komuta kademesi arasındaki toplantılarda general ve albayların soğuk ve somurtkan davrandığını, Bazoum’un ise onlarla nasıl anlaşacağını bilemediğini ekledi. Sürekli gözetlemeye başvurmak ve yeniden atamalar ve örtülü görevden almalar oyununa girişmek zorunda kaldı ve sonuçta potansiyel darbecileri geride bırakmak için nafile bir girişimde bulundu. Fakat devlet gözetiminin derecesi göz önüne alındığında, bir darbe ancak Bazoum’un en çok güvendiği güvenlik birimi olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları tarafından gerçekleştirilirse başarılı olabilirdi. Bu birim sadece Bazoum döneminde değil, selefi Mahamadou Issoufou döneminde de darbeleri engellemişti. Her iki yönetimde de görev yapmış olan muhafızların komutanı General Abdourahamane Tchiani, Bazoum’un güvenini kazanmıştı. Gözaltındaki cumhurbaşkanı, gözaltında tutulduğu yerden Jeune Afrique’e vermeyi başardığı mülakatta, Tchiani’yi görevden almak üzere olduğu söylentisini yalanladı.
Devletin bu kolları arasındaki anlaşmazlık konusu güvenlik politikasıydı. Issoufou yönetimindeki Nijer, 2011’de NATO’nun Kadafi’yi devirmek için başlattığı müdahaleye karşı çıkmış, müdahalenin Libya’yı yok edeceğini ve bölgede güvenlik ve göç krizine yol açacağını öngörmüştü. Ancak kehanet gerçekleştiğinde Issoufou, serpintiyi kontrol altına almak için Batı’dan yardım almaya karar verdi. Bunun mantıklı bir gerekçesi vardı. İktidara yeni gelen Issoufou ve Bazoum’un partisi PNDS’nin (ya da Nijer Demokrasi ve Sosyalizm Partisi) sağlık ve eğitim alanlarında büyük ölçekli sosyal harcamalar yapma planları vardı. Ayrıca yıllardır işe alınmayan kamu hizmetini de yenilemeyi amaçlıyordu. Bu programın hayata geçirilebilmesi için güvenlik harcamalarının en aza indirilmesi gerekiyordu ki bu da ancak başka birinin masrafları üstlenmesiyle mümkün olabilirdi.
Daha geniş bir düzeyde, yeni seçilen hükümet ile ordu arasındaki ilişkiler en başından beri çürümüştü. Temmuz 2011’de, iktidarda sadece dört ay kaldıktan sonra Issoufou, bir darbe teşebbüsünü engelledi. Darbeyi planladığı iddia edilenlerden biri olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları üyesi Teğmen Ousmane Awal Hambaly davası reddedilerek 2012 yılında serbest bırakıldı ama daha sonra 2015 yılında bir başka darbe teşebbüsüne karıştı. İkinci duruşmasında, kendisini diğer subaylarla birlikte darbeyi planlamaya ikna eden Tchiani tarafından “yemlendiğini” iddia etti. Tchiani o zamana dek, kendisini cumhurbaşkanlığı patronları için vazgeçilmez kılmak amacıyla, daha sonra etkisiz hale getireceği darbe planları hazırlamakla ün kazanmıştı. İşin aslı ne olursa olsun, bu tür darbe teşebbüsleri Issoufou’nun ordu konusunda paranoyaklaşmasına neden oldu. Doğrulanması zor anekdotlara göre —araştırmacı gazeteciliğin yokluğu Nijer kamuoyunun çoğunlukla dedikodu ve söylentilere dayandığı anlamına geliyor— bu paranoya, orduyu cihatçılara karşı mücadele için güçlendirmenin önüne geçti.
PNDS’nin iktidarı iyi niyetlerle başladı ama kısa süre sonra uygulanabilir bir güvenlik politikasının elde edilmesini daha da zorlaştıran ciddi kusurlarla kuşatıldı. Özellikle iki tanesi halkı iktidar partisinin aleyhine çevirdi. Bunlardan ilki, Nijer’de demokrasinin adını kötüye çıkaran ve PNDS’nin kökünü kazıma sözü verdiği endemik yolsuzluktu. Hükümet 2011 yılında yolsuzluk eylemlerini ihbar etmek üzere ücretsiz bir numara ve yolsuzlukla mücadele için daimî bir organ oluşturarak daha sonra suya düşen reform umutlarını artırdı. İkinci kusur ise siyasi sistemin yeniden şekillendirilmesiydi. 2000’li yıllar boyunca Nijer siyaseti, koltuk kapma yarışına giren ve her partiyi birbiriyle uzlaşmaya zorlayan karşıt koalisyon blokları temelinde işledi. Bu durum, muhalif güçlere umut veren ve halkın siyasi rant arayışından veya katılımdan dışlanma korkusunu azaltan bir siyasi denge yarattı. PNDS’nin kalıcı iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla yok etmeye çalıştığı şey işte bu dengeydi. Muhalefet partileri parçalandı (Nijerliler sert bir malzemenin ezilmesi anlamına gelen enerjik Fransızca terim olan concassage’ı kullanırlar), ardından hazinelerin —şişirilmiş işler, sözleşmeler, zimmete para geçirme ve diğer uygunsuzluklara tolerans— cömertçe dağıtılması yoluyla emildi. PNDS liderliğindeki hükümetler onlarca bakana —her zaman kırktan fazla— yüzlerce danışman ve “yüksek temsilci” ile birlikte yer açtı. Bu “dahil etme” biçimini reddeden partiler, özellikle yukarıda bahsedilen yolsuzlukla mücadele kurumu tarafından takibe alındı (ücretsiz telefon numarası erken bir tarihte kapatıldı). PNDS’nin görev süresi boyunca suçun normalleşmesine direnen tek örgüt, daha çok Lumana olarak bilinen ve başkent Niamey de dahil olmak üzere ülkenin batı bölgesine hâkim olan Moden (Nijer Demokratik Hareketi) oldu. Hareketin adayı Hama Amadou 2016 başkanlık kampanyasını hapiste geçirdi.
PNDS’nin baskınlığı Nijer demokrasisi için zararlı neticeler doğurdu. Kamusal alanı depolitize etti ve böylece terfinin partiye ve koalisyonuna bağlılığa bağlı hale geldiği kamu hizmeti ve ordu da dahil olmak üzere ulusal yaşamın diğer alanlarının politize edilmesini artırdı. Fiilen tek parti yönetimi tesis edildi. Bunun bedeli, rejimin derin bir şekilde sevilmemesi, tarafgir hedeflere hizmet etmeye zorlanan demokratik kurumların ve hukukun zayıflaması ve ülkenin batısındaki ve daha genel olarak güneydeki insanların Tahoua bölgesi (PNDS’nin tımarı) ve kuzeydekilere kıyasla ikinci sınıf yurttaş olduklarını hissetmeleri nedeniyle azalan milli birlik duygusu oldu. Seçimlere duyulan güven erozyona uğradı. Siyasi denge sistemi ne kadar yozlaştırıcıysa, fiili tek parti sistemi de o kadar baskıcı ve kapsayıcı değildi. Nijerliler bu sisteme Hausa dilinde “dilek” anlamına gelen ve Cumhurbaşkanı Issoufou’nun sloganlarından birinden alınan “Gouri Sistemi” adını verdiler.
Dolayısıyla, 2010’ların sonuna gelindiğinde Nijer’in iki acil sorunu vardı: amansız cihatçı şiddet ve seçilmişlere gerçek meşruiyet sağlayamayan hastalıklı bir demokrasi. Bu bağlamda, Batı’nın varlığı ilave bir sorun gibi görünüyordu. Fransız terörle mücadele gücü Barkhane ve BM’nin barış gücü misyonu MINUSMA’nın faaliyet gösterdiği Mali’dekinden daha sınırlıydı. Mali’deki cunta ile anlaşmazlığa düşmeden ve Barkhane’nin kalıntılarını 2022’nin sonlarında Nijer’e taşımadan önce Fransızlar çoğunlukla ülkenin kuzeyinde uranyum maden sahalarını koruyorlardı. Amerikalılar ise Orta Sahra’daki geniş arazileri gözetleme amaçlı iki üsse sahipken, Avrupalı güçler de eğitim ve teknik yardım sağlıyordu. Bu yabancı varlığı müdahaleci olarak görüldü ve PNDS kendi ayrıştırıcı yönetim tarzı nedeniyle bunu halka kabul ettiremedi. Uzlaşı siyaseti çağında, muhalefet partilerine ve gerçekten bağımsız sivil toplum gruplarına davasını anlatabilir ve güvenilir, bağımsız bir basın devreye sokulabilirdi. Kamuoyu tartışma yoluyla yönlendirilebilirdi. Fakat PNDS her türlü eleştiriyi meşru bir şikâyetten ziyade radikalleşmiş bir muhalefetten gelen bir tehdit olarak sundu (PNDS aktivistleri Lumana’daki meslektaşlarını “kanun kaçakları” olarak nitelendiriyordu). Her halükârda hükümet halkın hoşnutsuzluğunu görmezden gelebiliyordu, zira kolluk kuvvetleri bununla kolayca başa çıkabiliyordu. Hoşnutsuzluğun patlak verdiği tek yer, Burkina Faso ve Mali’nin başkentleri Ouagadougou ve Bamako’nun aksine birleşik bir kimlik temelinden yoksun olan, yerli halk ve göçmenler arasında yarı yarıya bölünmüş bir kent olan Niamey’di.
Daha da acı verici olanı, PNDS Batı’nın cihatçı varlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağına dair girdiği bahsi kaybetti. Bu bahsi kazanmış olsaydı, parti bugün iktidarda olacaktı. Fakat Batı sadece bu konuda başarısız olmakla kalmadı; Mali ve Burkina Faso’daki darbeler, kendisine güvenmemeyi tercih eden cuntaları iktidara getirdiğinde kolektif güvenliğin önünde bir engel haline geldi. Bu gelişmelerden önce bu üç ülke, Çad ve Moritanya ile birlikte, tüm Sahel’i kapsayacak bir kolektif güvenlik aygıtı olan G5 Sahel açısından ivme kazanıyordu. Cunta yönetimindeki Mali ve Burkina Faso 2022’de bu girişimden çekildi ve Nijer Fransızlarla ortaklık kurduğu sürece kolektif güvenlik konularında bu ülkeyle çalışmayacaklarını açıkladılar. O andan itibaren Nijer bir ikilemle karşı karşıya kaldı, özellikle de Sahel’deki ve daha geniş anlamda Frankofon Batı Afrika’daki elit kesim geleneksel olarak kendi başarısızlıkları için Fransızları günah keçisi ilan etme eğiliminde olduğundan, tanıdık ancak anlaşılması zor Françafrique kavramına bel bağlıyordu. Buna ek olarak, sömürgecilik karşıtı radikalizmi, Kemetizm (Siyah Afrika’nın Firavun Mısır’ının varisi olduğuna dair dini bir inanç) gibi uç ideolojileri ve zayıfın dikenli egemenliğini birleştiren daha yeni bir ideolojik demleme, bazen Fransa’nın siyah toplumundaki kaynaklardan olmak üzere sosyal medya ağları aracılığıyla halka sızdı. Bu karışıma Mali’ye özgü, bağımsızlık lideri Modibo Keita dönemine kadar uzanan bir Rusofili de sızdı. Fransa’nın Afrikalı ortaklarıyla son derece eşitlikçi olmayan ilişkilerinden kaynaklanan kendi hataları da yangına körükle gitti.
PNDS’nin Nijer’i, Batı ile yaptığı anlaşmaları bozmak için hiçbir neden görmüyordu. Fakat aynı ideolojik mesajlardan etkilenen ordu, Mali ve Burkina Faso ile ortak güvenliğin bu yabancı güçlerle ortaklıktan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Hükümetle yapılan toplantılarda suratları bu yüzden asıktı. Bazoum onları dinlemeyi denemiş gibi görünüyor. Bu yılın başlarında Savunma Bakanı Salifou Mody, kolektif güvenlik tedbirlerini müzakere etmek üzere Bamako’ya gönderildi. Bazoum’un Mody’nin bundan daha fazlasını yaptığını duymuş olması mümkün, zira bisan ayında Mody’i görevden aldı ve ona potansiyel bir zengin av kaynağı olan Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki büyükelçiliği verdi. Ancak bu manevra iktidarı kurtarmaya yetmedi. Darbeyle ikinci adam olarak iktidara getirilen Mody şu anda Bamako ve Ouagadougou ile bağlar kurmakla meşgul ve Niamey cuntası Fransa ile ortaklığı “kınadı”.
Darbe, teorik olarak Nijer’in iki ana sorununu çözebilir. Gouri Sistemi tarafından askıya alınmış olan demokrasisini “yeniden canlandırabilir” ve daha iyi bir güvenlik politikasının geliştirilmesine ön ayak olabilir. Eğer PNDS’nin gidişatı bir gösterge ise, bu iki sonuç birbiriyle ilişkili. Peki cunta demokrasiyi önemsiyor mu? Peki ya darbeye sert tepki veren, birincisi tüm yardımları askıya alan, ikincisi ise savaşla tehdit eden Batı ve Nijerya ne olacak?
Demokrasinin darbe yoluyla yeniden canlandırılması süreci Nijer’de olağanüstü bir durum değil. Esasında geçmişte 1996 (tartışmalı bir şekilde), 1999 ve 2010 yıllarında olmak üzere üç kez yaşandı. Fakat şu an iç ve uluslararası iklim farklı. Niamey’in darbecileri, cuntaları yaptırımlara göğüs geren, “uluslararası topluma” ve ECOWAS’a kafa tutan ve demokratik yönetime dönüşü zar zor taahhüt eden Bamako ve Ouagadougou örneklerinden ilham alıyor. Bu diğer ülkelerde olduğu gibi Nijer cuntası da şu anda Gouri Sisteminin çöküşünü görmekten hoşnut olan halkın hayranlığının tadını çıkarıyor. Bunu, kendilerini demokratik sürece geri dönme zorunluluğundan muaf tutan bir meşrulaştırma biçimi olarak yorumlayabilirler. Bu arada, Fransa ve Batı ile kopuşa doğru ilerleyen ideolojik iklim de otoriterliğe zemin hazırlamaya yardımcı olacaktır; her ne kadar Batı, PNDS’nin kendi otoriter eğilimlerini görmezden gelmekle ve varsayılan olarak bunlara yarım ve yataklık etmekle eleştirilse de. Burkina Faso ve Mali’de yaşananlar, bir yıl kadar sonra adanmış ideologlar ve geleceklerini bu rejime bağlamış olanlar arasında cuntalara verilen gerçek desteğin azaldığını gösteriyor. Diğerleri ise hayatlarındaki maddi değişiklikler asgari düzeyde olduğu için onları kabul etme eğiliminde. Eğer siyasi katılımda hala bir eksiklik varsa, askeri yönetimin böyle göründüğüne dair geleneksel bir Sahelili kabulü de var. Sonuç bir tür siyasi gerileme olsa da Mali’deki İbrahim Boubakar Keita ya da Nijer’deki Gouri Sistemi döneminde uygulanan demokrasi de pek ilerleme sayılmaz.
O halde her üç ülkede de demokratik restorasyon ancak dışarıdan, özellikle de ECOWAS’ın baskısıyla gerçekleşebilir. Fakat Nijer’de bu baskı kötü bir başlangıç yaptı. Nijerya darbeye hazırlıksız yakalandığı, darbelerinin çok fazla olduğu duygusuyla çileden çıktığı ve ECOWAS’a gerçek bir Nijerya damgası vurmaya kararlı bir liderin —Bola Tinubu— yönetiminde olduğu için (Nijeryalılar Fransızca konuşan komşularını çok az tanıyor ve anlıyor olsalar da) tepkisi sert oldu. Askeri müdahale tehditlerinin yanı sıra Nijer’in yüzde 70’inden fazlası Nijerya’dan gelen elektrik tedarikinin kesilmesi gibi yaptırımları da içeriyordu. Bu tepkiyi beklemeyecek kadar saf olan Niamey darbecileri, büyükelçileri geri çağırarak, anlaşmaları bozarak ve elçileri kabul etmeyi reddederek öfkeyle karşılık verdiler.
Darbeciler, Nijeryalılar ve Batılılarla herhangi bir uzlaşıya varmayı reddederek yönetimlerini sağlamlaştırmayı ve uzlaşmazlıklarını sürdürmeyi başarırlarsa, ki bu kaçınılmaz olarak Mali ve Burkina cuntalarının yöntemlerinden kopuşu içerecektir, bunun muhtemel sonucu Avrupa’nın güvenlik ve kalkınma yardımlarının (insani yardım bütçeleri olmasa da) geri çekilmesi ve ECOWAS yaptırımlarının devam etmesi olacaktır ki bu yaptırımların Nijer için Mali için olduğundan daha zararlı olması muhtemel. Nijer halkı acı çekecek ama özellikle de meşhur “asker” korkuları göz önüne alındığında, bunu pek çok felaketten biri olarak kabul edeceklerdir. Bu durumda iki bilinmeyen olacaktır: çöldeki üslerinde kalmak isteyecek olan Amerikalıların tutumu ve cunta onları Vagner şeklinde Nijer’e davet etmeye karar verirse Rusların tutumu. Son dönemdeki söylemlerine bakılırsa bu imkânsız değil.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
Dünya Basını
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?

Tahran ile Washington nükleer anlaşma için kritik aşamaya yaklaşırken, İran’ın Bender Abbas kentindeki en önemli limanında yaşanan ve en az 46 kişinin öldüğü patlamanın sabotaj mı yoksa kaza mı olduğu tartışılıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz haber, bu soruyu patlamayla ilgili İran basınında yapılan tartışmaları ve yetkililerin açıklamalarına yer vererek yanıtlamaya çalışıyor:
***
İran-ABD diplomasisi ilerlerken İran’ın önemli limanında büyük yangın
Amwaj.media / 28 Nisan 2025
Olay: İran ve ABD, Tahran’ın nükleer programı konusunda üçüncü tur dolaylı müzakereleri tamamladı. Müzakereler, ayrıntıların olası anlaşmanın geleceğini belirleyeceği kritik bir aşamaya girerken, iki taraf Avrupa’da bir araya gelecek. Bu gelişmeler yaşanırken, İran’ın güneyindeki liman kenti Bender Abbas’ta meydana gelen ölümcül patlama, bunun bir kaza mı yoksa müzakereleri sabote etmeye yönelik gizli bir İsrail operasyonu mu olduğu sorularını gündeme getirdi.
Nükleer müzakereler: 26 Nisan’da Umman’da yapılan görüşmelerin ardından taraflar, 3 Mayıs’ta yeniden toplanmak üzere ön anlaşmaya vardı. Üst düzey İranlı bir siyasi kaynak Amwaj.media’ya yaptığı açıklamada, bir sonraki turun Avrupa’da olacağını ancak yine Umman’ın arabuluculuk yapacağını belirtti.
-Muskat’ta yaklaşık altı saat süren görüşmelere İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ve ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff katıldı. İlk kez teknik uzmanlar düzeyinde de paralel görüşmeler yapıldı ve bu, nükleer silahların yayılmasını önleme ve yaptırımların kaldırılması gibi teknik konuların detaylıca tartışılmasına zemin hazırladı.
-Irakçi görüşmeleri, “çok ciddi” olarak tanımladı. Baş müzakereci Irakçi, ilerleme kaydedildiğini kabul etti ancak “hem önemli konularda hem de detaylarda hâlâ farklılıklar” bulunduğunu söyledi.
-Irakçi, “Müzakere sürecinden ve hızından memnunum. Ciddiyet ve kararlılık var. Ancak anlaşmaya varılabilir mi? Umutluyum ama çok temkinliyim” dedi.
-İsmi açıklanmayan bir ABD’li yetkili de Axios’a “ilerleme kaydedildiğini” doğrularken, “hala yapılacak çok iş olduğunu” belirtti.
İran basını 27 Nisan’da müzakereler konusunda iyimser bir ton sergilemeye devam etti ancak müzakerecilerin anlaşma detaylarına odaklandıkça ilerlemenin yavaşlayabileceğini de kabul etti.
-Reformist günlük Hammihan gazetesi, müzakerelerdeki “hızlı ilerlemeyi” överken, ekonomi odaklı Donya-e Eqtesad gazetesi ise “anlaşmaya yönelik ortak bir istek” olduğunu savundu.
-Siyasi yorumcu Abdülreza Feracirad, reformist Arman-e Melli gazetesinde yazdığı makalede, “teknik müzakerelerin daha zor ve zaman alıcı olacağını” belirtti. Bu nedenle, başarılı bir sonuca ulaşmanın “her iki tarafın da daha fazla sabır, hassasiyet ve esneklik göstermesini gerektireceğini” ifade etti.
NYT: İsrail’in İran saldırısı ABD’deki çatlak nedeniyle rafa kalktı
-Muhafazakâr Horasan gazetesinde yazan yorumcu Muhammed Mehdi Rahimi ise, 2015 İran nükleer anlaşmasında yer alan ve İran’a yönelik BM yaptırımlarının otomatik olarak geri getirilmesine yol açan “snapback” mekanizmasının, planlandığı gibi Ekim 2025’te sona ermesi gerektiğini savundu. Bu değerlendirme, Batı’nın 2015 anlaşmasının süresi dolan hükümlerini yeni bir anlaşmayla uzatma çabalarına ilişkin haberlerin gündeme geldiği bir dönemde yapıldı.
Patlama: Umman’daki görüşmeler sürerken, Bender Abbas’taki Şehid Recai Limanı’nda bir konteyner terminalinde büyük bir patlama meydana geldi. En az 40 kişi hayatını kaybetti, binden fazla kişi yaralandı.
-İran Parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Ali Hezriyan, patlamanın güçlü devlet kuruluşu Müstezafin Vakfı’na bağlı bir holding ve yatırım şirketi olan Sina Liman ve Denizcilik Hizmetleri şirketinin kullandığı bir terminalde meydana geldiğini açıkladı.
-Şirketin CEO’su Said Caferi, aynı gün yaptığı açıklamada, “son derece tehlikeli malların” normal ürünler gibi etiketlenerek terminale yerleştirildiğini iddia etti.
-İçişleri Bakanı İskender Mumini, patlamanın yaşandığı terminalin, limanın toplam 30 bin konteynerlik kapasitesinin onda biri kadar bir alanı kapladığını ancak olayın yine de büyük bir felaket olduğunu söyledi.
Bazı gözlemciler, çıkan turuncu dumanın, füze yakıtı üretiminde kullanılan kimyasalların yanarken çıkardığı dumana benzediğini iddia etti.
-Ancak Savunma Bakanlığı Sözcüsü Rıza Taleenik, 27 Nisan’da yaptığı açıklamada, olayın yaşandığı bölgede askeri amaçlı veya başka türde herhangi bir yakıtın depolandığı iddiasını kesin bir dille reddetti. Sözcü, yabancı medyayı “hedefli sahte haberler” yoluyla “psikolojik operasyonlar” yürütmekle suçladı.
-Olayla ilgili soruşturma devam ederken, yetkililer şu ana kadar patlamanın resmi nedenine ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı.
Özellikle patlamanın zamanlaması, İran’da birçok kişinin olayın kasıtlı bir sabotaj olup olmadığı konusunda şüphe duymasına yol açtı.
– İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in kıdemli danışmanı Ali Şamhani’ye bağlı Nour News, Umman’daki nükleer görüşmelerle aynı zamana denk gelen patlamanın “bir kaza mı yoksa kasıtlı bir plan mı” olduğunu sorguladı. Ajans, erken sonuçlara varmaktan kaçınılması gerektiğini söyledi ve ABD ile nükleer müzakereler boyunca “sabırlı olunması” çağrısında bulundu.
– Muhafazakar Kayhan gazetesi, yetkililere soruşturmayı hızlandırmaları ve olayın “ihmal ve hata” sonucu mu yoksa “başka faktörlerden” mi kaynaklandığını bir an önce açıklamaları çağrısında bulundu.
-Reformist gazeteci Armin Montazeri ise Şehid Recai Limanı’nın ticari önemine ve olayın zamanlamasına dikkat çekerek, “yabancı müdahale olasılığının yüksek” olduğunu belirtti.
Patlamanın nedeni üzerindeki tartışmalar sürerken, bu trajedi İran genelinde büyük bir dayanışma dalgası yarattı.
-Vatandaşlar, yaralılara yardım etmek için hızla bölgedeki kan bankalarına akın etti. Öte yandan, Bender Abbas’ta faaliyet göstermeyen yolculuk paylaşım uygulaması Tapsi, rakibi Snapp üzerinden şehir sakinlerine ücretsiz yolculuk kodu sağlayarak kan bağışı merkezlerine ulaşmalarına yardımcı oldu.
-İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, 27 Nisan’da Bandar Abbas’a giderek patlamada yaralananları ziyaret etti ve patlama alanında incelemelerde bulundu.
Aynı gün, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı dileklerini iletti.
-Yayımladığı açıklamada Hamaney, yetkililere olayın arkasında herhangi bir ihmal veya kasıtlı eylem olup olmadığının “titizlikle araştırılması” ve “uygun yasal adımların atılması” talimatını verdi.
-Ayrıca, hükümet 28 Nisan’ı ulusal yas günü ilan etti.
Bağlam / Analiz: Şehid Recai Limanı, İran’ın en büyük ve en modern konteyner limanı. Ülkenin toplam ticaretinin %55’i ve tüm konteyner faaliyetlerinin yaklaşık %85’inden fazlası bu liman üzerinden gerçekleşiyor.
-Yılda 100 milyon ton mal işleme kapasitesine sahip liman, ülkenin ana ticari limanı olarak hizmet veriyor.
-Hürmüz Boğazı’na yakın stratejik konumuyla bu tesis, İran’ı dünyanın dört bir köşesinden 80 farklı limana bağlıyor ve hem ithalat, hem ihracat hem de bölgesel transit için hayati öneme sahip. Büyüklüğü ve bağlantı ağı nedeniyle Şehid Recai Limanı, İran ekonomisinin ve uluslararası ticaret akışının merkezinde yer alıyor.
Konteyner terminalinde füze yakıtı üretiminde kullanılabilecek tehlikeli maddelerin depolandığı iddiasını yetkililer resmen yalanlasa da yılın başlarında böyle maddeleri taşıyan gemilerin limana yanaştığına dair haberler bulunuyor.
-Batılı medya kuruluşları, açık kaynak verilerine dayanarak, 2025 yılı Şubat ve Mart aylarında, her biri yaklaşık bin tonluk iki büyük sodyum perklorat sevkiyatının Şehid Recai Limanı’na ulaştığını bildirdi. Sodyum perkloratın katı füze yakıtı üretimi için kritik bir kimyasal madde olduğu biliniyor.
Öte yandan, İran’ın nükleer programının ister diplomasi ister askeri müdahale yoluyla olsun tamamen sökülmesini talep eden İsrail’in, İran’a yönelik uzun bir gizli operasyon geçmişi bulunuyor. Bu operasyonlar özellikle İran’ın nükleer ve füze programlarını hedef alıyor.
-İsrail’e atfedilen önceki gizli operasyonlar arasında, 2010 yılında ABD ile ortak yürütüldüğüne inanılan Stuxnet siber saldırısı yer alıyor. Bu saldırı, İran’ın uranyum zenginleştirme santrifüjlerine ciddi zarar vermişti.
-Ayrıca Tel Aviv, İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik bir dizi suikastın, İran’daki askeri ve nükleer tesislerde meydana gelen patlamaların ve 2018 yılında İran nükleer arşivlerinin çalındığı iddia edilen olayın da arkasında olmakla suçlanıyor.
Gelecek: Bender Abbas’taki patlamaya ilişkin İran’ın yürüteceği soruşturma, yalnızca İran içinde değil, aynı zamanda yabancı hükümetler ve istihbarat servisleri tarafından da yakından izlenecek.
-Eğer olayın bir sabotaj olduğu doğrulanırsa, bu durum nükleer müzakerelerde yeni bir güven bunalımı yaratabilir ve İran’ı müzakere masasında daha sert bir tutum almaya itebilir. Bununla birlikte, Tahran’daki karar alıcılar, üçüncü tarafların sabotaj girişimlerinin amacının diplomasi sürecini sekteye uğratmak olduğunu bilerek, pozisyonlarını buna göre dikkatle ayarlayacaklardır.
-Öte yandan, eğer olayın resmi olarak bir kaza olduğu açıklanırsa, yetkililer diplomatik sürecin zarar görmemesi için patlamanın etkisini hafifletmeye çalışabilir.
Bu arada, bir sonraki müzakere turunda, özellikle ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017-21 dönemindeki ilk görev süresi sırasında 2015 nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle, uranyum zenginleştirme, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin takvim ve gelecekteki ihlallere karşı garantiler gibi teknik konulara daha derinlemesine girilmesi bekleniyor.
-Hem İranlı hem de Amerikalı yetkililer, süreci ilerletme konusunda kararlı görünse de, müzakereciler için anlaşmayı sonuçlandırmak adına zaman daralıyor.
-Müzakereler uzadıkça hem iç hem de uluslararası siyasi baskıların artması ve İran-ABD diplomasisine karşı olan üçüncü taraflara fırsat doğması riski büyüyor.
-
Avrupa1 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Görüş2 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin