Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Nijer’i darbeye götüren süreç

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Nijer’de geçen ay yaşanan darbeden sonra, son yıllarda bölgede Fransa ile Rusya’nın nüfuz mücadelesi tartışmalarda daha çok öne çıktı. Fakat ıskalanan ya da görmezden gelinin elzem detaylardan biri de Nijer’in iç dinamikleriydi.

Sahel’deki darbeler kuşağının son halkası olan Nijer, esasında son aylarda adım adım darbeye giden bir sürece şahitlik etmiş. Ve söz konusu bölgede endemik olan darbe olgusu, genelde zemheriden sonra baharı gösteriyor.

Bugün durum biraz daha karmaşık. Leiden Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi’nden siyaset bilimci Rahmane Idrissa’nın değerlendirmesi.

Cunta yönetimi

Rahmane Idrissa

New Left Review

7 Ağustos 2023

Başkalarının sorunlarını kendi sorunları haline getirmeyi başarmak Batı’nın tipik bir özelliğidir. Sahel’de bunun bir mazereti olabilir. Yaklaşık on yıl öncesine kadar sadece hümaniteryenlerin ve yardım kuruluşlarının alt birimlerinin ilgilendiği bu son derece periferik bölge, hızla Batı’nın kaygılarının merkezi haline geldi. Önce göç, sonra terör, şimdi de Rusya; hatta bu hususta üçü bir arada. 1999 yılında Nijer’deki darbenin ardından, bir Alman yardım görevlisinden, “Coup in die Wüste” yani “çöldeki darbe” (Sahel ve Sahra arasındaki ayrım o zamanlar fark edilmemişti) olarak adlandırılan hadiseye ayrılmış tek paragraflık küçük bir gazete kupürü içeren bir mektup aldığımı hatırlıyorum. Buna karşılık, Ağustos 2020’de Mali’de başlayan, Eylül 2021’de Gine’de devam eden ve 2022’de iki kez Burkina Faso’ya ulaşan bir dizi Batı Afrika darbesinin sonuncusu olan 26 Temmuz Nijer darbesi küresel çapta bir medya çılgınlığına neden oldu. Bu kez, sayısız medya talebini geri çevirmek zorunda kaldım; zira sayısız medya talebini yerine getirdikten sonra zamanım ve boşluğum kalmamıştı.

Darbe, gergin bir uluslararası ortamda gerçekleşti ve tarihsel olarak dünyanın darbeye en yatkın kıtasında en çok darbenin yaşandığı bölgede bir “Haki Kışı’nın” —yani bir dizi taklitçi kalkışmanın— habercisi olabileceği korkusuna yol açtı. Ancak tüm bunları bir kenara bıraksak bile Nijer’deki darbenin özellikle dramatik bazı nitelikleri mevcut. Ülkenin, Batılı diplomatların hayalindeki istikrar ve demokrasi modeli olan Sahel’in “ayakta kalan son adamı” statüsünü yerle bir etti, darbe liderleri diğer üç ülkedekinden daha pervasızca hareket ettiler ve şimdi hem Batı hem de bölgesel devlet grupları olan Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) ve Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (WEAMU) tarafından daha agresif bir şekilde karşı karşıya getiriliyorlar.

Darbenin tam olarak nasıl ve neden başladığını söylemek için henüz çok erken. Batılı gözlemcilerin neredeyse tamamı bu haber karşısında şaşkına döndüler. Hükümet aleyhtarı büyük protesto gösterilerinin ardından ordunun yönetime el koyduğu Mali ve Burkina Faso örneklerine benzemediği için bu hadise onlara aniden ortaya çıkmış gibi göründü. Fakat bir darbenin gizli bir eylemin sonucu olarak mutlaka şaşırtıcı olması gerçeği bir yana, bu darbe Nijer halkını şaşırtmayı başaramadı. Bu darbe, 2021’den bu yana en az iki darbe girişiminin ardından geldi ve bunlardan biri Devlet Başkanı Muhammed Bazoum’un göreve başlamasından sadece iki gün önce gerçekleşti. Nijerliler hoşnutsuzluklarını Malili ve Burkinalılarla aynı şekilde ifade etmedilerse de bu onların hükümetlerinden daha memnun oldukları anlamına gelmiyordu; yalnızca daha az organize olmuşlardı. Ağustos 2022’de kurulan ve adını Fransa’dan bağımsızlığın altmış iki yılından alan M62 adlı bir protesto koalisyonu, öfkelerini harekete geçirmeye çalıştı ancak rejim tarafından engellendi. Bu hadise, sivil toplum aktivizminin harcanan bir güç haline geldiği ve medyanın bağımsızlığının önemli ölçüde azaldığı bir siyasi bağlamda gerçekleşti. Yıllar içinde hem protesto hareketleri hem de eleştirel gazeteciler, Nijer devletinin mali denetim ve diğer idari düzenbazlıklar da dahil olmak üzere rüşvet ve tehditleri özgürce kullanması yoluyla dize getirildi.

Önceki darbe teşebbüsleri buzdağının sadece görünen kısmıydı. Şubat ayında Cumhurbaşkanı Bazoum’a yakın bir subay bana darbe planlarının yüksek askeri çevrelerde rutin, hatta sıradan hale geldiğini söylemişti. Cumhurbaşkanı ile askeri komuta kademesi arasındaki toplantılarda general ve albayların soğuk ve somurtkan davrandığını, Bazoum’un ise onlarla nasıl anlaşacağını bilemediğini ekledi. Sürekli gözetlemeye başvurmak ve yeniden atamalar ve örtülü görevden almalar oyununa girişmek zorunda kaldı ve sonuçta potansiyel darbecileri geride bırakmak için nafile bir girişimde bulundu. Fakat devlet gözetiminin derecesi göz önüne alındığında, bir darbe ancak Bazoum’un en çok güvendiği güvenlik birimi olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları tarafından gerçekleştirilirse başarılı olabilirdi. Bu birim sadece Bazoum döneminde değil, selefi Mahamadou Issoufou döneminde de darbeleri engellemişti. Her iki yönetimde de görev yapmış olan muhafızların komutanı General Abdourahamane Tchiani, Bazoum’un güvenini kazanmıştı. Gözaltındaki cumhurbaşkanı, gözaltında tutulduğu yerden Jeune Afrique’e vermeyi başardığı mülakatta, Tchiani’yi görevden almak üzere olduğu söylentisini yalanladı.

Devletin bu kolları arasındaki anlaşmazlık konusu güvenlik politikasıydı. Issoufou yönetimindeki Nijer, 2011’de NATO’nun Kadafi’yi devirmek için başlattığı müdahaleye karşı çıkmış, müdahalenin Libya’yı yok edeceğini ve bölgede güvenlik ve göç krizine yol açacağını öngörmüştü. Ancak kehanet gerçekleştiğinde Issoufou, serpintiyi kontrol altına almak için Batı’dan yardım almaya karar verdi. Bunun mantıklı bir gerekçesi vardı. İktidara yeni gelen Issoufou ve Bazoum’un partisi PNDS’nin (ya da Nijer Demokrasi ve Sosyalizm Partisi) sağlık ve eğitim alanlarında büyük ölçekli sosyal harcamalar yapma planları vardı. Ayrıca yıllardır işe alınmayan kamu hizmetini de yenilemeyi amaçlıyordu. Bu programın hayata geçirilebilmesi için güvenlik harcamalarının en aza indirilmesi gerekiyordu ki bu da ancak başka birinin masrafları üstlenmesiyle mümkün olabilirdi.

Daha geniş bir düzeyde, yeni seçilen hükümet ile ordu arasındaki ilişkiler en başından beri çürümüştü. Temmuz 2011’de, iktidarda sadece dört ay kaldıktan sonra Issoufou, bir darbe teşebbüsünü engelledi. Darbeyi planladığı iddia edilenlerden biri olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları üyesi Teğmen Ousmane Awal Hambaly davası reddedilerek 2012 yılında serbest bırakıldı ama daha sonra 2015 yılında bir başka darbe teşebbüsüne karıştı. İkinci duruşmasında, kendisini diğer subaylarla birlikte darbeyi planlamaya ikna eden Tchiani tarafından “yemlendiğini” iddia etti. Tchiani o zamana dek, kendisini cumhurbaşkanlığı patronları için vazgeçilmez kılmak amacıyla, daha sonra etkisiz hale getireceği darbe planları hazırlamakla ün kazanmıştı. İşin aslı ne olursa olsun, bu tür darbe teşebbüsleri Issoufou’nun ordu konusunda paranoyaklaşmasına neden oldu. Doğrulanması zor anekdotlara göre —araştırmacı gazeteciliğin yokluğu Nijer kamuoyunun çoğunlukla dedikodu ve söylentilere dayandığı anlamına geliyor— bu paranoya, orduyu cihatçılara karşı mücadele için güçlendirmenin önüne geçti.

PNDS’nin iktidarı iyi niyetlerle başladı ama kısa süre sonra uygulanabilir bir güvenlik politikasının elde edilmesini daha da zorlaştıran ciddi kusurlarla kuşatıldı. Özellikle iki tanesi halkı iktidar partisinin aleyhine çevirdi. Bunlardan ilki, Nijer’de demokrasinin adını kötüye çıkaran ve PNDS’nin kökünü kazıma sözü verdiği endemik yolsuzluktu. Hükümet 2011 yılında yolsuzluk eylemlerini ihbar etmek üzere ücretsiz bir numara ve yolsuzlukla mücadele için daimî bir organ oluşturarak daha sonra suya düşen reform umutlarını artırdı. İkinci kusur ise siyasi sistemin yeniden şekillendirilmesiydi. 2000’li yıllar boyunca Nijer siyaseti, koltuk kapma yarışına giren ve her partiyi birbiriyle uzlaşmaya zorlayan karşıt koalisyon blokları temelinde işledi. Bu durum, muhalif güçlere umut veren ve halkın siyasi rant arayışından veya katılımdan dışlanma korkusunu azaltan bir siyasi denge yarattı. PNDS’nin kalıcı iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla yok etmeye çalıştığı şey işte bu dengeydi. Muhalefet partileri parçalandı (Nijerliler sert bir malzemenin ezilmesi anlamına gelen enerjik Fransızca terim olan concassage’ı kullanırlar), ardından hazinelerin —şişirilmiş işler, sözleşmeler, zimmete para geçirme ve diğer uygunsuzluklara tolerans— cömertçe dağıtılması yoluyla emildi. PNDS liderliğindeki hükümetler onlarca bakana —her zaman kırktan fazla— yüzlerce danışman ve “yüksek temsilci” ile birlikte yer açtı. Bu “dahil etme” biçimini reddeden partiler, özellikle yukarıda bahsedilen yolsuzlukla mücadele kurumu tarafından takibe alındı (ücretsiz telefon numarası erken bir tarihte kapatıldı). PNDS’nin görev süresi boyunca suçun normalleşmesine direnen tek örgüt, daha çok Lumana olarak bilinen ve başkent Niamey de dahil olmak üzere ülkenin batı bölgesine hâkim olan Moden (Nijer Demokratik Hareketi) oldu. Hareketin adayı Hama Amadou 2016 başkanlık kampanyasını hapiste geçirdi.

PNDS’nin baskınlığı Nijer demokrasisi için zararlı neticeler doğurdu. Kamusal alanı depolitize etti ve böylece terfinin partiye ve koalisyonuna bağlılığa bağlı hale geldiği kamu hizmeti ve ordu da dahil olmak üzere ulusal yaşamın diğer alanlarının politize edilmesini artırdı. Fiilen tek parti yönetimi tesis edildi. Bunun bedeli, rejimin derin bir şekilde sevilmemesi, tarafgir hedeflere hizmet etmeye zorlanan demokratik kurumların ve hukukun zayıflaması ve ülkenin batısındaki ve daha genel olarak güneydeki insanların Tahoua bölgesi (PNDS’nin tımarı) ve kuzeydekilere kıyasla ikinci sınıf yurttaş olduklarını hissetmeleri nedeniyle azalan milli birlik duygusu oldu. Seçimlere duyulan güven erozyona uğradı. Siyasi denge sistemi ne kadar yozlaştırıcıysa, fiili tek parti sistemi de o kadar baskıcı ve kapsayıcı değildi. Nijerliler bu sisteme Hausa dilinde “dilek” anlamına gelen ve Cumhurbaşkanı Issoufou’nun sloganlarından birinden alınan “Gouri Sistemi” adını verdiler.

Dolayısıyla, 2010’ların sonuna gelindiğinde Nijer’in iki acil sorunu vardı: amansız cihatçı şiddet ve seçilmişlere gerçek meşruiyet sağlayamayan hastalıklı bir demokrasi. Bu bağlamda, Batı’nın varlığı ilave bir sorun gibi görünüyordu. Fransız terörle mücadele gücü Barkhane ve BM’nin barış gücü misyonu MINUSMA’nın faaliyet gösterdiği Mali’dekinden daha sınırlıydı. Mali’deki cunta ile anlaşmazlığa düşmeden ve Barkhane’nin kalıntılarını 2022’nin sonlarında Nijer’e taşımadan önce Fransızlar çoğunlukla ülkenin kuzeyinde uranyum maden sahalarını koruyorlardı. Amerikalılar ise Orta Sahra’daki geniş arazileri gözetleme amaçlı iki üsse sahipken, Avrupalı güçler de eğitim ve teknik yardım sağlıyordu. Bu yabancı varlığı müdahaleci olarak görüldü ve PNDS kendi ayrıştırıcı yönetim tarzı nedeniyle bunu halka kabul ettiremedi. Uzlaşı siyaseti çağında, muhalefet partilerine ve gerçekten bağımsız sivil toplum gruplarına davasını anlatabilir ve güvenilir, bağımsız bir basın devreye sokulabilirdi. Kamuoyu tartışma yoluyla yönlendirilebilirdi. Fakat PNDS her türlü eleştiriyi meşru bir şikâyetten ziyade radikalleşmiş bir muhalefetten gelen bir tehdit olarak sundu (PNDS aktivistleri Lumana’daki meslektaşlarını “kanun kaçakları” olarak nitelendiriyordu). Her halükârda hükümet halkın hoşnutsuzluğunu görmezden gelebiliyordu, zira kolluk kuvvetleri bununla kolayca başa çıkabiliyordu. Hoşnutsuzluğun patlak verdiği tek yer, Burkina Faso ve Mali’nin başkentleri Ouagadougou ve Bamako’nun aksine birleşik bir kimlik temelinden yoksun olan, yerli halk ve göçmenler arasında yarı yarıya bölünmüş bir kent olan Niamey’di.

Daha da acı verici olanı, PNDS Batı’nın cihatçı varlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağına dair girdiği bahsi kaybetti. Bu bahsi kazanmış olsaydı, parti bugün iktidarda olacaktı. Fakat Batı sadece bu konuda başarısız olmakla kalmadı; Mali ve Burkina Faso’daki darbeler, kendisine güvenmemeyi tercih eden cuntaları iktidara getirdiğinde kolektif güvenliğin önünde bir engel haline geldi. Bu gelişmelerden önce bu üç ülke, Çad ve Moritanya ile birlikte, tüm Sahel’i kapsayacak bir kolektif güvenlik aygıtı olan G5 Sahel açısından ivme kazanıyordu. Cunta yönetimindeki Mali ve Burkina Faso 2022’de bu girişimden çekildi ve Nijer Fransızlarla ortaklık kurduğu sürece kolektif güvenlik konularında bu ülkeyle çalışmayacaklarını açıkladılar. O andan itibaren Nijer bir ikilemle karşı karşıya kaldı, özellikle de Sahel’deki ve daha geniş anlamda Frankofon Batı Afrika’daki elit kesim geleneksel olarak kendi başarısızlıkları için Fransızları günah keçisi ilan etme eğiliminde olduğundan, tanıdık ancak anlaşılması zor Françafrique kavramına bel bağlıyordu. Buna ek olarak, sömürgecilik karşıtı radikalizmi, Kemetizm (Siyah Afrika’nın Firavun Mısır’ının varisi olduğuna dair dini bir inanç) gibi uç ideolojileri ve zayıfın dikenli egemenliğini birleştiren daha yeni bir ideolojik demleme, bazen Fransa’nın siyah toplumundaki kaynaklardan olmak üzere sosyal medya ağları aracılığıyla halka sızdı. Bu karışıma Mali’ye özgü, bağımsızlık lideri Modibo Keita dönemine kadar uzanan bir Rusofili de sızdı. Fransa’nın Afrikalı ortaklarıyla son derece eşitlikçi olmayan ilişkilerinden kaynaklanan kendi hataları da yangına körükle gitti.

PNDS’nin Nijer’i, Batı ile yaptığı anlaşmaları bozmak için hiçbir neden görmüyordu. Fakat aynı ideolojik mesajlardan etkilenen ordu, Mali ve Burkina Faso ile ortak güvenliğin bu yabancı güçlerle ortaklıktan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Hükümetle yapılan toplantılarda suratları bu yüzden asıktı. Bazoum onları dinlemeyi denemiş gibi görünüyor. Bu yılın başlarında Savunma Bakanı Salifou Mody, kolektif güvenlik tedbirlerini müzakere etmek üzere Bamako’ya gönderildi. Bazoum’un Mody’nin bundan daha fazlasını yaptığını duymuş olması mümkün, zira bisan ayında Mody’i görevden aldı ve ona potansiyel bir zengin av kaynağı olan Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki büyükelçiliği verdi. Ancak bu manevra iktidarı kurtarmaya yetmedi. Darbeyle ikinci adam olarak iktidara getirilen Mody şu anda Bamako ve Ouagadougou ile bağlar kurmakla meşgul ve Niamey cuntası Fransa ile ortaklığı “kınadı”.

Darbe, teorik olarak Nijer’in iki ana sorununu çözebilir. Gouri Sistemi tarafından askıya alınmış olan demokrasisini “yeniden canlandırabilir” ve daha iyi bir güvenlik politikasının geliştirilmesine ön ayak olabilir. Eğer PNDS’nin gidişatı bir gösterge ise, bu iki sonuç birbiriyle ilişkili. Peki cunta demokrasiyi önemsiyor mu? Peki ya darbeye sert tepki veren, birincisi tüm yardımları askıya alan, ikincisi ise savaşla tehdit eden Batı ve Nijerya ne olacak?

Demokrasinin darbe yoluyla yeniden canlandırılması süreci Nijer’de olağanüstü bir durum değil. Esasında geçmişte 1996 (tartışmalı bir şekilde), 1999 ve 2010 yıllarında olmak üzere üç kez yaşandı. Fakat şu an iç ve uluslararası iklim farklı. Niamey’in darbecileri, cuntaları yaptırımlara göğüs geren, “uluslararası topluma” ve ECOWAS’a kafa tutan ve demokratik yönetime dönüşü zar zor taahhüt eden Bamako ve Ouagadougou örneklerinden ilham alıyor. Bu diğer ülkelerde olduğu gibi Nijer cuntası da şu anda Gouri Sisteminin çöküşünü görmekten hoşnut olan halkın hayranlığının tadını çıkarıyor. Bunu, kendilerini demokratik sürece geri dönme zorunluluğundan muaf tutan bir meşrulaştırma biçimi olarak yorumlayabilirler. Bu arada, Fransa ve Batı ile kopuşa doğru ilerleyen ideolojik iklim de otoriterliğe zemin hazırlamaya yardımcı olacaktır; her ne kadar Batı, PNDS’nin kendi otoriter eğilimlerini görmezden gelmekle ve varsayılan olarak bunlara yarım ve yataklık etmekle eleştirilse de. Burkina Faso ve Mali’de yaşananlar, bir yıl kadar sonra adanmış ideologlar ve geleceklerini bu rejime bağlamış olanlar arasında cuntalara verilen gerçek desteğin azaldığını gösteriyor. Diğerleri ise hayatlarındaki maddi değişiklikler asgari düzeyde olduğu için onları kabul etme eğiliminde. Eğer siyasi katılımda hala bir eksiklik varsa, askeri yönetimin böyle göründüğüne dair geleneksel bir Sahelili kabulü de var. Sonuç bir tür siyasi gerileme olsa da Mali’deki İbrahim Boubakar Keita ya da Nijer’deki Gouri Sistemi döneminde uygulanan demokrasi de pek ilerleme sayılmaz.

O halde her üç ülkede de demokratik restorasyon ancak dışarıdan, özellikle de ECOWAS’ın baskısıyla gerçekleşebilir. Fakat Nijer’de bu baskı kötü bir başlangıç yaptı. Nijerya darbeye hazırlıksız yakalandığı, darbelerinin çok fazla olduğu duygusuyla çileden çıktığı ve ECOWAS’a gerçek bir Nijerya damgası vurmaya kararlı bir liderin —Bola Tinubu— yönetiminde olduğu için (Nijeryalılar Fransızca konuşan komşularını çok az tanıyor ve anlıyor olsalar da) tepkisi sert oldu. Askeri müdahale tehditlerinin yanı sıra Nijer’in yüzde 70’inden fazlası Nijerya’dan gelen elektrik tedarikinin kesilmesi gibi yaptırımları da içeriyordu. Bu tepkiyi beklemeyecek kadar saf olan Niamey darbecileri, büyükelçileri geri çağırarak, anlaşmaları bozarak ve elçileri kabul etmeyi reddederek öfkeyle karşılık verdiler.

Darbeciler, Nijeryalılar ve Batılılarla herhangi bir uzlaşıya varmayı reddederek yönetimlerini sağlamlaştırmayı ve uzlaşmazlıklarını sürdürmeyi başarırlarsa, ki bu kaçınılmaz olarak Mali ve Burkina cuntalarının yöntemlerinden kopuşu içerecektir, bunun muhtemel sonucu Avrupa’nın güvenlik ve kalkınma yardımlarının (insani yardım bütçeleri olmasa da) geri çekilmesi ve ECOWAS yaptırımlarının devam etmesi olacaktır ki bu yaptırımların Nijer için Mali için olduğundan daha zararlı olması muhtemel. Nijer halkı acı çekecek ama özellikle de meşhur “asker” korkuları göz önüne alındığında, bunu pek çok felaketten biri olarak kabul edeceklerdir. Bu durumda iki bilinmeyen olacaktır: çöldeki üslerinde kalmak isteyecek olan Amerikalıların tutumu ve cunta onları Vagner şeklinde Nijer’e davet etmeye karar verirse Rusların tutumu. Son dönemdeki söylemlerine bakılırsa bu imkânsız değil.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English