Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Nijer’i darbeye götüren süreç

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Nijer’de geçen ay yaşanan darbeden sonra, son yıllarda bölgede Fransa ile Rusya’nın nüfuz mücadelesi tartışmalarda daha çok öne çıktı. Fakat ıskalanan ya da görmezden gelinin elzem detaylardan biri de Nijer’in iç dinamikleriydi.

Sahel’deki darbeler kuşağının son halkası olan Nijer, esasında son aylarda adım adım darbeye giden bir sürece şahitlik etmiş. Ve söz konusu bölgede endemik olan darbe olgusu, genelde zemheriden sonra baharı gösteriyor.

Bugün durum biraz daha karmaşık. Leiden Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi’nden siyaset bilimci Rahmane Idrissa’nın değerlendirmesi.

Cunta yönetimi

Rahmane Idrissa

New Left Review

7 Ağustos 2023

Başkalarının sorunlarını kendi sorunları haline getirmeyi başarmak Batı’nın tipik bir özelliğidir. Sahel’de bunun bir mazereti olabilir. Yaklaşık on yıl öncesine kadar sadece hümaniteryenlerin ve yardım kuruluşlarının alt birimlerinin ilgilendiği bu son derece periferik bölge, hızla Batı’nın kaygılarının merkezi haline geldi. Önce göç, sonra terör, şimdi de Rusya; hatta bu hususta üçü bir arada. 1999 yılında Nijer’deki darbenin ardından, bir Alman yardım görevlisinden, “Coup in die Wüste” yani “çöldeki darbe” (Sahel ve Sahra arasındaki ayrım o zamanlar fark edilmemişti) olarak adlandırılan hadiseye ayrılmış tek paragraflık küçük bir gazete kupürü içeren bir mektup aldığımı hatırlıyorum. Buna karşılık, Ağustos 2020’de Mali’de başlayan, Eylül 2021’de Gine’de devam eden ve 2022’de iki kez Burkina Faso’ya ulaşan bir dizi Batı Afrika darbesinin sonuncusu olan 26 Temmuz Nijer darbesi küresel çapta bir medya çılgınlığına neden oldu. Bu kez, sayısız medya talebini geri çevirmek zorunda kaldım; zira sayısız medya talebini yerine getirdikten sonra zamanım ve boşluğum kalmamıştı.

Darbe, gergin bir uluslararası ortamda gerçekleşti ve tarihsel olarak dünyanın darbeye en yatkın kıtasında en çok darbenin yaşandığı bölgede bir “Haki Kışı’nın” —yani bir dizi taklitçi kalkışmanın— habercisi olabileceği korkusuna yol açtı. Ancak tüm bunları bir kenara bıraksak bile Nijer’deki darbenin özellikle dramatik bazı nitelikleri mevcut. Ülkenin, Batılı diplomatların hayalindeki istikrar ve demokrasi modeli olan Sahel’in “ayakta kalan son adamı” statüsünü yerle bir etti, darbe liderleri diğer üç ülkedekinden daha pervasızca hareket ettiler ve şimdi hem Batı hem de bölgesel devlet grupları olan Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) ve Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (WEAMU) tarafından daha agresif bir şekilde karşı karşıya getiriliyorlar.

Darbenin tam olarak nasıl ve neden başladığını söylemek için henüz çok erken. Batılı gözlemcilerin neredeyse tamamı bu haber karşısında şaşkına döndüler. Hükümet aleyhtarı büyük protesto gösterilerinin ardından ordunun yönetime el koyduğu Mali ve Burkina Faso örneklerine benzemediği için bu hadise onlara aniden ortaya çıkmış gibi göründü. Fakat bir darbenin gizli bir eylemin sonucu olarak mutlaka şaşırtıcı olması gerçeği bir yana, bu darbe Nijer halkını şaşırtmayı başaramadı. Bu darbe, 2021’den bu yana en az iki darbe girişiminin ardından geldi ve bunlardan biri Devlet Başkanı Muhammed Bazoum’un göreve başlamasından sadece iki gün önce gerçekleşti. Nijerliler hoşnutsuzluklarını Malili ve Burkinalılarla aynı şekilde ifade etmedilerse de bu onların hükümetlerinden daha memnun oldukları anlamına gelmiyordu; yalnızca daha az organize olmuşlardı. Ağustos 2022’de kurulan ve adını Fransa’dan bağımsızlığın altmış iki yılından alan M62 adlı bir protesto koalisyonu, öfkelerini harekete geçirmeye çalıştı ancak rejim tarafından engellendi. Bu hadise, sivil toplum aktivizminin harcanan bir güç haline geldiği ve medyanın bağımsızlığının önemli ölçüde azaldığı bir siyasi bağlamda gerçekleşti. Yıllar içinde hem protesto hareketleri hem de eleştirel gazeteciler, Nijer devletinin mali denetim ve diğer idari düzenbazlıklar da dahil olmak üzere rüşvet ve tehditleri özgürce kullanması yoluyla dize getirildi.

Önceki darbe teşebbüsleri buzdağının sadece görünen kısmıydı. Şubat ayında Cumhurbaşkanı Bazoum’a yakın bir subay bana darbe planlarının yüksek askeri çevrelerde rutin, hatta sıradan hale geldiğini söylemişti. Cumhurbaşkanı ile askeri komuta kademesi arasındaki toplantılarda general ve albayların soğuk ve somurtkan davrandığını, Bazoum’un ise onlarla nasıl anlaşacağını bilemediğini ekledi. Sürekli gözetlemeye başvurmak ve yeniden atamalar ve örtülü görevden almalar oyununa girişmek zorunda kaldı ve sonuçta potansiyel darbecileri geride bırakmak için nafile bir girişimde bulundu. Fakat devlet gözetiminin derecesi göz önüne alındığında, bir darbe ancak Bazoum’un en çok güvendiği güvenlik birimi olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları tarafından gerçekleştirilirse başarılı olabilirdi. Bu birim sadece Bazoum döneminde değil, selefi Mahamadou Issoufou döneminde de darbeleri engellemişti. Her iki yönetimde de görev yapmış olan muhafızların komutanı General Abdourahamane Tchiani, Bazoum’un güvenini kazanmıştı. Gözaltındaki cumhurbaşkanı, gözaltında tutulduğu yerden Jeune Afrique’e vermeyi başardığı mülakatta, Tchiani’yi görevden almak üzere olduğu söylentisini yalanladı.

Devletin bu kolları arasındaki anlaşmazlık konusu güvenlik politikasıydı. Issoufou yönetimindeki Nijer, 2011’de NATO’nun Kadafi’yi devirmek için başlattığı müdahaleye karşı çıkmış, müdahalenin Libya’yı yok edeceğini ve bölgede güvenlik ve göç krizine yol açacağını öngörmüştü. Ancak kehanet gerçekleştiğinde Issoufou, serpintiyi kontrol altına almak için Batı’dan yardım almaya karar verdi. Bunun mantıklı bir gerekçesi vardı. İktidara yeni gelen Issoufou ve Bazoum’un partisi PNDS’nin (ya da Nijer Demokrasi ve Sosyalizm Partisi) sağlık ve eğitim alanlarında büyük ölçekli sosyal harcamalar yapma planları vardı. Ayrıca yıllardır işe alınmayan kamu hizmetini de yenilemeyi amaçlıyordu. Bu programın hayata geçirilebilmesi için güvenlik harcamalarının en aza indirilmesi gerekiyordu ki bu da ancak başka birinin masrafları üstlenmesiyle mümkün olabilirdi.

Daha geniş bir düzeyde, yeni seçilen hükümet ile ordu arasındaki ilişkiler en başından beri çürümüştü. Temmuz 2011’de, iktidarda sadece dört ay kaldıktan sonra Issoufou, bir darbe teşebbüsünü engelledi. Darbeyi planladığı iddia edilenlerden biri olan Cumhurbaşkanlığı Muhafızları üyesi Teğmen Ousmane Awal Hambaly davası reddedilerek 2012 yılında serbest bırakıldı ama daha sonra 2015 yılında bir başka darbe teşebbüsüne karıştı. İkinci duruşmasında, kendisini diğer subaylarla birlikte darbeyi planlamaya ikna eden Tchiani tarafından “yemlendiğini” iddia etti. Tchiani o zamana dek, kendisini cumhurbaşkanlığı patronları için vazgeçilmez kılmak amacıyla, daha sonra etkisiz hale getireceği darbe planları hazırlamakla ün kazanmıştı. İşin aslı ne olursa olsun, bu tür darbe teşebbüsleri Issoufou’nun ordu konusunda paranoyaklaşmasına neden oldu. Doğrulanması zor anekdotlara göre —araştırmacı gazeteciliğin yokluğu Nijer kamuoyunun çoğunlukla dedikodu ve söylentilere dayandığı anlamına geliyor— bu paranoya, orduyu cihatçılara karşı mücadele için güçlendirmenin önüne geçti.

PNDS’nin iktidarı iyi niyetlerle başladı ama kısa süre sonra uygulanabilir bir güvenlik politikasının elde edilmesini daha da zorlaştıran ciddi kusurlarla kuşatıldı. Özellikle iki tanesi halkı iktidar partisinin aleyhine çevirdi. Bunlardan ilki, Nijer’de demokrasinin adını kötüye çıkaran ve PNDS’nin kökünü kazıma sözü verdiği endemik yolsuzluktu. Hükümet 2011 yılında yolsuzluk eylemlerini ihbar etmek üzere ücretsiz bir numara ve yolsuzlukla mücadele için daimî bir organ oluşturarak daha sonra suya düşen reform umutlarını artırdı. İkinci kusur ise siyasi sistemin yeniden şekillendirilmesiydi. 2000’li yıllar boyunca Nijer siyaseti, koltuk kapma yarışına giren ve her partiyi birbiriyle uzlaşmaya zorlayan karşıt koalisyon blokları temelinde işledi. Bu durum, muhalif güçlere umut veren ve halkın siyasi rant arayışından veya katılımdan dışlanma korkusunu azaltan bir siyasi denge yarattı. PNDS’nin kalıcı iktidarını sağlamlaştırmak amacıyla yok etmeye çalıştığı şey işte bu dengeydi. Muhalefet partileri parçalandı (Nijerliler sert bir malzemenin ezilmesi anlamına gelen enerjik Fransızca terim olan concassage’ı kullanırlar), ardından hazinelerin —şişirilmiş işler, sözleşmeler, zimmete para geçirme ve diğer uygunsuzluklara tolerans— cömertçe dağıtılması yoluyla emildi. PNDS liderliğindeki hükümetler onlarca bakana —her zaman kırktan fazla— yüzlerce danışman ve “yüksek temsilci” ile birlikte yer açtı. Bu “dahil etme” biçimini reddeden partiler, özellikle yukarıda bahsedilen yolsuzlukla mücadele kurumu tarafından takibe alındı (ücretsiz telefon numarası erken bir tarihte kapatıldı). PNDS’nin görev süresi boyunca suçun normalleşmesine direnen tek örgüt, daha çok Lumana olarak bilinen ve başkent Niamey de dahil olmak üzere ülkenin batı bölgesine hâkim olan Moden (Nijer Demokratik Hareketi) oldu. Hareketin adayı Hama Amadou 2016 başkanlık kampanyasını hapiste geçirdi.

PNDS’nin baskınlığı Nijer demokrasisi için zararlı neticeler doğurdu. Kamusal alanı depolitize etti ve böylece terfinin partiye ve koalisyonuna bağlılığa bağlı hale geldiği kamu hizmeti ve ordu da dahil olmak üzere ulusal yaşamın diğer alanlarının politize edilmesini artırdı. Fiilen tek parti yönetimi tesis edildi. Bunun bedeli, rejimin derin bir şekilde sevilmemesi, tarafgir hedeflere hizmet etmeye zorlanan demokratik kurumların ve hukukun zayıflaması ve ülkenin batısındaki ve daha genel olarak güneydeki insanların Tahoua bölgesi (PNDS’nin tımarı) ve kuzeydekilere kıyasla ikinci sınıf yurttaş olduklarını hissetmeleri nedeniyle azalan milli birlik duygusu oldu. Seçimlere duyulan güven erozyona uğradı. Siyasi denge sistemi ne kadar yozlaştırıcıysa, fiili tek parti sistemi de o kadar baskıcı ve kapsayıcı değildi. Nijerliler bu sisteme Hausa dilinde “dilek” anlamına gelen ve Cumhurbaşkanı Issoufou’nun sloganlarından birinden alınan “Gouri Sistemi” adını verdiler.

Dolayısıyla, 2010’ların sonuna gelindiğinde Nijer’in iki acil sorunu vardı: amansız cihatçı şiddet ve seçilmişlere gerçek meşruiyet sağlayamayan hastalıklı bir demokrasi. Bu bağlamda, Batı’nın varlığı ilave bir sorun gibi görünüyordu. Fransız terörle mücadele gücü Barkhane ve BM’nin barış gücü misyonu MINUSMA’nın faaliyet gösterdiği Mali’dekinden daha sınırlıydı. Mali’deki cunta ile anlaşmazlığa düşmeden ve Barkhane’nin kalıntılarını 2022’nin sonlarında Nijer’e taşımadan önce Fransızlar çoğunlukla ülkenin kuzeyinde uranyum maden sahalarını koruyorlardı. Amerikalılar ise Orta Sahra’daki geniş arazileri gözetleme amaçlı iki üsse sahipken, Avrupalı güçler de eğitim ve teknik yardım sağlıyordu. Bu yabancı varlığı müdahaleci olarak görüldü ve PNDS kendi ayrıştırıcı yönetim tarzı nedeniyle bunu halka kabul ettiremedi. Uzlaşı siyaseti çağında, muhalefet partilerine ve gerçekten bağımsız sivil toplum gruplarına davasını anlatabilir ve güvenilir, bağımsız bir basın devreye sokulabilirdi. Kamuoyu tartışma yoluyla yönlendirilebilirdi. Fakat PNDS her türlü eleştiriyi meşru bir şikâyetten ziyade radikalleşmiş bir muhalefetten gelen bir tehdit olarak sundu (PNDS aktivistleri Lumana’daki meslektaşlarını “kanun kaçakları” olarak nitelendiriyordu). Her halükârda hükümet halkın hoşnutsuzluğunu görmezden gelebiliyordu, zira kolluk kuvvetleri bununla kolayca başa çıkabiliyordu. Hoşnutsuzluğun patlak verdiği tek yer, Burkina Faso ve Mali’nin başkentleri Ouagadougou ve Bamako’nun aksine birleşik bir kimlik temelinden yoksun olan, yerli halk ve göçmenler arasında yarı yarıya bölünmüş bir kent olan Niamey’di.

Daha da acı verici olanı, PNDS Batı’nın cihatçı varlığının ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağına dair girdiği bahsi kaybetti. Bu bahsi kazanmış olsaydı, parti bugün iktidarda olacaktı. Fakat Batı sadece bu konuda başarısız olmakla kalmadı; Mali ve Burkina Faso’daki darbeler, kendisine güvenmemeyi tercih eden cuntaları iktidara getirdiğinde kolektif güvenliğin önünde bir engel haline geldi. Bu gelişmelerden önce bu üç ülke, Çad ve Moritanya ile birlikte, tüm Sahel’i kapsayacak bir kolektif güvenlik aygıtı olan G5 Sahel açısından ivme kazanıyordu. Cunta yönetimindeki Mali ve Burkina Faso 2022’de bu girişimden çekildi ve Nijer Fransızlarla ortaklık kurduğu sürece kolektif güvenlik konularında bu ülkeyle çalışmayacaklarını açıkladılar. O andan itibaren Nijer bir ikilemle karşı karşıya kaldı, özellikle de Sahel’deki ve daha geniş anlamda Frankofon Batı Afrika’daki elit kesim geleneksel olarak kendi başarısızlıkları için Fransızları günah keçisi ilan etme eğiliminde olduğundan, tanıdık ancak anlaşılması zor Françafrique kavramına bel bağlıyordu. Buna ek olarak, sömürgecilik karşıtı radikalizmi, Kemetizm (Siyah Afrika’nın Firavun Mısır’ının varisi olduğuna dair dini bir inanç) gibi uç ideolojileri ve zayıfın dikenli egemenliğini birleştiren daha yeni bir ideolojik demleme, bazen Fransa’nın siyah toplumundaki kaynaklardan olmak üzere sosyal medya ağları aracılığıyla halka sızdı. Bu karışıma Mali’ye özgü, bağımsızlık lideri Modibo Keita dönemine kadar uzanan bir Rusofili de sızdı. Fransa’nın Afrikalı ortaklarıyla son derece eşitlikçi olmayan ilişkilerinden kaynaklanan kendi hataları da yangına körükle gitti.

PNDS’nin Nijer’i, Batı ile yaptığı anlaşmaları bozmak için hiçbir neden görmüyordu. Fakat aynı ideolojik mesajlardan etkilenen ordu, Mali ve Burkina Faso ile ortak güvenliğin bu yabancı güçlerle ortaklıktan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Hükümetle yapılan toplantılarda suratları bu yüzden asıktı. Bazoum onları dinlemeyi denemiş gibi görünüyor. Bu yılın başlarında Savunma Bakanı Salifou Mody, kolektif güvenlik tedbirlerini müzakere etmek üzere Bamako’ya gönderildi. Bazoum’un Mody’nin bundan daha fazlasını yaptığını duymuş olması mümkün, zira bisan ayında Mody’i görevden aldı ve ona potansiyel bir zengin av kaynağı olan Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki büyükelçiliği verdi. Ancak bu manevra iktidarı kurtarmaya yetmedi. Darbeyle ikinci adam olarak iktidara getirilen Mody şu anda Bamako ve Ouagadougou ile bağlar kurmakla meşgul ve Niamey cuntası Fransa ile ortaklığı “kınadı”.

Darbe, teorik olarak Nijer’in iki ana sorununu çözebilir. Gouri Sistemi tarafından askıya alınmış olan demokrasisini “yeniden canlandırabilir” ve daha iyi bir güvenlik politikasının geliştirilmesine ön ayak olabilir. Eğer PNDS’nin gidişatı bir gösterge ise, bu iki sonuç birbiriyle ilişkili. Peki cunta demokrasiyi önemsiyor mu? Peki ya darbeye sert tepki veren, birincisi tüm yardımları askıya alan, ikincisi ise savaşla tehdit eden Batı ve Nijerya ne olacak?

Demokrasinin darbe yoluyla yeniden canlandırılması süreci Nijer’de olağanüstü bir durum değil. Esasında geçmişte 1996 (tartışmalı bir şekilde), 1999 ve 2010 yıllarında olmak üzere üç kez yaşandı. Fakat şu an iç ve uluslararası iklim farklı. Niamey’in darbecileri, cuntaları yaptırımlara göğüs geren, “uluslararası topluma” ve ECOWAS’a kafa tutan ve demokratik yönetime dönüşü zar zor taahhüt eden Bamako ve Ouagadougou örneklerinden ilham alıyor. Bu diğer ülkelerde olduğu gibi Nijer cuntası da şu anda Gouri Sisteminin çöküşünü görmekten hoşnut olan halkın hayranlığının tadını çıkarıyor. Bunu, kendilerini demokratik sürece geri dönme zorunluluğundan muaf tutan bir meşrulaştırma biçimi olarak yorumlayabilirler. Bu arada, Fransa ve Batı ile kopuşa doğru ilerleyen ideolojik iklim de otoriterliğe zemin hazırlamaya yardımcı olacaktır; her ne kadar Batı, PNDS’nin kendi otoriter eğilimlerini görmezden gelmekle ve varsayılan olarak bunlara yarım ve yataklık etmekle eleştirilse de. Burkina Faso ve Mali’de yaşananlar, bir yıl kadar sonra adanmış ideologlar ve geleceklerini bu rejime bağlamış olanlar arasında cuntalara verilen gerçek desteğin azaldığını gösteriyor. Diğerleri ise hayatlarındaki maddi değişiklikler asgari düzeyde olduğu için onları kabul etme eğiliminde. Eğer siyasi katılımda hala bir eksiklik varsa, askeri yönetimin böyle göründüğüne dair geleneksel bir Sahelili kabulü de var. Sonuç bir tür siyasi gerileme olsa da Mali’deki İbrahim Boubakar Keita ya da Nijer’deki Gouri Sistemi döneminde uygulanan demokrasi de pek ilerleme sayılmaz.

O halde her üç ülkede de demokratik restorasyon ancak dışarıdan, özellikle de ECOWAS’ın baskısıyla gerçekleşebilir. Fakat Nijer’de bu baskı kötü bir başlangıç yaptı. Nijerya darbeye hazırlıksız yakalandığı, darbelerinin çok fazla olduğu duygusuyla çileden çıktığı ve ECOWAS’a gerçek bir Nijerya damgası vurmaya kararlı bir liderin —Bola Tinubu— yönetiminde olduğu için (Nijeryalılar Fransızca konuşan komşularını çok az tanıyor ve anlıyor olsalar da) tepkisi sert oldu. Askeri müdahale tehditlerinin yanı sıra Nijer’in yüzde 70’inden fazlası Nijerya’dan gelen elektrik tedarikinin kesilmesi gibi yaptırımları da içeriyordu. Bu tepkiyi beklemeyecek kadar saf olan Niamey darbecileri, büyükelçileri geri çağırarak, anlaşmaları bozarak ve elçileri kabul etmeyi reddederek öfkeyle karşılık verdiler.

Darbeciler, Nijeryalılar ve Batılılarla herhangi bir uzlaşıya varmayı reddederek yönetimlerini sağlamlaştırmayı ve uzlaşmazlıklarını sürdürmeyi başarırlarsa, ki bu kaçınılmaz olarak Mali ve Burkina cuntalarının yöntemlerinden kopuşu içerecektir, bunun muhtemel sonucu Avrupa’nın güvenlik ve kalkınma yardımlarının (insani yardım bütçeleri olmasa da) geri çekilmesi ve ECOWAS yaptırımlarının devam etmesi olacaktır ki bu yaptırımların Nijer için Mali için olduğundan daha zararlı olması muhtemel. Nijer halkı acı çekecek ama özellikle de meşhur “asker” korkuları göz önüne alındığında, bunu pek çok felaketten biri olarak kabul edeceklerdir. Bu durumda iki bilinmeyen olacaktır: çöldeki üslerinde kalmak isteyecek olan Amerikalıların tutumu ve cunta onları Vagner şeklinde Nijer’e davet etmeye karar verirse Rusların tutumu. Son dönemdeki söylemlerine bakılırsa bu imkânsız değil.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English